Üstadımızın, insanda hayret ve hayranlık uyandıran çok hızlı okuma yeteneğini ve çok güçlü hafıza kuvvetini, Ali Çağıl, Osman Eraydın ve oğlu Abdullah Akgül gibi ağabeylerimiz bizlere defalarca ve bizzat şahit oldukları olağanüstü durumlarla aktarmışlardı. Yayıncı İsmail Arlı Bey’in hazırladığı “Son Türkçü: Nihal Atsız” başlıklı 2 cilt kitabını birkaç saat içinde okuyup 15 sayfalık tenkit yazdığına şaşırmışlardı. Ve yine Ahmet Akgül Üstadımız, Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün 2 Ciltlik “Hallac-ı Mansur” kitabını, bir iki saat içerisinde hem okumuşlar hem de uzunca bir tenkit yazıp yayınlamışlardı.
Bunun gibi, Necmettin Musa Bişkin ağabeyimizin ve değerli eşlerinin şahitliği ile, Konya Atatürkçü Düşünce Derneği E. Başkanı ve İlahiyatçı Yusuf Dülger Bey, Atatürk’ün hayatını anlatan 600 sayfalık bir kitap hazırlamışlardı. Bu amaçla Türkiye’nin her tarafına, Kafkaslara, Balkanlara, Suriye ve Arabistan’a araştırma gezileri yapmışlardı. Kitabının bir nüshasını incelemek üzere Ahmet Akgül Üstadımıza sunmuşlardı. Üstadımız akşam Konya’daki evlerine varmış ve akşam namazını kıldıktan sonra 600 sayfalık bu kitabı okumak üzere eline almışlardı. 70’e (Yetmişe) yakın sayfada şerh düşmüş ve 14 sayfalık özet bir tenkit hazırlamışlardı ki, yatsı ezanı okunmaktaydı. Neredeyse sadece bir saat içerisinde 600 sayfalık kitabın okunmasının, 70 kadar şerhin yapılmasının ve 14 sayfalık özet ve tenkit yazılmasının, İlahi bir nusret dışında izahı imkânsızdı. Üstadımız, Erbakan Hocamızın manevi talimatları üzerine her yılın 4 ayını İstanbul (Gebze’de), 4 ayını Konya’da, 4 ayını ise Elazığ’da geçirmeye başlamıştı…
Kendileri; bu hızlı okuma, okuduğu kitaplardaki olumlu ve olumsuz kısımları saptama ve o kitapla ilgili yararlı ve uyarıcı tenkitler yapma yeteneğinin; Cenab-ı Hakkın Milli Çözüm Ekibi’nin samimiyetine, Kur’ani hassasiyetine ve tüm insanları kucaklayan Adil Düzen gayretine merhameten lütfettiği özel bir ikramı olduğunu, sıkça vurgulamışlardı. Ayrıca Duhâ Suresi 11. ayetinde: “Ve (Sana lütfettiği bütün bu üstün fazilet ve meziyetlerden dolayı, övünmek ve böbürlenmek için değil, ama sevinmek ve şükretmek niyetiyle) Rabbinin nimetini (minnet ve memnuniyetle) hatırlat ve anlat (ki Makam-ı Mahmud’a ulaşasın.)” buyrularak Hz. Peygamber Efendimize verilen bir ruhsatın ve şükür talimatının gereği olarak, çok yakın dostlarımıza anlatmak dışında bu manevi yardımların toplumdan saklanmasını tavsiye buyururlardı. Çünkü hadis-i şerif uyarınca, insanlara akılları ve kavrayışları nispetinde konuşmak lazımdı…
Bu çarpıcı ve hayranlık uyandırıcı gerçeklerin ve Üstadımızın hızlı okuma yeteneğinin farkına vardıktan sonradır ki; Elazığ, Gebze ve Konya’daki kitaplıklarındaki yaklaşık 10.000 (On bin) ciltlik eserin hangisinde hangi konuların yazıldığını ve hatta önemli kısımların hangi bölümlerde yer aldığını, 50 yıl önce okuduğu bir hikmeti nasıl unutmadığını daha iyi anlamaya başlamıştık. Ve hele ders ve sohbet sırasında biz ayet ve hadis meallerini okurken, hemen bunların orijinal-asli metinlerini okuması, hangi surenin hangi ayeti olduğunu hatırlatması… Hangi hadis-i şerifin hangi kitapta ve hangi bölümde kaydedildiğini açıklaması, Onun Rabbani ve Rahmani bir marifete mazhar kılındığını ortaya koymaktaydı.
Özellikle Rahmetli Erbakan Hocamıza ve Onun yüksek şahsında İslam’a, Kur’an’a ve Hak Davaya yönelik sataşma ve saldırıları yanıtlama konusunda olağanüstü bir ciddiyet ve gayret kuşanır ve çok kısa sürelerde, muhatapları ve münafıkları susturan yazılar hazırlardı. İşte onlardan birisini aktarmakta yarar vardı:
Kayıp Trilyon Teranesi ve Tereslerin Terazisi:
Bir Siyonist diplomatın Erbakan hıncı ve itirafı, oldukça anlamlı ve açıklayıcı gerçekleri içermektedir. Etkili ve yetkili bir Yahudi asıllı diplomatın şu itirafları dikkat çekicidir. 28 Şubat sonrası, Erbakan’ın partisinin kapatılması ve siyasi yasak konulması üzerine, bu Siyonist diplomat şu gerçekleri dile getirmiştir:
“Erbakan’ı siyaseten öldürdük ve diri diri mezara gömdük; ama bu yeterli değildir. O’nun üzerine beton dökmemiz gerekir!?”
Bu sözleri, o dönemde AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Mir Mehmet Dengir Fırat, Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu’na nakletmiştir.[1]
Zaten, Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı olarak bir yıl gibi çok kısa bir zamanda;
- Havuz Sistemi’yle rantiye hortumlarını kesen ve toplumun her kesimine refah ve huzur veren,
- Denk Bütçe yaparak, IMF’nin sömürü düzenini işlemez hale getiren,
- D-8’leri kurarak, Türkiye merkezli yeni ve adil bir dünyanın şekillenmesine öncülük eden Erbakan Hoca’nın;
1- Hükümetinin yıkılmasına,
2- Partilerinin kapatılmasına,
3- Siyaseten yasaklanmasına,
Amerika’daki Siyonist merkezlerin özel ve gizli toplantılarında karar verildiğini ispatlayan kripto belgelerin ellerine geçtiğini, Hoca defalarca dile getirmiştir.
Mir Dengir Fırat’ın ifadeleri:
- a) Sonradan AKP’yi kuracak olan Fazilet Partisi’nin sözde yenilikçi takımının daha o dönemden Siyonist mahfillerle buluşup konuştuklarını,
- b) 28 Şubat sürecinin dış güçler tarafından tasarlanıp uygulandığını,
- c) Erbakan Hoca’yı siyasette yasaklamak ve töhmet altında bırakmak üzere “Kayıp Trilyon” iddialarının, dış güçler ve masonik merkezlerce ortaya atılıp kullanılacağının Mir Dengir Fırat’ın kulağına çıtlatıldığını göstermektedir.
Yahudi şebekesinin ve sabataist işbirlikçilerin “Erbakan’ın mezarına beton dökmeliyiz” sözleri, “onların Milli Görüş’ün bütün tabanını ve çekirdek kadrolarını Hoca’nın kontrolünden çıkarıp kendi güdümümüze almalıyız. Sadece resmen ve siyaseten değil, fikren ve fiilen de Hoca ile camiasının irtibatını koparmalıyız” anlamına gelmektedir.
Ve zaten, bugün AKP’de bulunan gömlek değiştiren dönekler, “Fazilet Partisi’nin kendilerine devredilmesi ve Hoca’nın tamamen çekilmesi” halinde ayrılmayı düşünmediklerini ve aynı program ve sloganlarla devam edeceklerini söylemişlerdir.
Hatta Bülent Arınç, AKP kurulduktan sonra bile, bir müddet Fazilet Partisi’nin başına geçmek ve Siyonistlerin “Erbakan’ın üzerine beton dökme” niyetlerini gerçekleştirmek, yani Milli Görüş tabanını ve teşkilatını Erbakan’dan kurtarıp, malum merkezlerin güdümüne vermek niyetiyle beklemiştir.
Yoksa o günkü söylemleriyle, bugünkü AKP’nin eylemleri arasında hiçbir farklılık görülmemektedir.
İşte Bülent Arınç’ın 15.10.1999 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan sözleri şöyledir:
1- “İmaj sıkıntımız var”: FP’nin çok daha başarılı olması gerektiğini düşünüyorum. Bugünkü halimizle başarılı olamayız. FP şu anda kadrolarından yeterli ölçüde istifade etmiyor. Yapılmayacak söylemler içine giriliyor. Vatandaşın güveni ve inancı şu anda çok alt düzeylerde. Bunu yukarılara çıkarmak için yeni bir yapılanmaya ihtiyaç var. Bu yapılanma, partinin bütünlüğü içerisinde Genel Merkezle teşkilatları kucaklaştıran, Genel Merkezin yeni kadrolara da ihtiyacı olan bir çalışma olacak. Partinin imajı açısından hâlâ sıkıntılarımız var.
2- “Parti içi demokrasi olmalı”: Parti içi demokrasinin en güzel örneğini FP vermeli. Bunun sadece lafını etmek yetmez. Partideki siyaseti bir rekabet ve yarış haline getirmeliyiz. Bunun için ön seçim mekanizmasını koyabiliriz. Hatta milletvekili seçimlerini tercihli oy sistemine göre belirleyebiliriz.
3- “Değişime ayak uydurmalıyız”: Değişime ayak uyduran bir parti olmamız lazım. Adaylarımızı seçerken de kongremizi yaparken de baskıcı ve dayatmacı olarak değil, gerçekten parti içi demokraside bir yarışı öngören bir metotla yola çıkmamız gerekiyor. Eskiden bir aday olurdu. İkinci bir listeye iyi bakılmaz ve kazansa bile feshedileceği ifade edilirdi.
4- “İdeolojik partinin şansı yok”: FP Türkiye’nin partisi olmalı. Marjinal ve ideolojik bir parti olmamalı. Böyle bir partinin iktidar şansı yoktur. 65 milyonun bütün kesimlerine ulaşabilecek, doğru fikirleri olan, ayağı yere basan bir parti olmalıyız.
Yani eğer partinin başına geçebilseydi, Bay Bülent Arınç, Fazilet’i ve Saadet’i de AKP’ye çevirecek, hatta onlarla birleşecekti.
22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesi, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı olan ve sık sık Genel Başkanlık için ortaya çıkarılan Numan Kurtulmuş, Başbakan Recep T. Erdoğan’la sürpriz bir görüşme gerçekleştirdi. Üstelik kendisi Tayyip’in ayağına gitmişti ve neler konuştuklarını Saadet teşkilatından ve tabanından gizlemişti. Öyle anlaşılıyor ki, bu buluşma yine Siyonist mahfillerin “Saadet Partisi’ni Erbakan’dan kurtarma ve AKP’ye katma, yani Milli Görüş’ün kökünü kurutma” girişimlerinin ve “Erbakan’ın üzerine beton dökme” gayretinin bir yenisiydi…
Kayıp Trilyon Meselesi ve Adaletin Terazisi
“Adalet”in bir anlamı ve vazgeçilmez bir esası da: “Aynı iddialara, aynı davaları açmak; aynı şartlarda, aynı araçlarla ve aynı amaçlarla işlendiği öne sürülen suçlara aynı cezaları uygulamak”tır. Bunun aksi; ayrımcılık ve kayırımcılıktır, çifte standartçılık ve haksızlıktır.
RP Davası’nın Hâkimlerinin bir kısmı FETÖ’cü çıkmıştı!
CHP’nin bir televizyon kanalına 3 milyon dolar verdiğine dair haberler daha önce medyada yer almıştı. Bu haberlerin çıkış sebebi, Türkiye’nin tasarlanmış bir proje çerçevesinde yeniden 28 Şubat günlerine sürüklenmek hesaplıydı. Söz konusu kanal, milleti kamplaşmaya çağırırken birileri, muhtemelen hükümet kanadından birileri, bu belgeleri basına sızdırmıştı. Aradan yıllar geçince öğreniyoruz ki, sözü edilen para 4 trilyon kadarmış ve Maliye Bakanlığı durumu ilgili mercilere aktarmış, ama bugüne kadar da hiçbir işlem yapılmamıştı. Gelinen noktada sözü edilen hesaba Anayasa Mahkemesi’nin bakıp bir karar vereceği anlaşılmaktaydı.
Peki, Refah Partisi’nin şu meşhur Trilyon Davası’yla ilgili neden yasalara uygun olan bu yol takip edilmeyip farklı mecralara kayılmıştı? RP, bir siyasi parti sayılmamış mıydı? Neden, RP söz konusu olduğunda Anayasa Mahkemesi değil de Maliye Bakanlığı doğrudan taraf olarak bu parti aleyhine karar almıştı? RP davasının hukukçuları şimdi ayağa kalkmalıydı. En azından, o davanın hâkimleri verdikleri kararın yasal olmadığını itiraf edip hiç değilse vicdanlarını rahatlatmalıydı.
Ve acaba “Erbakan Milliciydi. Bu nedenle tasfiye edilip AKP’ye geçit verildi” itirafında bulunan Sn. Deniz Baykal; “Bu konuda da Erbakan’a haksızlık edilmiştir” diyebilecek cesaret ve ciddiyeti ortaya koyacak mıydı?
Refah Partisi’nin güya usulsüz harcandığı iddia edilen o günkü parayla 800 milyar (şimdiki 800 bin) TL’lik hesabı, Anayasa ve kanunlara göre Anayasa Mahkemesi’nce görülmesi gerekirken, kasıtlı bir kaydırmacayla Maliye Bakanlığı’na veriliyor ve hiç kimseden tıs çıkmıyordu. Oysa CHP’nin bir televizyon kanalına bunun tam beş misli olan 4 trilyon verdiği, yine Maliye Bakanlığı’nca saptanıyor, ama bu sefer dava Anayasa Mahkemesi’ne havale ediliyordu. Evet, doğrusu buydu, ancak Erbakan’a niye kanunlara aykırı bir yol tutuluyordu? Çünkü eğer Anayasa Mahkemesi’ne bırakılsa, bir sürü emsal dosya nedeniyle bu davanın düşürülmesi gerekiyordu. Çünkü aynı mahkemenin CHP’ye ayrı, RP’ye ayrı tavır takınması mümkün ve münasip görülmüyordu…
Kayıp Trilyon Yaygarası Nasıl Koparılmıştı?
Bilindiği gibi Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi, 5 yıla yakın devam eden davayı 6 Mart 2002 günü sonuçlandırmıştı. Mahkeme, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a isnat edilen “özel evrakta sahtecilik” suçunu sabit görerek, 2 yıl 4 ay hapis cezası kararı almıştı. Bunun anlamı, eğer Yargıtay kararı onaylarsa, hapis yatmanın dışında, ömür boyu siyaset yasağıydı. Ertesi günü gazeteler, kendilerini tarif edercesine “Sahtekârlıkları Sabit, Sahtekârlıktan Mahkûm Oldu, Artık Erbakan Yok…” başlıkları ile çıkmışlardı. Hiç kuşku yok ki bu, bugüne kadar vurulan darbelerin en ağırıydı. Elbette hapis cezası ve ömür boyu yasak, çok önemli siyasi sonuçlar doğuracaktı. Bu manşetleri atanlar dâhil, herkes biliyordu ki bu karar da diğerleri gibi siyasi bir intikam hesabıydı, Hak ve adaletten uzaktı. Partinin usulsüz harcandığı iddia edilen paralarından çok, siyasi hesaplar bu kararın temelini oluşturmaktaydı. Merkez medyanın attığı manşetler, sadece kişisel olarak Erbakan’ın üzerine beton dökmeyi değil, bir siyaset geleneğini de tarihe gömmeyi amaçlamıştı. Evet, parti kapatmalar, siyasi yasaklar, devam eden baskılar bizi etkiliyordu, bunlar haksızlıktı, oyunu kurallarının dışında oynamaktı. Bizimle seçim yoluyla baş edemeyenler, mahkemeler yoluyla bizi devre dışı bırakmaya çalışıyorlardı, hatta Anayasa Mahkemesi’nin görevi, Maliye Bakanlığı’na aktarılmıştı. Her şeye rağmen bu yapılanlar bir şekilde anlaşılırdı. “Demokrasilerde böyle siyasi mücadele olmaz” diyorduk ama Türkiye’de bunlar olağandı. Ancak bu medyanın tavrı tam bir haysiyet cellatlığıydı! Hakaretin, belden aşağı vurmanın, edepsizliğin ötesinde bir anlamı vardı. Varlıklarını bütünüyle sahtekârlıklara borçlu olanlar, karşımıza geçmiş bize “sahtekâr” diyorlardı. Üstelik de ellerinde bir güdümlü mahkeme kararı vardı. Bilindiği gibi daha sonra bu karar maalesef Yargıtay tarafından da onanmıştı.
Ancak yeniden görüşülme ve karar düzeltme talebini kabul eden Yargıtay, bu sefer önceki kararı bozmuş ve mahkemeye geri yollamıştı. Ama Siyonist merkezlerin ve Masonik mahfillerin ağır baskısı vardı.
Evet, Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Milli Görüş Lideri ve 54. Hükümetin Başbakanı Sayın Necmettin Erbakan ve arkadaşları hakkında vermiş olduğu mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onanmıştı. Hukuk nosyonu ve vicdan sahibi hukukçular, davanın açılışından kesinleşmesine kadar yanlışlıklarla dolu olan bu karara “hukuk cinayeti” adını koyacaklardı. Ben hukukçu değilim, ayrıca Türkiye’de gerçek ve adil bir hukukun var olduğuna da inanmıyorum. Aslında bu karar, hukuk cübbesi giydirilmiş bir siyasi infazdır; bu kararla, 28 Şubat “postmodern darbesi” ile siyaset dışına itilen Sayın Erbakan yok edilmeye, milletin hafızasından silinmeye çalışılmıştır. Ama bu kararı verenler bilsinler ki büyük bir yanlışlık yapmışlardır. Tarihe şöyle bir göz atanlar göreceklerdir ki, haksızlığa uğrayan hiçbir hak ve halk dostu unutulmamıştır, ama onları mahkûm edenler bir süre lanetle anıldıktan sonra unutulmuşlardır. Üstelik bu haksız ve dayanaksız kararları alanların bir kısmı daha sonra CIA ajanı ve Fetullahçı çıkmıştır.
“Ömrünü millete hizmetle geçiren Erbakan hakkında davaların açılması, mahkûmiyet kararlarının çıkması ilk değildir; bütün bunlara şaşmıyoruz; zorlama ve yanlış davalara, eksik soruşturmalara, delillerin eksik toplanmasına, kararın tahminler ve ihtimaller üzerine kurulmasına alışığız. Hepsini sabırla ve sükûnetle karşıladık. Çünkü Milli Görüş siyaseti buydu. Erbakan, çevresinden böyle davranmasını istiyordu. O, ülkesini ve milletini seven ve Kendisini onlara feda eden bir dava ve devlet adamıydı. Ama bu son karar öncekilerden farklıydı. Görmezden gelmeler, alaylar, tehditler, iftiralar, karalamalar, siyaseten linçler, parti kapatmalar, mahkûmiyetler… Bunların hepsine gülüp geçebiliriz, nitekim öyle de yaptık. Her şeyi sabır ve sükûnetle karşılarız, tüm baskılara, haksızlıklara göğüs gereriz. Bize düşmanlık yapabilirler, bizim için her şeyi söyleyebilirler, ama ülkemize ve milletimize bağlılığımıza, dürüstlüğümüze söz söyleyemezler, bize ‘hain’, ‘hırsız’, ‘sahtekâr’ diyemezler, dedirtmeyiz. O nedenle ben bu kararı kabul etmiyorum, hayatları yüz kızartıcı suç işlemekle geçenlerin, bizim için ‘sahtekâr’ manşetleri atmalarına isyan ediyorum.” tepkileri haklıydı.
Kimler Kimin İçin “Sahtekâr” Diyebilme Edepsizliğine Kalkışmıştı?
Haklı olarak sormuş ve insaflı bir yanıt beklemiştik: Niçin Refah Partisi, niçin Muhterem Necmettin Erbakan sürekli hedefteydi? Türkiye’de kaç siyasi parti var, kaç vakıf, kaç dernek, kaç sendika, oda, birlik vs. var? Bunların kaçı değişik vesilelerle kapatıldı, kaçının hesapları incelendi? Kaçının başkanı, yöneticileri mahkemeye verildi? O halde niçin sürekli Refah Partisi’nin ve Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ın üzerine gidilmişti? Sayın Erbakan ve arkadaşları devlette defalarca ve yıllarca görev üstlenmişti, birçoğu bürokraside sorumluluk gerektiren önemli mevkiler işgal etmiş, bakanlıklar yürütmüşlerdi. Erbakan bu ülkede üç kez Başbakan Yardımcılığı görevini başarıyla ve alnının akıyla yerine getirmiş, 54. Hükümet’in Başbakanlığında devletin on milyarlarca dolarlık kaybını önlemişlerdi!
Bırakınız mahkemelere gitmeyi, bir kere olsun bir teki için yolsuzluk iddiası söz konusu bile edilmemişti. 28 Şubat’ın fırtınalı günlerinde Bakanlar ve Hükümet hakkında defalarca gensoru ve soruşturma önergeleri verilmişti ama bunların bir tanesinin bile konusu yolsuzluk değildi. Hiç kimse Muhterem Erbakan hakkında, yolsuzluk isnadına girişememiştir. Türlü iftiralar ve çamur atmaların yapıldığı o günlerde kimse böyle bir şeye cesaret edememişti. Ama bir de diğer hükümetlere bakın; kaç yolsuzluk önergesi verilmişti, kaç yolsuzluk soruşturması geçirilmişti? Yolsuzluk gensoruları ile düşürülen Bakanları ve Hükümetleri herkes bilmekteydi. Meclis gündeminde Başbakanlar ve Bakanlar hakkında yolsuzluk gerekçeleri ile verilen soruşturma önergeleri, dokunulmazlık dosyaları hiç eksilmemişti.
Ama niçin bütün bunlar için değil de, Muhterem Erbakan için bu haksız ve ahlâksız manşetler atılmaktaydı?
Defalarca Hükümet sorumluluğu alan, devlet bütçesini hazırlayan, ihaleler yapan, milyarlarca dolarlık, katrilyonlarca liralık işlemlerin altına imza koyan, trilyonlarca liralık örtülü ödeneği yönetmiş olan bu insanlar, hiçbir usulsüzlük, yolsuzluk yapmadılar da, kendi partilerinin paralarını çaldılar, sahtecilik yaptılar, öyle mi? Yani şimdi, hayatları yüz kızartıcı suçlarla kokuşanlar ve bunların suç ortakları insafsızca ve utanmadan “sahtekâr” manşetleri attılar diye, Milli Görüş kadroları sahtekâr mı bilinecekti!? Hayır, herkes hakikat aynasında kendi ayarını seyretmekteydi!
Erbakan’ın ne yaptığını biz biliyoruz, millet de biliyordu. Ama bir kere daha tekrarlayalım:
– Erbakan, kısa süren Hükümet döneminde Havuz Sistemi’ni kurarak, milletin kanını emen rantiyenin hortumlarını kesmiş, yıllarca dönen haram tekerleklerine çomak sokmuştu; onun için Erbakan’a kin kusuyorlardı…
– Erbakan, rantiyeden kestiğini memura, işçiye, çiftçiye, emekliye, dula, yetime aktarmıştı. Erbakan, “bu ülkede aç ve açıkta insan kalmayacak” diye yola çıkmıştı. Onun için Erbakan’dan nefret edip saldırıyorlardı…
– Erbakan, bu millete, tüm çıkar çevrelerinin baskıları ve engellemelerine rağmen bu ülke insanının bu ülkeyi yönetebileceğini gösterdi. Onun için Erbakan’a kızıyorlardı…
– Erbakan, bu millete alternatifleri ispatlamıştı; denk bütçeyi, enflasyonu düşürmeyi, borçlanmadan ülkeyi yönetmeyi, faizleri düşürmeyi gösteren ve öğreten insandı. Onun için Erbakan’a tahammül edemiyorlardı…
– Erbakan; borçlanmanın, faizin ve rantın sonunun olmadığını haykırmış, tüm engellemelere rağmen üretim ekonomisini ayağa kaldırmış, döneminde namuslu sanayiciler, tüccarlar, esnaflar, çiftçiler altın yıllarını yaşamışlardı. Onun için Erbakan’ı yok etmek istiyorlardı.
– Erbakan, yabancılara “hayır” denilebileceğini, onurlu durulabileceğini kanıtlamıştı. Onun için Erbakan’ı siyasetin dışına itiyorlardı…
– Erbakan, milletin hafızasını canlandırmış, gücünü, imkânlarını, coğrafyasının önemini, tarihi mirasını hatırlatmıştı. En çok da bundan ürkmüşler, onun için Erbakan’dan çok korkmuşlardı…
– Erbakan, “Faiz bizi ve bizim gibi sömürülen ülkeleri batırıyor” diyerek mazlumları uyarmıştı. Erbakan, sömürgeciliğin yeni adı olan neo-liberalizm ve küreselleşmenin ipliğini pazara çıkarmış, emperyalizme ve dünya Siyonizm’ine savaş açmıştı. Erbakan, D-8’i kurmayı başarmış, tüm geri kalmış ülkelere, İslam âlemine, diktatörlüklere karşı ilmi ve milli seçeneğini sunmuşlardı. Erbakan, bu ülkelerin baskı altında inleyen, sömürülen, aç bırakılmış insanlarına umut olmuş, örnek olmuşlardı. O gerçek bir önder konumundaydı. Onun için Erbakan, dünya patronlarını, Siyonist Baronlarını, sömürgeci Firavunları, diktatör demokraturları korkutmuşlardı…
“Kimler milletin milyarlarca dolarını çaldı, kimler bankaları hortumladı, kimler devletin kasasını, milletin cebini boşalttı? Hangi sözde iş adamı, hangi medya patronları sahte evrak düzenleyerek devlet ihalelerini kapmışlardı!.. Bunların suç ortakları hangi siyasetçiler ve Bakanlardı, kimler gece yarısı konutlarda kimlerle banka pazarlıkları yapmıştı? Kimler yüz kızartıcı suçlara bulaşmış, kimler yüz kızartıcı suç işleyenlerin suç ortakları olmuşlardı? Hangi köşe yazarları patronlarının iş takipçisi, ricacısı, tehditçisi, şantajcısı olup çıkmıştı? Kimler hortumcuların devlete olan milyonlarca dolarlık borçlarını erteleyip aklamışlardı? Bu soruların tamamının cevabı vardır, bu yüz kızartıcı suçların faillerini bu millet tanımaktadır. Belki mahkeme kararları olmayacak ama tarih bunların tamamını kaydedip hesabını soracaktır. Şimdi, bütün bunları yapanlar, hayatları yüz kızartıcı suç işlemekle geçmiş olanlar, milletten çaldıkları ile kurdukları kulelerinde oturacaklar, ama milletin davacısı olmuş, bir ömür milletin refahı, özgürlüğü ve onuru için çalışmış olan Erbakan ve arkadaşları için ‘sahtekâr’ manşetleri atacaklar, öyle mi? Hayır, millet bu haksızlığı, bu insafsızlığı, bu çirkin infazı asla kabul etmeyecektir. Milli Görüş kadroları, milletin davası için bir ömür harcamış liderlerine yapılan bu insafsız, bu çirkin ve seviyesiz saldırıyı sahiplerine iade edecektir.” haykırışları yerde kalmayacaktı ve adalet mutlaka yerini bulacaktı.
Milli Görüş davasının hakikatini, amaçlarını ve hedefine ne denli yaklaştığını ve Hoca’nın dehasını ve stratejik manevra ve manipülasyonlarını tam ve doğru olarak kavrayamamaktan kaynaklanan ama samimiyetine bağışlanan bir gaflet ve cesaretle… Ve yine Kur’an’daki Nebevi siyaset hikmetleriyle ilgili bilgi eksikliğinden ve feraset fakirliğinden doğan ve Hoca’nın yakın çevresine mecburen aldığı ve katlandığı ve çok kirli niyetlerine rağmen, İslam ve insanlık hatırına onlardan yararlandığı kişileri “Erbakan’ın aynası” sanan yanlış bir bakış açısından ortaya çıkan anlama ve algılama sorunu yüzünden ve biraz da bazı kişi ve mahfillerin doğrudan veya dolaylı şişirme ve yönlendirme girişimlerinin etkisiyle; ve maalesef ümidin, yani iman pilinin zayıflaması nedeniyle:
“Erbakan Hoca’ya, artık aktif siyaseti bırakıp çekilmesi gerektiğini, manevi lider olarak devam etmesini” söyleyen… “Erbakancılığı yaşatmak için Erbakan’sız siyaset yapmak zorundayız…” gibi, dışı hoş içi boş laflar üreten… Bazen de:
“Hoca’yı ve düşüncelerini de daha yakından tanıma fırsatı buluyordum. Hoca ikili ilişkilerde müthiş bir insandı. Mütevazı, saygılı, sevgisini gösteren, tam bir beyefendi, gerektiğinde nüktedan, dinlemenin ve dinletmenin ustası, mütevekkil olduğu kadar sebeplerin de üzerinde duran… Bu özellikleriyle tanıdığım ender insanlardan biri. Ama aynı zamanda inatçı, kesin doğrularından asla taviz vermeyen, ayrıntıcı bir insandı Hoca. İnançları ve genel siyasi çizgisine hiçbir itirazım yoktu. Ama bunların ifade biçimi yıllar içinde katılaşmıştı. İnançları ve genel siyasi çizgisinin yanı sıra bunları hayata geçirme yöntemleri de kesindi. Ayrıca tarzı ve yöntemlerini inancının bir parçası haline getirmişti. Bu kadar değil, ideolojisi, yöntemleri ve kendisi bütünleşmişti. Bu bir benlik nefis meselesi değildi. Hoca ve çevresindekiler inanıyorlardı ki, Hoca bir misyonla görevliydi, var olduğu müddetçe bu misyonu sadece o taşıyabilirdi” diyerek; gerçekleri tespit ve teslim eden, ama ardından bu kanaatleriyle çelişerek ve bir nevi kendi kendisini tekzip ederek:
“Muhterem Hocam, daha sonra bizleri şuurlandırmak ve eğitmek için kimilerine göre bezdirici ama benim için her defasında öğretici ve keyif verici olan, o uzun vaazlarınıza başladınız. Bunların gerçeği bütünüyle yansıtmadığını aramızda konuşuyoruz, ama o kadar istekli ve kararlı görünüyorsunuz ki, biz size o kadar saygılıyız ki, hiçbirimiz bunu size açıkça söyleyemiyoruz. Zaman zaman örtülü de olsa itiraz ettiğimizde anlamak istemiyor, bizleri susturuyorsunuz!..” şeklinde Hoca’ya mektup yazabilen, Bingöl konuşması bahanesiyle 312’den dolayı verilen ceza üzerine: “Hocam, şimdi size gereken, ‘Bana derhal yatacağım cezaevini gösterin. Ben oraya gideceğim’ açıklamasını yapmaktır” şeklinde bir teklif götürünce, Erbakan Hoca’nın: “İşte bakın, Mehmet Bey, Bekaroğlu soyadına yakışır bir çözüm buldu!” esprisindeki ince mesajı çözemeyecek kadar da saf birisiydi ve sonunda CHP’ye katılıp ayarını göstermişti. Ve zaten Erbakan’ın büyüklüğünün en kesin alâmeti, böylesi insanlarla bu davayı bugünlere getirmesiydi.
Bu arada: 12 Eylül’den sonra “Hocam; arkadaşlarınız, sizin artık resmi ve fiili değil, manevi bir lider olarak hizmetinizi sürdürmenizi istiyor” diyen Oğuzhan Asiltürk’e: “Onlar aslında Bizim manevi Başkan değil, Uhrevi Başkan olmamızı (yani diri diri mezara konulmamızı ve bu davanın rayından çıkarılmasını) istiyorlar!..” cevabını vermiş ve elçiliğini yaptığı Siyonist ve sabataist şebekenin şeytani niyetlerini deşifre etmişlerdi.
Ahmet Akgül Üstadımızın Etkili Öğütleri
- Alışkanlık ve bağımlılık en yaygın esarettir. Kötü alışkanlıkların ve nefsani-şehvani bağımlılıkların esiri oldukları halde kendilerini özgür bilenlerin, deli oldukları halde kendilerini dâhi zannedenlerden farkı nedir?
- Sık sık tevbesini bozanlar ve Allah’a verdiği sözde durmayanlar, insanlara karşı ahdinden cayanlardan daha sefil ve tehlikelidir…
- Akıllarının iman ışığı olmayanların, kalplerindeki ve dillerindeki insan aşkı sahtedir. Bu nedenle Batılıların hümanizma iddiaları göstermeliktir. Onların insan severlikleri, kuruyup kanayan vicdanlarını bastırma ve kararan yüzlerini aklama gayretleridir.
- Allah sevgisinin ve imanda samimiyetin en şaşmaz göstergesi; ahiret denen ukbayı dünyaya tercih etmek ve ölümü yaşamaktan daha çok sevmektir. Ancak ölümü dört gözle ve özlemle beklemesine rağmen, Allah’ın rızasına, Hak davasının hatırına ve insanlara yararlı olmak amacıyla sıkıntılar ve zorluklarla yaşamaya bile katlanıvermek ayrı bir meziyet ve fazilettir. Ahiretteki rü’yeti, dünyadaki riyasetten üstün görmeyen, ne kadar mü’mindir?! Ve hele basit, fasit ve fani riyaset ve siyasi ganimet için dava kardeşleriyle rekabete yeltenenler… Tahmini heves ve hedefler için hakiki ve bâki nimetleri feda edenler ne zavallı kimselerdir! Böylelerinin İlahi kadere, ezeli tayin ve taksime ne kadar inandıklarını da bir kez daha kontrol etmeleri gerekir.
- Sözün doğru ve tam olması için, önce özün sağlam olması gerekir. Özünü düzeltmek yerine, sözünü güzelleştirmek ise ahmaklık ve riyakârlık alâmetidir.
- Erkekte ciddiyet ve cesaret, kadında ise şefkat ve iffet daha güzeldir. Her ikisine birden yakışan ise insanlığın huzuru adına Hak dava gayretidir.
- Allah’a hakkıyla kul ve kendi nefsine okul olamayanlara, her gün ayrı bir hoca tutsanız da fayda vermeyecek ve onu eğitmeye yetmeyecektir…
- Yarınları görenler ve Hak Yâr’e güvenenler, bugünün sıkıntılarını dert edinmeyeceklerdir. Her gün olgunlaşarak Hakka yürümek, akıntıya karşı yüzmek gibidir; ilerleyemeyenler mecburen gerileyeceklerdir.
- Küçük ve fani şeyleri önemseyenler, büyük ve bâki değerlerin kıymetini bilmeyenlerdir.
- Bu dünyada aşılması imkânsız engel yok gibidir; ancak seni geri koyan şey; gayret ayağına takılan ümitsizlik ve tembellik çengelidir.
- Kader filminden kareler yansıtanrüyalaraynalar gibidir; ya içimizi aksettirir, ya da geleceğimizi gösterir. Zihnin ve gönlün kayıt cihazına ne yüklersen, ruhun ekranına o gelecektir. Ne var ki; göz dikkatle bakınca, gönül ise inanınca görmektedir. Nasihat tutmayanı, musibet tutacağı ise kesindir.
- Âlimle cahili ayıran mekteptir, insanla hayvanı ayıran ise edeptir. Bu hikmet ve hakikatler yerine, dünyevi nimet ve etiketlere talip olanlar ise, hâzâ merkeptir… Bile bile haksız yere ısırıp zehir akıtan ise akreptir.
- Düşünmeden konuşmanın peşin cezası, konuştuktan sonra kara kara ve pişmanlıkla düşünmektir!..
- Hoşlandığına ve nefsin şiddetle arzuladığına sabır, hoşlanmadığına sabırdan daha çetindir!..
- Hasetçilik yapanın huzuru, çabuk dışlayanın dostluğu, yalancının ise onuru sahtedir.
- Akrabanın düşmanlığı, ev halkının şımarıklığı, yakın dostların ise vurdumduymazlığı ömür bitiricidir.
- Küçükle küçük, büyükle büyük olmak fazilettir. Ama seviyesizlerin seviyesine düşmek ise rezilliktir!..
- İnsanların aklı, dostlarının ayarı ile belirlenir.
- Eğri cetvelden doğru çizgi çıkması mümkün değildir.
- Bugün hak etmediğin şekilde seni övenler, yarın haksız şekilde sana söveceklerdir.
- Zalimin sonu yaklaşınca; şımarıklığının da arttığı ve azıttığı görülecektir.
- Söz ilaç gibidir; ayarında şifa verir, çok tekrarı ise hasta edicidir.
- Cenab-ı Hak seni hür yarattı; ama hırslara kapılıp, halka ve çıkarlara esir olup gitmemelidir.
- Hızlı yükselenlere imrenmeyin, çünkü en hızlı yükselenler tozlar ve saman çöpleridir.
- Sana haksızca ve hayâsızca söz söyleyen edepsizi geçiştir… Çünkü o kişi bozuk yüreğinde daha nice kötü sözler biriktirmiştir!..
- Sakın iyilerle kötüleri bir görme ve aynı değeri verme… Böyle yapmak, iyileri iyilikten soğutuverir!..
- Çalışıp çabalayanlar kötülük düşünemeyeceklerdir, tembeller ise hayır ve bereket üretemeyeceklerdir.
- Kaliteli insan, kendisine yüz verilince şımarmayıp haddini gözeten ve görevini yerine getirendir.
- Kalp gafil olunca, gözün görmesi ve kulağın işitmesi, insanın gerçeği bilmesine yetmeyecektir.
- Mazlumun sessizliğinden daha etkili bir tepki görülmemiştir. Acı çeken bir mazlumun derin sakinliği, vicdan kulaklarını sağır eden bir sessiz çığlık gibidir.
- İnsanı; cübbesi ve takva sohbeti değil, doğru sözleri ve hakikat gayreti kıymetlendirir.
- Zalimleri haklı gören, halk yığınlarının derdiyle dertlenmeyen ve din tahripçilerini destekleyen kimselerin çok tespih çekmesi,“Har bireft”zikridir!.. Yani boşa kürek çekmektir…
- Göz kapakları erkeğin tesettür perdeleridir. Samimi gözyaşları ise şehvetli bakış kirlerini temizleyen ilaç yerindedir.
[1] (Bak: Siyasetin Sonu Elips yy. 1. Baskı Sh: 410)
…
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ..