LİBYA MUTABAKATI MI,
İSRAİL HİZMETKÂRLIĞI MI?
Türkiyenin Akdenizdeki çıkarlarımızı korumak üzere Libya ile Mutabakat Muhtırası imzalaması doğru ve olumlu bir adımdı. Ancak sonuçta bu girişimin İsraile yarayacağı ve Türkiyenin başına yeni gaileler açacağı konusunda çok ciddi kuşkularımız vardı. Zaten daha önce Haçlı Batı ve NATOyla bir olup Libyayı harabeye çeviren ve on binlerce masum Müslümanın katledilmesine suç ortaklığı eden Erdoğan iktidarının her girişiminde bir bit yeniği aramak aklın ve vicdanın icabıydı. Türkiyenin şimdi Libyada birlik ve bütünlüğü sağlayıcı Libyayı yeniden huzur ve refah ortamına hazırlayıcı girişimlerde bulunması gerekirken, oradaki iç savaşa dahil olması elbette yanlıştı ve çok vahim sonuçlara yol açardı. Haksız ve dayanaksız bahanelerle Libyayı vuran, ardından emperyalist sömürü çarklarını kurarak petrol ve doğalgaz yataklarını paylaşan güçler, bu zulümlerinin devamı için, Libyadaki iç savaşın devamından yanaydı.
Libya Mutabakat Muhtırası İsraile gizli hizmet planı olmasındı?
İsrail resmi radyosu; Türkiyenin kendi toprakları üzerinden Avrupaya doğalgaz transferi için müzakerelere hazır olduğu yönünde Tel Aviv yönetimine mesaj ilettiğini yayınlamıştı.
Radyonun İbranice ve Arapça internet sitelerinde yer alan haberde, söz konusu mesajın, Türkiyenin Enerji Bakanlığından üst düzey bir yetkili tarafından İsraile iletildiği ve Türkiyenin İsrailde istikrarlı bir hükümet kurularak yeni Enerji Bakanının atanmasını beklediğinin ifade edildiği vurgulanmıştı. Haberde söz konusu mesajın, İsrailin Ankara Büyükelçiliğinde görevli Maslahatgüzar Roey Gilad üzerinden Tel Avive iletildiği aktarılmıştı. İsrailin en büyük doğalgaz sahası Leviathan ve Tamarda toplamda yaklaşık 800 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu konuşulmaktaydı. İsrail Enerji Bakanı Yuval Steinitz, bu kaynaklara ek olarak bölgede yaklaşık 2.2 trilyon metreküp doğalgaz rezervinin daha keşfedilmeyi beklediğini açıklamıştı.
Tayyip Erdoğan İsrail ile gizlice anlaşmış mıydı?
Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı görevini yürüten Tümamiral Cihat Yaycı, Türkiyenin Libya ile yaptığı deniz anlaşmasının mimarı sayılmaktaydı. Sn. Yaycı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın kameralar önünde adını vererek taltif ettiği bir insandı. Amiral Cihat Yaycı da Libya ile varılan mutabakatı, Cumhurbaşkanı Erdoğanın gerçekçiliği ve cesareti olarak açıklamıştı. İşte bu Cihat Yaycı, artık gayrı resmi iktidar yayın organı olan Hürriyet gazetesinin önemli yazarlarından Ertuğrul Özköke şunları açıklamıştı:
Libya ile yapılan deniz anlaşmasının aynısı, İsrail ile yapılmalıdır!
Dikkat edin, bu açıklamayı sıradan bir siyasetçi değil, iktidarın sevdiği kurmay bir Amiral, yani geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı yapmıştı. Bu beyanda gaza gelip konuşmak ve yanlış anlaşılmak söz konusu olamazdı. Bu sözler bilerek ve isteyerek kullanılmıştı ve içeriğinde çok önemli bir mesaj taşımaktaydı. Açıkça İsraille tarihi bir anlaşma yapılması ve Akdeniz kaynaklarının birlikte paylaşılması gerektiği vurgulanmıştı.
İyi ama böyle bir mesaj; var olan tablo ya da görüntü ile asla uyuşmamaktaydı.
Hatırlayalım, kısa bir süre önce Netanyahu, Rum ve Yunanlılarla fink atıp Türkiyeye karşı kurulan malum cephenin önderliğini yapmıştı. Yani Türkiye ve İsrail, özellikle Doğu Akdeniz politikaları bağlamında iki ayrı safta, yani hasım konumundaydı.
Peki, görünen reel tablo ya da fotoğraf böyle iken, Cihat Yaycının kamuoyu önündeki bu teklifi nasıl okumak lazımdı?
Bu mesajı; İsrail nezdinde zemin yoklama ve hazırlama falan sayılamazdı, zira öyle bir şey olsa bunu sorumlu mevkide olan askerler yapmazdı. Lafı uzatmayalım, Amiral Yaycının yaptığı bu sürpriz çıkışın okuması, Türkiye ile İsrailin gizli anlaşmaya varmasıdır. Öyle olmasa sorumlu bir asker spekülasyonlara kendini niye malzeme yapsındı? Belli ki Amiral Cihat Yaycı, sorumlu mevkide olan bir asker olarak kendine verilen görevi aktarmıştı ve kamuoyuna İsrail ile yapılacak anlaşmayı haber vermiş olmaktaydı.
Ankaranın öbür yakasında bomba gelişme olarak yorumlanan bu yeni durum, Türkiyede Sarayın ve Tayyip Erdoğanın aldığı yeni pozisyonu ortaya koymaktaydı. Trump ve Siyonist damadı Kushner aracılığıyla İsrail ile yeni bir sayfa açmak ve İranın vurulmasına dolaylı destek sağlamak, Tayyip Erdoğanı Türkiyedeki kıytırık İslamcı kamuoyu nezdinde zora sokmazdı. Lakin Rusya buna ne derdi? İşte onu bekleyip görmek lazımdı. Belli ki Erdoğan, iktidarını sürdürme adına yılana bile sarılmaya artık kendini mecbur ve mahkûm görüyorlardı![1]
Siyonist ve emperyalist odaklarca tasarlanan iç savaş ve işgal projeleriyle İslam coğrafyasında kargaşa ve istikrarsızlık her geçen gün daha da artarken, Siyonist terör şebekesi İsrail ise İslam âleminin tam ortasında tarihinin en güvenli dönemini yaşamaktaydı. Müslüman coğrafyadaki parçalanmışlıktan, mezhep ve etnik ayrılıkların kızıştırılmasından faydalanan işgalci İsrail, bölgede tehditkâr tavrını sürekli arttırmaktaydı. 7 Ocak 2020 tarihli kabine toplantısı sırasında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsraili nükleer bir güce dönüştürdüklerini söyleyerek, bütün bölge ülkelerine tehditler savurmuşlardı.
ABD-İran arasındaki gerilimden kendisi için endişe duyan İsrail, bölgenin en büyük nükleer tehdidi olduğunu haykırmaktan sakınmamıştı. Siyonist İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kabine toplantısında; İsraili nükleer bir güce dönüştürüyoruz diyerek adeta İslam âlemine meydan okumaya başlamıştı. Siyonist İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrailin Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile imzaladığı Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı projesiyle ilgili konuşması sırasında, Bu projenin önemi, İsraili bir nükleer güce dönüştürüyor olmamızdır dedikten sonra duraksamış, sonra sinsi bir şekilde sırıtarak sözlerini enerji gücüne dönüştürüyoruz şeklinde tekrarlamıştı.
ABD-İran gerilimi İsraili kuşkulandırmıştı!
Netanyahu ayrıca Kasım Süleymaninin öldürüldüğü saldırıda İsrailin payının olmadığını, bu nedenle de ülkesinin ABD ile İran arasındaki gerginliğe dahil edilmemesi gerektiğini açıklamıştı. Toplantıda ayrıca İsrailli üst düzey askeri yetkililerin güvenlik kabinesine; Süleymaninin öldürülmesi nedeniyle İranın misilleme olarak İsraili vurma ihtimalinin çok düşük olduğunu aktardığı medyaya yansımıştı.
NATO fiilen İslam coğrafyasını işgale hazırdı!
ABD Başkanı Trump, İrana karşı dünyanın bir araya gelmesi gerektiğini vurgulamış ve NATOnun, Müslüman coğrafyasında daha etkili olması çağrısı yapmıştı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise işgalci ittifakın Ortadoğuda daha fazla rol üstlenebileceği konusunda mutabık kalındığını açıklamıştı.
NATOdan yapılan yazılı açıklamada, Stoltenberg ve Trumpın bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiği belirtilmişti. Açıklamada, ikilinin Ortadoğudaki gelişmeleri ele aldığı kaydedilmişti. NATOnun Ortadoğudaki rolünün görüşüldüğü aktarılan açıklamada, ABD Başkanı Trumpın; NATOnun bölgede daha fazla rol oynaması için talepte bulunduğu ifade edilmişti. Açıklamada, ikilinin, NATOnun bölgesel istikrar ve uluslararası terörle mücadeleye daha fazla katkı sağlayabileceği konusunda anlaştığının altı çizilmişti. NATOnun DEAŞla Mücadele Uluslararası Komisyonunun bir üyesi olduğu hatırlatılan açıklamada, Irakta ve Afganistandaki misyonları ile uluslararası terörizmle mücadeleye kilit katkı sunduğu vurgulanmıştı. Trump, düzenlediği basın toplantısında İrana karşı dünyanın bir araya gelmesi gerektiğini vurgulamış ve NATOnun bundan sonraki süreçte Ortadoğuya daha fazla müdahil olmasını isteyeceği ifadesini kullanmıştı.
Siyonist ve emperyalist odaklar Müslümanlara neden sponsorluk yapmaktaydı.
Katarda düzenlenen 19. Doha Foruma, Yahudi-emperyalist sponsorlar damga vurmuşlardı. Müslüman bir ülkenin düzenlediği forumun stratejik ortakları olarak açıklanan Chatham House; içerik ortakları olan Brookings Enstitüsü, McCain Enstitüsü, RAND Corporation ve Roscongress Vakfı dikkatlerden kaçmamıştı. Kirli ve karanlık geçmişlere sahip olan bu kuruluşların, İslam coğrafyasındaki operasyonlarda aktif rol üstlenmesi, asla hayra yorulamazdı. Kendisini, yenilikçi ve eylem odaklı ağlar oluşturmak ve politik liderleri diyalog için bir araya getiren küresel bir platform olarak tanıtan Doha Forum, bu yıl 19. oturumlarını yapmışlardı. 2000 yılında kurulan Doha Forum, bu yıl trendler ve teknoloji, ticaret ve yatırım, insan sermayesi ve eşitsizlik, güvenlik, siber yönetim ve savunma, uluslararası örgütler, sivil toplum ve devlet dışı aktörler ve kültür ve kimlik konularını ele almak üzere toplanmıştı.
Türkiyeden ve dünyadan üst düzey isimler katılmıştı!
Türkiyeye yönelik skandal açıklamalarıyla gündeme gelen ABDli Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham da forumda yer aldı. Türkiyeden ise Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın katılmıştı. Ayrıca El Salvador, Ruanda, Ermenistan, Ekvador Cumhurbaşkanları ve Somali, Libya, Malezya Başbakanları da katılımcılar arasındaydı. Forumun stratejik ortaklarından İngiltere merkezli Chatham House, bir diğer adı Karanlık Masa olan kuruluş, özellikle Afganistan ve Ortadoğuda yaşananların tasarlandığı yer olarak tanınmıştı. İngilterenin Yahudi Lobisi ve Derin Devleti olarak da bilinen Chatham House, temelinde Siyonizmin Tek Dünya Devleti tasarımının olduğu Küresel Kraliyet projesinin yürütücülerinin başındaydı.
Arap Baharı orkestra şefi McCain de sponsorlar arasındaydı.
Bir diğer ortak ise McCain Enstitüsüydü. Bu Enstitünün kurucusu Arap Baharı orkestrası şefi olarak bilinen Amerikalı Neocon Senatör John McCain olmaktaydı. Dikkat çeken bir diğer karanlık sponsor ise CIAnın yan kuruluşu olan Rand Corporation. Hatırlanacağı üzere, Türkiyenin Suriyede terör örgütü PKK/YPGye askeri operasyonları genişletme kararlılığı ABDde panik doğurmuş ve CIAnın yan kuruluşu Rand Corporation, 2017 yılında, Türkiye ve ABDnin doğrudan savaşa girebileceği tehdidini de içeren bir rapor hazırlamıştı. Raporda, İsrailin İrana karşı olası bir saldırısının ABD çıkarlarına ve politikalarına aykırı olduğunu değerlendiren Rand, İsrailin İran karşısında bataklığa saplanması halinde ise ABDnin yardıma koşacağını vurgulamıştı.
Türkiye Akdenizdeki bütün haklarına elbette sahip çıkmalıydı!
Türkiyenin Akdeniz'de doğalgaz ve petrol aramalarını uluslararası engellemelere rağmen devam ettirmesi lazımdı. Türkiye; sondaj gemileri ile Akdeniz'deki arama faaliyetlerine devam ederken, Libya ile de kritik bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşma ile Akdeniz'deki arama faaliyetlerinde denetimi eline alan Türkiye, Yunanistan öncülüğünde tüm Avrupa ülkelerini karşısına almıştı. Bilindiği gibi Türkiye doğalgaz ve petrol aramaktaydı. Ama aslında asıl mevzu Akdeniz'de tespit edilen Gaz Hidrat yataklarıydı. Yani Doğu Akdeniz'deki mesele, sadece olduğu varsayılan 3,5 trilyon m3 doğalgaz ve 2 milyar varil petrol sanılmamalıydı. Gerçi bunlar bile 1 trilyon $ PFna denk geliyordu. Oysa D. Akdeniz'de asıl GAZ HİDRAT vardı ve 1 birim gaz hidrat 30 birim doğalgaza eşit sayılmaktaydı. İşte Akdenizdeki kavganın arkasında bu yatmaktaydı. Denizdeki gaz hidrat, karadaki kaya gazının aynısıydı.
Doğu Akdenizde 4 Katrilyon Feet küplük Doğalgaz Rezervi Saptanmıştı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Ekonomi ve Enerji Bakanı Hasan Taçoy, Doğu Akdeniz bölgesinde 4 katrilyon feet (fit) küplük doğalgaz rezervi saptandığını açıklamıştı. Bakan Taçoy, Bölgede şu ana kadar henüz daha 107 trilyon feet küplük rezerve ulaşıldığını kaydederek, Bu da şu demektir, ortada keşfedilmemiş, ulaşılmamış 3,9 katrilyon feet küplük bir rezerv vardı DHAya açıklamalar yapan Taçoy, Doğu Akdeniz bölgesinin öneminin giderek arttığına dikkat çekerek, Birçok ülke bölgede konuşlanma gayretindedir Türkiyenin bölgede denge unsuru olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Türkiye, bölgede denge unsuru olmazsa, bu güneydoğu Akdeniz havzası bir Elen (Yunan) gölüne dönecektir uyarısı yapmıştı.
Türkiye Bölgedeki varlığını arttırmalıydı!
Kıbrıs Rum tarafının Doğu Akdeniz için yaptığı anlaşmalara da dikkat çeken Taçoy, Rumların, İsrail ve Yunanistan ile yapmış olduğu anlaşmalar, bunu cazibe olarak gören Fransa ve İtalya'nın Kıbrıs adasına gerek askeri olarak gerekse ekonomik varlıklara sahip çıkmak için gelmeleri, olayı çok daha farklı noktalara götürecektir ve ortamı gerecektir” diye konuşmuştu. Türkiye'nin bölgedeki varlığının denge unsuru olduğuna da işaret eden Taçoy, “Doğalgaz rezervlerinin korunması ve ortaya çıkması için Türkiye'nin bölgedeki varlığının mutlaka olması gerektiğine” vurgu yapmıştı.
Türkiye ile Libyanın Akdenizde deniz yetkilendirme alanına ilişkin mutabakat muhtırası imzalaması dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Bu muhtıraya en büyük tepkiyi, Türkiyeyi Akdenizde devre dışı bırakma planları suya düşen Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve Mısır ile İsrailin göstermesi doğaldı. Türkiye, Libya ile imzaladığı mutabakat muhtırasını TBMMde onayladıktan sonra BMye sunacaktı. Böylece muhtıra resmen yürürlüğe girmiş olacaktı. Libya ile varılan mutabakatın ne anlama geldiğini altı maddede şöyle sıralamak mümkündü:
1- Türkiye ilk defa KKTC dışında Akdenize kıyıdaş bir ülke ile anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmayla ülke içinde muhalif kesimden gelen, Akdenizde hiçbir ülkeyle neden anlaşma imzalanmıyor sorusuna da bir yanıttı.
2- Türkiye ile Libya, bağlayıcı bu anlaşma ile Akdenizin batısında kendi Münhasır Ekonomik Bölgesini belirleyerek yaklaşık 41 bin kilometrekarelik alanda söz sahibi olmaktalardı.
3- Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Mısır ve İsrail dörtlü iş birliği yaparak, Akdenizde Türkiyeyi Antalya Körfezine hapsetme planı yapmaktaydı. Yapılan anlaşmayla Türkiye, bu oyunu boşa çıkarmıştı. Ankara yetki alanını, söz konusu dörtlünün arzu etmediği şekilde, tahmin edilenden çok büyük bir alan hâkimiyetiyle Batı Akdenize kadar uzatmıştı.
4- Özellikle Yunanistan; Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adaları hattını esas alarak bu adaların da ayrı kıta sahanlıkları olduğunu savunmaktaydı. Türkiye, Libya ile muhtırayı imzalayarak Atinanın bu planını devre dışı bırakmıştı.
5- Atinanın bir planı da, anakaranın kıta sahası ile bu adaların kıta sahanlıklarını bütünleştirerek bunu Kıbrıs Rum Kesimi ile birleştirme çabasıydı. Yunanistan böylece Türkiyeyi Doğu Akdenizde ve jeopolitiğinde etkisiz bırakma amacındaydı. Böylece bu oyun da bozulmuş durumdaydı.
6- Türkiye, bu anlaşma ile Kıbrıs Rum Kesimi dışında diğer Akdenize kıyıdaş ülkelerle de barışçıl bir jeopolitik kavramı genişletmeye hazır olduğunu göstermiş olmaktaydı.
Libya ile 12 Adayı verdiğimiz Lozan yahut Uşi Andlaşması
Libya ile imzaladığımız mutabakat aylardır tartışılmaktaydı. Osmanlının bir vilayeti olan Libyanın başında asırlar boyunca İstanbuldan gönderilen idareciler bulunmuşlardı. Ve Libya, Birinci Dünya Harbi senelerinde Ortadoğuda yaşanan Arap İsyanı gibi bir başkaldırı ile değil, 1911de diğer bir ülkenin, İtalyanın işgali neticesinde elimizden çıkmıştı. Ama, Libyayı kaybedişimiz konusundaki malûmatımız sadece İtalyan işgali ve Enver ve Mustafa Kemal Paşa gibi sonraki senelerin önemli askerlerinin Libyada işgalcilere karşı mücadele ettikleri şeklinde kısıtlı bilgilerle sınırlıydı.
Önce, Libyanın elimizden çıkışının öyküsünü kısaca anlatalım:
İtalya, 23 Eylül 1911de Osmanlı İmparatorluğuna bir ültimatom ulaştırdı ve İttihatçıların Trablusgarb ile Bingazide yerli halkı İtalyanlara karşı kışkırtıp silahlandırdığı iddiasıyla uyardı. Beş gün sonra başka bir ültimatom ile 24 saat içerisinde Trablus ile Bingazinin kendisine terk edilmesi gerektiğini hatırlattı. 1 Ekimde Libya sahillerini ablukaya aldı, 4 Ekimde de karaya asker çıkarmaya başladı ve İtalyan birlikleri 19 Ekimde Bingaziye girmeye başladı. Osmanlı en zayıf dönemlerinden birini yaşıyordu, eli-kolu bağlıydı, böyle bir oldu-bitti karşısında İtalyaya karşı mücadeleye takati yoktu ve savaş açamadı; sadece protesto ile yetindi ama bir başka yol bulundu: İtalyanlar ile mücadeleye gönüllüler yollandı. Özellikle de bazı İttihatçı subaylar vazifelerinden izinli sayıldılar, gayrı resmî şekilde yola çıktılar ve Mısır yahut Tunus üzerinden Libyaya ulaştılar. Gidenlerin arasında o dönemin birçok genç ve parlak askerinden, meselâ Enver, Hafız Hakkı ve Cumhuriyetin ilk Başbakanlarından Fethi Beyler ile bir başka genç subay daha vardı: Mustafa Kemal
Bingazi-Derne Cephesinin kumandanlığını üstlenen Türk gönüllü subaylar ve Mustafa Kemal, Bedevî aşiretlerini eğiterek İtalyanlara Balkanlarda öğrendiği çete, yani bir çeşit gerilla savaşı ile karşı koymaya uğraşmışlardı ve işgalci birliklerin iç kesimlere ilerlemesi engellenmiş olmaktaydı. Türk subayların eğittikleri direnişçilere karşı pek bir şey yapamayan ve iç kısımlara doğru fazla ilerleyemeyen İtalya, 1912 ilkbaharında bu defa Oniki Adayı işgale kalkıştı ve dört hafta içerisinde adaların tamamı elimizden çıktı, hatta İtalyan savaş gemileri bir ara Çanakkaledeki istihkâmları bile zorladı!
Libyadaki subaylar, başlatmış oldukları direnişi 1912de Balkan Savaşının patlaması üzerine Ömer Muhtara ve diğer kabilelere devrederek çeşitli yollarla, kimisi yine Mısır, kimisi de Avrupa üzerinden İstanbula ulaşmış ve cephelerde görev almışlardı. Balkanlarda ve Libyada aynı anda mücadeleye takati bulunmayan İttihatçı iktidar, İtalya ile 15 Ekimde Lozanın sahil semti Uşideki şatoda barış imzalamak ve Libyayı İtalyanlara terk etmek zorunda kaldı. İtalya, işgali altında tuttuğu Oniki Adayı Libyaya karşılık boşaltma taahhüdü vermişti ama Yunan işgaline uğrayabileceği bahanesi ile sözünde durmayınca, Oniki Ada elimizden tamamen çıkmıştı!
Daha sonra İsmet Paşa, Oniki Adayı Lozanda savunamamış ve sahip çıkamamıştı. İşin aslı, İtalya ile 1911de Lozanda imzaladığımız bu Uşi Andlaşmasıdır ve resmî adı Lozan olan andlaşma, 1930lu senelere kadar Birinci Lozan diye anılmıştır. Libyanın yanı sıra Egedeki Oniki Adayı da kaybedişimizin belgesi olan ve Osmanlı Arşivlerinin Muahedeler tasnifindeki 418 ve 419 numaralı dosyalarda muhafaza edilen Lozan yahut Uşi veya doğru yazılışı ile Ouchy Andlaşmasının Fransızca orijinalinin görüntüleri ve Türkçe tercümesi daha sonra yayınlanmıştır. Tercümenin metni 12 Mart döneminin sonradan katledilen meşhur Başbakanı Prof. Dr. Nihat Erimin 1953te, akademisyenlik senelerinde neşrettiği ve konusunda bugün hâlâ en önemli kaynaklardan biri olarak kabul edilen Devletlerarası Hukuku ve Siyasî Tarih Metinleri isimli eserinin ilk cildinde vardır.[2]
Libya Tezkeresi hangi şeytanlıklara kılıf yapılacaktı?
Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı, 9 Aralık 2019da; Libya yönetimi ya da halkı isterse, asker göndeririz çıkışını yapmıştı. Erdoğan hükümetinin Serraj hükümetiyle imzaladığı güvenlik ve askeri iş birliği mutabakat muhtırası, 21 Aralık 2019da TBMM Genel Kurulunda kabul edilmiş durumdaydı. AKPliler tepkiler nedeniyle mutabakat muhtırasını metinde muharip asker yok diyerek savunmuşlardı. Doğru, metinde muharip asker yoktu, tanımlarla ilgili 3. maddede misafir personel vardı. Hatta o misafir personelin faaliyetlerine nezaret edecek kıdemli personel de vardı. Ne var ki misafir personelin yapacaklarının tarif edildiği güvenlik ve askeri iş birliği alanları başlıklı 4. maddenin altındaki bölüme göre aslında misafir personel askerdi, kıdemli personel de komutanı! Yani açıkça TBMMde yurtdışına tezkeresiz asker göndermenin yolunu açmışlardı. Aslında zaten aylardır Libyada Türk askeri vardı! Anayasaya aykırı olduğu için, resmi üniformaları çıkarılarak Serraj hükümetini savunmaya yollanmışlardı. Hem de aylar önce, yani henüz ortada Serraj hükümetiyle yapılan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması yokken, Libyaya asker yollanmıştı. Şimdi Libyaya asker göndermeyi, 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasını hayata geçirmek için savunuyorlardı. Ama daha o anlaşma olmadan altı ay önce Libyaya asker gönderiyorlardı. Bir öngörü mü? Hayır, çünkü Libyayla deniz yetki sınırlandırılması anlaşması yapılması gerektiği, kendilerine ilgili bahriyeli kurmaylarca bir yıldan fazla süredir söylendiği halde o anlaşmayı yapmamışlardı! Yani önce Serrajı desteklemek için Libyaya asker yollamışlardı. Altı ay sonra ise o anlaşmayı yapmışlardı, şimdi de anlaşmayı korumak için asker göndermeliyiz diyorlardı!
Evet; Libyayla deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması yapmak doğru bir adımdı. Ancak bu hamleyi tamamlamanın yolu Trablusa asker çıkarmak değil, Şama, Kahireye, diplomat yollamaktı! Münhasır Ekonomik Bölge ilanı yapmaktı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 2 Nisan 2004te, Libya 27 Mayıs 2009da, Suriye 2009da, Lübnan 19 Ekim 2010da Münhasır Ekonomik Bölgesini (MEB) ilan etmiş durumdaydı; ama Türkiye hâlâ bunu başaramamıştı. Dış politikadaki yanlışları askeri güçle düzeltmeye çalışmak, ülkenin başını belaya sokmaktı tespitleri haklıydı.
Üstelik AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğanın Mutabakat Muhtırasını savunmak için bir televizyon kanalında ekrandan gösterdiği koskocaman harita ile Resmî Gazetede yayımlanan arasında büyük farklılık ortaya çıkmıştı. Resmî Gazetede yayımlanan koordinatlara bakıldığında, televizyon kanalında gösterilen harita ile Akdenizde kıta sahanlığımızın 86 kilometre geriye çekildiği saklanmıştı. Peki bu ne anlam taşırdı? Akdenizde 80 bin kilometrekarelik kıta sahanlığımızdan vazgeçildiğini, kamuoyunun gözünden zafer naraları ile kaçırmaktı. Bu harita skandalını Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım belgeleyerek anlatmıştı;
Resmi Gazetede yayınlanan coğrafi koordinatlar haritaya tatbik edildiğinde ortaya ilginç bir durum çıktı. Daha önce kamuoyuna haritalar ile deklare edilen Kalkan-Kaş kıyı hattının, batıya kaydırılarak Datça-Fethiye hattına çekildiği anlaşıldı. AKP Hükümeti muhtırayı savunamayınca devreye emekli general/amiraller ile akademisyenler ve diplomatlar sokulmuşlardı. Ancak onlar da kamuoyunu tatmin edici açıklama yapamamışlardı. Bunun üzerine Erdoğan, 15 Aralık 2019da, a haber TV kanalına çıkarak, canlı yayında Libya Muhtırasını savunmak zorunda kalmıştı. Oysa Erdoğanın canlı yayında gösterdiği haritadaki kıyı hatları ile 6 Aralıkta imzaladığı Libya Muhtırasındaki kıyı hatlarının farklı olduğu ortaya çıkmıştı. Muhtırada gösterilen kıyı hattının doğuya kaydırılarak Kalkan-Kaş hattına çekildiği anlaşılmaktaydı.
Böylece Türk kamuoyuna, gerçek harita yerine sahte harita gösterilerek Doğu Akdenizdeki kayıplarımız gizlenmeye çalışılmıştı. Libya Muhtırası ile Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümamiral Cihat Yaycının tezi de çökmüş bulunmaktaydı. Yaycının kıta sahanlığı tezine göre Türkiye ve Libyanın karşılıklı kıyıları ile ana kıtaların kıta sahanlığı esas alınmıştı. Yaycının Giritin doğusundan geçirdiği hat, Libya Muhtırasında Girit Adasının üzerinden geçiyordu. Yaycının tezine göre 115 mil olması gereken Türkiye-Libya Sınırı, muhtıra ile kuşa çevrilerek 18.6 mile düşürüldü. Mavi Vatan haritasındaki sınır 86 km. doğuya çekilerek Exxon Mobil, Qatar Petroleum, Total ve Hellenic Petroleum şirketlerinin de önü açılmıştı. Libya Muhtırası ile ABD, Yunanistan, Katar ve yabancı petrol şirketlerine yeni imkân ve imtiyazlar sağlanmıştı. Türkiye, Girit Adasının dörtte üçü ile Giritin etrafında bulunan 14 ada ve 80 bin kilometrekarelik kıta sahanlığını kaybetmiş olacaktı. Maalesef Yunanistanın egemenliği altına koyulan ada sayısı 18den 27ye çıkmıştı. Erdoğan; Sevri ters köşe yaptık diyordu ama Sevr Andlaşmasında bile verilmeyen 27 Türk Adasını ve 1 Türk Kayalığını Yunanistana bırakmıştı. Türkiye, Erdoğan ve AKP Hükümeti eliyle Adalar (Ege) Denizine hapsedilmiş durumdaydı.
Oysa 1974 yılında, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay İkinci Başkanının görüşleri doğrultusunda, Ecevit-Erbakan Koalisyon Hükümeti tarafından TPAOya, Ege Denizindeki Türk Adalarının kıta sahanlığında petrol arama ruhsatları çıkarılmıştı.
Türkiye ile BM destekli Libya Ulusal Hükümeti arasında imzalanan askeri iş birliği Mutabakat Muhtırası, AKP ve küçük ortağı MHPnin oylarıyla TBMMde onaylanmıştı. Ancak, bu gelişmeden önce gözlerden kaçmaması gereken çok kritik bir açıklama vardı. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Kuala Lumpur Zirvesi için gittiği Malezyada gazetecilerin Libyayla ilgili sorularına verdiği yanıtta Rusya konusuna parmak basmıştı.
Libyada biz şu anda nasıl bir rol üstleniyorsak, Suriyede nasıl bir rol üstlendiysek bundan sonraki süreçte de buna benzer rolleri birlikte üstlenmenin kararlılığını ortaya koyacağız diyen Erdoğan; Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, İtalya ve Rusyayı Haftere meşruiyet kazandırma peşinde olmakla suçlamıştı. Erdoğan, Rusya hakkında da, Libyada, Wagner denilen kuruluş vasıtasıyla bunlar adeta Hafterin paralı askerleri olarak onun yanında görev yapıyorlar. Parasını kimler veriyor malum. Böyle bir durum söz konusu ve bütün bunlar karşısında tabi ki bizim seyirci kalmamız doğru değil diye çıkışmıştı.
Kısaca hatırlatalım; Wagner, Putinin gizli ordusu olarak anılmaktaydı. ABDnin Black Wateri gibi Rusya, Erdoğanın Wagner açıklamasından sonra İdlibdeki saldırılarını arttırmıştı. Türkiyeye yönelik bu büyük tehdit ve kapışmanın perde arkasında ne vardı? Ankarada devlet koridorlarındaki sağlam kaynaklarımdan ulaştığım bilgiye göre; Türkiye, 2 hafta önce (Libya ile imzalanan güvenlik muhtırası TBMMden geçmeden) Libyaya çok özel bir eski MİTçiyi yollamıştı. Adı geçen bu MİTçi Hakan Fidanın çok çok güvendiği biri konumundaydı. Özel Kuvvetlerden gelme bir elemandı. 15 Temmuz hain darbe girişiminin ardından çok kritik operasyonlarda görev yaptıktan sonra -belki de unutulması için- çook uzak bir ülkeye yollanmıştı. Oradan Suriyeye geçirildikten sonra da Libyaya tayini çıkmıştı. Önümüzdeki günlerde, Türkiyeden bir heyet Libyadaki gelişmeleri görüşmek üzere Rusyaya yollanacaktı. Sarayın akıl kutusu SETAcıların sağda solda yazdıklarına ve söylediklerine bakarsak, iktidar diplomasiyi beceremediğinden, askeri seçenekler üzerinde yoğunlaşmaktaydı. İnşaallah, Rusyada yapılacak görüşmelerde, Libyada SADAT ve Wagnerin karşı karşıya gelip çarpışmalarının önüne geçecek bir formül üzerinde anlaşılırdı.
Çok dikkat edilmesi gereken bir husus daha vardı; İktidar, Libya Ulusal Hükümeti ile imzalanan Mutabakat Muhtıralarında meşruluk vurgulaması yapmak için her defasında BM destekli Hükümet deyip durmaktaydı. Oysa mevcut Libya Hükümetini BMnin tanımasının bir anlamı kalmamıştı. Çünkü BMnin 5 daimi üyesinden ABD, Rusya ve Fransa maalesef isyancı Hafterin yanındaydı ve onu açıktan destekliyorlardı. Üstelik, Hafterin bir CIA ajanı olduğunu ve ABDde itina ile yetiştirildiğini dünyada bilmeyen kalmamıştı. Suriyede kapı arkalarında gizli gizli paylaşım yapan ve birbirlerine bugüne kadar tek mermi sıkmayan ABD ile Rusya Libyada mı karşı karşıya gelip vuruşacaklardı? Hayır. Gün gibi ortada; yine paylaşacaklardı!.. Acaba Erdoğan Libyaya asker göndermek ve Rusya ile didişmekle; ABDden gelecek her türlü yaptırımları erteletmek ve S-400leri kutuya koyup tekrar F-35lere ve Patriotlara yönelmek için yeterli bir bahane mi hazırlamaktaydı?..[3]
Sn. Erdoğan, en az Alman Dışişleri Bakanı kadar tutarlı olmalıydı!
Libya ikinci Suriye olmamalı diyen Almanya Dışişleri Bakanı Helko Maas, Libyanın ikinci bir Suriye olmaması gerektiğini vurgulamıştı.
Maas, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayiz es-Serrac ile Brükselde yaptığı görüşmenin ardından gazetecilere açıklamalarda bulunmuşlardı. Başkent Trablus çevresinde durumun daha da zorlaştığını belirten Maas, Libya ikinci bir Suriye olmamalı. Libyanın da vekalet savaşlarına sahne olmasını istemiyoruz diyerek, Başkan Serracın, Berlinde gerçekleştirilmesi planlanan Libya konferansını desteklediğini açıklamıştı. BM gözetiminde Libyada ateşkes sağlanması, silah ambargosu uygulanması ve siyasi sürecin hızlandırılması gerektiğini dile getiren Maas, Bu gelecek haftalarda Berlinde Libya konusunda bir zirve düzenleyip düzenleyemeyeceğimize kısa sürede karar verebilmemiz için önemli bir ön koşuldur çağrısı yapmıştı.
Şimdi Sn. Erdoğanın en az Alman Dışişleri Bakanı kadar duyarlı ve tutarlı olmasını ve Libyanın bütünlüğünü sağlamaya yoğunlaşmasını istemek herhalde hakkımızdı.
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] Sabahattin Önkibar, Odatv.com
[2] (https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2550406-iste-1911de-libya-ile-12-adayi-verdigimiz-lozan)
[3] https://www.korkusuz.com.tr/unlu-eski-mitci-libyaya-gonderildi.html / A. Takan