AKP Mİ, YOKSA TÜRKİYE Mİ KORUNMALIDIR?
Din istismarcılarının ortak özelliği “fasık ve münafık” olmalarıdır. Yani Din, bunlar için amaç değil, bir araç’tır. Asıl gayeleri ve gayretleri ahiret değil, dünyadır. “Şiddetli azap dolayısıyla vay o kafirlerin haline, (ki onlar) dünya hayatını ahirete tercih ederek (zalim yönetimleri destekleyen) ve insanları (aldatıp) Allah yolundan çeviren (ve İslam gerçeğinin) eğrilmesini isteyen ve bu yüzden sinsi bir sapıklık içine düşen kimselerdir” (İbrahim:3-4) ayetlerinde bile bile makam menfaat hırsıyla, dünyayı ahiretten öne alan ve Din istismarıyla Haktan ayrılan ve halkı saptıran gizli inkârcıların (münafıkların) durumu anlatılmaktadır. Şeytani merkezler uzun yıllar Türkiye’de halkın dinini değiştirmeyi ve dejenere etmeyi amaçlayan despot’ları yönetime getirip Cumhuriyeti yozlaştırdı. Ama Milli Görüş ve Erbakan sayesinde toplumun gözü açılınca bu sefer dini istismar ve suiistimal eden sözde demokratları iktidara getirmeye mecbur kalmışlardı. Yani İslam’ın gerçeği ve Adil Düzeni yerine, Siyonist-kapitalist sömürü sistemlerini şekilci ve Avrupa birlikçi sahte dincilerle sürdürmeyi amaçlamışlardı.
AKP kadrolarının, öyle Allah rızası ve hizmet aşkıyla bir araya geldiklerini sanmak büyük bir yanılgıydı. Bunları makam ve menfaat hırsı ve Hak Davaya hıyanet ortaklığı bir araya toplamıştı. “Kendi aralarındaki (gizli çıkar) çatışması pek şiddetli durumdadır. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır” (Haşr: 14) ayeti bu gibileri anlatmaktadır. Bunlar birbirlerinin ayağını kaydırmak ve intikam almak için fırsat kollamaktadır. Sn. Recep T. Erdoğan’la hemşehrisi Mustafa Baş’ın RP listesinden tercihle kazanması üzerine belden aşağı seçim kavgalarını ve daha sonra AKP’deki yağlı-ballı ortaklıklarını hatırlatmak lazımdı.
AKP’nin kurucu ağabeylerinden bilinen Bülent Arınç, katıldığı bir televizyon programında: ‘Bugüne kadar söylemediğim bir şey var’ diye söze başlamış; TRT de dâhil birçok televizyon kanalının kendisine ambargo koyduğunu açıklamıştı. “Heyecanımı kaybettiğimi de söyleyebilirim. Birilerine olan sevgimi de biraz kaybetmiş olabilirim” diyen Arınç, “İnsan yol arkadaşını çok iyi seçmeli” diyerek başta Cumhurbaşkanı, bazı AKP kurmaylarından dert yakınmıştı.
“Abdullah Gül de benim gibi yapacak. AKP için duada bulunacak. Yalnız şununla bizi imtihan etmeye çalışmasınlar: “Onlar zaten böyle bir şey yapmazlar” diye üstümüze geliyorlar. Ama: ‘Zaten bunların toplumda bir karşılığı yok. Bir araya gelseler ne olacak, parti kursalar ne olacaklar’ demeye kalkarlarsa başka türlü bir tepki verebiliriz. Bizim nefsimize kötü gelecek şeylerle bizi imtihan etmesinler” diyen Bülent Arınç, nedense arsızlaşmaya başlamıştı.
“Ah Arınç, ah.. Güzel hatıralarla anılmak dururken, gerek var mı idi, seçime günler kala bu şekilde ekrana çıkmaya.. Sana o mikrofonu uzatanlar dostça uzatmıyorlardı. Onlar dün seni “asabi, aşırı dindar” diye suçlayanlardı. Sözü nerede, ne zaman ve kime söylediğiniz de, nasıl söylediğiniz de önemli ve anlamlıydı. Arınç bunu bilmeyecek biri değil. Ama sanırım öfkesine yeniliyorlardı”diye yakınan Dilipak gerçek ayarlarının ve ayıplarının ortaya çıkmasından mı korkmaktaydı?
Bay Bülent Arınç kendisine karşı TRT ve AA tarafından uygulanan ambargoya fena halde bozulmuşlardı. Yakın arkadaşlarının kendisine, “Ne söyleyeceği belli olmaz” endişesi ile uyguladığı TRT ve AA ambargolarını hazmedemediği açıktı. Televizyonlara çıkınca “yanlış şeyler” söylemediğini iddia eden Arınç, “Yanlış diyenlerle seçimden sonra konuşacağız” diyerek meydan okumuşlardı. Heyecanını ve birilerine karşı olan sevgisini kaybettiğini dile getiren Arınç, kendisine karşı ambargonun “şahsının kötülüğünden” değil “birileri rahatsız olduğu” için uygulandığını da vurgulamıştı. Bülent Arınç’ın sitemlerinde, “Birileri” olarak tanımlanan bu kişiler Milli Görüş’e hıyanet ortakları ve 13 yıllık yol arkadaşlarıydı. Bülent Arınç’ın Sn. Devlet Bahçeli için söylediği “Evet dememek için evlenmedi” sözleri ise her türlü edep ve erdem ölçüsüne aykırıydı ve bu şımarıkların ayarını ortaya koymaktaydı. Taha Akyol’a göre: Bülent Arınç’ın CNN Türk’te Hakan Çelik’e yaptığı açıklamalarıyla bir zamanlar demokratik (!) reformlara imza atan partisindeki otoriterleşme ve ‘tek adam’ hâkimiyetine karşı çıkmaktaydı. Hemen saldırıya geçen tetikçiler ve “kan damlayan kalemler” de aynı otoriterleşmenin mekanizmalarıydı.!?
AKP’li Mehmet Ali Şahin, 1 Kasım’da sandıktan 7 Haziran sonuçlarına benzer bir sonuç çıkarsa üçüncü bir seçimin gündeme geleceğini açıklamış açıkça halka şantaj yapmaya kalkışmıştı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin; “Eğer sandıktan 7 Haziran sonuçlarına benzer bir sonuç çıkarsa korkarım yeniden seçim konuşulmaya başlanacak” diyerek çarkıfelek mantığıyla “Ya AKP’yi tek başına iktidara taşırsınız veya seçim işkencesinden kurtulamazsınız!” demeye çalışmıştı. Ama hipnozla uyuşturulan toplum hala: “(Firavun) Böylece kendi kavmini küçümseyip aşağıladı, onlar da O’na (yine) boyun eğdiler… Gerçekten onlar fasık bir kavimdi” (Zuhruf: 54) ayetindeki anlatılanlar gibi onların peşine takılmışlardı.
Şuursuz dindarların sorumsuz yandaşlığı!
Kaldı ki bütün kamuoyu araştırmalarını hatta AKP kurmaylarını bile şaşırtan daha yüksek bir oy oranı ile bu seçimlerin sonuçlanma ihtimali de vardır. Ancak AKP’nin yüksek oy almasının ülkenin hayrına olacağı kanaati yanlıştır. Çünkü zaten asıl sıkıntı AKP zihniyetinden kaynaklanmaktadır, on üç yıllık derin tahribatları ortadadır. Halkın bu kötü, hatta ürkütücü gidişatın farkında olmaması doğaldır, böyle stratejik kanaatleri ve derin tahlilleri kalabalıklardan beklemek haksızlıktır. Umarız ki AKP’ye yön veren kafalar, hayra ve Hakka yönelip haysiyetli ve cesaretli bir dönüşümle veya bir mecburiyetle Milli Görüş’e sahip çıkacak ve milli güçlerle birlikte çalışmaya başlayacaktır.
Asıl tehlikeli cehalet ve gaflet “Bilmediğini bilmemektir”, kendi yanlışlarını doğru zannetmektir; akla, vicdana, Kur’an’a aykırı program ve politikaların, hayır ve huzur getireceğini sanmak ve bazı geçici başarı ve kazanımların kalıcı ve istikrarlı olacağı kanısına kapılmaktır. Toplum psikolojisi, kalabalıktan ve reklam kahramanlığından yanadır. İşte bu tavır ve taraftarlıktan, milli ve insani amaçlar doğrultusunda yararlanacak beyinlerin artık devreye girmesine acilen ihtiyaç vardır.
Diyelim AKP bu seçimlerde %50 oy aldı. Yani halkın yarısı faiz politikasını ve AB’ye kuyruk olma sevdasını onayladı. Diğer muhalefeti de katarsak toplumun %99,5’i faizi ve AB’yi destekliyor diye, bu faizin ve AB’ciliğin yararlı ve hayırlı olduğu anlamını taşımayacaktır, Oğuzhan’ın hıyaneti ve Kamalak’ın omurgasız siyasetiyle maalesef %0,5’lerde kalacağı konuşulan Milli Görüş ise elbette haklı ve duyarlı bir doğrultudadır. Çünkü doğru ve uygun olma ölçüsü halk değil, HAK’tır.
“4000 yıldır Hz. Musa’ya sadakat gösteren iman ehli dindar Musevilere roket fırlatıp onların huzurunu kaçıran ve kışkırtan Filistinliler büyük hata işlemektedir. Oysa İsrail’le iyi geçinip, ülkenin her tarafını imar etmeleri gerekir. Yani her ikisi de “Lailahe İllallah” deyip Allah’ı kabul eden İsmailoğullarıyla, İsrailoğullarının artık barışması lazım gelir. Netanyahu, Müslüman vatandaşlarının huzur ve emniyeti için gayret göstermekte, Müslümanlara özel ilgi ve ihtimam sergilemektedir. Bizim barışçı yayınlarımız ve yazılarımız da İsrail’de bazı medyada takdir edilmektedir”[1] diyerek terörist İsrail’i ve Siyonist Netanyahu zalimini “barışçı”, ama mazlum ve mağdur Filistinli Müslümanları “saldırgan fesatçı” gösterecek kadar gerçekleri çarpıtan ve saptıran Adnan Oktar’a, seçimlerden sonra AKP’nin CHP ile değil, ille de MHP ile koalisyon kurmasını hangi insi şeytanlar fısıldamaktaydı.
Dansöz kıyafetli kedicikleriyle fıkırdaşan İsrail avukatı ve AKP yandaşı Adnan Oktar ile eşleri çarşaflı, erkekleri sarıklı sakallı meşhur bir tarikatı; Haçlı Avrupa Birlikçi, faizci, zina ve lutilik serbestçisi, loto, toto, piyango gibi kumar teşvikçisi, Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı mahvı perişan eden ve milyonların katline sebebiyet veren NATO’nun ve Batı’nın gönüllü destekçisi AKP’ye oy vermek ve melanetlerine keramet kılıfı geçirmek hususunda, hangi odaklar aynı noktalarda buluşturmaktaydı?
Şiir:
Tapındığı Hak değil, kalabalık çoğunluk
Halktan korkar; Allah’ın, makamından utanmaz!
Sarık cübbe gösteriş, yoktur gayret doğruluk
Faizciye oy verir, sakalından utanmaz!
Haçlı AB peşinde, makam, çıkar; yoğunluk
Sözde şeriat okur, bakkalından utanmaz!
Ehli takva geçinir, maddiyatla doygunluk
Erbakan’a laf atar, pak alından utanmaz!
“Adil Düzen” bırakmış, demokratik yorgunluk
Binlerce tesbih çeker, rakamından utanmaz!
Aynı sohbetinde: “ABD Dışişleri Konseyi CFR’nin, Türkiye’yi parçalamak için PKK’yı desteklediklerini, ama CFR üyelerinin çoğunun dindar kişiler olduklarını ve yanlış yönlendirildiklerini ve bunları irşat etmek ve bilgilendirmek gerektiğini, bu CFR’cilerin Türk Ordusu’nun Kıbrıs’ı işgal ettiğini savuna geldiklerini”söyleyen ve bütün bu hıyanetlerdeki İsrail (Siyonist Yahudi) parmağını gizleyen Adnan Oktar şarlatanına bu imkân ve fırsatları kimler sağlamaktaydı?
Dilipak’a göre: AKP; geri zekâlıların, mafya bozuntularının ve menfaat avcılarının işgali altındaydı.
AKP yalakası ve Yeni Akit yazarı Abdurahman Dilipak, AKP içindeki bazı gözlemlerini aktardığı yazısında, Ravza Kavakçı’nın seçim kampanyasına destek vermek için 80 yaşındaki eski bir politikacının parti toplantısına gelmesine “Bu dinozorların ne işi var burada?” diye tepki gösteren genç ve yetkili bir AKP’liye kızarak: “Kim bu adamlar, bu geri zekâlıları kim partinin vitrinine taşır? Senden bir şey mi istiyor, o yaşında sadece duada bulunmak ve hayali ile süslediği günlere yaklaşmış olmanın sevincini paylaşmak üzere, o yaşında size destek sunmak için geliyor!” diye çıkışmıştı. Dilipak Akit’te “AK Parti’deki AKP’liler” başlığıyla yayımlanan yazısında: “AKP şimdi, önce kendi içindeki derin devletin adamlarını, paralel yapının adamlarını, mafya bozuntularını, şahsi menfaatlerini memleket davasının üstünde tutanları ayıklaması lazımdır.. Önce parti teşkilatı arındırılmalı, sonra yerel yönetimler, bürokrasi ve parti grubu (temize çıkarılmalıdır)” diye uyarmaktaydı.
Dilipak’ın tespit ve teşhisinden anlaşılıyor ki:
1- AKP’de “geri zekâlılar” vitrinde öne çıkarılmıştır.
2- AKP, derin devletin elemanları, Paralel Yapının adamları, mafya bozuntuları ve menfaat avcılarının işgali altındadır.
3- Parti örgütleri, belediyeler, bürokrasi ve milletvekilleri, bu kirli ve şaibeli isimlerden temizlenip kurtulmalıdır!
Eh, AKP’yi Dilipak kadar yakından tanıyan pek az insan vardır. Şimdi Bay Dilipak’a soralım; Eskileri Bülent Arınç ayarında, yenileri “geri zekâlı ve menfaat avcısı” durumunda olan bir partiden hala hayır hizmet umanlar, kendileri de “geri zekâlı” sayılmaz mıydı? Ha bu arada, Ravza Kavakçı’nın seçim kampanyasına destek için katılan 80 yaşındaki “eski politikacı” ise, hala Saadet Partisi’nin kurmaylarından sanılan ve eli öpülüp duası alınan bir “üstün zekâlı ve yüksek dava sevdalısıydı!”
Hep söyledik, tekrar hatırlatalım: Sn. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP’li Bakanların ve yandaş yazar-yorumcuların Fetullah Gülen ve Cemaat hakkında bütün itham ve iddiaları da, Gülen’in ve cemaat medyasının AKP kurmayları hakkındaki itiraf ve isnatları da, hepsi gerçekleri yansıtmaktadır; yani her iki taraf da doğru konuşmaktadır!?.. Bunun gibi AKP’nin Bülent Arınç gibi ağabey takımı da, Dilipak’ın tespitiyle “geri zekalı”, makam ve menfaat avcıları” da hepsi birbiri hakkında doğruları sıralamaktadır!? Şimdi, otuz yıldır, hem “Dinazor!” yaftasını hak eden omurgasızlar, hem gömlek ve kimlik değiştiren dönek kaypaklar, hem de Fetullahçı münafıklar hakkında, hiçbir tespit ve tenkidimizde bizi yanıltmayan, Kur’an terazisinde tarttığımız için hep bizi haklı çıkaran Cenabı Allah’a sonsuz şükürler ediyoruz.
Türkiye’nin Kıbrıs’a ulaştırdığı suyun, Ortadoğu’da kuraklıkla boğuşan İsrail’e nefes aldırabilecek kapasitede olması… Geçmiş dönemlerde yapılan sinsi ve şeytani planları hatırlatmıştı!
Geçtiğimiz aylarda hayata geçirilen KKTC’ye su temin projesinin Türkiye ile KKTC arasındaki anlaşmaya göre “Türkiye’nin KKTC’deki suyu başka ülkelere de satabilecek olması” “İsrail endişesi”ni de gündeme taşımıştı. Öte yandan KKTC Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz yıl İsrail’deki bir konferansta, “Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a içme ve tarım suyu ile elektrik taşıması hedeflenen denizaltı su temin projesinden ortak yararlanma gibi diğer alanlarda işbirliğine yol açabilir” sözlerini ağzından kaçırması da İsrail endişesinin yersiz olmadığını ortaya koymaktaydı! Geçen yıl Kasım ayında Tel-Aviv’e düzenlenen ABD ve İsrailli üst düzey yetkililerin yanı sıra dev petrol şirketlerinin CEO’larının yer aldığı toplantıda konuşan KKTC’li Bakan Özdil Nami İsrail ile işbirliğinin önemine değinerek suyun İsrail’e de satılabileceğini şu sözlerle ağzından kaçırmıştı: “Bu hususta atılan olumlu adımlar, Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a içme ve tarım suyu ile elektrik taşıması hedeflenen denizaltı su temin projesinden ortak yararlanma gibi diğer alanlarda işbirliğine yol açabilir.”
Türkiye ile İsrail arasında özellikle su konusunda bir de protokol olduğu yetkililer tarafından açıklanmış ancak gündeme taşınmamıştı. Dragon Çayı ile ilgili fizibilite çalışmasını yürüten Alarko firması İsrail ile ilgili de projeyi de kendilerinin üstlenebileceğini söylediği bir haberin detayında dönemin Enerji Müsteşarı olan Doç. Dr. Sami Demirbilek, bu protokolü onaylayan açıklamalar yapmıştı.
Peki, KKTC, AB’ye alınırsa ne olacaktı?
KKTC’ye Dragon Çayı üzerinden verilen su ile ilgili bir diğer konu ise KKTC’nin AB’ye alınıp alınmaması ile alakalıydı. KKTC ile Rumların anlaşması sonucunda eğer ada toptan AB’ye dahil edilirse bu konuda da uluslararası bir sorun yaşanacaktı. Türkiye’nin KKTC ile yaptığı anlaşmalar geçerliliğini yitireceğinden KKTC’ye verilen su üzerindeki tasarrufunu da kaybetmiş olacaktı.
“Türk askeri Kıbrıs’tan çekilmeli” küstahlığı!
Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Kocas, Kıbrıs sorununda Türkiye’yi sorumlu tutarak, meselenin uluslararası hukuk ihlali ve işgal sorunu olduğunu açıklamıştı. Rum kesiminde resmi temaslar yapan Yunanistan Dışişleri Bakanı, Ada’nın iki kesimli, iki toplumlu bir federasyon çatısı altında birleşmesini desteklediklerini ancak bunun için Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi gerektiğini savunmaktaydı. Ada’da asker bulunduran Yunanistan’ın, garantörlükten vazgeçme kararını hatırlatan Kocas, Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesiyle Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın dahil olduğu 3’lü garantörlük sisteminin sona erdirilebileceğini vurgulamıştı. Rum Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis ise, Türkiye’nin AB müzakerelerinde yeni fasıllar açılması konusundaki baskılara işaret ederek 2016’da bu konuyla yüzleşmek zorunda kalacaklarını söyleyerek “Toplumumuzu ilgilendiren hayati bir konuda bizden adım atmamız istenecekse Türkiye de harekete geçmelidir. Kıbrıs sorununa yön veren ülkeler, Türkiye’nin görüşlerini değiştirmesine yardımcı olmalıdır” tehditlerini sıralamıştı.
Gizli Kıbrıs pazarlıkları, hıyanet ortaklığıdır!
“Bir uçak gemisi düşünün. Dünyanın en büyüğü olsun. Üzerine onlarca değil, gerekirse yüzlerce, binlerce uçak yerleştirilebilsin. Bir kaç yüz asker değil, on binlercesi bir anda bu gemide olsun. Başta taze gıda olmak üzere, iğneden ipliğe ihtiyaç duyulabilecek birçok şey on yıllarca karaya çıkılmadan yine bu geminin sunduğu imkânlarla karşılanabilsin. Üstelik herhangi bir saldırı ile batırılma, denizin dibini boylama gibi bir korkunuz da olmasın. Yani, dünyanın en büyük, konforlu, güvenli, sağlam ve ekonomik uçak gemisi olsun. Ve siz bu uçak gemisiyle Cebelitarık, Boğazlar (İstanbul-Çanakkale) ve Süveyş “Su Yolları Üçgeni” üzerinden dünyanın en stratejik geçiş noktalarını kontrol edebilme, Akdeniz-Karadeniz-Hazar-Basra-Kızıldeniz “Beşgen Havzası”na en az maliyetle, her an çok daha etkin güç projeksiyonu yapabilme imkân ve inisiyatifine sahip olun. Üstelik bu uçak gemisine sahip olma, size bölgedeki enerji güvenliği ve çevreleme politikalarında da iktisadi-ticari çıkarlarınızı her an savunabilecek birer sabit askeri ve ticari üs boyutlarıyla da büyük bir avantaj sağlasın.
Sanırım dünyanın en büyük uçak gemisinin doğudan batıya doğru birer mızrak ucu gibi uzanan ve Avrasya merkezli “Yeni Büyük Oyun”da önemi her geçen gün daha da artan Kıbrıs adası olduğunu anlamışsınızdır. Anlamışsınızdır diye özellikle belirtiyorum, çünkü bu uçak gemisinin öneminin halen farkında olmayan ve AB aşkına Kıbrıs’ı feda etmeye hazırlanan önemli bir kesim vardır. Rahmetli Erbakan Hoca’nın, Kıbrıs bütünüyle elimizden çıkmak üzereyken 1974 Şanlı Barış harekâtıyla Kuzey Kıbrıs’ı kurtarma çabalarının asıl nedeni, dış güçleri ve işbirlikçileri niye bu denli rahatsız ettiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır!
Oysa adanın jeopolitiğinde çok hızlı bir değişim yaşanmaktadır. Bu değişimi görenler, “Uzaktaki Yakın Çevreler Politikası” anlayışı çerçevesinde bölgeye değişik gerekçeleri göstererek yerleşmeye başlamış durumdalar. Örneğin, düne kadar bölgede Türkiye ve Yunanistan ikilisi arasında ön plana çıkan, ABD’nin ise doğrudan müdahil olmaktan çekindiği Kıbrıs sorununda bugün Avrupa Birliği (AB), Rusya, İsrail, Çin ve hatta Suriye-Lübnan boyutuyla İran’ın da “ben varım” dediği yeni bir mücadeleyle karşı karşıyayız. ABD’nin BOP projesi ve tek başına uygulamada karşı karşıya kaldığı sıkıntılar sonucu ortaya çıkan güç zafiyeti ve bunun bölgede yol açtığı güç boşluğunu doldurma girişimleri yatıyor. ABD, Doğu Akdeniz merkezli bölgesel hegemonyasında ilk defa bu kapsamda bir meydan okuma ile karşı karşıyadır. Bunun dışında, Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynakları, enerji güzergâhlarının güvenliği, su, Suriye’de dip yapan Arap Baharı ve bunun yol açtığı çok boyutlu güvenlik sorunları, AB’nin Annan’ı telafi girişimleri ve Büyük İsrail Projesi’ni de göz önünde bulundurmak lazımdır. Bu değişim ve girişimleri görmemek gaflet, önem vermemek hıyanet sayılır. Türkiye açısından bakıldığında, “Kıbrıs Gemisi”nin ciddi anlamda su almaya başladığı anlaşılacaktır. Arka planda büyük ölçüde ABD’nin destek verdiği AB’nin Kıbrıs’a yönelik yumuşak güç politikası büyük ölçüde etkisini göstermeye başlamıştır. AB’nin Kıbrıs sorununu “siyaseten çözüm” adı altında başlattığı Türkiye’yi adadan “AB’ye üyelik vaadiyle” sıfırlamaya çalıştığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adadan tamamen ya da büyük ölçüde çekilmesini amaçladığı, bu kapsamda Kıbrıs Türklerine yönelik “duygusal kopuş” hedefli “Kılcal Damarlar Operasyonu” ile de Türkiye ile KKTC arasında derin bariyerler oluşturmaya başladığı politikada Haçlı Batı çok önemli mesafeler almış durumdadır”[2] uyarıları ciddiyet ve aciliyetle dikkate alınmalıdır.
Suni “Kürdistan” kavramı Batı’nın dayatmasıydı!
Osmanlı öncesi bölgedeki bütün beylikler ve coğrafi birimler Türkçe isimlerle anılırdı. Yavuz Selim Han, İdrisi Bitlisi’nin teklifiyle, bazı Kürt aşiretlerinin bir tek beylik altında yapılanmasını uygun bulup onaylamış, ama Kürt aşiret reisleri buna yanaşmamıştı. Bunun üzerine Diyarbakır Beyler Beyine bağlı bazı Ekrad Beyleri Osmanlı kayıtlarına bu isimle alınmıştı ve sadece 35 yıl Kürdistan kaydı vardı. Ama asla bir özerklik söz konusu olmamıştı. Ta ki, 1848’de Tanzimat’la birlikte Haçlı Batı’nın tertip ve teşvikiyle Kürdistan kavramı bir tuzak olarak yeniden gündeme taşınmış ve o gün bu gündür bu yara sürekli kaşınmıştı.
Erbakan kovmuştu AKP geri çağırdı, böylece ikinci çekiç güç bölgeye taşındı. Ankara sustu, NATO ve Amerikalı komutanlar dikkatlerden kaçırılan bir gerçeği açıkladı… Diyarbakır BOP’un yıldızı ve Kürdistan’ın payitahtı yapılmaktaydı!
Türkiye’nin dış politikası son yıllardaki yanlışlar yüzünden içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Özellikle Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaş sonrası AKP’nin yanlış politikası bu gün ülkeyi adeta uçurumun eşiğine getirmiş durumdaydı. Suriye’de uygulanan yanlış politikalar sonucunda oluşan otorite boşluğunu fırsata çeviren özellikle PYD ve sonrasında kimliği belirsiz olan uluslararası örgüt IŞİD Suriye’yi fiilen parçalamıştı. Sonrasında atılmak istenen adımlar ise Türkiye’ye pahalıya patlayacaktı. IŞİD bahanesiyle İncirlik Üssü’nde ABD varlığının artırılmasına izin veren Türkiye’nin bu sefer de Diyarbakır’a izin verdiği ortaya çıkmıştı.
IŞİD bahanesiyle, bölgemiz kontrol altına alınmıştı!
IŞİD denilen küresel örgüt bahane edilerek Türkiye korkutulduktan sonra Temmuz ayında ABD ile yapılan bir gizli anlaşma sonucunda üslerimiz ABD askerlerine açılmıştı. Mutabakat denilen sözde tek taraflı dayatma anlaşması ile Türkiye, ‘Suriye’de güvenli bölge’ isteğini ABD’ye uygulatamazken, ABD ise istediği her türlü şeyi yapmaya başladı. İncirlik Üssü ile birlikte bölgedeki özellikle Diyarbakır ve Malatya’daki hava üslerinin de sözde örgüte karşı kullanılmasının kararlaştırıldığı anlaşılmıştı. İncirlik Üssü’ndeki ABD askerlerinin varlığı bilinmesine karşın Diyarbakır Askeri Üs’te de ABD askerlerinin varlığı Türkiye tarafından değil, ABD’li generaller tarafından açıklanmıştı. Türkiye’nin ABD ile imzaladığı mutabakata göre her iki ülkenin üst düzey askerleri ‘harekât konsepti ve harekât planı’ adlı bir belge üzerinde çalışmalar yapacaktı. Görüldüğü kadarıyla sözü edilen harekât planlarına göre ABD askerinin ülkenin Güneydoğu’sundaki üslerde konuşlandırılması konusunda gizli bir uzlaşı sağlanmıştı.
Erbakan Çekiç Güç’ü 1996 yılında postalamıştı
1991 yılında yaşanan Körfez Savaşı bahane edilerek Saddam Hüseyin’in Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesine saldırı girişimini engellemek isteyen ABD, Huzur Harekâtı adı verdikleri bir çalışma ile ülkenin kuzeyini ‘uçuşa yasak bölge’ saymıştı. Bu gerekçeler doğrultusunda Çekiç Güç adı verilen ABD Askeri Birlikleri Diyarbakır’a konuşlanmış, bölgeden sözde Kuzey Irak’ın korunmasını sağlamışlardı. Ancak bu süreç zarfında Çekiç Güç denilen yapının bölgede yeni bir devlet oluşumuna zemin hazırladığı ve PKK terör örgütüne de yardım ve yataklık yaptığı birçok rapor ve açıklamaya yansımıştı. Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın basına sızan 1995 yılındaki iki raporu bu gerçeği doğrulamıştı. Raporlarda, Çekiç Güç’ün Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurduğu açıkça uyarılırken PKK’ya da helikopterlerden yardımlar atıldığı saptanmıştı. Tüm bu yaşananlardan sonra bir türlü siyasi bir irade gösteremeyen Türkiye Refah-Yol Hükümeti’ni beklemek zorunda kalmıştı. 1996 yılının yaz aylarında iktidara gelen Erbakan Hükümeti, Çekiç Güç’ün görev süresinin 6 aylık uzatılma aşamasında son noktayı koyarak, 31 Aralık 1996 günü Çekiç Güç denilen şer odağını ülkeden çıkmaya mecbur bırakmıştı. Aradan geçen 18 yıldan sonra bu sefer Saddam Hüseyin yerine IŞİD denilen bir küresel örgüt bahane edilerek ABD askerinin ikinci defa Diyarbakır’a yerleştirilmesi AKP’nin sonunu hazırlayacaktı.
Ermenistan sınırında yeni bir Kandil oluşturma çabaları yoğunlaşmıştı!
PKK’nın, öteden beri Ermenistan ve Diaspora Ermeni lobisi ile yakın bir ilişki ve işbirliği içerisinde olduğu yazılıp konuşulmaktaydı. PKK ile ASALA arasındaki ilişkilerin 1980’li yıllara dayandığı, ASALA’nın onlarca Türk diplomatına yaptığı suikastların önüne geçilmesinden sonra da, PKK’nın, ASALA tarafından benzer amaçla desteklendiği bilinip durmaktaydı. Ermenistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını elde etmesinden sonra da, PKK’ya Ermenistan tarafından destek verildiği birçok kaynakta yer almaktaydı. Ermenistan ve Ermeni Diasporasının yüz yıldır büyük bir önemle işledikleri sözde “Ermeni Soykırım” iddialarına, PKK ve ona yakın çevreler, her fırsatta destek olmuşlardı. Ortak düşman olarak kabul edilen Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, Ermenistan-PKK işbirliği zaten doğaldı. Ayrıca PKK yönetici kadrolarının önemli bir kesiminin, Ermeni asıllı kişilerden oluştuğu, konunun uzmanları tarafından saptanmıştı. Türkiye’nin Azerbaycan toprağı Nahcivan’a ve Azerbaycan üzerinden de Türk Cumhuriyetlerine açılan kara sınırı, Iğdır ilimizden Dilucu sınır kapısına uzanan 13 km’lik bir kara yoluyla sağlanmaktadır. Bu sınır kapısının büyük önemini görebilen Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin Azerbaycan ve Türk Cumhuriyetleriyle kara bağını sağlayabilmek amacıyla İran’dan takas yoluyla aldığı toprak üzerinden, Nahcivan’a bu 13 km’lik yolu hazırlamıştır. Son aylarda özellikle Ardahan, Iğdır ve Ağrı illerimizde yoğunlaşan PKK terör saldırıları, Türkiye’nin Nahcivan ve hatta İran’la olan kara ulaşımını engellemeyi amaçlamaktadır. Türkiye-İran arasındaki karayolu ulaşımı ve ticareti, Ağrı-Iğdır-İran karayolu üzerinden yapılmaktadır. Bu bölgede İran’dan gelen veya İran’a giden TIRLARA ve diğer taşıt araçlarına yapılan saldırılar, bu bölgeyi güvenilir ulaşım yolu olmaktan çıkarmayı ve belki de PKK tarafından kontrol altına alınmayı amaçlamaktadır. Bu bölgede son yıllarda yoğunlaşan terör olayları, Ardahan, Kars, Iğdır il ve ilçelerinde, Türk ve PKK’ya karşı olan Kürt nüfusunun batı illerine göçe neden olmakta, böylece de bölge nüfusu giderek PKK yararına değişmeye başlamıştır. PKK’lı teröristlerin bu saldırılarını yaparken, Ermenistan’ı Kandil gibi, geriye çekilebilen korunaklı bölge olarak kullanmaya başladıkları yönündeki duyumlar tüm yönleriyle araştırılmalıdır. Türkiye için büyük önemi olan bu durum karşısında, devletin önemle ve özenle durması ve gereken önlemleri ivedi olarak alması lazımdır.
Diyarbakır’da 17 yıl hapis cezasına çarptırılan 20 yaşındaki PKK’lı gence bu sloganı attığı için verilen 10 aylık hapis cezasının Yargıtay tarafından bozulması kafaları karıştırmıştır.
Yargıtay, Kürtçe ‘Yaşasın Başkan Apo’ diye slogan attığı gerekçesiyle 20 yaşındaki Musa Kaplan’a verilen 10 aylık hapis cezasını “bu sözler propaganda suçu oluşturmaz” diyerek bozmuş bulunmaktadır. Yoksa Apo resmen ve fiilen Kürdistan Başkanı yapılmaya mı hazırlanmaktadır?
ABD ve Rusya’nın ortak müttefiki PYD yani PKK olmaktaydı!
Farklı kamplarda bulunan ya da özellikle böyle bir görüntü verilen ABD ve Rusya’nın PYD’ye aynı açıdan bakmaları ve müttefik saymaları doğaldır, çünkü her ikisi de Siyonizm’in maşalarıdır. Putin’in PYD ile Esad’ın birleşmesi teklifine ABD’den karşı açıklamaların gelmesi ise sadece oyunun bir parçasıdır. Irak ve Suriye’ye biçilen konum çok önceden belirlenmiş olduğu için 4 yılı aşkın bir süreden beri Suriye’de çatışmaları durdurmaya yönelik ciddi bir müdahale olmamıştır, hatta çatışmaların kanlı bir şekilde devamına destek olacak bir tavır alınmıştır.
HDP, Yahudi lobisiyle buluşmuş ve talimat almıştı!
HDP’den istifa eden avukat Mir Sedrettin Karahan, düzenlediği basın toplantısında HDP heyetinin ‘İftira ve Karalamaya Karşı Mücadele Birliği’ adlı Yahudi lobisiyle görüştüğünü açıklamıştı. HDP’nin bir süre önce gerçekleştirdiği Amerika ziyaretinde bu görüşmenin yapıldığını belirten Karahan “Bu lobi, İsrail’in önemli bir finans lobisidir. Böyle bir lobiyle bir partinin görüşmesinin amacı ne olabilir?” diye sormaktaydı. Aynı Yahudi Lobisi ADL, AKP’nin kurulması ve iktidara taşınması sürecinde başrol oynamıştı.
İngiliz Guardian’dan çarpıcı Demirtaş yorumları!
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunan İngiliz Guardian gazetesi, “Selahattin Demirtaş Türkiye’yi iç savaşın eşiğinden kurtarabilir mi?” sorusunun cevabını araştırmıştı.
Chistopher de Bellaigue tarafından kaleme alınan yazıdaki:
“Türkiye bir neslin en önemli seçimlerine hazırlanırken, Türklerle Kürtlerin barış içinde yaşayıp yaşayamayacakları karizmatik politikacı Selahattin Demirtaş’a bağlıdır. Demirtaş, Kürtlerin Türkiye’deki siyasi amaçlarının somutlaşmış şahsıdır. Aynı zamanda da şaşırtıcı bir şekilde yeni olan ve batının liberal geleneklerinden gelen kapsayıcı politikaları savunmaktadır. Öyle ki aslında Ankara’da ona hayran olan bir büyükelçi geçenlerde onu bana ‘Bir Avrupa başkentinde yerini yadırgamayacak tek Türk politikacı’ diye tanımlamıştır. Ama Demirtaş aynı zamanda acımasız silahlı bir hareketin sivil tamamlayıcısı olup bomba ve sandık arasında kalmış bir adamdır. Demirtaş’ın Erdoğan’ı endişelendirmesinin nedenlerinden biri de sadece bir Kürt milliyetçisinden daha fazlası olmasıdır. Tüm Türk vatandaşlarının içinde bulunduğu şartları değiştirip, azınlıklara yetkiler veren ve Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 13 yıllık seçim zaferini üzerinde inşa ettiği yekpare ‘ulusal’ kimliğe son verecek politikacıdır” saptamaları HDP ve Demirtaş’ın Batı’nın ve Siyonist odakların bir maşası olduğunu ve Sn. Recep Erdoğan’ı dizginleyip dengelemek üzere kullanıldığını açığa vurmaktaydı.
PKK’lı Duran Kalkan’dan flaş Oslo açıklaması!
PKK’nın Kandil’deki liderlerinden Duran Kalkan, örgütün Yeni Özgür Politika gazetesine verdiği söyleşide AKP ile yürüttükleri müzakerelere ilişkin sarsıcı açıklamalar yapmıştı. AKP ile son müzakere için 5 Nisan 2015 tarihini veren Kalkan, şunları vurgulamıştı:
“Görüşmeyi Kamu Güvenliği Müsteşarlığı yaptırmıştı. Türkiye Cumhuriyeti devleti adına o dönemde görüşmeleri yürüten en üst yetkili olarak görüşmeyi o sağlamıştı. Zaten kendisi de o görüşmede, ‘Ben özel olarak bunu yaptırdım’ diye itirafta bulunmuşlardı. Çünkü ilgili Müsteşar, bir önceki görüşmede, HDP’nin milletvekili aday listelerine, ilgili yerlere verilmeden önce bakması için seçim öncesi bir görüşme daha yaptırtacağına dair Önder Apo’ya söz verdiğini açıklamıştı. O temelde de özel gündemli bir toplantı olduğunu anlatmıştı.”
Duran Kalkan son dönemde CHP’nin gündeme getirdiği Oslo müzakerelerinin ellerinde belgesi olduğunu da hatırlatmıştı: “Tabi ki bizimle görüşmeleri onlar yapmıştır. En üst yönetimimizle görüştüler ve bu görüşmelerin kayıtları ortadadır. Bu görüşmeler için ‘yok’ diyorlarsa belgeleri ortadadır. Tabi ki her görüşmenin bir belgesi vardır. Biz resmi görüşmeler yaptık. Arkadaşlarımız laf olsun diye, çay içmeye ya da baklava yemeye çağrılmamıştır.”
1 31 Ekim 2015, A9, Hoşsohbetler
2 Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, 26.10.2015, Milli Gazete
KAYNAK: https://www.millicozum.com/mc/aralik-2015/akp-mi-yoksa-turkiye-mi-korunmalidir