HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI; İçtihat Farklılığı mı, Menfaat Kavgası mı?
Fetullah Gülenin İrana sataşması!
Muta nikâhı, İslam öncesi cahiliyet devrinden kalan, para karşılığı geçici evlilik şeklidir. İslam’ın ilk yıllarında, özellikle harp zamanlarında, uzun zaman kadınlardan uzak kalan askerler için muta nikâhına izin verilmiş, Hayberin fethine kadar mübah olan bu muvakkat nikâh, Peygamberimizin sünnetiyle yasaklanıp haram edilmiştir. Muta nikâhı; ücret karşılığında belli bir vakit için bir kadınla evlenmektir. Muta’nın en az müddeti bir cinsel ilişki geçecek zaman dilimi, en çok ise 99 senedir. Son dönem Türkiyesinde özellikle hızlı bir artış trendi olan ve yaygınlaşmaya başlayan bu uygulama, birçok ehl-i sünnet ve ehl-i takva kesimin dikkatini üstüne çekmektedir. Çünkü ehl-i sünnet bu durumu kesinlikle men etmekte ve gizli zina olarak görmektedir.
İşte Fetullah Gülen İran Muta Nikahı tuzağıyla iş adamlarımıza kancayı takmaktadır gerekçesiyle şunları konuşmaktaydı:
Maalesef günümüzde -belki bir yakın komşu esasen yalanı malzeme yaptığından, aldatmayı malzeme yaptığından, insanları şöyle-böyle angajmanlarla bağlamayı, adet – huy – tabiat haline getirdiklerinden dolayı, bu sistemleri kullanarak insanları AVLIYORLAR. Ağlarına düşürüyorlar. Ve sonra da kendi hesaplarına değerlendiriyorlar.-
Bu durum bizim milletimizin 2-3 asırlık derdidir. O yakın gibi görünen ama uzak olan KOMŞU bütün bu hususların hepsini değerlendirir.
Bir dönemde Bizanstan yedikleri darbe ile o güçlü devlete karşı güçle ve kuvvetle karşı koyamadıklarından dolayı, takiyye ile o gücü ters yüz etmeye çalışmış, çok ciddi bir takiyye sistemi geliştirmişlerdir. Ve sonra da o takiyyeyi, dinlerinin içine bir rükun olarak sokmuşlardır.
Ali sevgisi değil ancak Ömere olan adavet, Ömere olan düşmanlıklarını bir sistem haline getirebilmek için yine peygamberin nur halkası içinden birilerine sarılmaları lazımdı ki o işi daha da ileriye götürebilsinler.
Bir de bunun yanında, aldatmaya daha fazla neler katmışlardır derseniz; KAPALI ZİNA- fuhuş, ahlaksızlık da peşi sıra burada sayılabilir.
Nikâh-ı Muta vakıa Kütüb-ü Fıkhiyeye giren şekliyle, nikâh-ı muvakkattır. En basit anlatımıyla; gel seninle muvakkaten evlenelim. Muta nikâhı da belli bir para karşılığında seninle evlenelim demektir.
Cahiliye döneminde bu yapılıyordu. İnsanlığın iftihar tablosu (sav) belli bir dönemde işlenen bu şeyi faiz gibi 4 fasılda yasak etti. İçki gibi 4 fasılda yasak etti. Tabiatlara girmiş böyle dem ve damarlarına karışmış bir illeti birden bire söküp atmak bir yönüyle onlarda tepkiye sebebiyet verebilirdi. Bir diğer anlatımla; alkolik olan o insanlara daha Mekke döneminde birdenbire / aniden içki yasaktır denseydi, çok önemli bir meseleye karşı tavır alabilirlerdi. La ilahe illallah muhammedurrasulullaha tavır alabilirlerdi. Namaza tavır alabilirlerdi. Zekâta tavır alabilirlerdi.
Dünyanın bir kesiminde iki tarafımızda bir güneyimizde bir doğumuzda iki devlet bu şer sistemini bu KAPALI ZİNA sistemini fuhuş sistemini ahlaksızlık sistemini toplumu dejenere etme sistemini birilerini avlama angajmanlık altına alma adına hep kullandılar.
Birisi bana çok ciddi olarak anlattı. İslam dünyasında çok kimseleri bununla vurdular. Âlimdi bu insanlar. FOTOĞRAFLARINI ÇEKTİLER. SONRA ONLARA DEDİLER Kİ BİZİM ALEYHİMİZDE OLURSANIZ MEDYAYA VERİLİR BUNLAR.
İki asır evvel Türk siyasetine de burnunu sokan bu takiyye şebekesi, mutayı ve benzer ahlaksızlıkları kullanarak, kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettiler.
Ve günümüzde aynı şenaat aynı denaat bütün ürperticiliyle bütün çirkinliğiyle AYNIYLA YAŞANMAKTADIR.
Çok kimseler ister haklarında çıkartılabilecek dedikodularla, ister bankalarına yatırılan paralarla ciddi bir angajmanlığa girmişler. İsterse de Muta nikâhıyla muvakkat nikâhla gençleri toplayıp Acem diyarına götürüyorlar ve orada muta nikâhıyla bağlıyorlar. O zavallı gençlerin de başları dönüyor ve bir daha diyorlar. Uyuşturucu gibi bir daha diyorlar. Bir daha diyorlar, bu anadan doğma nezih bir toplum olan insanımızı dejenere etmek için. Emellerine hizmet eder hale getirmek için. O yakın durdukları halde, uzaktan daha uzak olan insanlar, sizi içten fethetmeye, kılcallarınıza nüfus etmeye ve çok hayati yerlerinizi ele geçirme adına bu sistemleri kullanıyorlar.
Allah takiyyelerini kendi başlarına dolasın. Fakat kendi ülkenizde o mübarek beldede o mübarek toplum içinde böyle bir angajmanlığı yaşayan, öyle bir gaflet oyununa gelmiş, muvakkaten hevai nefsine uymuş, pek çok günaha girmiş, fuhşa düşmüş veya bankalarda hesabına yatırılan paralardan dolayı sesini çıkarmaz hale gelmiş DİLSİZ BİR SÜRÜ ŞEYTAN var.
Haksızlık karşısında susana peygamber efendimiz (s.a.v) DİLSİZ ŞEYTAN buyuruyor. Bugün maalesef ki Anadolumuzda da DİLSİZ BİR SÜRÜ ŞEYTAN VAR
Şimdi yukarıda maddeler halinde Fethullah Gülenden alıntıladığımız anlatımı bir kere daha düşünelim ve onun bu anlatımında neler demediğine bir bakalım isterseniz diyen Önder Aytaça göre: Hocaefendi; tıpkı dershaneler örneğinde gibi ki o zaman dershaneler konusunda Başbakana cevap veriyor demelerine rağmen, o sohbetlerinde / vaazlarında bir kez bile dershane sözcüğünü kullanmamıştı O halde neler demediğine bakacak olursak;
a- Kesinlikle İran kelimesini ağzına almadı. Aşağı tarafımızdan bahsederken Suriyedeki rejimi elinde bulunduran Nusayri azınlığa hiç değinmedi
b- Kılcallara kadar giriyor derken, hangi devlet kurumlarımızda bu adamların at koşturduklarından hiç bahsetmedi. Hatta tezlerini İranda yapan Ankaranın batısındaki kurumdan da bahsetmedi.
c- Biz Türkiyeden kalkan otobüsler günah işlemek için sadece Ukrayna-Rusyaya doğru gider bilirken, aslında son dönemlerde kalkan fuhuş otobüslerinin İrana gittiğini de söylemedi.
d- Hocaefendi İrandan ülkeye sokmaya çalışılan, 2000 hemşire konusuna da hiç değinmedi.
e- Hocaefendi akçeli işlerden bahsetse de, kendi kardeşlerimiz olan Azerbaycan yerine İrandan neden en pahalı doğalgazı aldığımızı da hiç sor(gula)madı.
f- Hocaefendi, İrana girip çıkan, hatta VAN depremini bile o bölgenin angajmanı açısından kullanmaya kalkan fitne den de hiç söz bahsetmedi.
g- Türkiyede kılcallara kadar girmiş dediği bu ülkeye tek yurtdışı gezisini yapan ve Soner Yalçın hapisten çıktıktan sonra onu ilk arayanlardan birisi olan adamdan da hiç bahsetmedi.
h- Türkiyede Giresun üniversitesinde ne olup bittiğini de irdelemedi.
i- Hocaefendi Türkiyede İranın etkisinin artması konusundaki gayretleri ve Caferi abimiz dedikleri B. Atalaydan da hiç söz etmedi.
j- Ve Hocaefendi, bizim yanımızda farklı, kapalı kapılar arkasında farklı konuşan, kökenleri dersimin dağlarına giden takiyyecilerin gözü yaşlı üstad-ı azamına da hiçbir mesaj göndermedi.
k- Son dönem yaşadığımız olaylar karşısında sessiz sessiz cebine 15,000 lirası tırınk giren, bir de evine gidip huzurlu -huzurlu yatıp, yaşanan süreç karşısında dut yemiş bülbüle dönen karakter abidesi şahsiyetlere de göndermelerde bulunmadı!..
Peki, Fethullah Gülen; ne dedi? diye sorarsanız, ben de Maliye Bakanımız Mehmet Şimşekin Mevlanadan alıntılayarak twitterdan paylaştığı bir deyişle makalemizi sonlandırırım; “Farz et ki yazdıklarımı anlayabildin. Ya anlayamadıkların? Ya yazıp da benim sildiklerim? Ya yazamadıklarım?”[1]
Şimdi şunları soralım ve Fetullah Gülenin samimiyet derecesini ortaya koyalım:
1- Sn. Fetullah Gülen Kuran ve Sünnete (yani şeriata) dayalı yeni bir adalet düzeni istiyor muydu, yoksa bunu lüzumsuz görüp karşı mı çıkıyordu?
AKPnin Yeni Anayasa hazırlığı sürecinde, Fetullah Gülen, İslami esaslı ve çağdaş standartları da kapsayıcı bir anayasa taslağı niye ortaya koymuyor ve tavsiye etmiyordu? Böyle bir taslak hazırlamaya ilmi ve dirayeti mi yetmiyordu, yoksa Amerikanın şefkatli himayesine sığındığı halde, insanlara Hakkı sunmaktan ve savunmaktan mı korkuyordu? Veya, Şeriat nizamına gerek yok, temel kurallarını ABD ve ABnin dayattığı, AKPnin Türkiyeyi bölme anayasası yeterlidir diye mi düşünüyordu?
2- Bizim de defalarca yazdığımız ve karşı çıktığımız Muta Nikâhı üzerinden, İranı en büyük tehdit ve tehlike olarak göstermeye ve İranla bazı ekonomik münasebetleri yüzünden Sn. Recep T. Erdoğan ve ekibini kötülemeye çalışan Fetullah Gülen acaba:
a- 4562 papaz ve rahip hakkında kiliselere gelen oğlan çocuklarına tecavüz iddiasıyla mahkeme açılan Bankaları yüz milyarlarca dolarlık uyuşturucu, kumar ve fuhuş ticareti paralarını aklama merkezi olarak kullanılan Vatikanın; kendi ifadesiyle papalık misyonunun bir parçası olmaya hala ne diye devam ediyordu?
b- Sığındıkları Amerikada, Hoşgörü ve Diyalog başlattıkları Avrupada, artık insanların büyük kesimi, bırakın muta gibi geçici nikahı, hepten nikahsız beraberlikler yaşıyordu ve Sn. Gülen nedense bu yaygın ve açık zina nedeniyle ABD ve AB ülkelerine hiç dokunmuyordu?
1877’de kurulan ve Hamburg’daki en büyük tersaneye sahip olan ve Alman Deniz Kuvvetleri’nin yanı sıra ihracat için de savaş gemileri üreten Blohm Voss Group’un başkanı Alman Ernst Freiherr von Freyberg işte bu Vatikan Bankasının başkanı yapılıyordu.
Papa 16. Benediktus’un görevi bırakmasının nedenlerinden biri olduğu öne sürülen, kara para aklama iddialarıyla gündeme gelen ve dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olarak kabul edilen Vatikan Bankası’nın başkanı olan bu şahsın çok karanlık ilişkileri konuşuluyordu. Diyanet İşleri Enstitüsü (IOR) olarak da bilinen bankanın yeni başkanı, Kardinaller Komisyonu’nun seçimini Papa’nın da onaylamasının ardından Alman Ernst Freiherr von Freyberg oluyordu.
Malta Tarikatı Üyesi
Öte yandan basınla paylaşılan, büyük ekonomik gücün 55 yaşındaki yeni başkanı Freyberg’in biyografisinde, Siyonist Malta Şövalyeleri tarikatının bir üyesi ve tarikatın Alman şubesi saymanı olması da dikkat çekiyordu. 1000’li yılların ikinci yarısında doğan Katolik tarikat, 17’nci yüzyılda etkisini kaybetse de tarihin bazı dönemlerinde bağımsız bir devlet statüsü elde ederek, güçlü bir ordu ve donanmaya sahip olmayı başarıyordu. Malta Tarikatı, günümüzde kendine ait topraklardan yoksun olmasına rağmen, Birleşmiş Milletler’de (BM) gözlemci devlet statüsünde sayılıyordu.[2]
Tekrar soruyoruz: Sn. Fetullah Gülen böylesine bir yapının hizmetinde olmayı nasıl içine sindiriyor ve yakın çevresine bunu nasıl izah ediyordu?
3- Şu AKP, ABDnin gözdesi ve Cemaatin hizmetçisi iken, zinayı suç olmaktan çıkaran kanuni düzenlemeyi yapıyor ve ama Fetullah Gülenden ve takipçilerinden hiçbir itiraz gelmiyordu?
4- Ve asıl merak ettiğimiz konu: sadece istihbarat örgütlerinin ve ilgili emniyet birimlerinin bileceği:
İranın muta nikâhı ve özel seyahat turlarıyla; işadamlarımızı, yazar-çizer takımını avlayıp tuzağına çektiği
Türkiyedeki bazı üniversitelerde ve zenginleşen kesimlerde Muta-geçici nikâhın ve gizli zinanın yaygın hale getirildiği
İranın bu yolla kılcal damarlarımıza ve en hassas ve özel kurumlarımıza kadar nüfuz ettiği
Şeklindeki gizli ve kirli bilgileri, Fetullah Gülene kim sızdırıyordu? Yoksa CİA-MOSSAD bağlantılı bazı MİT mensupları ve emniyet elemanları Sn. Gülene mi çalışıyordu? Fetullah Hoca, dini hizmet erbabı bir kanaat önderi mi, yoksa özel istihbarat şefi mi oluyordu?
Veya bütün bunları KERAMETle biliyorsa, ülkemiz, bölgemiz ve İslam âlemiyle ilgili Siyonist-şeytani planları niye deşifre etmiyordu?
5- Ahlaki ve manevi erozyon korkunç boyutlara ulaşmış, İstanbulun birçok semti, açık fuhuş alanına dönmüş durumdaydı. Bazı semtlerde aileler sokağa çıkamaz hale gelirken, yetkililer sessiz ve tepkisiz durmaktaydı. Şehrin en işlek caddelerinde güvenlik güçlerinin gözleri önünde fuhuş pazarlığı yapılmaktaydı. Daha da ötesi parklar, kör noktalar, fuhuş yapılan mekânlar haline gelmiş durumdaydı. Fetullah Gülen bunları niye hiç gündeme taşımıyor, AKPyi uyarmıyordu?
6- Türkiyenin doğu ve Güney komşularını, yani Suriye ve İranı düşman gösteren Fetullah Gülen, biraz daha güneyimizdeki İSRAİLi neden bir tehdit ve tehlike olarak görmüyordu? Yoksa, Mavi Marmara saldırısında söylediği gibi, hala İsraili meşru bir devlet ve izin alınması gereken bir otorite olarak mı görüyordu?
7- Yoksa Fetullah Gülen, ABDye kafa tuttukları ve Büyük şeytanı takmadıkları için mi İranı Muta Nikâhı üzerinden karalamaya çalışıyordu. Elbette Şianın ehli sünnetten farklı, hatta aykırı düşünce ve davranışları vardı. Ama Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamı ve Kuranı azimüşanı kökten inkâr eden ve 1430 yıldır kin ve düşmanlık sergileyen Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog ve hoşgörüden yana olan Fetullah Gülenin; Kurana ve Resulüllaha inanan ama yorum ve yaklaşım yanlışlıkları bulunan İrana ve Şiaya bu denli nefret kusması, hangi iman ve vicdanla bağdaşıyordu?
8- Sn. Fetullah Gülenin, bazı siyasilerin ve ilim erbabı meşhur kişilerin fuhuş kasetleriyle ilgili de bilgi ve belgeleri bulunuyor muydu? Öyle ya, İranın hazırladığı özel fuhuş tezgahlarından ve tuzağına düşürüp kullandığı yetkili ve etiketli avlarından haberi olduğuna göre, bu konuda da gerekli ve yeterli malumatı olması gerekiyordu!..
9- Sonradan: Ortamı yatıştırmak, Erbakana karşı kabaran öfkeleri bastırmak, kaçınılmaz bir müdahaleyi daha ucuz ve kolay atlatmak için, öyle davranmak zorunda kalındı gibi bahaneler uydurulursa ve oryantel misali kıvırtılsa da;
ABDnin derin devleti Yahudi Lobilerince planlanan ve yerli askeri paşalar ve sivil maşalarca uygulanan 28 Şubat sürecinde, açıkça Erbakan Hocayı TSKyı kışkırtmak, ortamı karıştırmak ve iktidarı yüzüne gözüne bulaştırmakla suçlayıp ayarını ve tarafını ortaya koyan Yani 28 Şubatta ulusalcıların ağzıyla ve ordu yalakalığıyla konuşan Fetullah Gülene, şimdi cemaat-hükümet kapışmasında ulusalcılardan destek geliyor, komutanları ve aydınları içeri tıkan Özel mahkemeler, Fetullah Gülenin değil doğrudan ABD-BOP eşbaşkanının (yani Recep T. Erdoğanın) denetimindedir Türkiyeye ve Türk askerine düşmanlıkla görevli merkezi iyi tanıyalım. Komutanlarımızı tutuklatan makam (Fetullahcılar değil) BOP eşbaşkanlığıdır[3] deniyordu. Yani göstermelik ve yetersiz de olsa, AKPnin milli Görüşten kalma reflekslerle, ara sıra ABD ve İsraile karşı bazı kof çıkışlarına ve asla eyleme dönüşmeyen başkaldırışlarına bile, Fetullahçılarla, ulusalcılar aynı tepkileri koyuyordu!?
Bu arada ABD eski Dış Bakanı Bayan Clintondan Erdoğana mektup geldiği iddiasına hala bir yanıt verilmiyordu.
Anlaşmamız TSKda tasfiyeyle sınırlıydı denen mektupla, Sn. Başbakanın uyarıldığı söyleniyordu. Erdoğan, Obamanın ikinci döneminden bu yana Beyaz Saraydan randevu istiyor ama alamıyordu. Çünkü Erdoğanın, Clintonun mektubundaki gerekleri yerine getirmesi bekleniyordu!
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clintonın, Amerikan seçimleri öncesinde Tayyip Erdoğana mektup gönderdiği ortaya çıkıyor. Clinton, Anlaşmamız TSKda tasfiyeyle sınırlıydı, siz operasyonu çok aşırı noktalara götürdünüz diye uyarıldığı iddialarına hala bir yanıt verilmemesi dikkat çekiyordu. Mektubun gizlendiğini belirten kaynaklar, mektubun diplomatik anlamını şöyle ifade ediyordu: Bu uyarının gerekleri yerine getirilmediği için, Kasım ayından bu yana Tayyip Erdoğanın Obama ile görüşme taleplerine olumlu yanıt verilmiyordu. Erdoğanın, TSKyla ilgili son feveranları da Clintonun mektubunun gerekleri olarak yorumlanıyordu.
Mektubun içeriğinde:
Anlaşmamız TSKda tasfiye yapılmasıyla sınırlıdır.
Oysa tarafınızdan operasyon çok aşırı noktalara taşınmıştır.
Durumu düzeltmeniz, Türkiyede istikrar sağlamak, bölgede etkin olmak ve ortak çıkarlarımız için gerekli sayılmaktadır uyarılarının yer aldığı belirtiliyordu.
Fehmi Koru yazmıştı
21 Mart 2008 günü de büyük operasyonlar başladı. Bu kararın perde arkasını da Erdoğan ve Güle yakınlığıyla bilinen gazeteci Fehmi Koru, 1 Şubat 2008 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yazıyordu.
Koru Türkiyenin önü açık başlıkla yazısında şunları belirtti: 5 Kasım 2007 tarihinde Beyaz Sarayda yapılan Tayyip Erdoğan-George W. Bush görüşmesi ile Ergenekon operasyonu arasında bir irtibat olduğuna inanıyorum. O görüşme PKK terörüne karşı ABDnin geleneksel tutumunu değiştirdi, biliyorsunuz.
Aynı görüşmede, Türkiyenin demokratikleşmesinin önündeki diğer engellerin de konuşulmadığını bilemiyoruz. Konuşulmuşsa, devlet içinde yuvalanmış çeteler konusu da masaya getirilmiştir. Bu benim bir tezim[4] diyerek Ergenekon ve Balyoz davalarında ABDnin rolünü itiraf ediyordu.
Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi: Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğluna ABD temasları sırasında, Enerji konusunda Kuzey Irakla yapılan anlaşmalara siz Malikiyi İrana itiyorsunuz[5] dediklerini yazıyordu.
TESEVin Ortadoğuda Türkiye Algısı raporunu sunmak için Washingtona giden Mensur Akgüne ABDli yetkililer, Türkiyenin yanlış politikaları yüzünden İranın bölgedeki nüfuzunun daha da artmasından endişe ettiklerini belirtiyordu.[6]
10- Fetullahçıların, Ordunun komuta kademesine duydukları derin nefret ve husumetin ve TSKyı yıpratma ve yozlaştırma gayretlerinin asıl nedeni kendi genlerinden mi kaynaklanıyordu; yoksa tapındıkları Amerika ve Avrupa (Siyonist Haçlı Batı) hesabına bir gavurcuk damarı mı oluyordu?
Recep T. Erdoğanın, daha önce general ve subayların tutuklanması girişimlerinin savcılığını yaptığı ve TSKyı hizaya sokan kahraman edasıyla seçimlerde oy topladığı halde, ağır ameliyatı nedeniyle hastaneye kaldırılan Ergun Saygunu ziyarete gitmesi bile, Fetullahcı takımını şiddetle rahatsız ediyor ve kendisine darbe hazırlayanları ödüllendirecek kadar ahmak ve korkak bir yaklaşım anlamına gelecek yorumlar yapılıyordu.
İşte Hüseyin Gülercenin Başbakanın Saygunu ziyareti yazısından:
Darbe tehlikesinin geçmediğine inananlar, asıl itibarıyla darbecileri caydıracak, hukukî düzenlemelerin yapılmadığından hareketle endişelerini izhar ediyorlar. Endişenin kaynağı da, bir asırlık hukuk dışı yapının (TSKnın) kolay kolay değişmeyeceğidir. Bu yüzden darbelere karşı anayasal teminat şarttır Ayrıca Silahlı Kuvvetlerin diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi bizde de Milli Savunma Bakanlığına bağlanması gerekmektedir. ( ) tehlike devam etmektedir.
A. Turan Alkanın: Yeni anayasaya minik bir katkı yazısından:
Evvelâ Balyoz davası sanıklarına, âhiren Ergenekon ve emsâli darbe işleriyle ilintili gibi gösterilerek uzun zamandan beri tutuklu bulunan sanıklara peşinen geçmiş olsun demek isterim; çook alâmetler belirmiş ve tahliyelerinin ardından beraatlarına sayılı günler kalmıştır.
Joost Lagendikin: Hasta bir general niye ziyaret edilir? yazısından:
Başbakan Tayyip Erdoğan yine yaptı yapacağını. İki hafta önce aç analist ve köşe yazarları sürüsünün önüne kemirmeleri için Şanghay kemiğini fırlattıktan sonra, geçen hafta sonu yoruma sonuna kadar açık bir manevra daha yapıp emekli General Ergin Saygunu hastanede ziyaret etti. Erdoğan, daha 2007deyken kendisini alaşağı etmek için uğraşan, yeminli düşmanlarından birine niye birdenbire merhamet göstersin? Bazılarına göre, bu ziyaret, son derece sembolik bir siyasî af olarak okunmalı. Erdoğan, Saygun ve diğer darbeci generalleri affetmeye istekli olduğunu gösterdi ki, bu, eski düşmanlarını tarafsız hale getirmeye yönelik hesaplı bir manevraydı ve Kürt meselesini çözme çabalarının ordu tarafından engellenmemesini garantiye alacaktı. Financial Times, Erdoğanın daha önce dile getirdiği yüzlerce subay ve eski subayın hapiste olmasının Türkiyenin askerî kapasitesini zayıf düşürdüğü korkusu ve toplu davaların yavaş ilerlemesinden duyduğu rahatsızlık ile bağlantı kurdu. FTnin son dönemdeki bazı yüksek rütbeli subay istifalarına atıf yapması, kısa bir süre önce, kuvvet komutanlarının sabırlarının tükenmekte olduğunu Erdoğan ve Güle net biçimde dile getirdiklerine dair söylentileri doğrular gibi. Dolayısıyla Saygun ziyareti, Erdoğanın bu tehditlere yanıtı olarak yorumlanmalı:
11- Fetullahcılar Türk Milleti kavramından niye bu denli kıcık alıyor, hem anayasadan, hem de resmi evraklardan çıkarılmasını istiyordu? Oysa bu kavramın: Türkiyede aynı inanç (İslam) potasında kaynaşmış, aynı tarihi ve tabii ihtiyaç ve amaçlar etrafında kucaklaşmış ve bin yıldır, kavim, kabile, aşiret ve mezhep taassuplarını aşıp ümmet olma şuuruna ve şerefine ulaşmış aziz ve necip bir Milleti anlatan ortak ve uygun bir sıfat olduğunun Batılı gavurlar bile farkındadır, hatta bu tanımı önce asırlar boyu onlar kullanmışlardır. Şimdi kalkıp güya, insan hakları ve demokrasi kuralları bahanesiyle, Kürtleri, Çerkezleri, Göçmenleri, Alevileri ve Laz kökenlileri kışkırtıp ayrıştıracak, Milli Birlik ve Dirliğimizi laçkalaştırıp bozacak bu şeytani girişimleri; Yahudi ve Hıristiyanlar kadar şu Fetullahcılar da ne diye destekleyip savunuyordu?
Cemaat: Resmi belgelerde Türk Milleti olmasın diye çırpınıyordu.
28. Abant Platformunun sonuç bildirgesinde, hiçbir resmi belgede Türk Milleti ifadesinin bulunmaması istendi, Eğitim müfredatı da bu hususları yansıtmalıdır deniliyordu. Fethullah Gülenin onursal başkanı olduğu, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının organize ettiği 28. Abant Platformunun, Türkiye Üzerine Farklı Bakışlar konulu toplantı sonrasında 27 maddelik sonuç bildirgesi yayımlanıyordu. PKKnın da gündeme getirdiği talepler sonuç bildirgesinde yer alırken, Hiçbir resmi belgede Türk Milleti ifadesinin bulunmaması isteniyordu. Hükümetin yürüttüğü açılıma destek verilen bildirgede yeni anayasanın genel seçimler öncesi yapılması gerektiği vurgulanıyordu. Toplantıya Innsbruck Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hans Köchler, Gazeteci-yazarlar Ümit Fırat, Yavuz Baydar, Murat Belge ve Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun gibi isimler katılıyordu.
Ders kitaplarından da çıkarılması isteniyordu.
Bildirgenin 6. paragrafında, Eğitim müfredatı, yukarıda sözü edilen hususları yansıtmalıdır denilerek Türk Milleti ifadesi ders kitaplarından da çıkarılsın mesajı veriliyordu. Başkanlık sistemi tartışmalarıyla yeni anayasanın tehlikeye sokulmaması da istenen bildirgede, Yeni anayasa, Türkiyenin demokratikleşme, insan hakları, eşit yurttaşlık, hukukun üstünlüğü, devletin hesap verebilirliği, ordunun sivil denetimi ve merkeziyetçiliğin azaltılması gibi konularda imzaladığı uluslararası anlaşmaların gereklerini de yansıtmalıdır çağrısı yapılıyordu.
TC vatandaşlığı tavsiye ediliyordu:
Abant Platformunun Sonuç Bildirgesinde yer alan bazı maddeler şunlardı:
Hiçbir resmi belgede, Türk vatandaşlığının sosyolojik bir tanımı olmamalıdır. Bunun yerine, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramı üzerine odaklanılmalıdır.
Devlet, herhangi bir üst kimlik tasarlama girişiminde bulunmamalıdır.
Türkiyenin; farklı mezhep, din ve etnisiteleri barındıran fakat bunlarla sınırlı olmayan çok kültürlü yapısı, devlet ve toplum tarafından tanınmalıdır.
Yerel nüfusun talebi halinde, yer isimleri orijinal haline kavuşmalı ve olumsuz tarihi çağrışımları olan birtakım yer isimleri kaldırılmalıdır.
Eğitim müfredatı, yukarıda sözü edilen hususları yansıtmalıdır.
Anayasa değişmeli
Türkiye-Irak-Suriye üçgenindeki bölgesel dinamik, Kürt sorununun çözümünü acil kılmaktadır.
Türkiyenin Suriyeli sığınmacılara hassasiyeti her türlü takdire şayandır. Uluslararası toplumla işbirliğini sürdürmelidir.
Yeni anayasa, vatandaşların genel beklentileri kadar ordunun sivil denetimi ve merkeziyetçiliğin azaltılması gibi konularda imzaladığı uluslararası anlaşmaların gereklerini de yansıtmalıdır.
En son genel seçimlerden önce tüm siyasi partilerin söz verdiği şekilde, mevcut Anayasa bir dahaki genel seçimlerden önce yeni bir anayasa ile değiştirilmelidir.
Hükümetin, Kürt sorununun barışçıl çözümü yönündeki son girişimi desteklenmelidir. Bu, yeni anayasa eşit yurttaşlık garantisini de içermelidir.
Başkanlık sistemi tartışmaları, yeni bir anayasa için gerekli olan siyasi mutabakatı tehlikeye atmamalı ve geciktirmemelidir.[7]
12- Dinlerarası diyalog fitnesini başlatan zihniyet her geçen gün iyice işin suyunu çıkarıyordu. Diyalog bahçesi, Üç din vs. diye diye tek din İslâmı diğer batıl dinlerle aynı kefeye koyarcasına ılımlı ve Batıya bağımlı bir İslâm türetmeye çalışanlar şimdi de Osmanlının beşiği Bursa şehrinde bir rezalete imza atıyordu. İslâmın ve diğer iki batıl dinin temsilcilerinden oluşan Antakya Medeniyetler Korosu güya barış ve hoşgörü için Bursada bir araya geliyor ve masonlarla kucaklaşıyordu.
Kökü dışarıda olan ve Masonluğun bekleme odası olarak anılan Rotary Kulüpleri yeni bir ifsad faaliyeti için kolları sıvıyor, her yıl 23 Şubat haftasını Dünyada Barış ve Anlayış Günü olarak kutlayan Rotaryenler üç semavi dinin temsilcilerinin oluşturduğu Antakya Medeniyetler Korosunu, hoşgörü mesajları iletmek amacıyla Bursaya davet ediyordu. Etkinlik öncesi Bursa İl Müftü Yardımcısı Lütfi Akay, Bursa Türk Musevi Cemaati Vakfı Başkanı Leon Elnekave ve Bursa Protestan Kilisesi Pastörü İsmail Kulakçıoğlu, Muradiye Mahallesindeki Bursa Osmanlı Evinde bir araya getiriliyordu. Buluşma öncesi AA muhabirine açıklama yapan Uluslararası Rotary 2440 Bölge 2012-2013 Dönemi Federasyonu Başkanı Güneş Ertaş, 200 ülkede 1 milyon 200 bin üyeleri olduğunu belirterek, Her yıl 23 Şubat haftasını Dünyada Barış ve Anlayış Günü olarak kutluyoruz. Bu kapsamda geçen yıl Nobel ödülüne aday gösterilen Antakya Medeniyetler Korosu, Bursada konser verecek. Tüm Bursalıları bu konsere bekliyoruz diyordu.[8]
Yahudi ve Hıristiyanlarla ve kökü dışarıda fesat ocağı ve Yahudi kumpası olduğu gerekçesiyle kapatılan Masonluğun yan kuruluşlarıyla bu denli sarmaş dolaş olan Fetullahcıların, bu İran düşmanlığının altında acaba ne yatıyordu?
Vural Savaşın duyarsız ve tutarsız tavrı:
Haberxten Hülya Okura röportaj veren Vural Savaş, Refah Partisini kapatmak için mahkeme açmak üzere hazırladığı dosya ile ilgili, eşine: Öyle bir çirkefe taş atıyorum ki, siz seyredin! diyerek; İslami ve insani temeller ve Milli hedefler üzerine şekillenen Milli Görüş hareketini ve Refah Partisini ÇİRKEF görecek ve bu talihsiz tavrını hala sürdürecek kadar bir bağnazlık sergiliyordu. Daha önce Refah Partisi için Habis ur tabirini kullanan Vural Savaşın şimdi yine aynı kini kusması nefretle karşılanıyordu. Aynen Vural Savaş gibi bütün ulusalcılar da, Fetullahcılar gibi ılımlı İslamcılar da şeriatsız İslam istiyordu. Her iki zihniyette, Erbakan kıcıklığında ve Milli Görüş karşıtlığında ortak hareket ediyordu!? Ve yine Türban meselesine ve Erbakan Hükümetine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM)de aynen kendileri gibi yaklaştığını defalarca vurgulayan ve farkında olmadan emperyalist Haçlılarla aynı safta ve kafada olduklarını itiraf buyuran Sn. Vural Savaşa yahu, bu örnek aldığınız ve hukuken onlara bağlı olmayı şeref saydığınız Avrupa Birliği Kurumları, güya Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri bahanesiyle Güneydoğumuza Özerk Kürdistan kurulması ve yine ülkemizin bölünmesine hukuki meşruiyet oluşturacak yeni anayasa hazırlanması talep ve tavsiyelerini de dayatıyordu! O halde türban ve Erbakan karşıtlığı gibi, bunlara da razı olmanız gerekmiyor muydu? Bu hususlarda Haçlı gavurlarla aynı tarafta bulunmak, Milli haysiyet ve hassasiyetinizle nasıl bağdaşıyordu.
İslami konularda, sırıtacak kadar ilgisiz ve bilgisiz olduğu anlaşılan Sn. Vural Savaşın 6-7 yaşlarında, çocuklara Kuran öğretilip ezberletilmesinin yanlışlığını iddia etmesi ve buna bir papaz çocuğu olan İsveç Büyükelçisinin sözlerini de delil göstermesi de kendisini acınacak duruma düşürüyordu. Çünkü, Kuranı Kerim bir harfi bile bozulmamış tek Allah Kelamıydı ve bir mucize olarak çok küçük yaşlarda bile baştan sona ezberlenmesi kolaydı. Bugün ülkemizde on binlerce, İslam âleminde yüz binlerce böyle hafız vardı. Buna, başka hiçbir dinde, özellikle Hıristiyanlık ve Yahudilikte rastlanmazdı; Çünkü onların kutsal kitapları insan sözüyle karıştırılmış ve yozlaştırılmıştı. Küçük yaşta Kuran öğrenen ve hafızlığı bitiren Müslüman talebelerin, her türlü ilim ve sanatta, emsallerinden daha ileri bir başarı gösterdikleri de, bilimsel araştırmalarda sabit bir hakikatti. İşte bu satırların yazarı olarak bizler de 6-7 yaşlarında Kuran öğrenmeye ve ezberlemeye başlamıştık ve çok şükür biri yurt dışında, biri kendi ülkemizde iki üniversite bitirmeyi de rahatlıkla başarmıştık.
Ülkenin birliği, Milletin dirliği ve Cumhuriyet değerleriyle ilgili samimi gayretlerini takip ve takdir ettiğimiz Sn. Vural Savaşın sözlerini daha bir tartarak ve kulaktan dolma safsata ve saplantılarla değil, doğruları araştırarak söylemesi bekleniyordu.
[1] Önder Aytaç / aytac@haberx.com / 15 02 2013
[2] 15 Şubat 2013 / www.denizhaber.com.tr
[3] Doğu Perinçek / Aydınlık / 15 Şubat 2013 / Sh: 8
[4] Aydınlık / 22 Şubat 2013
[5] Yeni Şafak / 22 Ocak 2013
[6] Star / 16 Şubat 2013
[7] Aydınlık / 12 02 2013
[8][8] Milli Gazete / 19 02 2013
http://www.millicozum.com/mc/nisan-2013/hukumet-cemaat-kapismasi