Anasayfa » HAYRETTİN KARAMAN KÖR MÜ ! ?

HAYRETTİN KARAMAN KÖR MÜ ! ?

Yazar: yonetici
0 Yorum 201 Görüntüleyen


               HAYRETTİN KARAMAN  KÖR MÜ ! ?
      

AKP yandaşı Hayrettin Karaman Hoca’ya göre “Suriye’de sorun silahla çözülmez, yapmayın etmeyin birbirinizi öldürmeyin” diyenler zalimin ekmeğine yağ sürüyorlarmış! 

 

İktidarın tamamen siyasi hesaplarla aldığı tutumlarını meşrulaştırmak için her gün bir ayet bulup çıkaran Hayrettin Karaman 28 Şubat döneminde binlerce kız çocuğunun hayatı söndürülürken, binlerce insan işinden edilirken, binlerce aile dramı yaşanırken hiç gıkı çıkmamıştı. Bu insanlara haklarını aramaları için ön ayak olmamıştı ve insan sormadan edemiyordu: Acaba bunlarda bastırılacak vicdan kalmış mıydı? 

 

Acaba, Hayrettin Karaman Hoca: “Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurma Hareketi” “Amerikan’ın İslamlaşmasını Önleme Girişimi” gibi İslam düşmanlığını körükleyen derneklerin arkasındaki Yahudi lobilerince, “şeriatsız İslam’ı savundukları için” Fetullah Gülen cemaatine sahip çıkıldığını ve “Erbakan’dan uzaklaşıp ılımlı İslam ve emperyalizmle uyuşmaya yanaştıkları için” AKP'nin iktidara taşındığını niye hiç gündeme getirip tartışmazdı? 

 

Sn. Hayrettin Karaman, Suriye’de cihat(!) eden kiralık savaşçıların sex ihtiyacını karşılamak ve moral kazanmak üzere, Suudlu Müftü Şeyh Muhammed El Arifi'nin verdiği “Suriyeli kadınlar ve kızlarla birkaç saatlik geçici nikâh kıyabilirler” fetvasına da katılmakta mıydı? 

 

Ülkemiz, milletimiz, İslam ve insanlık âlemi bin türlü sıkıntı ve sarsıntılarla boğuşurken, kendilerinin MEHDİ’liğini ima, hatta ilan eden Fetullah Gülen ve Adnan Oktar'ınbirbirine “Mehdi yardımcılığı” unvanını sunmaları…[3] 

 

Ülke Parçalanırken; VİCDANINI BASTIRMA VE KENDİNİ AVUTMA GİRİŞİMLERİ!  

 

Süleyman Demirel'in af ve uzlaşma çağrısı ve vicdanların yankısı! 

 

“Herkesin birbirini affetmesi gerekiyor” diyen eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in sözleri tartışılmaktaydı. Işın Çelebi'nin yazdığı “Türkiye'nin Dönüşüm Yılları” adlı kitabın 3. baskısına mülakat veren 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in genel af talebinde bulunarak “Herkesin birbirini affetmesi gerekiyor. Ülkenin bir sevgi seline ihtiyacı vardır. Bu siyasetin işidir. Ülkenin geleceğini yapalım” ifadeleri nasıl anlaşılmalıydı? 

Süleyman Demirel’in bu sözlerinin: “ABD'nin ve AB'nin talimatları doğrultusunda, PKK ile uzlaşalım, genel af çıkaralım ve Öcalan'ı İmralı’dan kurtaralım!” anlamını taşıdığı açıktı. Demirel’in çağrısı, aynı zamanda AKP'nin bu yöndeki çabalarına katkı sağlamaktaydı. Çünkü 01.01.2013 tarihli Yeni Şafak'ta, AKP yalakası Abdulkadir Selvi, “MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın Abdullah Öcalan'la görüşmelere başladığını, cezaevlerindeki açlık grevlerinin sonlandırılmasında, Öcalan'ın çağrılarının işe yaradığını” yazmış, böylece AKP'nin, ABD ve İsrail projesi olan “Federatif Kürdistan” yolunda sinsi adımlarla ilerlediğini açıklamıştı. Başbakanın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan da bunları resmen doğrulamıştı. Hem zaten Süleyman Demirel ile Recep T. Erdoğan, aynı kumaştandı. Bu günlerde birinin Ulusalcı diğerinin İslamcı oynamaları rol icabıydı. 

Çünkü Süleyman Demirel, “Erbakan hükümetini yıkmak ve Erdoğan’ı iktidara taşımak üzere tezgâhlanan 28 Şubat'ın” baş figüranı, yani AKP'nin gizli mimarı sayılırdı. Bir zamanlar, aynı Siyonist merkezlerin iki kolu gibi hareket eden“komünist solcular – faşist sağcılar” denkleminin yerini şimdi “katı ulusalcılar ve ılımlı İslamcılar” almıştı. Ve maalesef AKP’nin demokratik(!) adımları, ulusalcıların da bu bahaneyle dine saldırıp durmaları ve AKP'ye mazeret ve dolaylı destek sağlamaları sonucu Türkiye uçuruma doğru kaymaktaydı. 

İşte bu kötü gidişatı fark eden bazı dindar yazarlar ve yandaş yorumcular can çekişmekte olan vicdanlarının feryadını bastırmak üzere, bu hıyanetlere bir takım hikmet ve mazeretler uydurmak yoluna başvurmaktaydı. 

 

Vicdan; akıl, iman, insaf, ilim-eğitim ve adaletle olgunlaşan ahlaki tutarlılık ve manevi duyarlılık mekanizmasıdır. Biz onu öldürmedikçe vicdanımız en adil bir yargıçtır. İradesine hâkim ama vicdanına muti olanlar, karakter sahibi adil ve asil insanlardır. Aciz ve adi insanların en bariz özelliği ise; kötü bir davranışta bulduklarında, önce vicdanlarını susturmalarıdır. Ahlaki değerleri dejenere edilen ve adalet duyguları körleşen insanlar, bütün zulüm ve kötülükleri hem iradelerinin zayıflığından hem de vicdanlarının bozulmasından dolayı yapmaktadır. 

“Müftüler fetva verseler de sen (nefsine) vicdanına danış” mealindeki hadisi şerif vicdanın anlamını ve önemini ortaya koymaktadır. Çünkü iman ve İslam, hayali bir kavram değil, hakikattir. Elmas gibi, özel kutularda ve kasalarda saklanan çok kıymetli ama cansız-camid bir varlık değil, canlı bir organizmadır. Hayatiyetini devam ettirmek ve geliştirmek için, çeşitli gıdalara ve zehirlenmelerden, dış etkenlerden korunmaya ihtiyacı vardır. 

Vicdan; insanın içindeki ilahi sezgi ve Rahmani terazi konumundadır. Vicdan, kişinin olaylara ve şahıslara, kendi yaklaşımları ve davranışları hakkında, kendi imani ve ahlâki değerlerini temel alarak; yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik yapısı ve mihenk taşıdır. Vicdan, birçok dinde, felsefi düşünce ve mistisizmde önem verilmiş bir kavramdır. Günümüzde kimileri ortak toplumsal kanaati yansıtmak üzere “kamusal vicdan” ifadesini kullanmaktaysa da, aslında vicdan kavramı hep “bireysel vicdan” anlamında kullanılmıştır. İnsana gönül hazzı veya iç sıkıntısı vererek kişiyi uyaran vicdan bir kavram değil, kişinin bir yeteneği olmaktadır. Felsefede metafizik anlayış, bu yeteneğin doğuştan var olduğunu ileri sürerken, diyalektik anlayış ise insanın içinde bulunduğu toplumsal koşullarla belirlenmiş görgü ve bilgisinin sonucunda oluştuğunu savunmaktadır. Neo-spiritüalist görüşe göre ise vicdan, ruhun ancak belirli bir gelişim aşamasında (hayvanlık duygu ve davranışlarından sonra ulaştığı insanlık seviye ve safhasında) açığa çıkmakta, ruhun olgunlaşması oranında derece derece hayatiyet ve hassasiyet kazanmaktadır. 

Vicdan kavramı psikanaliz kuramında; benlik yapısının açıklanmasında ve ruhsal çözümlemenin anlaşılmasında da önemli bir yer tutmaktadır. Bu yaklaşıma göre ruhsal yapının oluşumunda üç önemli bölüm yer alır. Bunlar; 

• İd, yani alt benlik 

• Ego, yani benlik ve 

• Süper ego, yani üst benlik kavramlarıdır. 

Bunlar zihnin işlevleri olarak meydana gelmekte ve zihnin oluşumunda rol oynanmaktadır. Buna göre “id” içgüdüsel öğelerin temsilcisi durumundadır, sürekli doyum aramaktadır, haz ilkesine ve bencil düşünme süreçlerine uymaktadır. “Ego” ise alt benlikten belirli bir şekilde ayrışarak meydana gelmekte, böylece insanın kendi varlığı ve nefsi ihtiyaçları ile kendisi olmayanı ayırmaya başlamakta, dürtüler ve doyum arayan öğeler üzerinde hâkim olmaya çalışmaktadır. “Süper ego” yani üst benliğin ortaya çıkışıysa, ödipal karmaşanın çözüldüğü sürece rastlanmaktadır ve bu dönemden itibaren artık birey insan iyi-kötü, doğru-yanlış, adalet-zulüm, Hak-Batıl gibi ayrımları yapmaktadır. Çocuk bu süreçte hem özel kimliğini edinmeye başlamakta hem de toplumsal değer yargılarını tanımaktadır. Ruhsal yapının düzenleyici, dizginleyici, sorgulayıcı, suçlayıcı ve cezalandırıcı dinamikleri böylece oluşmaktadır. Dolayısıyla insanın inancı ve değer yargılarıyla vicdan denilen kavram bu anlamda özdeş sayılır. Suçluluk psikolojisi olarak meydana gelen duygular vicdandan kaynaklanır ve üst benliğin benliği cezalandırması anlamını taşır. 

• Vicdan insanın inancı ve doğrularıyla kendini yargılama yetisi ve duygularıdır. 

• Vicdan kişiye eylemleri hakkında; yargılayarak, onaylayarak, hesap sorarak, suçlayarak hükümler veren öznel bir bilinç kavramıdır. 

• Vicdan insana hatalarını ve doğrularını hatırlatan manevi bir çağrı ve uyarıdır. 

• Vicdan insana iyi ve kötüyü gösteren bir pusuladır. 

• Vicdan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiren gerçek bir ahlak hocasıdır. 

• Vicdan insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve düşüncelerdeki hedef ve niyetlerini adım adım izleyen, hiçbirisini kaçırmayan; hatır, gönül, hoşgörü, merhamet, dostluk, iltimas vb. tanımadan yargılayıp sorumluluğu takdir eden her zaman uyanık bir yargıçtır. 

• Vicdan, İlahi irade yasalarının yüce bir ses tarzında ruhlara yansıdığı manevi bir mekanizmadır. 

Vicdana ters düşme olayı: 

“Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak.” (Neml: 14) ayeti, pek çok insanın, aklı erdiği ve vicdanı doğruyu gösterdiği halde; maalesef rahatına ve çıkarına düşkünlüğü sebebiyle haktan caydığını anlatmaktadır. 

İmana zulüm karıştırılması: 

“İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.” (Enam: 82) ayeti ise, sadece iman etmenin ve bazı ibadetleri yerine getirmenin yetmediğini, her türlü zulümden ve zalimleri desteklemekten de uzak durulması gerektiğini hatırlatmaktadır. 

Vicdanın bastırılması ve Rahmani çağrının susturulması: 

(Hz. İbrahim, cansız ve kendilerini korumaktan bile aciz putlara tapınmanın ahmaklık olduğunu söyleyince) “Bunun üzerine (kavmi) kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz(biziz)” dediler.” 

“Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: “Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilirsin (diyerek küfre yöneldiler).” (Enbiya: 64-65) ayetleri ise, bozulmamış fıtratın ve saf vicdanın imani ve ahlaki doğruları kabule yatkınlığını; ama insanların kötü alışkanlıklar ve nefsanî duygular yüzünden ilahi (doğal ve sosyal) yasalardan uzaklaştığını vurgulamaktadır. 

“Dinlerini oyun ve eğlence edindiler” ayetleri aynı zamanda: “Bazı ibadetleri ve dini hizmetleri, vicdan bastırma ve günah savma aracı haline getirdiler” anlamı taşımaktadır. 

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.” (Enam: 70) 

Ayette geçen “Laib” kelimesinin aslı akan tükürük ve salya anlamındaki “Lüab”tır. “Leabe-yel’abü”; salyası ve tükürüğü aktı manasınadır, mastarı “La’bün” olmaktadır. “Lüabün nahl” arının tükürüğü, yani bal yerine kullanılır. 

Ayeti Kerimede haber verilen “Dinlerini oyun ve eğlence edindiler”uyarısı, “Dinlerini, boş vakitlerini hoşça geçirme ve gönül eğlendirme fırsatı ve işledikleri kötülüklere karşı vicdanlarının kabaran sesini bastırma aracı haline getirdiler” manasını hatırlatmaktadır. 

Kur'ani kural ve kavramları yozlaştırıp, “ılımlı İslam” safsatasıyla kâfir ve zalim güçlere yanaşıp-yarayınca, bu haksızlık ve ahlaksızlığa isyan ve itiraz eden vicdanlarının sesini nafile namaz ve oruçla susturmaya çalışanlar… 

 

Dinini ve davasını rüşvet vererek, İslami hareket ve hizmetleri körletip köstekleyerek; zalim güçlerden ve Siyonist merkezlerden aldıkları siyasi etiket ve dini şöhretlerin sızlattığı vicdanlarını “camileri süslemek, yetimleri sevindirmek, fakirlere iftar vermek” suretiyle bastırmaya uğraşanlar… 

Büyük İsrail hedefi doğrultusunda ülkelerinin parçalanmasına, haritaların değiştirilip bölgelerinin karıştırılmasına, on binlerce masum insanın kanlarının akıtılmasına ve İslam davasının hedefinden saptırılmasına taşeronluk yaptıkları için kabaran vicdanlarını“Başörtülülere kısmen kolaylık sağladık, İmam Hatiplerin orta kısmını açtık” gibi bahanelerle yatıştırmaya ve manevi ayarlarını bozup yozlaştırmaya kalkışanlar, yukarıdaki ayetlerde geçen “lehviyat” kapsamındadır. 

Bunun gibi; faizli kredilerle, hileli ve rüşvetli devlet ihaleleri ve rantiye gelirleriyle, milyonların hakkını gasp edip milyarları kazananların… Gizli şahitler ve sahte nikâhlarla zinaya kılıfı uyduran “dindar”ların, huzursuz olan vicdanlarının feryadını kıstırmak ve yatıştırmak üzere, her yıl birkaç sefer umreye koşmaları ve hanımlarıyla çok lüks ve pahalı otellerde baş başa kalmak suretiyle “büyük sevap kazanıp günahlarından arındıklarını” sanmaları, bu kendini avutup aldatma gayretlerinin en sık başvurulan bir şekli olmaktadır. 

Çünkü “lehv”, insanı huzursuz ve mutsuz eden bir durumdan uzaklaştırıp, dikkatini başka şeylere dağıtma, yani vicdani isyanını bastırma amaçlı oyun ve oyalama operasyonlarıdır.[1] 

“Lehv” aynı zamanda, “uyduruk yollarla avunma ve kendini avutma-oyalama” metotlarıdır. Tekasür Suresi 1. Ayetindeki “Elhakümüttekasür: (servet, şöhret, siyasi yetki ve etiket) çokluğuyla avunup oyalanmak (sizi hakikatten uzaklaştırdı)” manası da açıktır ve “El haküm” kelimesi “Levh” kökünden türetilmiş olmaktadır. 

Enbiya Suresi 3. Ayetinde ise “Lahiyeten külubühüm: onların kalpleri (emredilen gerçekler ve görevler yerine, uyduruk gerekçe ve girişimlerle) avunup oyalanmaktadır” buyrulmaktadır. 

Kısaca “Lehv” kelimesi, istismar, suiistimal ve vicdan bastırma amaçlı tüm oyalanmaları kasteden bir kavramdır. 

Yüksek yargıçların, hukuk adamlarının ve Başbakanın “vicdan bastırmaları!” MİT Müsteşarının sorguya çağrılması! 

2012 Şubat ayında özel yetkili savcılar MİT Müsteşarı ile eski MİT Müsteşarı ve yardımcısını KCK davası nedeniyle “sanık” sıfatıyla ifadeye çağırmıştı. Oysa MİT Müsteşarı yasa gereği Başbakanlık koruması altındaydı. Özel yetkili savcılar, MİT Müsteşarı’nı terör örgütlerinin liderleriyle yapılan gizli görüşmeler ve daha sonra KCK’nın yapılandırılmasındaki rolü nedeniyle suçlamıştı. İddialara göre MİT PKK’nın bazı eylemlerini organizesine bulaşmıştı ve bu olaylarda pek çok asker, polis ve sivilin şehit olmasına yol açmıştı. 

Savcılık eski ve yeni müsteşarları ifadeye çağırmıştı, ama ikisi de kayıptı, bir tür “kaçak”tı! Duruma hemen Başbakan Erdoğan el koymuş ve “Benden izin alınmadan nasıl böyle bir girişimde bulunabilirler” diyerek öfkelenmiş ve yargıyı “Devlet içinde devlet olmakla” suçlamıştı. Başbakan’ın bu çok sert çıkışı sonucu bir hukuk tartışması başlamıştı. Evet, yasaya göre MİT Müsteşarı Başbakan izni olmadan sorgulanamazdı, ama çok kısa bir süre önce yaşanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ olayı da kafaları ister istemez karıştırmaktaydı. Hatırlanacağı gibi İlker Başbuğ Ergenekon davasını yürüten mahkeme tarafından tutuklanmıştı. Başbuğ 12 Eylül 2010’da kabul edilen Anayasa’ya göre ancak Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanabileceğini ileri sürerek karara itiraz etmiş, ama mahkeme çok ilginç bir gerekçeyle itirazı geçerli saymamıştı. 

“Özel Yetkili Mahkemeler’in kuruluş esaslarına göre istedikleri herkesi hiçbir izin almadan ifadeye çağırabilecekleri, sorgulayabilecekleri, tutuklayıp yargılayabilecekleri” vurgulanmış ve İlker Başbuğ bu durumda “çaresiz” kalmıştı. Ancak her nedense MİT olayında bu esaslara uyulmamıştı. Çünkü Başbakan gelişmelere çok kızmıştı. Müsteşar 5 gün ortaya hiç çıkmamıştı. Bu süre içinde AKP Meclis’ten 7 saat içinde bir yasa çıkarmış, böylelikle MİT Müsteşarı’nı özel yetkili mahkemelere karşı koruyan sağlam bir yasal kalkan hazırlanmıştı. 

Bu arada yeni çıkan kanunda ilginç bir ayrıntı gözden kaçırılmıştı. Çünkü yeni madde MİT Müsteşarı’na örülen koruma duvarını aynen korumaktaydı ama eklenen bir cümle daha önemli ve ayrıcalıklıydı: Buna göre Başbakan’ın özel görev verdiği herkes aynı korumaya tabi tutulacaktı. 

Çünkü bugünkü MİT Müsteşarı, teröristlerle yapılan ilk pazarlıklarda MİT’te değil Başbakanlık’ta çalışmaktaydı ve orada bulunma nedeni “Başbakan’ın özel temsilcisi” sıfatını taşımasıydı. Yani savcılığın MİT müsteşarını, müsteşar olmadan önceki bir suçlamayla ifadeye çağırabilmesinin önü de tıkanmıştı. 

MİT olayı, AKP iktidarına güç veren kesimlerde ilk ve ciddi kırılmayı da ortaya çıkarmıştı. MİT operasyonunu düzenlediği ileri sürülen Fetullah Gülen Cemaati o günden itibaren Tayyip Erdoğan’a karşı, açıktan olmasa da ciddi bir yıpratma kampanyası başlatmıştı. O gün bu gündür, bu kesimin Erdoğan’a karşı başlattığı yıpratma kampanyasının arkasındaydı. Açık beyanlarda “Hiçbir sorun olmadığı” söylense bile, bu kesimin sözcüsü konumundaki isimler her fırsatta “desteğin kesilebileceği” sinyallerini vermekten sakınmamışlardı. Erdoğan ise giderek sertleşip hırçınlaşmaktaydı. 

Gerçi MİT Müsteşarı bu olayla tam koruma altına alınmış olsa bile, “izin isteme” formülü aynen durduğu için, aynı savcı bu kez resmen izin başvurusunda bulunmaya kalkışmıştı. Bir cevap verilmedi kendisine ama bir sabah aniden görevinden alınmış ve yerine yenisi atanmıştı. Ancak gariptir, yeni atanan savcı da “izin talebini” tekrarlayacak, ne var ki o savcı da yerinden olacaktı. Şimdi Başbakan’ın “izin talebine bir cevap verip vermeyeceği” beklenirken, yeni atanan savcının benzer bir talepte bulunup bulunmayacağı da şiddetle merak edip durmaktaydı. 

Şimdi sormak lazımdı. Londra’da kaçak yaşayan eski AKP Milletvekili Turhan Çömez ile MİT Müsteşarı arasında fark var mıydı? İkisi de Özel Yetkili Savcılar tarafından “sanık” olarak ifadeye çağrılmış, ikisi de buna uymamıştı. Biri İngiltere Krallığının, diğeri Başbakanlığın koruması altındaydı!?[2] 

Şimdi ilgililere ve yetkililere sormak lazımdı: hukuk, imkân ve iktidar sahiplerinin, kendi keyiflerine göre eğip bükecekleri bir oyuncak mıydı? Yoksa hukuk mantığına ve adalet ahlakına aykırı bunca davranış karşısında yüksek yargıçlar ve sorumlu makamlar “vicdanlarını susturmakla mı uğraşmışlardı? Yoksa cüzdanları vicdanlarına ağır mı basmıştı?” 

 

Kürdistan Peşmerge komutanından Peygamber (SAV) düşmanlığı 

Daha önce Kürtlere yönelik uygulanan sistematik din sömürüsünü gün yüzüne çıkaran Milli Gazete bu sefer Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetiminde yaşanan kafa karıştırıcı bir bilgiye ulaşmıştı. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Germiyan Bölgesinde Peşmerge Komutanlığı yapan Mehmed Sengawi, Kurd-Yek adlı kanalda İslami isimlerden duyduğu rahatsızlığını dile getirmesi bunların niyetini ve kurulacak Kürdistan’ın mahiyetini ortaya çıkarmıştı. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin kurduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin (YNK) de Polit Büro üyesi olan Mehmud Sengawi, Kürt halkına “Muhammed, Ahmet, Kadir gibi Arap isimleri çocuklarınıza koymayın!” şeklinde emirler yağdırması ortalığı karıştırmıştı. Bu skandal açıklamaları yapan Sengawi, “İslamcılar hiçbir zaman Kürtlerin yanında olmadılar. Bundan dolayı İslami isimleri çocuklarınıza koymayın” şeklinde anlamsız bir savunmaya başlamıştı. 

İşte Recep T. Erdoğan’ın desteklediği ve Türkiye’nin himayesine almak istediği Kürdistan’ın Peşmerge komutanları bu denli İslam düşmanları ve İsrail uşaklarıydı! 

Bu arada AKP yandaşı Hayrettin Karaman Hoca’ya göre “Suriye’de sorun silahla çözülmez, yapmayın etmeyin birbirinizi öldürmeyin” diyenler zalimin ekmeğine yağ sürüyorlarmış! 

İktidarın tamamen siyasi hesaplarla aldığı tutumlarını meşrulaştırmak için her gün bir ayet bulup çıkaran Hayrettin Karaman 28 Şubat döneminde binlerce kız çocuğunun hayatı söndürülürken, binlerce insan işinden edilirken, binlerce aile dramı yaşanırken hiç gıkı çıkmamıştı. Bu insanlara haklarını aramaları için ön ayak olmamıştı ve insan sormadan edemiyordu: Acaba bunlarda bastırılacak vicdan kalmış mıydı? 

Acaba, Hayrettin Karaman Hoca: “Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurma Hareketi” “Amerikan’ın İslamlaşmasını Önleme Girişimi” gibi İslam düşmanlığını körükleyen derneklerin arkasındaki Yahudi lobilerince, “şeriatsız İslam’ı savundukları için” Fetullah Gülen cemaatine sahip çıkıldığını ve “Erbakan’dan uzaklaşıp ılımlı İslam ve emperyalizmle uyuşmaya yanaştıkları için” AKP'nin iktidara taşındığını niye hiç gündeme getirip tartışmazdı? 

Sn. Hayrettin Karaman, Suriye’de cihat(!) eden kiralık savaşçıların sex ihtiyacını karşılamak ve moral kazanmak üzere, Suudlu Müftü Şeyh Muhammed El Arifi'nin verdiği “Suriyeli kadınlar ve kızlarla birkaç saatlik geçici nikâh kıyabilirler” fetvasına da katılmakta mıydı? 

Ülkemiz, milletimiz, İslam ve insanlık âlemi bin türlü sıkıntı ve sarsıntılarla boğuşurken, kendilerinin MEHDİ’liğini ima, hatta ilan eden Fetullah Gülen ve Adnan Oktar'ınbirbirine “Mehdi yardımcılığı” unvanını sunmaları…[3] 

Fatih Bey'in “AKP'nin A takımına katılmaktansa, Milli Görüş’ün çaycısı olmayı tercih eder ve şeref duyarım” şeklindeki şuurlu ve onurlu açıklamasını yaptığı sırada; genel başkanı olduğu Saadet Partisini parçalayıp Haspartiyi kuran, ardından makam-menfaat hırsıyla kendisi gibi Milli Görüş döneği AKP'ye katılan Numan Kurtulmuş'un, Erdoğan sonrası genel başkanlık ve başbakanlık hayalleri kurması, ayarı bozulan vicdanların dünya hırsını ve dava istismarını yansıtmaktaydı. 

Suriye’de “Erbakan Taburu” sahtekârlığı ve cihat istismarı! 

Bu arada, güya zalim Esed güçlerine karşı savaşmak üzere Suriye muhalefetine katılan ve kendilerini “ERBAKAN TABURU” diye tanıtan… Ve tabi hangi odaklarca ve ne maksatla kiralanıp kullanıldıkları sırıtan bir ekip“Silahlı güçlerini bir sefer olsun İsrail’e karşı kullanmadığı” için Esed’i suçluyorlarmış… 

İyi de, bunlara sormak lazımdı: Yahu sizler niye, Gazze’ye geçip bizzat İsrail’le savaşmak yerine Suriye’de oyalanmaktasınız? Veya ABD’nin direktifiyle size destek veren şu kahraman AKP hükümeti, niye askeri bir hareketle İsrail’e haddini bildirmek yerine, Irak gibi Suriye’nin de parçalanma planına taşeronluk yapmaktadır? Bu ne çirkin bir istismar ve sahtekârlıktır! 

Oysa yapılması gereken samimi bir tövbe ve pişmanlıktır 

Tövbe, imandan sonra bir insana ihsan edilen en büyük nimet sayılır. Bu, kötülüklerden iyiliklere, hain ve kirli cepheden, milli çizgiye, zalimlere tarafgirlikten hak ve adalete yönelme fırsatıdır. Tövbe kelime olarak “dönüş” manasındadır. Terim anlamı ise, kulun günahlarına pişman olup onlardan uzaklaşması ve hayatını Allah’ın (C.C.) emir ve yasaklarına göre uyarlamasıdır. Hadislerden anlaşılacağı üzere peygamberimiz (S.A.V) günde yetmiş (bir başka rivayette yüz) kere Allah’a (C.C.) istiğfarda bulunmaktadır. Günahtan masum olan Peygamberimiz (S.A.V) bu tavrı, bizleri tövbeye yöneltme amaçlıdır. 

Tövbe, Allah (C.C.) ile kişi arasında yapılan içten bir antlaşmadır. Dolayısıyla tövbe eden birisi hayırlı yönde değişimi içten bir duyguyla onaylamaktadır. Gözlerden damlayan birkaç damla yaş tövbedeki içtenliğin işareti olmaktadır. İnsanlar birbirleri ile olan sözleşmeleri çok kolay bozmaktadır. Ama Allah’a (C.C.) tövbe ile yönelen bir kul buna yürekten bir yolla, yani içten katıldığı için daha bir sadık kalmaktadır. Böyle içten, kesin dönüşe tövbe-i nasuh denir, zaten gerçek tövbe de böyle yapılır. 

Tövbenin temeli yapılan günaha kalp ile derin bir pişmanlık duymaktır. Nitekim peygamberimiz (S.A.V) de tövbeyi bir hadis-i şerifinde “günahlara duyulan pişmanlık” olarak tanımlamıştır. Gaflete düşüp tövbemizi bozsak bile yeniden Allah'ın kapısına sığınmalıdır. Hz. Peygamberimizin günde 100 sefer tövbe ettiğini söylemesi de bu maksatlıdır. Maalesef insan alışkanlıklarının tutsağıdır ve onları kolay kolay bırakamamaktadır. Günahlar da bu özelliğe sahiptir ve insanda bağımlılık yapmaktadır. Ayrıca günahlar nefsin arzularını da okşamaktadır. Bu yüzden bir insanın günahlarına pişman olup Allah (C.C.) yoluna girmesi kolay olmamaktadır. Kendilerini değiştirmek gibi zorlu bir işe kişi pek yanaşmamaktadır. Haram da olsa, rahatını, çıkarını, arzularını ve tutkularını terk etmek, çetin ve sürekli bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır. Bu nedenle tövbe etmek ve kötülüklerini düzeltmek sadece insanın iradesiyle gerçekleşen bir olgu sanılmamalıdır. İnsan günah olmayan bir alışkanlığını bile terk ederken büyük bir sıkıntı yaşamaktadır. Bu nedenle nefsi okşayan günahları terk etmekte çoğu insan zorlanmaktadır. Aslında tövbe etmek de kişinin nefsi azgınlığına son vermesi anlamını taşır. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: 

“Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca Yaratan (gerçek ilah)ınıza tövbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine (Allah) tövbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Bakara: 54) 

Evet, dirilmek istiyorsak, arınmak ve Mevla’ya yaranmak istiyorsak; nefsanî haram arzularımızı, hayvani azgın tutkularımızı ve şeytani zalim duygularımızı dizginleyip, terbiye edip zayıflatalım! 

Amerika ve Avrupa tanrılarımızı, NATO ve BM tabularımızı, makama, menfaate, rahata ve konfora tapınmak putlarımızı kırıp kurtulalım! Sapıklıklarımızdan, saplantılarımızdan ve sahte tavırlarınızdan uzaklaşıp Hakka ve hayra kaçalım. Günahta ısrardan, riyakârlıktan, din istismarından ve tüm gâvurluk sıfatlarından tövbe edip sıyrılalım. Yani, olgun Müslüman olalım, onurlu insan olalım ki, vicdan huzuruna ulaşalım!     

“Sürekli (düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutup) nefsinin (kötülüğe kaymalarını ve hizmetten kaytarmalarını) kınayan (ve uyaran)” (Kıyamet: 2) durumunu bırakıp, şirke ve şehvete kapılıp, sonunda: 

“İşlediği kötülüklere dalmak (ve devamlı haktan ve hayırdan uzaklaşmak) suretiyle günahları kendilerini kuşatıp (vicdanlarını kurutanlar ve hidayetleri kararanlar)” (Bakara: 81)dünyalarını da, ahiret hayatlarını da boşa çıkarmış olacaktır. 

İşte yandaş ve dindar yazarların, ülkenin parçalanması karşısındaki vicdan bastırma yorumları! 

Yeni Şafak’tan Yasin Doğan’ın saptama ve saptırmaları: 

“PKK kendi bağlamında varlığını sürdürüyor. Eski sebepleri ortadan kaldırmak bugün var olan sonucu devre dışı bırakmıyor. Bugün kimlik odaklı demokratik çözüm adımlarının hiçbirisi PKK tarafından kendi varlığını gereksiz kılan bir gelişme olarak görülmüyor. Ortada hem PKK'nın özerklik şeklinde formüle ettiği ve kendi silahlı unsurlarının da hayatiyetini devam ettirmesini sağlayacak bir siyasi hâkimiyet hedefi var, hem de büyük bir sektöre dönüşen ve binlerce kişiye statü sağlayan bir yapı var. Bu yüzden mesele Kürt meselesinde adım atmaktan öte bir bağlamda duruyor. Hükümet, hem Kürt meselesini çözmek için adımlar atıyor, hem de silah bıraktırma konusunda farklı yöntemler deniyor. Terörden herkes yaka silkiyorsa, bu beladan kurtulmak için de herkes yapıcı rol oynamalı.”[4]  

Yani PKK’nın asıl varlığı korunmalı, silahlı güçleri özerk Kürdistan’ın resmi güvenlik gücü yapılmalı; ama toplum da “PKK silahlı mücadeleyi bıraktı, AKP ülkeyi terör belasından kurtardı!” palavrasıyla aldatılıp oyalanmalı… 

Taraf’tan Yıldıray Oğur’un itirafları: 

“AP’nin geçtiği haberle dünyanın büyük haber ağlarında müzakerelerin ayrıntıları dönmeye başladı. En haklı sorulardan birini Guardian’da çıkan analizinde Kosova’dan Afganistan’a pek çok savaşı yerinde izleyen, İtalya’dayken Öcalan’la da görüşen tecrübeli gazetecilerden John Hopper sormuş: “Peki, Kandil ateşkes için Apo’yu dinler mi?” 

Bu cevabı aranması gereken önemli bir soru. Ama önce bu kez masada ateşkes değil, silahı bırakma da değil, tetikten elini çekme, silahlı mücadeleye (şimdilik) son (yani ara) verme olduğunun altını çizmek gerekir. PKK’dan bu kez devletin kendi üzerine düşenleri yaptıktan sonra beklediği silahlı mücadeleden ilkesel olarak vazgeçtiğini açıklayıp, güçlerini sınır dışına çekmesi. Silahlarını teslim etmesi değil, tetikten elini çekmesidir. Bu nüanslar bugüne kadar yaşanan bütün süreçleri bitiren “tasfiye mi ediliyoruz” korkusuna karşı kritik önemdedir. 

Guardian’ın sorusu önemli. Çünkü 2011’de devlet Öcalan’la anlaşmasına rağmen Kandil Devrimci Halk Savaşı kararı almıştı. Soruya cevap vermek için önce 13 yıl kadar geriye, bu sorunun neredeyse bütün koşullarıyla replikası olan günlere dönmek açıklayıcı olabilir. 

13 yıl önce Öcalan yakalandığında annesinin Türk olduğunu, hizmete hazır olduğunu, ateşkes kararının arkasında durduğunu söylemiş, Kürt milliyetçilerinin teslimiyetle suçladığı mesajlar vermişti. PKK Başkanlık Konseyi bu sözler üzerine yazılı bir açıklama yapıp: “Önderliğe ilaç verilmiş, o yüzden böyle konuşuyor” demişti. Ama Öcalan durmadı, avukatları aracılığıyla silahlı mücadeleye son kararı verdiğini açıkladı, PKK’ya sınır dışına çekilme çağrısı yaptı. Peki, Kandil ne yaptı: Silahlı mücadeleye son verdiğini ilan etti, güçlerini sınır dışına çekti, hatta adını da kötü şöhreti yüzünden KADEK diye değiştirdi. Hem de bütün bunları devlet daha Kürt bile diyememişken, ortada hiçbir kazanım yokken, sadece ve sadece hangi koşullarda bu açıklamayı yaptığını bile bilmedikleri Öcalan istediği için yaptı.”[5] 

 

Yani Apo’yu serbest bırakırsak, PKK’ya silah değil, savaşı bıraktırıp onlara resmi bir statü kazandırırsak ve demokratik federatif özerk Kürdistan’a razı olursak barış sağlanacak, terör sonlanacakmış!? 

Yani Irak’taki süreç, aynen Türkiye’de devreye sokulacak… Önce Güneydoğu’ya özerklik, Apo’ya veya yardımcısına genel valilik statüsü sağlanacak… Barzani Peşmergeleri gibi, PKK teröristleri Kürdistan’ın “özel güvenlik birimlerini” oluşturacaktı! Birkaç yıl geçip halkın tepkisi yatışınca ve şartlar olgunlaşınca, bu sefer, aynen Irak’taki gibi “merkezi devlet, Güneydoğu’da otoritesini sürdürmeye ve asker göndermeye kalkışınca, bu federatif Kürdistan’a askeri müdahale sayılıp tam bağımsızlığının ilanına gerekçe yapılacaktı!” 

Ve zaten bu gidişatı gören ve sonucu fark eden bazı dindar ve duyarlı yazar ve yorumcular, vicdanlarının itiraz ve isyanını bastırmak üzere işte bu hıyanetlere nice mazeret ve kerametler uydurmaktaydı!.. 


[1] Bak: Rağıp El İsfehani, Müfredat 

[2] Can Ataklı, Vatan, 31.12.2012 

[3] Bak: 02.01.2013, internethaber.com 

[4] 03.01.2013, Yeni Şafak 

[5] 03.01.2013, Taraf Gazetesi 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi