AKP DAĞILACAK, CEMAAT DURULACAK; TÜRKİYE KURTULACAK VE YENİ BİR DÜNYA KURULACAKTI!
Artık Milli Türkiye, dış güçlerin işbirlikçi şebekelerini deşifre edip etkisiz bırakmaya ve bağırsaklarındaki parazitleri atmaya başlamıştı. Hükümetin ve Cemaatin hangi kirli ve çetrefilli ilişkilere bulaştığını, hangi hain merkezlerce kullanıldıklarını birbirine açıklatan da, yine milli yapıydı. Karanlık odaklar, AKP iktidarıyla (Özellikle Erdoğan’la) Fetullahçıları kapıştırıp her iki tarafı da kendilerine daha mahkûm ve mecbur konuma sokmaya çalışırken, Milli oluşum devreye girip, bu tezgâhın kirli ve işbirlikçi şebekelerin tasfiyesiyle sonuçlanmasına yarayacak manevra ve manipülasyonlar yapmayı başarmıştı.
Başbakan Erdoğan ‘inlerine gireceğiz’ buyurunca Yargıdaki Cemaat örgütlenmesine soruşturma açılmıştı!
Erdoğan-Cemaat savaşı yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla hız kazanırken, Cemaat’e yönelik ‘örgüt’ operasyonunun düğmesine basılmış, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yargıda Cemaat örgütlenmesi iddiaları üzerine soruşturma başlatmıştı. Bu arada Cemaat’e operasyon yapmak isterken operasyonla karşı karşıya kalan ve üç bakanı istifa etmek zorunda kalan hükümet, Cemaat operasyonunu hızlandırmıştı. Konu devletin en üst organı MGK’da da gündeme gelirken, Cemaat’e yönelik operasyon konusunda Başbakan Erdoğan ve yeni İçişleri Bakanı Efkan Ala da kararlılıklarını ortaya koymuşlardı. Başbakan Erdoğan “İnlerine kadar gireceğiz. Devleti çetelerden temizleyeceğiz” buyurması üzerine Efkan Ala da “Gereği yapılacak” açıklamasını yapmıştı.
Şahin ve Akdoğan’ın açıklamaları kanıt sayılmıştı
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in, yargıda Cemaat İmamı olduğunu, bazı dosyaların hâkimler tarafından karar verilmeden önce Fetullah Gülen’e gönderildiğini söylemesi üzerine YARSAV, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusu yapmıştı. Suç duyurusu sonrasında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yargıda Cemaat örgütlenmesi üzerine soruşturma başlatmış, soruşturmada Mehmet Ali Şahin ve Yalçın Akdoğan’ın açıklamaları kanıt olarak yer almıştı.
Fetullah Hoca’nın mektup riyakârlığı işe yaramamıştı!
Önce AKP iktidarına yukarıdan bakan ve bir avuç suda boğacağını sanan Fetullah Gülen, sonunda horozlanmayı bırakıp beddualar yağdırmaya başlamış, bu da tutmayınca “barış mektubu” göndermeye mecbur kalmış, o da pek işe yaramamıştı. Çünkü mektupta yazılanlar ile uygulamada yapılanlar arasında büyük farklılıklar vardı ve zaten riyakârlık bunların sanatıydı. Mektup buram buram barış kokarken, uygulamalar savaşa devam mesajları taşımaktaydı. Velhasıl, iktidar ile cemaat arasında barışın sağlanması için mektuptan çok şey bekleyenler büyük bir hüsrana uğramıştı. Üstelik kendilerini “adanmış ruhlar” diye tanıtan cemaat mensuplarının da “birlik ve beraberlik içinde olmadıkları” ortaya çıkmıştı. Kavga ne kadar kızıştırılırsa, iktidar ne kadar yıpratılırsa, o kadar başarılı olacakları sanılmaktaydı. Oysa bugün kendilerini “adanmış ruhlar” olarak tanıtan kadrolar yarın “harcanmış ruhlar” olduklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacaktı. Kamuoyunu “Yolsuzluk ve rüşvete karşı mücadele ediliyor” havası verilmeye çalışılırken kendi içlerinde bir tutarsızlık ve ayrışma yaşanmaktaydı.
Elbette, her insanın kurguları ve yorumları aynı zamanda onun duygularını ve arzularını da yansıtırdı. Ama artık her iki tarafın da, onları yönlendiren Masonik ve Sabataist yapının da ve giderek acizlik ve çaresizlik belirtileri gösteren Siyonist odakların da çırpınışları boşunaydı. Hükümetle Cemaatin bu karşılıklı dikleşme ve didişmeleri yüzünden patlayan ve cerahat akıtan yaralar artık dikiş tutmayacaktı ve şu sonuçlar kaçınılmazdı:
1-AKP içindeki makam ve menfaat koalisyonu; bu çıkar çatışmaları ve gelecek kuşkuları nedeniyle çözülüp parçalanacaktır.
2-Haliyle AKP dağılacak, içindeki milli ve haysiyetli milletvekili ve teşkilat yöneticileri, yeni bir oluşuma katılacaktır.
3-Böylece Recep T. Erdoğan’ın Başkanlık hevesleri kursağında kalacak, kurmay kadroları da kendisini yalnız bırakacaktır.
4-Fetullah Gülen’in karanlık bağlantıları ve kiralık figüranlığı kesinlik kazanacak, takipçilerinin samimi ve seviyeli takımı kendisini tutsaklıktan ve tutarsızlıktan kurtaracak, böylece Cemaat Amerika-Avrupa’nın ve Siyonist-Haçlı odakların güdümünden çıkarılıp safiyet ve istikamet kazanacaktır.
5-Bu arada muhalefet partilerinde de, ciddi ve gerçekçi değişimler yaşanacak, kirli kadrolar ve gizli Masonlar ayıklanacak; ülke çıkarları doğrultusunda dayanışmacı, hayırlı ve tutarlı projeler ortaya koymada yarışmacı siyasi oluşumlar halini alacaktır.
6-Ardından dirayetli ve cesaretli bir Milli çözüm ve onarım hükümeti kurulacak ve Türkiye yeniden hak ettiği saygınlığı kazanacaktır.
7-Bütün bu olumlu ve onurlu gelişmelere tahammül edemeyen İsrail ve Yahudi lobilerinin kışkırttığı ABD güçleri Akdeniz’den ve Suriye üzerinden ülkemize tehacüm ve tecavüze kalkışacak, Türkiye de mecburen kendisini müdafaa ve çıbanı kökünden kurutma yoluna başvuracak, Erbakan Hoca’nın haber verdiği ve hazır hale getirdiği teknoloji harikası savunma sistemleriyle; ABD, NATO ve İsrail hezimete uğratılacaktır.[1] Ve böylece yıllardır özlenen ve hasretle gözlenen Yeniden Büyük Türkiye ve Yeni bir dünya kurulacaktır.
Sabah yazarı ve Erdoğan yalakası Mahmut Övür, “Eski MİT Müsteşarı ve Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman döneminde ve desteğinde; Fetullahçıların MİT’e ve Emniyet’e sızdıklarını ve Tuncay Güney’in bu yöndeki itiraflarını” her nedense 12 yıl uyutulduktan sonra şimdi yazmaya başlıyordu. Zaman Yazarı İbrahim Öztürk ise “Bu kaostan tek çıkış yolu; AKP’ye kapatma davası açılmalıdır!” şeklinde twit atıyordu. Başbakan Erdoğan da bunlara karşılık, Büyükelçilere: “Yurt dışındaki Fetullah Gülen okullarının paralel yapının uzantıları olduğu gerekçesiyle mercek altına alınmaları” talimatını veriyordu. Tam bu sırada, yolsuzluk dosyaları kapsamında 3. Dalga için savcının operasyon emrini, kanunsuz olduğu gerekçesiyle polisler yerine getirmiyordu! Ardından “baş ağrıtan ve sorun çıkartan” 20 savcı, tenzili rütbe ile görevlerinden alınıp dağıtılıyordu.
Bu süreçte, başta yandaş medya ve kiralık yazarlar, MİT, Genelkurmay, pek çok tarikat ve İslami oluşumlar Erdoğan’ın yanında; Emniyet ve Yargı’daki paralel kadrolar, Kemal Kılıçdaroğlu, ABD ve AB’deki etkin odaklar, TÜSİAD’ın bazı patronları Cemaat’in tarafında duruyor; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise ortada oynuyor ve kantarın topuzlarını gözlüyordu! Yani çok açık bir devlet krizi yaşanıyordu, sistem kökten tıkanıp iflas ediyordu ve yeni bir ihya (diriliş) ve imar süreci kaçınılmaz hale geliyordu!
AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan: “Bugün Türkiye’de Allahü Teala’nın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var!” hezeyanları savurup açıkça küfre saparken, Başbakan hala: “Havada darbe kokusu var!” diyerek halkı kışkırtıp kurtulacağını sanıyordu. Oysa Gezici Araştırma Şirketi’nin anketine göre AKP oyları şimdiden %39’lara düşmüş bulunuyordu! Hükümet yandaşları “Fetullahçıların büyüsü bozuldu” diye sevinirken, Cemaat yalakaları: “Erdoğan’ın kumdan kalesi toz oldu!” diye avunuyordu.
32. gün arşivinde M. Ali Birand’ın 1998’deki röportajında: “Çok hassas (duygulu) birisiyim. Bir karıncanın tuvalete düştüğünü görsem, dayanamam, ağlayıveririm!” diyerek riyakârlık yapan Fetullah Gülen, her nedense Amerika’ya sığındıktan sonra ağlamayı unutuyor, herhalde duygularını yitiriyor, bu sefer ağız dolusu beddualar etmeye başlıyordu! Zaman yazarı Mümtazer Türköne ise “Erdoğan yolsuzluklarını İslamcılıkla örtmeye kalkışıyor!” diye sataşıyordu. Ve her iki taraf da ilk defa doğru söylüyordu.
İstanbul Kadir Has Üniversitesi Rektörü Mustafa Aydın “Dışişleri Bakanlığının katkılarıyla” Uluslararası Holokost kurbanlarını (yani uyduruk Yahudi soykırımını) Anma günü tertipleyip, yarı resmi davetiye gönderiyordu. Yetmez, ABD Holokost Anma Müzesi Direktörü Diana Saltzman konferanslar için Türkiye’ye çağrılıyor ve Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileriyle görüşüp bu konunun ders kitaplarına konulacağını açıklıyordu.[2] Yani Davos zirvesinde “One Minute” çekip horozlanan Recep Erdoğan’a bu yediği naneler kusturuluyor ve şimdi Cemaat eliyle İsrail’e karşı günah çıkartılıyordu. Ve zaten AB yetkililerinin ayağına koşturulup Kıbrıs ve Kürt sorunu(!) konularında taviz yaklaşımları da, iyice köşeye sıkıştığını gösteriyordu.
Cemaati de, Hükümeti de Masonlar yönlendiriyordu!
Fetullah Gülen Hareketi’nin yürüttüğü birçok projenin akıl hocasının mason localarına kayıtlı bir öğretim görevlisi olduğu anlaşılıyordu. Evet, Cemaat’in akıl hocası mason çıkıyordu. 30 Aralık 2013 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı çalışanlarının katıldığı bir seminerde Rotary kulüplerine proje hazırlayan ve onlarla birlikte yürüten Prof. Dr. Abbas Türnüklü’nün GYV personellerine müzakere sistemini anlattığı saptanıyordu. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar listesinin 108. sırasında yer alan Türnüklü bildirileri ile meşhur Gazeteci ve Yazarlar Vakfının çalışanlarını ve Fetullahçı kadrolarını eğitiyordu. Profesör Türnüklü GYV’ye verdiği seminerden önce Gençlik Gelişim Projesi seminerlerine de başkanlık yapıyor, Projeyi Rotary kulüpleri adına yürütüyor, bunları bir ara Hürriyet’e verdiği röportajda da anlatıyordu.
Bu arada Başbakan R. Tayyip Erdoğan da, Avrupa’ya gitmeden önce Antalya’nın Kemer İlçesi’ndeki Merit Limra Otel Kongre Merkezi’nde gerçekleşen Uluslararası Rotary 2430′uncu Bölge Konferansı’na katılarak bir konuşma yapıyordu. Erdoğan konuşmasında, Anadolu topraklarının değişik medeniyetlere beşiklik yaptığını belirterek, birçok farklı kültürün bu topraklarda yaşadığını ve insanlığın ortak mirasına önemli katkılar sağladığını söylüyordu. Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine (yani Siyonist sömürü düzenine entegre edilmesine) büyük önem verdiklerini de ifade eden Başbakan Erdoğan, bu çerçevede, AB’ye girme yolunda gerekli bütün adımların atıldığını kaydediyordu. Büyük bir kararlılıkla bu adımların atılmaya devam edildiğine değinen Erdoğan, “Bütün beklentimiz önümüzdeki birkaç yıl içerisinde AB üyesi olmaktır. Aslına bakılırsa Türkiye, bu üyeliği çoktan hak etmiş durumdadır” diyordu.
Düne kadar, “her kararına saygı duyulması ve uyulması gerektiği” söylenen yargı ve yargı mensupları, birden “derin ve paralel yapının” karargâhı sayılmaya başlanmıştı!
Savcı Zekeriya Öz hemen tenzili rütbe ile Bakırköy Savcı Vekilliğine atanmış daha sonra görevinden alınmıştı.
HSYK 1. Dairesi İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ü görevinden alıp Bakırköy Adliyesi’ne atamıştı. Ahmet Hamsici’nin başkanlığında toplanan HSYK 3. Dairesi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Zekeriya Öz, 17 Aralık operasyonunun 2. dalgasında soruşturma dosyası elinden alınan Savcı Muharrem Akkaş, operasyona katılan savcılar ve İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok hakkındaki ihbar ve şikâyetleri değerlendirmiş, toplantı sonunda Çolakkadı, Öz, Akkaş ve Altınok hakkında inceleme kararı alınmıştı. HSYK, ayrıca basında çıkan haberler üzerine Zekeriya Öz’ün 78 bin liralık Dubai tatili ile ilgili inceleme yapması için bir müfettiş yollamıştı.
AKP neden HSYK’nın yapısını değiştirmeye çalışmaktaydı?
AKP ile yüksek yargı arasındaki gerginlikte yeni bir gelişme yaşanmıştı. AKP, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştiren yasa teklifini Meclis Başkanlığına taşımıştı. Edinilen bilgiye göre 56 maddelik teklif, Anayasa değişikliği yapmadan HSYK’nın çalışma düzeninin değiştirilmesi amaçlanmıştı. Teklif, Adalet Bakanlığının HSYK üzerindeki yetkisini artırmaktaydı. Dairelerle ilgili görev tanımlamalarında da değişiklik yapılacaktı. AKP’nin Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklikten sonra, HSYK bir bildiri yayınlayarak bu değişikliğin Anayasaya uygun olmadığını açıklamıştı. Hükümet bu bildiriye “Korsan bildiri” diyerek karşı çıkmış ve şimdi HSYK’yı avucuna alıp Yargı’yı yönlendirme yoluna sapmıştı.
Askere kumpas hazırlandığında kahraman sayılan savcı Zekeriya Öz şimdi “paralel yapının” elemanı olup çıkmıştı.
Zekeriya Öz hakkında HSYK’ya bugüne kadar yüzlerce suç duyurusu yapılmıştı. Ancak, bütün hukuksuzluklarının üstü kapatılmış, hatta Savcı Öz terfi ettirilerek arka çıkılmıştı. Ergenekon davasının tamamlanmasının ardından AKP’ye uzanan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının koordinatörlüğünü üstlenen Zekeriya Öz’ün, Dubai tatili gündeme taşınmıştı. Öz’ün ailesiyle birlikte geçirdiği Dubai tatilinin 77 bin TL’lik faturasını bir inşaat şirketinin ödediği ortaya atılmıştı. Sabah gazetesinin manşetten duyurduğu haberi Zekeriya Öz aynı gün yalanlamış ve parayı kendisinin ödediğini açıklamıştı. Ancak, 17 Aralık operasyonuyla gözaltına alınan işadamı Ali Ağaoğlu’nun sahibi olduğu şirketler grubu, Öz’ü yalanlayıp Öz’ü kendilerinin ağırladığını söyleyerek faturayı yayınlamıştı. Zekeriya Öz’ün Çine Adliyesi’nde 1995’te diğer adliyelerde olduğu gibi, faks ve adli sicil kaydı yaptıran yurttaşların ödediği paralar Adaleti Güçlendirme Vakfı’na aktarılmıştı. Zekeriya Öz’ün, dönemin kıdemli savcısı Ayhan Uğurdan’a vakfa aktarılan paranın bir bölümünü “paylaşma” teklifinde bulunduğu, ancak Uğurdan’ın, bu teklife büyük tepki göstererek Öz’ü HSYK’ya şikâyet ettiği ve Öz’ün Çine’den Bitlis Mutki’ye sürüldüğü ortaya çıkmıştı.
Hem savcı hem avukat mıydı?
1994 yılında savcılık görevine başlayan Öz, 1997 yılına kadar aynı zamanda avukatlık da yapmıştı. Öz’ün 2003 yılında görev yaptığı Bigadiç’te Balıkesir Barosu avukatlarından Avukat Dilek Özkayıhan tarafından Adalet Bakanlığı’na şikâyet edildiği anlaşılmıştı. Bakanlık müfettişleri olayı soruşturmuş ve Öz’ün cezalandırılması için rapor hazırlamış, ancak Öz, o dönemde disiplin affı ile ceza almaktan kurtarılmıştı.
Öz’ün tavsiyesiyle emniyet müdürü atanmıştı!
Öz’ün 2009 yılında Abdullah Gül’e “Eğer Ergenekon operasyonlarını sürdürmek istiyorsanız bu isimlerle olmaz” dediği ve kritik görevlere atanması gereken müdürlerin listesini verdiği konuşulmaktaydı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın terfi ettirdiği müdürler bir ay sonra Öz’ün listesindeki isimlerle değiştirilmeye başlanmıştı.
“Kezban İpek” kod adını kullanmıştı!
Ergenekon davasının 3. iddianamesinin ek delil klasörleri arasında yer alan bazı elektronik yazışma kayıtları, Öz’ün soruşturma kapsamında ihbarda bulunan “müştekiler ve tanıklar” ile “resmi” adresi üzerinden yazışmadığı kanıtlanmıştı. Öz, bu kişilerle ‘ kezbanipek81@gmail.com‘ adresi üzerinden yazışmıştı.
Öz ‘örgüt kurmakla’ suçlanmıştı
O günlerde adı gündemden düşmeyen Savcı Zekeriya Öz’ün ve MİT görevlilerinin de içinde olduğu 13 kişi hakkında “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve üye olmak; cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmak” suçlamasıyla 2009 yılında iddianame hazırlanmıştı.
“Biz referandumda iyi niyet gösterip HSYK’yı daha bağımsız hale getirdik. Ama bunu hazmedemeyip haddini aşmaya yöneldiler; 28 Şubat’taki postmodern darbeye benzer bunlar da bize “dost modern darbe”ye giriştiler diye yakınan Recep T. Erdoğan kendi oluşturdukları ve kullanmaya kalkıştıkları bir yapının altında kalmıştı. Aklı başına yeni gelmiş gibi, Ergenekon mahkûmiyetlerinin haksız ve dayanaksız olduğunu ima eden Recep bey, “içeride çok masum ve günahsız insan bulunuyor!” diyerek, döneklik karakterine yakışan yeni bir riyakârlık ve istismarcılık yoluna sapmıştı.
AKP iktidarı ve kurmaylarınca, yıllar boyu kahraman diye alkışlanan Zekeriya Öz’ün, bir anda sahtekârlıkla suçlanması kafa karıştırıcıydı. Savcı Öz ise, “Başbakan’ın, yolsuzluk soruşturmalarını ertelemesi ve üzerini örtmesi için, yüksek yargı bürokrasisinden iki kişiyi kendisine gönderip baskı yaptığını” açıklamış ve ilgililerce hemen yalanlanmıştı. Yetmez, AKP İzmir milletvekili Ali Aşlık Twitter adresinden “Nisan 2013’te tayin edildiği Samsun’daki lojmanında ölü bulunan özel yetkili Savcı Murat Gök’ün akıbetini hatırlatıp” Savcı Zekeriya Öz’e şantaj gibi gözdağı vermeye kalkışmıştı. İşte yargısı ve iktidarı bu hale gelen bir Türkiye manzarası, elbette vicdanları yaralamaktaydı.
Hatay’da durdurulan ve devlet sırrı gıda kutuları taşıdığı uydurulan mühimmat yüklü TIR’dan MİT’çiler çıkmış, ilgili savcı: “Canımı zor kurtardım” diye yakınmıştı.
Hatay’da ele geçirilen ve savcının arama yapması engellenen silah yüklü TIR’ın MİT’e ait olduğu anlaşılmış, Hatay Valisi Lekesiz, Jandarma’ya ‘MİT’çiler serbest bırakılsın’ talimatını yazmıştı. Bir ihbar üzerine olay yerine gelen Savcı Özcan Şişman, TIR’da arama yapılıp malzemelerin boşaltılması için talimat vermiş, ancak araçtaki kişiler TIR’ın aranmasına izin vermeyeceklerini söyleyip uzun süren bir tartışma başlatmıştı. Jandarma da yukarıdan gelen baskı üzerine arama yapmaya yanaşmamıştı. 8 saat boyunca görevini yapmak için çırpınan savcı baskı altına alınmış ve MİT tarafından tehditler yağdırıldığı için “Canımı zor kurtardım” diye yakınmıştı.
Güce ve görüntüye tapanların şaşkınlığı!
Daha düne kadar: “Erbakan’ın kurduğu Milli Derin devlet şimdi AKP içinde etkili olup, kutlu hedefler için Erdoğan iktidarını kullanmaktadır. Rahmetli Hoca’nın, İsrail ve ABD’nin zulüm düzenini yıkma ve Adil Düzen’i kurma projelerini bu sadık AKP’li talebeleri gerçekleştirmiş olacaktır!?” şeklinde hezeyanlar savuran, Hakka değil güce taparlık damarıyla asla sarsılmaz ve yıkılmaz sandıkları AKP ve Erdoğan’a bir nevi kutsallık izafe etmeye kalkışan ve tüm hıyanet ve tahribatlarına mazeret ve kerametler uyduran El-aziz takımı, şimdi bu görüşünden çark edip, daha güçlü oldukları zannına kapıldıkları Cemaat-Yargı ittifakını alkışlamaya başlamışlardı!
“Başbakan Erdoğan’ın yargıyı hedef alan açıklamaları “AKP iktidarının meşruiyet çizgisini aşıp keyfi yönetime kaydığı” tartışmalarına geçerlilik kazandıracak bir mecraya doğru ilerliyor. Çok tehlikeli gelişmelere kapı aralayabilecek olan hukuksuzluk temayüllerinin nedeninin yolsuzluk ve rüşvet olması ise ülke menfaatleri söylemi ile gerekçelendirme çabalarını geçersiz kılmaktadır. Yargı sistemindeki aksaklıkların ya da suiistimallerin yargıya havale edilmek yerine; Hükümetin, bütün gücü ile (üzerini örtmeye) yüklendiği bir sorun haline getirilmesi yargı bağımsızlığı ve hukuk üstünlüğü ilkelerini fena halde ihlal görüntüsü vermektedir….
Sürmekte olan Hükümet ile Cemaat arasındaki kavganın bir anda iktidar ile yargı arasındaki bir kavgaya dönüşmesinin ardından AKP’de başlayan istifaların nereye varacağının kestirilemeyişi seçime kadar olabileceklerin tahmin edilmesini zorlaştırmaktadır. Baştan beri bazen yargı, bazen Cemaat faktörünün öne çıktığı kavgada Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı iki cepheden ateş altına alınmaktadır. Tek adam izlenimini uyandıran, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçe sayıldığı algısını oluşturan uygulamaları, açıklamaları ile meşruiyet tartışmalarına farklı boyutlar kazandırması; öte yandan Cemaat’in medyası ve bütün imkânlarıyla muhalefetle birlikte hareket edip yüklenerek iç koalisyonunu dağıtma çabası; bir siyasi kimlik oluşturamayan AKP’ye büyük tehditler oluşturmaktadır. Bu durum ne pahasına olursa olsun Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarından kurtulmak isteyen iç ve dış çevrelere umut verse de, uygulanmakta olan siyasi mühendislik projesinin kendilerinin eseri olmaması, aynı zamanda endişe duymalarına da neden olmaktadır….
Yargının, daha önce Cemaat desteğinde kadim Ergenekon yapılanmasını tasfiye edip koskoca generalleri yargılayarak -yüz yıl sürer denilen davaları 4-5 yılda sonuçlandırıp- mahkûm etmesi realitesi karşısında heterojen yapısıyla AKP iktidarının fazla dayanabileceğini düşünmek doğru bir değerlendirme olmayacaktır….
AKP’nin tek başına 11 yıllık iktidarında Türkiye bölge lideri küresel bir güç olmayı başarmış ise de mevcut siyasal düzeni ve statüko partileri yüzünden süreci sürdüremeyip tıkanma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Nitekim bunun için gerekli olan yeni anayasa yapılamamıştır. Türkiye geldiği bugünkü noktada ya yeniden büyük olma, ya da parçalanıp bölünme durumuyla karşı karşıyadır; bunun ortası yoktur. Türkiye’nin bir iç koalisyon olan AKP iktidarı ve muhalefet partileri ile büyümeye devam etmesi imkânsızdır. Bu yüzden mevcut partilerden bir şekilde kurtulup yeni bir siyasi partiler yelpazesini oluşturmaktan başka çaresi kalmamıştır….
Bu yüzden derin devlet unsurlarının süreklilik arz eden, bağımsız yüksek yargı organları içinde ve Cemaat yapılanmasında yer edinip rahat faaliyet yapmaları çok tabiidir. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü derin devlet unsurları için delinmez dokunulmazlık zırhı sağlar. Siyasi iktidarın yüksek yargıya karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur. Yargının ise iktidara karşı kullanabileceği etkin silahları vardır. Yargı Cemaat’le ittifak ettiğinde muhalefet partilerinin de desteği ile iktidarı yıpratmaya ve sıkıntıya sokmaya yönelik harekete geçirebileceği, kullanabileceği güçlü ve etkili mekanizmaları vardır….
(AKP’deki) Dağılma görüntüsü paniğe yol açıp gelişmeleri hızlandırması halinde, Cemaat destekli parti ile Saadet Partisi’ne geçecek olanlar her iki oluşumu da kısa sürede büyütüp tamamlayabilir. Bu durum karşısında Cumhurbaşkanı seçilme umudu kalmayan Başbakan Erdoğan görevi bırakıp AKP’nin tamamen dağılmasına yol açabilir. Son tahlilde Başbakan Erdoğan’ın milli derin devlet karşısında boynu kıldan incedir diye düşünüyoruz.
Cemaat destekli kurulacak partiye CHP, MHP ve BDP’den de katılmalar olması çok tabiidir. Bu süreç AKP’yi kısa sürede tükenişe götürebileceği gibi muhalefet partilerini de erozyona uğratır. İkisi de İslami nitelikteki Cemaat destekli parti ile Saadet Partisi’ni yeniden yapılandıracak olan Millî Görüş kökenli AKP milletvekillerinden oluşacak siyasi kadrolardan yeni bir siyasi tablonun meydana gelişi çok fazla zaman almayacaktır.[3]
Sözleriyle, 12 sene öncesine kadar küfür ve hakaretler yağdırdıkları, ama Amerikan derin odaklarınca iktidara taşınınca bu sefer yağcılık yapıp yüksek meziyet ve marifetlerini anlatmaya başladıkları AKP iktidarını ve Erdoğan’ı, şimdi tekrar gözden çıkarıp CIA-MOSSAD maşası olan Cemaati ve yargıdaki bağlantılarını “Milli Derin Devletin elemanları ve Erbakan’ın tarihi atılımlarının hizmetkârları” konumuna çıkarıp Fetullahçılara yaranmaya ve ilgilerini çekip, iltifatlarına uğrama yarışına katılmışlardı! Bu tutarsız tavır, çok şey bildiği ve önemli misyonlar yüklendiği halde, Azazil’in hangi dürtü ve demagojilerle azıp sapıttığını ve İblis-müflis olup çıktığını daha iyi anlamamızı kolaylaştırmaktaydı!
Cemaat; Zekât ve kurban bağışlarını İsrail’e mi aktarmıştı?
Sosyal medyada “Cemaat’in İsrail’e yardım ettiğine” ilişkin iddialar sonrası, Gülen grubundan yapılan açıklama yardımın yapıldığını doğrulamaktaydı. Gülen grubunun Teksas’taki derneklerinden olduğu bilinen “Raindrop Kültür Merkezi”nin, iddialara ilişkin yaptığı açıklama Zaman Gazetesi’nde yer almıştı. Güya iddiaları yalanlamak için yazılan ve Zaman’da yer alan habere göre, Cemaat’in ABD’deki derneğinin İsrail’deki çocuklar için 22 bin 500 dolar ödediği ortaya çıkmaktaydı. Fetullahçıların kurnazca bir başlık atarak: “Raindrop Derneği: İsrail’e yardım, Başbakan uçak gönderdikten sonra yapıldı” denilmesi ise yaptıkları yardımı gözlerden kaçıramamıştı. Haberin devamında ise Kültür Merkezi’nin Başkanı Mehmet Okumuş’un açıklamaları yer almıştı:
“Texas’ta faaliyet gösteren (Cemaatin güdümündeki) derneğin yetkilileri, sosyal medyada bir kısım çevrelerin gündeme getirdikleri 2010 yılında İsrail’e yapılan para yardımının, İsrail’de 40 kişinin ölümüyle sonuçlanan devasa orman yangını sebebiyle verildiğini ve söz konusu yardım kampanyasında toplanan 22 bin 500 doların yaşanan yangın felaketi sonrasında ağaçlandırma ve ormanın yeniden yapılandırılması için gönderildiğini” doğrulamıştı.[4]
Erbakan Hocanın her türlü gayreti ve maddi desteği ile Bosna Hersek’te daha önce Alman Mercedes Benz fabrikasına yedek parça üretmek üzere kurulan bir fabrika, Avrupa’nın farklı ülkelerinden getirilen özel ve son teknolojik makinalarla roket fabrikasına çevrilmişti. Bunun için yüz milyonlarca Mark para gerekmişti. Barbar Batı’nın soykırım ve ambargo uyguladığı kardeşlerimize yardım etmek elbette bir vecibeydi. Müslüman ve mazlum Bosna halkına o savaş ve katliam sırasında zerre kadar yardım yollamayan, Haçlı Batılılar kırılmasın diye bu vahşeti ağzına bile alamayan Fetullah Gülen’in, şimdi İsrail’deki yangın bahanesiyle on binlerce Dolar yardım göndermesi ve Bosna’da okullar açıp onları istismara ve din tahribatına yönelmesi bunların ruh röntgenini göstermekteydi. Ve zaten bunların “İslam Birliği, Müslümanların dirliği” gibi bir dertleri de mevcut değildi. Bizzat Fetullah Gülen: “Ben öyle bir İslam Paktı, bir İslam Birliği filan, şahsen hayatımda böyle şeyleri bir kere bile düşünmedim, aklımdan geçirmedim” diyen birisiydi.
Dinlerarası Diyalog safsatası için: “Semavi Din olarak bilinen Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük din arasında bir uzlaşma başlatıp, ileride Budizm’i, Hinduizm’i ve Ateizm’i de kapsayacak bir girişimdir, bir ilk adım gibidir” diyerek tıynetini tescil ettirmişti. İşte Elazizciler sonunda bu Fetullahçı Cemaat’i can simidi ve kurtuluş ümidi görüp himayelerine girmek ve inayetlerine ermek için ne hikmetler uyduruvermekteydi!..
Bazı mahfiller, AKP’nin İstanbul ve Ankara’yı CHP’ye kaptırması halinde Erdoğan’ın istifaya mecbur kalacağını söylerken, Cumhuriyet yazarı Utku Çakırözer’in Selahattin Demirtaş’tan naklettiğine göre, Abdullah Öcalan Hazretleri (herhalde CIA-MİT tanrılarının ilhamıyla) “Erdoğan seçimi bile göremeyebilir!” şeklinde endişelerini belirtmiş ve keramet sergilemişti. Bu arada Cemaat ve Hükümet karşılıklı birbiri aleyhine kasetleri ve gizli belgeleri piyasaya sürerken eski Emniyet istihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun Cemaat’le ilgili bütün gizli ve kirli dosyalar çantamda; çağırsınlar söyleyeyim” iddiasını dile getirmişti.
Zaman yazarı ve Cemaat’in kiralık adamı eski komünist-militan Şahin Alpay ise, şimdi “Hükümetin nükleer elektrik santralleri kurma bahanesiyle, aslında atom bombası üretme niyetinde olduğunu” ima etmeye ve Türkiye’yi Batı’ya şikayete yeltenmişti.[5]
Amerikan Merkez bankası (FED) Başkanlığına Yahudi Janet Yellen’in seçilmesine bayram eder gibi sevinen Fetullah Gülen, Mavi Marmara katliamında İsrail’i haklı gören bir tavır takınırken, yardım aktivistlerini “meşru otoriteye isyan eden kimseler” olarak suçlayıvermişti. Şimdi Elazizcilerin bu Cemaat muhabbeti, ortak fıtrat ve fırsatçılıklarını yansıtan bir göstergeydi.
Amerikan Derin Merkezlerinde, Türkiye’yi Hükümet mi, yoksa Cemaat mi temsil ediyordu?
Büyük bir kuvvet (ABD). Küçük bir kuvvet (Cemaatti).
Aradaki ilişki: Fazla yakındı ve ciddi şüpheler barındırmaktaydı.
Çünkü “Küçük” olanın büyük tarafından kontrol edildiği ve kullanıldığı bir hakikatti.
Cemaat kurmayları kendilerini şöyle savunmaktaydı:
ABD ile fiilen 2000’de tanıştık.” (Fetullah Gülen ABD’ye 1999’da gitti ya.) “11 Eylül’le (2001) birlikte Müslümanlar takibe alınmıştı. Bütün camiler, bütün İslami kurumlar kontrol altındaydı ve ABD devleti çok hassastı.
Cemaat şöyle davranmayı kararlaştırdı:
“Batının gözünde İslam terörün kaynağıydı. Teröre destek veren İslam ile terörden korkan Batı arasında köprü olmamız lazımdı. Bu amaçla ABD’yi “ikna” çalışmaları başlatıldı. Sonuçta ABD sizler aslında ideal insanlarsınız. Bizim korkmayacağımız, bize doğru gelen İslam anlayışının mensuplarısınız” diyerek bize sahip çıktı. Yani ABD “ılımlı İslam”a bugünlerdeki adı “uyumlu İslam”a razı kılınmıştı.
Bir: ABD… İslam’ın bir kısmını düşman sayıyordu. Bir kısmını da şüpheli görüyordu.
İki: Buna rağmen Cemaat destekleniyordu. Üstelik ABD’de yaygın faaliyet yapıyordu. Bu nasıl oluyordu? Cemaat ABD’de 240’a yakın dernek, 6 kendi okulu, 140 işlettikleri devlet okulu bulunuyordu. İş yatırımları yapıyordu.
Cevap: Bunlar Federal sistemin avantajı oluyordu. Bölgeler, merkezin karışmasından hoşlanmıyordu. Okullarda daha ucuza ve daha iyi eğitim veriliyordu. Yasalara harfiyen uyuluyordu. Aslında ABD ile ilişkiler Cemaat’in yumuşak karnıydı. Ya da öyle olması lazımdı. Fakat muhataplarımda bunun sıkıntısına rastlamadım. ABD ile “eşgüdüm”ü içlerine sindirmiş durumdalardı. Tevil ihtiyacı bile duymuyorlardı. Yani ABD ile Cemaat ilişkilerinde “çelişki” kalmamıştı. Bu bir “hareket” için oldukça riskli bir tavırdı. Tabii Türkiye için de büyük tehlikeleri özünde barındırmaktaydı.
Ben şöyle bir tespit yaptım:
Bir: “ABD artık gerileyen bir güç konumundaydı!”
İki: “ABD’yle bundan böyle ancak yenilgiler paylaşılacaktı.”
Cemaatçilerin cevapları şaşırtıcıydı:
“ABD’nin gerilediği konusuna katılmıyoruz. Bu tür dönemler geçmişte de oldu. ABD 1963’te Rusya karşısında dik duramamıştı. 1970’lerin sonunda Sovyetler karşısında rezil olmuşlardı. 1973 OPEC petrol boykotunda ve 1975 Vietnam savaşı sonunda da ABD yalpalamıştı! O günlerde de Amerika’nın yıkılacağı sanılmıştı. Oysa ABD hala en büyük güç olarak dimdik ayaktaydı. Zengin kaya gazı rezervleri bulmuşlardı. 2014’ten itibaren enerji bağımlılığı kalmayacaktı. ABD hakkında sadece Ortadoğu politikasıyla hüküm verilmesi yanlıştı. ABD şimdi dikkatini Çin’i çevrelemeye yoğunlaştırmıştı.”
İtiraz: ABD’li stratejistler ile böylesine güvenli konuşmuyorlardı! Bu ABD sevgileri ve ilgileri karşılıksız sayılmazdı. Son Cemaat yemeğine (çoğu Siyonist Yahudi) 47 Kongre üyesi katılmıştı. Övünerek düzeltiyorlardı: “48 değil 66’ydı.” Büyükelçiliğimizin resepsiyonlarına bile katılımın çok üstünde rakamlardı.[6]
Aydınlık yazarı ve Yahudi asıllı Rıfat Bali’nin (sonradan BALLI diye yazmaya başladı!) bu aktardıklarına, o günden bu güne Cemaat yetkililerinden hiçbir itiraz ve yalanlama ulaşmamıştı. Ve tabi Rıfat Bali, ABD’nin (ve derin devleti Yahudi Lobilerinin) asla yenilmez ve baş edilmez bir güç oldukları safsatasını, Cemaat yetkililerinin ağzıyla kamuoyuna duyurmakta da ustaydı.
Bu arada Suriye Kürdistanı Rojava’da Özerk Kürt Yönetimi resmen açıklanmıştı
Rojava olarak bilinen Suriye’nin Kuzeyinde Özerk Kürt yönetimi oluşturmayı hedefleyen uyduruk Yasama Meclisi, kendi anayasasını yapmıştı. Buna göre, bölge üç kantona ayrılacak, Kürtçe, Arapça ve Süryanice üç resmi dil geçerli olacaktı. Kantonların ise Suriye’ye bağlı kalacağı vurgulanmıştı. PYD’nin silahlı kuvveti ise “resmi ordu” halini alacaktı. Toplumsal sözleşme ile birlikte Yasama Meclisi, yönetim modelini de açıklamıştı. Buna göre 101 sandalyeli meclis oluşturulacak ve kantonlarda 20’şer bakanlık kurulacaktı. Bu bakanlıklar şöyle sıralanmıştı:
Dışişleri Bakanlığı, Meşru Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Bölgesel, Belediye, Nüfus ve Şehircilik Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve İşçi Yerleştirme Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Elektrik, Sanayi ve Yeraltı Kaynakları Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ticaret ve Ekonomi Bakanlığı, Şehit Aileleri Bakanlığı, Aydınlanma ve İletişim Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Turizm ve Arkeoloji Bakanlığı, Din Bakanlığı, Kadın ve Aile Bakanlığı ve İnsan Hakları Bakanlığı.
Yani Türkiye Cemaat Hükümet kapışmasıyla boğuşturulurken, Büyük Kürdistan kurulmaya ve ülkemiz ayrıştırılmaya bir adım daha yaklaşmaktaydı.
Derin Amerika, Fetullah Hoca’yı harcayacak mıydı?
Pek çok emniyet müdürünün çocuklarına okullarında: “Senin baban da paralel çeteciymiş” diye sataşılmasına yol açılmıştı. Ama yıllarca pek çok subayın ve komutanın çocuklarının da, “Senin baban Ergenekon terör örgütündenmiş” diye hakaret yağdırıldığı da unutulmamalıydı. Hatırlayınız Reza Zarrab tutuklandığında… “Bu işin arkasında Amerika var… Türkiye’nin İran’a yardımcı olmasından rahatsız olan odaklar düğmeye bastı… Hedef: İran ve AKP iktidarıdır” diyorlardı. Fakat çok geçmeden Reza Zarrab’ın İran ayağını temsil eden Babek Zencani denilen adamı da İran tutuklayıp hapse atınca, ballandırılarak anlatılan bir büyük komplo, henüz üzerinden bir hafta bile geçmeden fos çıkıp yıkılmıştı.
Halkbank hakkında Türk yetkililerini ta 2009’da ikaz etmeye başlayan ABD Yahudi güdümlü ‘finans istihbaratı’ diplomatlarının operasyonla aynı zamana tesadüf eden Türkiye ziyaretini iyi algılamayıp İran, S. Arabistan ve İsrail gizli irtibatını atlayanlar bir kez daha aldanmıştı. Evet, beklenmedik biçimde Rusya, Suriye, İran, Arabistan gibi ülkelerin tamamının dengesini bozarak, İran’ı yeniden oyuna sokan Derin ABD: Yahudi Lobilerinin attığı inanılmaz adımı da boşa çıkaran Milli Türkiye karşısında dış odaklar şaşkındı. Önce Erdoğan’ın ardından da Adalet eski Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, Fetullah Gülen’i ısrarla Türkiye’ye çağırmaları, son dönemde Türkiye’de yaşanan karmaşanın uluslararası boyutunu da ortaya çıkarmaktaydı. 14 Haziran’da Türkçe Olimpiyatları’nda konuşan Erdoğan “Gurbet, hasrettir. Hasretin bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir” çağrısını yapmıştı.
29 Aralık’ta Eski Adalet Bakanı ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ise: “Sevgili Hocam dönün lütfen. Vatanın havasını teneffüs edin, ciğerlerinizdeki mikropları öldürsün bu temiz hava. Türkiye’de sizin isminiz kullanılarak fitne yayılıyor. Gelin buna vaziyet edin” diye bir nevi yalvarmıştı. Ve zaten Derin Amerika da, yeterince kullanıp yıprattığı Fetullah Gülen’den artık kurtulma yollarını aramaktaydı.
Tam bu sırada Genelkurmay’ın “kumpas”la ilgili suç duyurusu büyük değişimin ilk adımıydı!
Sn. Recep Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın bir yazısına dayandırılan ve Milli Çözüm Dergisi’nin konuyla ilgili soruları aynen tekrarlanan suç duyurusunun 3’üncü maddesinde çok önemli saptamalar vardı:
“Anılan hususların doğru olması halinde, Türk Silahlı Kuvvetlerini ve personelini hedef alan faaliyetleri yürüten kişilerin, yetkili makamlara bildirimde bulunmayan ve gerekli işlemleri yerine getirmeyen kamu görevlilerinin eylemlerinin TCK’nın: ‘Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, iftira, suç uydurma, kamu görevlisinin suçu bildirmemesi, suçluyu kayırma, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ suçları başta olmak üzere çeşitli suçlara vücut verebileceği değerlendirilmektedir.” “Bu ifadelerden, sadece “kumpası” yapanların değil, bildiği halde yetkili makamlara haber vermeyenlerin de “suç işlediğinin” hatırlatıldığı, yani bir anlamda Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Akdoğan hakkında da suç duyurusu yapıldığı sonucu çıkmaz mıydı?” diye soran Müyesser Yıldız haklıydı.
Çünkü suç duyurusunun son maddesinde, “Hukuka aykırı olarak TSK’yı ve personelini hedef alan faaliyetleri yürütenlerin” yanı sıra, “Bu faaliyetleri yetkili makamlara bildirmeyen, gerekli işlemleri yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında da soruşturma başlatılması” istemi ve ifadesi yer almıştı. Suç duyurusunun 4’üncü maddesinde de “Cumhuriyet Savcılarının görevini ihmal ettiği” şöyle anlatılmıştı:
Ceza Muhakemesi Kanununun 160’ıncı maddesi: ‘Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar’ hükmü hatırlatılmıştı. Yani Genelkurmay, “Siz kendiliğinizden harekete geçmediğiniz için biz suç duyurusunda bulunmak zorunda kaldık” demeye çalışmıştı.
Erdoğan’ın HSYK telaşı ise dikkatlerden kaçmamıştı
AKP’nin panik ve telaşla TBMM’ye sunduğu kanun teklifi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Kanununda bazı değişiklikleri amaçlamıştı. AKP’nin TBMM’ye sunduğu kanun teklifinde; 6087 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunun 4. maddesinde yapılması düşünülen değişiklikle;
“Yargı yetkisinin kullanımına ilişkin hususlar hariç olmak üzere, hâkimlerin idari görevleri ile delilleri değerlendirme ve suçu niteleme yetkisi hariç olmak üzere savcıların adli görevlerine ilişkin konularda genelge düzenleme” görevi, kurulun yetki alanı dışına çıkarılacaktı.
6087 sayılı kanunun 6. Maddesinde yapılması düşünülen değişiklikle;
“Teftiş Kurulu Başkanını, Teftiş Kurulu Başkan yardımcılarını ve genel sekreter yardımcılarını atamak, yargı yetkisinin kullanımına ilişkin hususlar hariç olmak ve Kurulun görev alanına giren konulara münhasır olmak üzere ilgili dairelerin görüşü alınmak suretiyle yönetmelik çıkarmak ve genelge düzenlemek, dairelerden birine gelen ve olağan çalışmalar ile karşılanamayacak oranda artan işlerden bir kısmını diğer bir daireye vermek, kurul üyeleri hakkındaki suç soruşturması ile disiplin soruşturma ve kovuşturma işlemlerini yürütmek ve bu konuda gerekli kararları vermek” görevleri HSYK Başkanında olacak, ancak Kurul Başkanı olan Adalet Bakanının ‘disiplin işlemleriyle ilgili Genel Kurul toplantılarına katılamayacağını’ öngören hüküm yürürlükten kaldırılacaktı.
Genel Sekreterin Atanması Usulüne İlişkin Değişiklik
Anayasanın 159. maddesi uyarınca Kurul Genel Sekreteri, birinci sınıf hâkim ve savcılardan Kurulun teklif ettiği 3 aday arasından Kurul Başkanı tarafından atanmaktaydı. 6087 sayılı Kanun ise, aday belirlerken her bir Kurul üyesinin en fazla 3 adaya oy verebilmesini şart koşmaktaydı. Yapılması düşünülen değişiklikte her bir Kurul üyesinin ancak bir adaya oy verme sınırı vardı. Her iki durumda da en çok oyu alan 3 aday teklif edilmiş sayılacaktı. Genel Sekreter adaylarının belirleneceği seçime ilişkin ilk toplantıda toplantı veya karar yeter sayısının sağlanamaması halinde 3 gün içinde ikinci toplantı yapılacaktı. Bu toplantıya katılanların en çok oyunu alan 3 aday teklif edilmiş olacaktı.
Ankebut Suresinin şu ayetleriyle konuyu bağlayalım:
53: (Hakka ve halka hıyanet edenler vaat edilen) Azap konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Eğer adı konulmuş bir ecel (tayin edilmiş bir vakit) olmasaydı, herhalde onlara azap gelmiş olurdu. Fakat kendileri şuurunda olmadan, (azap ve yıkım) onlara kuşkusuz apansız geliverecektir.
55: Azabın onları üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacağı gün: “Yaptıklarınızı tadın” denecektir.
61: Andolsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyeceklerdir. (Yani azabı ve yıkımı hak edenler, görünüşte iman eden ve Müslüman geçinen; ama bunlar dünyalık çıkarları ve rahatları uğruna zalimleri ve kâfirleri dost edinen kimselerdir.) Şu halde nasıl oluyor da (Haktan ve hayırdan) çevriliyorlar?
64: (Oysa) Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadan ibarettir’. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.
68: Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden (ayet ve hadisleri keyfine göre eğip bükenlerden) veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayıp (yüz çevirenden) daha zalim kimdir? İnkâr edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?
69: Bizim uğrumuzda cihat edenlere (ve Hak davada sabır ve gayret gösterenlere gelince), şüphesiz (onlara hidayet ve zafer) yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir.
[1] Geniş bilgi için bak: Bediüzzaman, 33. Söz, Lemaat – Bir Meclisi Misalide “hariç etse tecavüz, o da eder tedafü (Müdafa)”
[2] Milli Gazete / 18 01 2014 / Mustafa Kılıç
[3] 1 Ocak 2014, El-aziz, AKP’de Ne Var?
[4] Haber10, Aralık 2013
[5] 14 Ocak 2014, Zaman
[6] rafballi@gmail.com. 26 Aralık 2013
https://www.millicozum.com/mc/agustos-2015/akp-dagilacak-cemaat-durulacak-turkiye-kurtulacak-ve-yeni-bir-dunya-kurulacakti