PALAVRA POLİTİKALARI TIKANMIŞTI
Pansuman Tedbirler de İşe Yaramayacaktı!
Bir taraftan Türkiye ile devriyeye çıkan ABD, diğer taraftan bölgeye askeri mühimmat yığıyordu. Son haberlere göre ise ABD bölgeye asker de gönderiyordu!
ABD Savunma Bakanlığının (Pentagon), Suriyenin kuzeydoğusuna 250 asker daha sevk etmeye başladığı konuşuluyordu. Amerikan New York Times gazetesinin ABDli yetkililere dayandırdığı haberinde, söz konusu askerlerin intikaline yönelik onayın, Türkiye ile yapılan faaliyetlerin ilk aşamalarının başarılı olmasına bağlı olduğuna dikkat çekiliyordu. Gönderilecek askerlerin tam olarak ne görev icra edecekleri belirtilmezken, Pentagon ve Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTOM) bu konuya ilişkin AAnın sorularına henüz yanıt vermiyordu. ABD askerleri, daha önce YPG/PKK ile de Suriyenin kuzeyinde devriye gerçekleştirirken görüntüleniyordu. Ayrıca SDG adını kullanan YPG/PKK ile de Suriyenin kuzeydoğusunda yapılan devriye faaliyetlerine asker görevlendirilmesinin ardından, yeterince askeri destek alamadıkları ve ABDnin bölgeye asker takviyesi yapması talebinde bulunmuştu. ABD Başkanı Donald Trumpın, Kasım ayında Suriyeden aşamalı olarak çekilme kararından sonra, ülkede bin civarında ABD askeri kaldığı biliniyordu. Şimdi kademeli olarak bu sayının arttırılması, ABDnin Kuzey Suriyeyi işgali olarak yorumlanıyordu.
Siyonist Evangelist Senatör Lindseyle Sn. Erdoğan ne görüşüyordu?
Erdoğan, 2019 Eylülünde BM Genel Kurul toplantıları için gittiği New Yorkta yaptığı konuşmada; Birileri istemese de gazeteci Cemal Kaşıkçının ve Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursinin hakkını aramaya devam edeceğiz gibi havalar atıyordu. Ancak, hayret bu kurusıkı çıkışların hemen ardından, Erdoğanın ilk görüşmeyi ABDli Senatör Yahudi Siyonist Lindsey Graham ile yapmasını nasıl değerlendirmek gerekiyordu? Bu adam, ABD Senatosu Yargı Komitesi Başkanlığı yapıyordu. 22 Senatörün bulunduğu bu komitenin görevi; Adalet Bakanlığını (DOJ) denetlemek, insan hakları hukuku, göçmenlik, fikri mülkiyet, anti-tröst yasası, internet gizliliğiyle ilgili önerilen yasa tekliflerini gözden geçirmek diye sıralanıyordu. Yani Fetullah Güleni resmen ve hukuken koruyan Senatörlerin başında bulunuyordu ve Erdoğan bu adama, Fetullah Gülenin verilmesiyle ilgili tek kelime etmiyordu. Bu Lindsey Graham, Güneyli Korint Baptist Kilisesi üyesi oluyordu. Yani, Evangelist geçiniyordu ve Siyonistliğini gizliyordu.
Lindsey Graham: Erdoğan-Trump görüşmesi basına yansıdığı gibi geçmemiş olabilir! diyordu.
ABD Başkanı Trump'a yakınlığı ile tanınan Cumhuriyetçi Senatör Yahudi Lindsey Graham, Erdoğan-Trump görüşmesinin Türkiye'de basına yansıdığı gibi geçmemiş olabileceğini belirtiyordu. S-400 krizi için de yeni çözümler öneriyordu. Lindsey Graham, CBS ile yaptığı söyleşide; “Cumhurbaşkanı Erdoğan; Trumpın görüşme sırasında Türkiyeye, S-400leri aktive ederseniz yaptırımların etrafından bir yol buluruz dediğini savunuyordu. Lindsey; Bu konuşmanın gerçekleştiğinden şüpheliyim” ifadesini kullanıyordu. Graham, Ankara-Washington hattında Rus yapımı S-400 füzeleri nedeniyle yaşanan krizde yeni bir çıkış yolu öneriyordu. Türkiyenin S-400leri aktive etmemesi ve Amerikan yapımı Patriot hava savunma sistemlerini ısrarla istemesi karşılığında, Washingtonun da yaptırımlardan kaçınılabileceğini söylüyordu. Lindsey Grahamın Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasında G-20 zirvesinde yapılan görüşmenin, Türkiye basınında yansıtıldığı gibi geçmemiş olabileceğini belirtmesi de dikkat çekiyordu.
Lindsey Olin Graham, Yahudi asıllı Amerikalı siyasetçi oluyordu. Cumhuriyetçi Partide, 2003'ten beri Güney Carolina Senatörlüğü yapıyordu. 1995-2003 yılları arasında Güney Carolina 3. bölge Temsilcisi olarak görev alıyordu. 2016 Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık Seçimlerinde Başkan adaylığını duyuruyor; ancak sonradan yarıştan çekiliyordu. Doğum tarihi ve yeri: 9 Temmuz 1955 (64 yaşında), Central, Güney Carolina oluyordu. Türkiyeyi IŞİDe ve İsrail karşıtı silahlı örgütlere karşı savaştırmayı düşünen Yahudilerin başını çekiyordu. ABD Savunma Bakanına ve GKBye Suriyede çuvalladıklarını söyleyebiliyor ve İsraille birlikte hareket etmeleri konusunda uyarıyordu.
Maalesef Dış politikamız artık emme basma tulumba gibi çalışıyordu!
Kamuoyuna hep bir şeyler söyleniyor, dünyaya kafa tutuluyormuş gibi yapılıyor, Amerika'ya ikide bir haddi bildiriliyor, Trump'a ayar çekiliyor, Pentagon uyarılıyor, deniyordu. Ama her şey her gün daha da kötüye gidiyordu. Aslında hiçbir şey değişmiyor, AKP iktidarı yine Amerika ne derse onu yapıyordu. Başta Amerika olmak üzere NATO ve Avrupa'nın çıkarları gözetiliyordu. Tabi her zamanki gibi iktidarın iç kamuoyunu tatmin edebilmesi için Amerika bazı konularda yardımcı da oluyordu. Erdoğan esiyor gürlüyor, Gireceğiz diyor, Bunu kabul edemeyiz diye haykırıyor, Hesabını sormasını biliriz diye öfke gösterisinde bulunuyor, ama her seferinde tüm bunlar bir kenara bırakılıyor ve sonuçta Amerika'nın istediğimizi verdiği söyleniyordu.
Münbiç'e gireceğiz! palavraları da kof çıkıyordu!
Sonra ne oldu, Amerika bir anda Güvenli Bölge konusunu ortaya atıyordu. Bir de baktık ki iktidarımız ağzı kulaklarında İşte diyor, Biz ne zamandır söylüyoruz, Amerika sonunda yola geldi. diye seviniyordu. Ama maalesef PYD-YPG'ye yardım sürdüğü gibi Güvenli Bölge ile ilgili bir adım atılmıyordu.[1] tespitleri gerçekleri yansıtıyordu.
Sn. Erdoğanın ABD ziyaretleri sonrası görüştüğü ABD'nin önde gelen siyasetçilerinden Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Başkan Donald Trump'a: Suriye'den erken çekilirsen, Türkiye'yle Kürtler arasındaki savaş kontrolden çıkar. uyarısında bulunuyordu.
ABD Başkanı Donald Trumpın; Çok yakında Suriyeden çekileceğiz, bırakalım başkaları ilgilensin! sözleri Washingtonda tartışmaya yol açıyordu. Amerikan siyasetinin önde gelen isimlerinden olan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Suriyeden çekilmenin verilecek en kötü karar olduğunu savunuyor; ABDnin çekilmesinin Türkiyeyle Kürtler arasındaki gerilimi artıracağı yorumunu yapıyordu. Fox Newsa konuşan Graham, Bu, Başkanın verebileceği en kötü karar olur. Bu filmi daha önce gördüm, Obama Irakta aynısını yaptı, başımıza yeni sorunlar açtı diye uyarıyordu. DAEŞ biraz köşeye sıkıştı. Eğer onları rahatlatmak istiyorsanız, Amerikan askerlerini çekersiniz diye konuşan Graham sözlerine şöyle devam ediyordu: Bu bir faciaya yol açar. Suriyede hâlâ 3 binden fazla DAEŞ militanı var. Eğer askerlerimizi yakın zamanda çekersek DAEŞ geri döner, Türkiyeyle Kürtler arasındaki savaş kontrolden çıkar ve Şamı, hiçbir Amerikan varlığı olmadan İranlılara vermiş olursunuz.
Trump Ohioda destekçilerine hitap ederken: Çok yakında Suriyeden çekileceğiz, bırakalım başkaları ilgilensin! diyordu. ABD Başkanının sözlerinden kısa süre sonra Dışişlerinden: Böyle bir plandan haberimiz yok açıklaması geliyor, Reutersa konuşan üst düzey bir yetkili de Trumpın danışmanlarının; Suriyede en az iki yıl daha yeterli sayıda asker bulundurmaktan yana olduğunu söylüyordu.
İşte Sn. Erdoğan, Suriye konusunda Trumptan daha etkili ve tehlikeli bu Siyonist Evangelist Senatör Lindsey Grahamdan akıl alıyordu!
Palavrayla Dış Politika Başarılır mıydı?
ABDye giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, New Yorktaki BM Genel Kurulunda, Ankaranın gündemindeki Güvenli Bölge planının ayrıntılarını ilk kez paylaşıyordu. Üç milyon Suriyeli mültecinin ülkelerine dönmelerini sağlayacak bu plan için Erdoğan, Batıdan da destek istiyordu. Ankaranın kurmayı planladığı Güvenli Bölge Türkiye sınırı boyunca 480 kmlik hattı kapsıyordu. 32 km derinliğinde olması öngörülen alan; Kamışlı, Kobani, Resulayn, Amude, Münbiç ve Tel Abyad gibi stratejik yerleri içine alıyordu. Suriyenin doğusunu batısına bağlayan M4 karayolu da Güvenli Bölgenin sınırları içinde kalıyordu. Türkiyenin amacı; güney sınırı boyunca uzanan hattı, terör örgütü PKK/YPGden temizlemek ve Suriyeli mültecilerin eve dönüşünü sağlamak oluyordu. Hâlihazırda ABD ile -uzunluğu ve derinliği Türkiyenin istediği şekilde- bir Güvenli Bölge planı üzerinde henüz mutabakata varılmış görünmüyordu. Çünkü ABDnin kafasındaki Güvenli Bölge planı ile Türkiyeninki birbirinden özde büyük bir farklılık gösteriyordu. Bu nedenledir ki Türkiye, kendi planını kendi başına uygulamanın hesaplarını yapıyordu. Erdoğanın BM Genel Kurulunda söz konusu planla ilgili sunum yapması, Batıya da -en azından- mülteciler için lojistik destek çağrısı, uluslararası medyada da Ankaranın kısa sürede harekete geçeceği şeklinde yorumlanıyordu. Endişemiz, Sn. Erdoğanın yine bu konuyu bir şov malzemesi yapması oluyordu.
Evet, Sn. Erdoğan da Eylülün son haftasını işaret ederek, ABDnin oyalama taktiklerine daha fazla tahammül gösterilmeyeceğini açıklıyordu. Ama Cumhurbaşkanının, ABD Başkanı Trumpla zirvede yaptığı görüşmelerin ayrıntıları henüz medyaya yansımıyordu. Güvenli Bölgeyle ilgili neler konuşulduğu da henüz bilinmiyordu. Ama içerik ne yönde olursa olsun Ankaranın -ABDyle ya da ABDsiz- bu planı uygulamaya kararlı olduğu anlaşılıyordu. Ve bu geleceğimiz ve güvenliğimiz açısından tarihi önem taşıyordu.
Türkiyenin ABDye verdiği sürenin sonuna yaklaşılırken -Eylülün son haftası- Pentagon da boş durmuyordu. Irak üzerinden terör örgütü PKK/YPGye silah, mühimmat ve lojistik sevk etmeyi sürdürüyordu. Münbiçte olduğu gibi Pentagon, Ankarayı oyalamaya ve bu arada da terör örgütünü takviye etmeye devam ediyordu. Kuzey Suriyede Türkiyenin 32 kmlik derinlik şartını hiçe sayan ve sadece 10 km kadar bir bölgede, o da kendi inisiyatifinde bir alan oluşturmaya yanaşan ABD, bu coğrafyadaki zengin petrol yataklarını çoktan işletmeye başlamış bulunuyordu ve Ürdün-İsrail üzerinden tanker gemilerle ham petrolü Amerikaya gönderiyordu.
ABD Başkanı Donald Trump, temyiz soruşturmasına neden olan Ukrayna krizinin ardından Demokratları eleştirerek, “Ülkemiz daha önce hiç olmadığı kadar tehlikede. Hepsi çok basit, beni durdurmaya çalışıyorlar, çünkü sizin için savaşıyorum ve bunun olmasına asla izin vermeyeceğim” ifadelerini kullanıyor ve Sn. Erdoğanla aynı dili konuştuğu dikkat çekiyordu. Her ikisi de ülkelerinin bekası için çırpınıyordu!?
Trump, Twitter hesabından paylaştığı videoda, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından, azil soruşturması başlatan Demokratların kontrolündeki Temsilciler Meclisine sert eleştiriler yöneltiyordu. Trump, ''(Ey ABDliler!) Demokratlar; silahlarınızı, sağlık hizmetlerinizi, oylarınızı, özgürlüğünüzü, yargıçlarınızı ve her şeyi almak istiyorlar. Bunun olmasına asla izin veremeyiz, çünkü ülkemiz daha önce hiç olmadığı kadar tehlikede. Hepsi çok basit, beni durdurmaya çalışıyorlar, çünkü sizin için savaşıyorum ve bunun olmasına asla izin vermeyeceğim.'' mesajını paylaşıyordu.
Wall Street Journal gazetesi, Trump'ın Zelenskiy ile Temmuzda yaptığı telefon görüşmesinde, Demokrat Başkan aday adayı Joe Biden'ın oğlunun, Ukrayna'daki faaliyetleri hakkında soruşturma yürütülmesini istediğini yazıyordu. Trump, söz konusu iddialar üzerine Zelenskiy ile yaptığı görüşmenin tamamen usullere uygun olduğunu savunuyor, Beyaz Saray ise görüşmenin dökümünü yayımlıyordu. ABD basını, Trump'ın Ukrayna liderine ancak Biden ve ailesini soruşturması durumunda yardım edeceğini söylediğini yazıyor, Demokratlar bu iddianın ortaya çıkması üzerine azil soruşturması başlatıyordu. Trump ile Erdoğanın, kendilerini savunmak için Ülkelerinin bekası için çırpındıklarını, kendilerine karşı planların ülkeyi tehlikeye attıklarını vurgulamaları dikkatten kaçmıyordu.
Türkiye; Akdeniz ve Suriyeden Kuşatılmıştı!
Denizaltında yapılan araştırmalar hem gözle görülmüyor hem de çok masraflı oluyordu. Yabancı bir sondaj gemisinin günlük maliyeti bir milyon dolardan başlıyordu. Gemi bizim olursa, günlük maliyet 300 bin dolara kadar düşüyordu. Zira sondajın mekanik ve kimyasal malzemeleri çok pahalıya geliyordu. Fiyatın yüksek olmasında bir etken de satıcıların tekel oluşuydu. Ana merkez ABD ve ona bağlı olarak yürüyen İngiliz ve Fransız firmaları bu malzemeleri ellerinde tutuyordu. Türkiye başlangıçta yabancı gemilerle Akdenizde varlığını sürdürmeye çalışıyordu. Şükür daha sonra Fatih sondaj gemisine sahip olduk, onu Yavuz izliyordu. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) bu gemilerimizle Akdeniz açıklarında çalışmalarını sürdürürken, malzeme tedariki konusunda sorun yoktu. Ancak Türkiye Kıbrıs açıklarına yaklaşınca durum değişiyordu.
Değişen bu durum vahâmet arz ediyordu; ABD, İngiltere ve Fransa Türkiyeye ambargo uygulamaya başlıyordu. Yaklaşık iki aydan beri sondaj için gerekli olan kimyasallar ve türevleri ile mühendislik hizmetleri Türkiyeye verilmiyordu. Üstelik paramızla alacağımız halde bize Yok! deniyordu. Çünkü bu ürünleri satan ve tekel oluşturan şirketler, Siyonist sermayenin tekelinde bulunuyordu. Ve tabi ABD yönetiminin kararına uyarak, Türkiyeye satışlar durduruluyordu. ABDden gelen karara İngiliz, Fransız ve İtalyan şirketleri hemen uyuyordu. Karar metni Türk yetkililere de gösterilince, Türkiye alternatif aramaya koyuldu. Çin bu ürünlerin benzerlerini üretiyordu. Ancak Akdeniz gibi daha hassas çalışılması gereken yerlerde istenen sonuç alınamıyordu.
Bunun üzerine yeniden ABD, İngiltere kaynaklı ürünlerin sağlanması için harekete geçiliyor, ama henüz bir sonuç alınamıyordu. Uluslararası piyasalardan geçici çözümler bulunmaya çalışılıyor, ama bu durum önümüzü görerek çalışma yapılmasını engelliyordu. Kıbrıs yakınlarındaki Finike-1 ve Karpaz- 1 kuyularında servis, ekipman ve kimyasal aldığımız Schlumberger, Baker Hughes, Weatherford (ABD), Geo-log (İtalyan) antlaşmaları iptal ederek bu kuyular ve ada civarındaki kazılar için servis, mühendis, ekipman, malzeme sağlamayacaklarını bildiriyordu.[2] Evet, 18 yıldır iktidarda olmalarına rağmen, Milli Sanayi ve Teknoloji konusunda ciddi, gerçekçi ve yeterli adımları atmayan Erdoğan iktidarlarının göstermelik ve günübirlik girişimleri de böylece tıkanıyordu.
ABDnin Suriyedeki tavrı da mide bulandırıyordu ve Türkiyenin ulusal faydalarını gözetmeyen Washington, yaptığı düşmanca planlardan vazgeçmiyordu. Suriyenin kuzeyinde, iç savaş sonrası başlayan karanlık süreç devam ediyordu. Şanlıurfa merkezli güvenlikli bölge sondaj çalışmaları şüpheli seyrediyordu. ABD için çıkarlarını bölgede koruyacak silahlı güç gerekiyordu, bu da PKK-PYD oluyordu. ABDnin bölgede İsrailden başka stratejik ortaklık yaptığı ülke de yoktu. Benzer durumun Doğu Akdenizde de uygulandığı görülüyordu. 1982de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi yayımlanıyordu. O tarihten itibaren deniz kıyısı olan ülkeler, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan edebiliyordu. ABD, çevre denizlerdeki paylaşımını hemen yapıyordu. Türkiye de Karadenizdeki bölüşümü sorunsuz yapıyordu. Ama Erdoğan iktidarı Akdenizde MEBi hâlâ ilan etmiyordu. Akdenizde petrol ve doğalgaz kaynakları tartışması 2003te başlıyordu. ABD, 2010da Doğu Akdenizde 2 milyar varile yakın petrol, 4 trilyon metreküpe yakın doğalgaz rezervi olduğunu resmen açıklıyordu. O tarihten bu yana Türkiye, en hafif anlatımla resmen uyuyordu. Sondaj gemisini alanlar, uluslararası konsorsiyumunu kuranlar, Akdenizde hâkimiyet kuruyordu.
ABDnin Exxon, Noble, İngilterenin BG, Fransanın Total, İtalyanın Eni, Güney Korenin Kogas, İsrailin Delek Drilling Group şirketleri; Mısır, İsrail, Ürdün, Filistin, Lübnan, Yunanistan ve Güney Kıbrısla anlaşıyordu. Hepsi bir oluyor, Doğu Akdeniz Gaz Forumunu kuruyordu. Akdenizde en uzun sınırı olan Türkiye ise resmen dışlanıyordu. Rusya ise, Suriyenin MEBde yakın gelecekte var olacağını açıklıyordu. Türkiye ise yine yoktu. Karadan sonra denizde de yalnız olan, çok çok geç kalmış olan Türkiye, tek başına varım demeye çalışıyordu. Buna bile izin verilmiyordu. Hiç değilse bu aşamadan sonra sağlam bir Mavi Vatan stratejisi çizmemiz gerekiyordu yorumlarına her nedense kulak tıkanıyordu.
Orduya ilişkin rahatsız edici duyumlar alınmaktaydı.
Bu arada Türk Silahlı Kuvvetlerinin durumuna ilişkin rahatsız edici girişimler ve ordudaki emir-komuta zincirini bozacak gelişmeler olduğunu söyleyenler artmaktaydı. 15 Temmuz darbe girişimine yol açan FETÖ olayından ders alınmadığını, hataların bilerek tekrarlandığını öne süren muhalefet Başkanları, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın AKP hükümetine, Orduyu günlük siyasetin dışında tutma çağrısı yapmışlardı. Kılıçdaroğlu, YetkinReporta şu açıklamaları yapmıştı: Ordunun durumuna ilişkin rahatsız edici duyumlar alınıyor; hükümetin parti devleti kurma gayretinde, sıranın ordunun partileştirilmesine mi geldiği endişesi yaşanıyor. Burada ordunun siyasi otoritenin emrinde olması gereğinden söz etmiyorum, çünkü demokrasilerde zaten öyle olması gerekiyor. Ben, ordunun içine günlük sıcak siyasetin sokulmasından ve artık atama ve terfilerde de liyakat yerine, parti tercihleri kullanılmasından söz ediyorum. Bu söylemlerden ciddi rahatsızlık duyuyorum.
Ben 15 Temmuzdan sonra Yenikapı mitinginde şunu söylemiştim: Camiye, kışlaya, adliyeye siyaseti sokmayalım. Camiye sokarsak, toplumu parçalarız. Adliyeye sokarsak, adaleti bulamayız. Kışlaya sokarsak, darbeye davetiye çıkarırız. Camiye siyaset soktular, seçim sürecinde yaşadık. Adliyeye siyaset soktular. Partili avukatları yargıç ya da savcı olarak atadılar. O kadar ki yargıya doğrudan talimat verilir noktaya vardı. Son Yüksek Askeri Şûra kararlarından, emeklilik, atama ve terfilerden ve istifalardan görüyoruz ki, şimdi orduya da siyaseti sokmaya başladılar.
Komutan terfilerinde AKPli akraba iddiaları
Komutan terfilerinde liyakatten çok siyasal sadakate, yani AKPden bulunan tanıdıklara, akrabalık bağlarına göre atamalar yapıldığını görüyoruz. Bir süre sonra orduda terfi etmek isteyen her askerin, siyasetçi peşinde koşmasından endişe ediyoruz. Bu durum, ordudaki emir-komuta zincirini bozacaktır. Terfisini falanca siyasinin etkisiyle alan bir subay, ya da astsubay artık komutanını dinlemez konuma taşınır. FETÖ olayında bunlar yaşandı Yaşandı ama ders alınmıyor. Hatalar bilinerek tekrarlanıyor.
15 Temmuza direnenler, Balyoz mağdurları
Dahası, 15 Temmuzdan sonra FETÖcülerin tasfiye edildiği söylendi, ama şimdi 15 Temmuza direnen; Fetullahçıların Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpaslarıyla mağdur edilmiş subaylar, çeşitli bahanelerle tasfiye ediliyor. Yerine parti referansı olanlar, tanıdığı, akrabası olanlar getiriliyor. Zamanında FETÖcü yapının yaptığını, şimdi AKP yapıyor Bizim ordumuz Orta Doğunun, bölgesinin en güçlü ordusu. Ama maalesef orduya sıcak siyaset girerse, düşmanlarımızın yapmadığını bizler yapacağız İktidara şunu söylemek istiyorum: Orduyu günlük siyasetten uzak tutun, günlük siyaseti ve parti etkisini ordudan uzak tutun. Ordumuz bölgenin en güçlü ordusu olarak partinin değil, Anayasal demokrasinin emrinde kalmaya devam etsin. Anayasal demokrasinin kalbi de şüphesiz Türkiye Büyük Millet Meclisidir.
Kılıçdaroğlunun uyarısını nasıl okumak lazımdı?
CHP liderinin, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın AKP hükümetine; Orduyu günlük siyasetten uzak tutma çağrısı ilginç bir zamanda yapılıyordu. Bir yandan Yüksek Askeri Şûrada kamuoyunda tartışılan atama ve terfilerin yapıldığı ve bazı istifaların yaşandığı, diğer yandan Türk Silahlı Kuvvetlerinin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar koordinasyonunda, tarihinin önemli yapısal dönüşümlerinden birine hazırlandığı haberlerinin alındığı bir zamanda yapılması kafaları karıştırıyordu. Orduda bile partizanlık yapıldığı iddialarının yanında, yargı içinde de garip olaylar yaşanıyordu. Genç bir kadın hâkim; yandaki mahkemeye sanık olarak gelmiş bir aktörle fotoğraf çektiriyor, yine hâkimliği taşıyamadığını gösteren çekimler yaparak sosyal medyada paylaşıyordu! Daha da vahimi; Atabeyler davası kapsamında halen yargılanan Yüzbaşı Murat Eren'in, bir an önce hakkında karar verilmesini talep etmesi üzerine hâkim, hüküm vermiş gibi; “Seni zaten geri almazlar” diyerek, “ihsası rey”de bulunmuş oluyordu! Üstelik “gizlilik kararı” veriyor; Eren'i gözaltına aldıran FETÖ'cü hâkimlerin meslekten atıldığını gösteren belgeyi alıyor, incelemeden dosyaya koyuyor ve duruşmayı erteliyordu… Bu tutum, hâkimin reddini gerektiriyordu. Nitekim Eren'in avukatı da öyle yapıyordu.
Türkiye'de parlamento, fiilen etkisiz bırakılıyor; İngiltere'de ise parlamentoyu beş hafta askıya alma kararı veren Başbakan'a yüksek mahkeme “dur” diyor ve kararın hukuk dışı olduğuna hükmediyordu. Böylece, maalesef yasama, yürütme ve yargı alarm veriyordu. Medya zaten Erdoğan iktidarının yarı resmi sözcülüğünü yapıyordu. AKP iktidarı, bütün devlet kurumlarını önce FETÖ'ye teslim ediyor, sonra FETÖ'yü tasfiye etmeye çalışırken de başka cemaatlere veriyordu. FETÖ'den boşalan hâkim-savcı kadrolarına, cemaat mensupları veya AKP'de il veya ilçe başkanlığı yapmakta olan avukatlar atanıyordu. Oysa bir kişinin hâkim veya savcı olarak atanabilmesi için, varsa siyasetle ilgisini en az iki yıl öncesinden kesmiş olması gerekiyordu. Şimdi, böyle hassas yasa maddeleri rafa kaldırılıyor ve ciddiye alınmıyordu.
Osmanlı devletinin çöküş sebeplerinden biri de devlet kurumlarının bu şekilde tarumar edilmesi, ehliyet ve liyakata önem verilmemesi sayılıyordu. Öyle ki Kâtip Çelebi, 17'nci yüzyıldaki Osmanlı medreselerini şöyle anlatıyordu:
“Öğrenme ve öğretme hususunda ilim kurumlarında büyük karışıklıklar baş gösterip; talebe, ders kitaplarından ancak bir-iki faslı yalan yanlış okumakla yetinip, bütün gayretlerini bir an evvel mevkii kapmaya sarf ederek ilim ve irfanın seviyesi düşmüştür” diyordu.
Yine dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni'nin hedeflediği, İkinci Selim'in başlatılması için emir verdiği, Don Nehri ile Volga Nehrini birleştirerek Karadeniz ile Hazar Denizini birbirine bağlayacak 950 kilometrelik kanal projesinin başına, bu işlerden hiç anlamayan askerlikle de bir ilişkisi olmayan maliyeci Kasım Bey'i getiriyordu. Kâtip Çelebi, bu durumu belirttikten sonra “Kıssadan hisse budur ki, küçük adamla büyük işe mübaşeret (girişmek) caiz değildir. Maslahatın münasib serkârı (ustabaşı ve mimarı) gerek. Zikrolunan hususa bir Padişah varıp zamanıyla mübaşeret etse (işi bizzat yürütse), ancak uhdesinden gelebilir ve bu çeşit işler sahib-himmet Padişah işidir, vüzera ve serdarlar kârı değildir.” diye yazmıştı. “Mübaşeret”, bir işi araya başkasını sokmadan bizzat yapmak anlamındadır.
Ve tabi bu tarihi kanal girişimi başarılamadı ve Türkiye ile Türkistan'ın bağlantısı da kurulamadı. Böylece, Türkiye, kendisini büyük yapan bir kaynağından mahrum kaldı. Don-Volga Kanalı, Ruslar tarafından 383 yıl sonra, 1952'de açıldı ama artık Demirperde vardı. Demirperde kalktıktan sonra da Türkiye, bağımsız Türk Cumhuriyetleri'nin ortaya çıkmasına ise hazırlıksız yakalandı![3] Şimdi ise maalesef sadece partizanlık yapılmamakta; devletin laçkalaştırıldığı, kurumların ve kavramların birbirine karıştığı ve geleceğimizin karartıldığı bir süreç yaşanmaktaydı.
Yargının yaralanması ve yandaşların yamuklaşması!
Sağlık Bakanlığı, çevre kirliliğinin bazı hastalıklarla ilintisini tespit etmek amacıyla bir proje başlatmış ve bununla bir üniversitenin ilgili bölümünü görevlendirmiş. Üniversite adına araştırmayı yürüten grup, Kocaeli, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Antalyada yaptığı kapsamlı çalışmalar sonucunda analiz edilen örneklerin yüzde 17.3ünün mevzuatın verdiği oranların üzerinde pestisit katıntısı içerdiğini tespit etmişti. Bu durum; kanser yanında kısırlık ve üreme bozuklukları dahil, pek çok başka rahatsızlıkların altında da bu konunun etkisi bulunması demekti Sağlık Bakanlığı, yapılalı hayli zaman olmasına rağmen bu araştırmanın üzerini örtmüş, herhangi bir tedbir ve girişime gerek görmemişti! O araştırma grubu içerisinde yer alanlardan biri siz olsanız, bulgularınızın yetişkinlerle birlikte çocukların sağlığını da tehdit eden sonuçlara yol açtığı bilgisini kendinize mi saklarsınız, yoksa bunun daha geniş kitleler tarafından bilinmesini sağlayacak biçimde mi davranırsınız? İşte grup üyesi ve üniversite görevlisi Bülent Şık, aylar geçtiği halde Bakanlığın sessiz kaldığını görünce; bir gazeteye, çalışmalarından ve vardıkları bulgulardan söz etmişti 28.09.2019 tarihinde bir mahkeme göreviyle ilgili belgeleri açıkladığı için Bülent Şıka 15 ay hapis cezası vermişti. Şaka değil, bu bir gerçekti. Oysa millet adına karar veren mahkeme, önüne gelen davayı reddettiği gibi, halkın sağlığını tehdit eden bulguların kamuoyundan gizlenmesi konusunu suç duyurusu yapabilirdi, yapması gerekirdi.
Türkiyede gizli bilgileri açıklama ciddi bir suç olarak nitelendirilmekte; bununla ilgili yasalar en sıkı biçimde tatbik edilmekteydi. Oysa, bu olayda olduğu gibi, gizli bilgi kanuni gerekçesi arkasına sığınılan konuların çoğu, herkesi çok yakından ilgilendiren bilinmesinde kamu yararı bulunan bir bilgi özelliğindeydi. O halde; kamunun görevi hastalığa yol açan şartları saklamak değil, tam aksine açıklamak, halkı aydınlatmak ve gerekli tedbirleri almak değil miydi?[4]
Sn. Erdoğanın anayasaya göre ettiği Cumhurbaşkanı yemini hükmüne göre “tarafsız”, ancak anayasanın başka maddesine göre “parti üyesi-taraflı” Cumhurbaşkanıydı.
Son 7 yılda “Cumhurbaşkanı'na hakaret” suçlamasıyla Recep T. Erdoğan (ve avukatları) tarafından 12 bin 305 dava açılmıştı. Bu konuyla alâkalı sadece 2017 yılında 20 bin 539 savcılık soruşturması başlatılmıştı. Meslek hayatını ceza mahkemelerinde tamamlayan, Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı da yapan, 43 yıllık hukukçu olan İYİ Parti Antalya Milletvekilli Feridun Bahşi bu tabloya haklı olarak karşı çıkmıştı.
Milletvekili Feridun Bahşi'nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verdiği yazılı soru önergesi vardı:
“Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Sayın Recep T. Erdoğan yaptığı konuşmaların bir kısmında Cumhurbaşkanlığı sıfatını, bir kısmında ise AKP Genel Başkanlığı sıfatını kullanmaktadır. Birçok vatandaşımız sosyal medya paylaşımlarında AKP Genel Başkanını mı, yoksa Cumhurbaşkanı'nı mı eleştirdiğini bilmediğinden, bu paylaşımları gerekçe gösterilerek Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla gözaltına alınmakta ve haklarında mahkûmiyet kararı verilmektedir.
Buna göre;
1- Sayın Recep T. Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı görevine başladığı 2014 yılından bu yana, Cumhurbaşkanı sıfatıyla hakaret fiilinden kaç kamu davası açılmıştır?
2- Söz konusu davaların kaç tanesinde mahkûmiyet, kaçında beraat kararı alınmıştır?
3- Sayın Recep T. Erdoğan'a hakaret fiilinden AKP Genel Başkanı sıfatıyla kaç soruşturma açılmıştır? Ve soruşturmaların kaçı sonuçlandırılarak mahkûmiyet ve beraat kararı çıkmıştır?”[5]
Sn. Orhan Uğurlu Antalya Milletvekili Feridun Bahşi'yi arayarak sormuştu:
-Vatandaşlar, AKP Genel Başkanına mı yoksa Cumhurbaşkanına kızarak mı hakaret ediyor?
Bahşi: Mevcut Anayasa, maalesef böyle bir sonucun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çünkü partili Cumhurbaşkanı iktidarın da başı konumundadır… (Oysa önceden) Başbakan icraatın başındaydı, Cumhurbaşkanı tarafsızdı ve bu nedenle devletin zirvesindeki tarafsız Cumhurbaşkanı yasa ile koruma altına alınmıştı.
16 Nisan anayasası ile Cumhurbaşkanı iktidarın da, icraatın da başı olmuştu. Vatandaş işsiz, geçim sıkıntısı çekiyor, eğitim, sağlık gibi birçok sorun yaşıyor ve haklı olarak icraatın başında olan kişiye kızıyor ve eleştiriyordu. (Bu nedenle) AKP Genel Başkanı Erdoğan'ı eleştirmek için sosyal medyada mesaj yayınlayan vatandaşlara Cumhurbaşkanına hakaret davaları açılması haksızlıktır, yanlıştır.
ABD; Suriyede YPG/PKKdan 700 teröristi özel eğitime almıştı!
Türkiye, ısrarla ABD için müttefik ifadesini kullansa da ABD, asıl müttefiki YPG/PKK lehine çalışmaktaydı. ABD, Suriyede büyük kısmı Arap, 700 kişiyi daha eğiterek terör örgütü YPG/PKKnın saflarına katmıştı. Türkiye sınırından uzak bölgelerde kurulan kamplarda, ABDli danışmanlar askeri, YPG/PKKlılar ise ideolojik bilgiler aktarmışlardı.
ABD, DAEŞ ile mücadele bahanesiyle destek çıktığı YPG/PKKya lojistik ve eğitim yardımlarını artırmıştı. Suriyenin kuzeydoğusunu işgal eden YPG/PKK, ABDnin desteğiyle son birkaç ayda 700 teröristi özel olarak hazırlamıştı. Daha önce Türkiye sınırındaki Ayn İsa ve Tel Abyadda verilen eğitimler, ABD ve Türkiye arasında başlayan Güvenli Bölge görüşmelerinden sonra güney ve doğu kesimlerdeki kamplara taşınmıştı. Haseke iline bağlı Şeddadi beldesi, Rakka il merkezinin kuzeyi ve Tabkada ABDli askeri danışmanların eğittiği yaklaşık 700 terörist, YPG/PKK saflarına katılmıştı. Büyük kısmı Arap kökenli bu kişilere ideolojik eğitimi ise YPG/PKK aktarmıştı. ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığından (CENTCOM) alınan bilgiye göre, söz konusu eğitimde iç güvenlik, el yapımı patlayıcı tespit ve imha eğitimi, kontra-terör konularında danışmanlık sağlanmıştı.
Türkiye; ABDyi stratejik ortak sayarken, ABD; PKKnın Suriye kolu YPG/PYDyi, yetenekli ve güvenilir ortak olarak tanıtmaktaydı!
Türkiye ABD ile Suriyenin kuzeyinde tartışmaların göbeğinde Güvenli Bölge kurmak için birbirini oyalarken, bölgede görev yapan üst düzey Amerikalı askerler, YPG/PYDyi yere göğe sığdıramıyorlardı. Ortadoğuda kendileri için vazgeçilmez ortak olarak gördükleri YPG/PYDyi parlatmaya devam ediyorlardı. Irak ve Suriyede IŞİDe karşı ABD öncülüğünde kurulan Ortak Görev Kuvveti, Özel Kuvvetler Komutanlığının, Special Ops Joint Task Force-OIR (Operation Inherent Resolve) resmi twitter hesabından paylaşılan fotoğrafta, alenen YPG/PYDnin vazgeçilmezliği vurgulanmıştı. Daha da ilginci, Türkiye de bu koalisyonun içinde bulunmaktaydı.
ABD ile 100 Milyarlık Ticaret Palavrası!
Anlaşılan Türkiyeyi yönetenler, ABDnin yaptıklarından bizim kadar rahatsız olmuyorlardı ki ülkemize yönelik faaliyetlerde bulunan terör örgütlerine sürekli silah gönderen ABD ile Suriye sorununa çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Bir yandan her gün her seviyeden yönetici; ABDnin bu ikiyüzlü tavrından şikâyet ediyor, ardından da ticaretimizi 100 milyar dolara çıkarmak için serbest ticaret anlaşması görüşmelerinin başlayacağını açıklıyor ve bununla övünüyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu durumu, Dostum Trump ile konuyu gündeme aldık sözleri ile aktarmıştı. Bir yandan, YPG mevzilerine ABDden zırhlı kulübe gönderildiği açıklanırken, aynı zamanda özellikle de Suriyede oluşturulması düşünülen Güvenli Bölge konusunda, ABDnin böyle bir bölgeyi Türkiye istediği için değil, terör örgütünü korumak için oluşturmaya çalıştığı ortadaydı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, ABDnin Güvenli Bölge konusunda Türkiyeyi oyalamaya kalkıştığını, şimdiye kadar attığı adımların da kozmetik olduğunu ifade ederken, yani ABDnin müttefikliğinden söz etmenin mümkün olmadığı yetkili ağızlarca ifade edilirken, aynı anda ABD ile ticaret hacmimizi 100 milyar dolara çıkarmak için iki ülke arasında serbest ticaret görüşmelerinin başladığının açıklanması, hatta bu hususta dost Trump ile görüşüldüğünün vurgulanması nasıl bir psikolojiyi yansıtmaktaydı? Türkiyenin Suriye konusundaki talebi kabul görmezken, ekonomik ilişkileri artırma kararları alan Trumpın, bundan sonra aynı oyalama yoluna müracaat etmeyeceğinin garantisi var mıydı?
Emekli Kurmay Albay Ümit Yalım; Egedeki Yunan işgallerine sessiz kalan AKP hükümetini uyardı: Vatan topraklarımızda Bizans bayrağı dalgalanmaktaydı!
Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri ve emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, Saadet Partisi Bahçelievler Gençlik Kollarının organize ettiği konferansta, Kıbrıs ve Ege Denizindeki milli sorunlarımıza değinerek; Egede egemenlik hakları tamamen bize ait olan adalarımızı ağır silahlarıyla işgal eden Yunanistan, Türkiyeye resmen meydan okuyor. Vatan topraklarımıza Bizans bayrağı diken işgalcilere AKP hükümeti neden sessiz? diye sormuşlardı.
Yunanistan adalarımızı işgal ederken, AKP hükümeti sessiz ve tepkisiz kalmaktaydı!
Emekli Kurmay Albay Yalım, konuşmasında; Yunanistanın Ege adalarındaki işgal hareketlerine yoğunlaşmıştı. Ege Denizinde Türkiyenin egemenliğindeki 18 ada ve 1 kayalığın, Yunanistan tarafından göz göre göre işgal edildiğini hatırlatan Yalım şunları söyledi: 2004 yılından beri Yunanistan adalarımızı işgal altında tutuyor. Adalarımızda Yunan bayrağı, hatta Bizans bayrağı dalgalanıyor ve Yunan askerleri cirit atıyor. Yunanistan, Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği altındaki adaları toplarıyla, ağır silahlarıyla tek kurşun atmadan işgal ediyor. Mecliste verilen soru önergeleri AKP hükümeti tarafından 15 yıldır cevapsız bırakıldı. Aydının Eşek Adasına Yunan Cumhurbaşkanı geldi. Buraya bizim tarihe gömdüğümüz Bizansın bayrağı dikildi. Aydın ilimize bağlı Eşek Adasında Yunanlılar sözde Belediye Başkanı seçiyor. Tabelada Eşek Adasının Yunanistana bağlandığı görülüyor. AKP hükümeti bu işgallere sessiz kalmaya ne kadar daha devam edecekti?
Kendi vatan toprağıma pasaportla girdim! çıkışı
Yalım, Emekli olduktan sonra 2011 yılında yanıma gazetecileri aldım, Eşek Adasına gittim. Yunan askerleri tarafından pasaport sorgusuna uğradım ve kendi toprağıma pasaportla girdim. Rezalete bakın. Fotoğraflarla belgeledik, peki topraklarımızdaki bu işgale karşı savcılar nerede? Hiç kimse umursamadı. Birçok ulusal gazetede haber oldum, hiçbir siyasiden ses çıkmadı. 2017de Yunan Cumhurbaşkanı bizim adaya çıktı. Yunan Savunma Bakanı adaya çıkarak bize meydan okudu.
Devleti HDPnin kapısına oturtmuşlardı!
AKP iktidarının bir elemanı ve devletin bir Bakanı olan Zehra Zümrüt Selçukun, Diyarbakırda HDPnin önünde bekleyen annelerin arasında boynu bükük şekilde oturduğunu görmek, tam bir acziyet ve teslimiyet fotoğrafıydı. Devletin bir Bakanı ve Erdoğan iktidarının bir kurmayı, annelerin direnişine tabi ki destek çıkardı, annelerin taleplerinin haklılığını tabi ki haykırırdı. Hatta Diyarbakıra gidip anneleri ziyarete katılırdı ve hatta annelere çiçek de dağıtırdı. Ama bir tek şeyi yapamazdı; HDPnin önünde oturamaz, boynu bükük bir acziyet içinde HDPden medet umamazdı!..
Çünkü; anneler talep etme makamındadır, ama Bakan Hanım öyle bir makamda değildir. Anneler mağduriyetlerini arz etme makamındadır, ama Bakan Hanım öyle bir makamda değildir. Anneler isyan etme makamındadır, ama Bakan Hanım öyle bir makamda değildir. Orada herkes oturur ama devlet oturmazdı. Bakan oturamazdı. İki dakikalığına bile oturmazdı. Sembolik olarak bile oturmazdı. Çünkü bu tavır, devleti HDPden medet umar konuma sokardı. Bu talihsiz tavır, HDPye meşruiyet kazandırırdı. Bakan Hanım, keşke annelerin arasına oturmadan önce; Ben koca devletin koca Bakanıyım… Çocukları zorla ya da gönüllü olarak dağa götürdüğü iddia edilen bir siyasi partinin il binasının önünde boynu bükük oturmam hiç yakışık almaz… Ayaküstü desteğimi bildirip gitmem en doğrusu diye düşünebilseydi daha tutarlı olacaktı.[6] tespit ve tenkitleri havada kalmıştı!..
Erdoğan, Seçimden Korkmakta Haklıydı!
3 Kasımda iktidardaki 17 yılını dolduran Sn. Erdoğan, bu on yedi yıl boyunca her dara düştüğünde sandığa başvurmuş, kim ağzını seçim diye açacak olsa, hodri meydan diyerek meydan okumuşlardı. Ama artık bu güce sahip görünmüyorlardı. Bunun bir nedeni; Ekrem İmamoğlunun 31 Martta İstanbulu almasını kabul edemeyen Erdoğanın, 23 Haziranda ortağı MHP lideri Devlet Bahçelinin tam desteğine rağmen aldığı yenilgide yatmaktaydı. On yedi yıldır ilk defa Erdoğan kendi kitlesi gözünde de yenilmez, ya da dokunulamaz olma özelliğini kaybetmiş durumdaydı. Üstelik bu yenilgi sadece İstanbulda değil, Türkiyenin büyük şehirlerinde Ankara, İzmir, Adana, Antalyada da yenilgiyi tatmıştı. Dolayısıyla asıl oy deposu olan büyük şehirlerde rüzgâr şu anda Erdoğanın aleyhine esmeye başlamıştı. Bütün bunlar, Erdoğanın siyasi hayatında ilk defa seçime gitmekten korkmasına yol açmışlardı.
Erdoğanın yenilmez görüntüsünün hasar almasının ikinci nedeni de; AKP içindeki huzursuzluğun, hem de yüksek sesle açığa vurulmaya başlamasıydı. Burada bir üslup farkı ortaya çıkmıştı. Ali Babacan baştan istifasını verip sessiz ve derinden kendi hedefine yoğunlaşırken, Ahmet Davutoğlu AKPdeki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yönetimine, Batı demokrasilerinde de görülebilecek şekilde bayrak açmıştı. Artık partiden ihraç süreci başlatılmış, ama istifalar da yoğunlaşmıştı. Yolları Erdoğan ile ayrılanlar arasında Milletvekillerinin yanı sıra, önceki İstanbul İl Başkanı Selim Temürci gibi kitle bağı güçlü isimler de bulunmaktaydı. Karar gazetesinde İbrahim Kiras, devlet ve parti yönetiminde aile etkisinden söz etmeye dahi korkulduğunu yazmıştı. Öte yandan Davutoğlu dahil bazı isimler, giderse gitsin denemeyecek kitle bağlarına sahip insanlardı. Erdoğanın ise kendisini MHP lideri Bahçeliye prangalarla bağımlı kalmasına neden olan yüzde 50 artı bir oyu alıp, yeniden seçilmek için yüzde 2-3 oy kaybına dahi tahammülü kalmamıştı. Bu da Erdoğanın neden şu anda seçime gitmek istemeyeceğinin ikinci ana nedenini oluşturmaktaydı.
Üçüncüsü; Erdoğanın Bahçeli ile Cumhur İttifakına, bir nevi gizli koalisyona mecbur kalmasının da etkisiyle, Kürt seçmen ile mesafesinin açılmaya başlamasıydı. Özellikle HDPli Diyarbakır, Van ve Mardin Belediye Başkanlarının görevden alınması, yerlerine kayyım atanması, Erdoğanın işini daha da zorlaştırmıştı. Ve tabi ekonomi son üç çeyrektir, 9 aydır sürekli küçülmeye başlamıştı. Hazine ve Maliye Bakanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğanın damadı Berat Albayrakın başarılı gidişten söz etmesinin ise, hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısını ceplerinde hisseden geniş kesim için ne ifade ettiğini bir seçimle sınamaya kalkışması Erdoğanın işine yaramazdı. Erdoğan 2002de kendisini iktidara getiren asıl etkenin ekonomik kriz olduğunu unutmamıştı. Dış politika, genellikle oy kullanımında etkili bir unsur olmadığı için, Suriye siyasetinin artık çökme işaretleri verdiği bir süreç yaşanmaktaydı. Ama Cumhurbaşkanı, 3 Eylül 2019da Artık İdlib yavaş yavaş yok oluyor sözleriyle bunu açıklamıştı.[7] yorumları haklıydı ve Sn. Erdoğan artık iktidarının sallandığının farkındaydı. Bu kuşku ve korkularını bastırmak için attığı yanlış adımlar ise kendi işini daha da zorlaştırmaktaydı. Evet, artık yolun sonuna yaklaşılmıştı ve tarih boyunca hiç kimse, Allahın intikamından kurtulamamıştı!..
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] https://www.gazeteoku.com/yazar/can-atakli/belli-ki-amerika-yeni-bir-soz-verdi/643291
[2] Akdenizde ABD ambargosu M. Balbay 25 09 2019
[3] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/partili-ordu-ve-yargi-sizi-nereye-goturur-53346yy.htm
[4] https://fehmikoru.com/kamu-yararina-olan-bilgi-gizli-tutulamaz
[5] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/agir-ceza-hakimi-isyan-etti-53392yy.htm
[6] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/bakan-hanim-ne-yapiyorsunuz-41330140
[7] https://yetkinreport.com/2019/09/04/bazen-boyle-baslar-2023-hedefi-tutmuyor-erdogan-erken-secim-istemiyor/