ORDUMUZ
YIPRATILMADAN, YURDUMUZ YIKILAMAZDI!
28 Şubat, Erbakanla beraber, asıl TSKya tezgâhlanmış
bir kumpastır!
Yanlışın en tehlikelisi, doğruya en
yakın olanıydı; çünkü doğru diye yutturulması kolaydı. Ve yine en tahripçi doğru
eksik anlatılan ve yanlış yorumlanan doğrulardı. Yakın tarihimizin, böyle en
tertipli yanlışlarından birisi de 28 Şubat darbesinin TSK
tarafından Erbakana karşı yapıldığı iddiasıydı. Bunda elbette
doğruluk payı vardı; ancak kasıtlı olarak eksik anlatılmakta ve
hedefinden saptırılmaktaydı Çünkü bu olayın aslı: ABD
derin devleti sayılan Yahudi Lobileri, hem Erbakanı hem de TSKyı yıpratmak ve
etkisiz kılmak üzere 28 Şubatı tezgâhlamıştı!. Evet,
Refah-Yolun yıktırılması ve Milli Görüşün parçalanıp, AKPnin parlatılarak
iktidara taşınması; ardından Cemaat ve Hükümetin araç olarak kullanılıp
Ergenekon ve Balyoz tertipleriyle TSKnın hizaya sokulması(!) süreci 28
Şubatla başlatılmış ve maalesef bu işte bazı paşalardan da maşa olarak
yararlanılmıştı.
TÜSİAD toplantısında: 28 Şubatın utancını yaşıyorum
diye günah çıkartan Yahudi ve Mason iş adamı İshak Alaton, işte bu gerçeğin
anlaşılmasından duyduğu kuşkuyu, böyle bir kılıfla gündeme getiriyordu. ALARKO Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alatonun TÜSİAD 44.
Genel Kurulunda yaptığı konuşma sırasında gergin anlar yaşanıyordu. Prof. Dr.
Bülent Tanör anısına düzenlenen Türkiyenin Demokratikleşme Evreleri konulu
özel oturum Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Prof Dr. Zafer Üskülün katılımıyla
gerçekleşiyordu. Konuşmaların ardından, soru sormak için söz alan İshak Alaton,
kürsüye çıkarak ilginç bir konuşmasına: Nihayet TÜSİAD epey geç de
olsa uyanmaya başladı diye düşündüm. 17 yıl boyunca TÜSİADdan uzak durdum,
toplantılarına gitmedim, bugün boykotumu noktalamaya karar verdim. TÜSİADla
barışmaya geldim diye başlıyordu. İshak Alaton, 1997 yılında TÜSİAD tarihinde
ilk defa yönetim kurulunun ibra edilmediği utancını yaşadım. Bizim demokrasi
arayışıyla işimiz yok diyerek, Bizim işimiz para kazanmak demeye çalışıldı.
Aradan sadece 36 gün geçtikten sonra 28 Şubat 1997de askerin darbesi yapıldı.
Şimdi sizlere soruyorum; Genelkurmay bu darbe adımını kaleme alırken TÜSİADın
bir ay önce yaktığı yeşil ışığın bu darbeye katkısı ne kadardır? sözleriyle
günah çıkarmaya çalışmıştı. Anlaşılan TÜSİADcılar başlarına gelecekleri
anlamaya başlamıştı ve Alatonun bu sözleri ortalığı fena karıştırmıştı. Bu
nedenle sadece Ergenekon ve Balyoz davaları değil, Erbakana ve partilerine
yönelik mahkemeler de yeniden açılmalıydı.
27 Mayıs 1960 Darbesinin tamamen ordunun sırtına
yıkılması da kasıtlıdır ve yanlıştır.!
Aslında Kırım kökenli Yahudi dönmeleriyle, İspanya
kökenli İzmirli Sabataistlerin bir rekabet ve husumet hesaplaşması olan 27
Mayıs 1960 ihtilalinin bütün suçunun ve acı sonucunun TSKnın sırtına yıkılması
da yanlıştır, kasıtlıdır ve gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Maalesef eften püften
sebeplerle idam edilen merhum Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlunun dedelerinin Kırım göçmeni olması (AKPli
Ahmet Davutoğlu, Cemil Çiçek, Ali Babacan gibi) ve İzmirli Sabataist
Evliyazadelerin kızlarıyla evlenip akrabalık kurmaları bile (ki bilindiği üzere
Yahudi kökenli olmayanlara kız verilmemektedir) bu gizli haset ve husumeti
ortadan kaldıramamıştır.
Üstat Bediüzzaman Hz.leri, Siyonistlerin oyunlarını
bozan Sultan Abdülhamit Hana karşı çıkıp ayak bağı olması, mason ve sebataist
İttihat ve Terakki Fırkasına taraftarlık yapıp tahribatlarını kolaylaştırması
gibi hataları, maalesef aşırı Mustafa Kemal karşıtlığı ve ölçüsüz Menderes
yandaşlığında da tekrarlamış; namaz kılmayan merduttur! diyerek
birisini Süfyanlaştırdığı halde, ömrü boyunca bir Cuma
namazına bile şahit olunmamış diğerini ise İslam Kahramanı yapıp
çıkmıştır. Ancak Bediüzzaman Hz.leri bu konudaki ifrat ve hatasının farkına çok
geç varacak ve yıllar boyu dua ettiği Menderesin, tepetaklak olmayı
hak ettiğini ve belasını bulacağını, ölümüne yakın açıklayacaktır.[1]
Adnan Menderes: 1899
Aydın doğumlu bilinir, ama nüfus kütüğünde İzmirlidir. Dedesi Kırım
Tatarlarından olup, İzmir Amerikan Kolejini bitirmiştir. 1931de CHP Aydın
Milletvekili seçilmiştir. Menderes, Ağaların büyük çiftliklerini ve zapt
ettikleri devlet arazilerini topraksız köylülere dağıtma girişimi (toprak
reformu) nedeniyle İsmet İnönüye muhalefete geçmiştir. İstanbulda Rumlara
yönelik 6-7 Eylül yağma ve katliamlarının DP Hükümeti ve masonların güdümündeki
Özel Harp Dairesince tertip ve teşvik edildiğini, böylece zengin ve etkin
Rumların İstanbuldan kaçırılıp, meydanın tamamen Yahudilere kalmasının
hedeflendiğini dönemin DP İstanbul Milletvekili Aleksandros Hacopulos ve Eski
Özel Harp Daire Başkanı. Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu da kabul etmekteydi.
Cezayir Kurtuluş Savaşında Menderes Fransızları desteklemişti.
Fatma Berrin Menderes: Evliyazade (İzmirli dönme Yahudilerden) Hacı Mehmet Efendinin kızı
Naciye Hanım ile Yemişcibaşı İzzet Beyin kızı olup merhum Menderesin eşidir.
(1905-1994)
Fatin Rüştü Zorlu: Dedesi
Kırımdan gelmektedir. Atatürkün Dışişleri Bakanı Sabataist Tevfik Rüştü
Arasın kızı Emel Hanım ile evlenmiştir. 1959da Menderes ile birlikte
Bilderberge gitmiştir. Adnan Menderesin eşi Berrin Hanım ile Zorlunun eşi
Emel Hanım Teyze kuzenleridir.
Hasan Polatkan: Kırım
Tatarlarından bilinir. Onun Maliye Bakanlığı döneminde, Türkiyede yüksek ve
sürekli enflasyon sürecine geçilmiştir. Dış borçla bütçe açıklarını kapatmaya
yönelmiştir. TL. değerini hızla kaybetmiştir.
Menderes yolundaki Recep Beyin akıbeti:
Hatırlanırsa; Adnan Menderes, Küçük Amerika olma
hülyasıyla Türkiyenin iradesini ve güvenliğini ABDye teslim etmişti. Ona
göre: ABDye bağlanmasaydık, zaten gelişemez, sanayileşemez,
medenileşemezdik!? Bu öyle bir teslimiyetti ki, henüz NATO üyesi
olmadan, ABDnin talebi üzerine Eylül 1950de binlerce askerimizi Koreye
savaşa göndermiştik. Asker, Amerikan 9. Kolordusunun sağ kanadına
yerleştirilmiş, ABD komutanlarının talimatıyla hareket eden 3. Tabur 9. bölük,
savaşa Kuzey Korenin safında dâhil olan Çin kuvvetleri tarafından tamamen imha
edilmişti. 37si subay, 26sı astsubay, 658i er olmak üzere toplam 721
şehidimiz NATOya ve Amerikaya kurban edilmişti. Ayrıca 2147 asker yaralanmış,
346 asker hastalanmış, 234 asker esir düşmüş ve 175 asker de kaybolmuş
vaziyetteydi. Menderes hükümetine, ABD Kongresi tarafından Mümtaz
Birlik Nişanı ve Beratı verilmiş ve Menderes mümtaz bir
memur olduğunu ispat etmişti. Yalaka ve yalancı tarihçiler Kore
kararının BM talebi üzerine alındığını, Türkiyenin BM üyesi olarak demokrasi
ve egemenlik hakları için Güney Korenin yanında yer aldığını
yazabilmektedir. Peki, 1954e kadar Vietnamı işgal eden Fransızlara karşı BM
kararı olmasına karşın, Menderes Fransaya karşı savaşan Vietnama niçin asker
göndermemişti? 1948den itibaren Filistin topraklarını BM kararlarına rağmen
işgal etmeye devam eden İsraile karşı BM kararlarının uygulanması için niçin
asker göndermemişti? 1956 tarihinde Mısıra saldıran Fransa, İngiltere ve
İsraile karşı BM kararlarına binaen Mısırı savunmak için niçin gayrete
gelmemişti?
Menderes iktidarının malum Siyonist merkezlere
teslimiyet derecesi 1957de test edildi. Yahudi lobilerine göre İsrailin
güvenliği için Suriye terbiye edilmeliydi; bu görev de Menderese verildi. Mademki
kraldan daha çok kralcısın, o zaman tekerimize çomak sokan Suriyeyi hizaya
getir denildi. Suriye krizi süresince dönemin ABD Başkanı
Eisenhowerın, İngiliz Başbakanı Macmillana hitaben, Suriyenin
işgal edilmesi lazım. Bir an önce bunu yapalım. Arkasından İran gelir. Bu, bir
CIA-MI6 operasyonu olacak. Önceleri de bazı örtülü operasyonlar yapacağız. Ama
biz görünmeyelim. Suriyenin komşusu Türkiye bu işi yapsın dediği
belgelidir. Menderes derhal görevini yerine getirmeye girişmişti.
Macmillan, Suriye müdahalesine bahane ne olsun? sorusuna
Eisenhower: Sınır ihlalleri ve Hatay meselesi yanıtı verir. Gönüllü
devşirme Menderes görevi hemen kabul etmiş, Dost ve kardeş Suriye
o andan itibaren zalim, diktatör, medeniyet düşmanı, halkını ezen şer
ülke olup çıkıvermişti. Tıpkı Recep Beyin bugün yaptığı gibi; dün
ailecek sabah kahvaltısı yaptıkları ve kardeşim diye kucakladığı Esedi bir
anda zalim ve terörist ilan etmişti. Askerlikten nasibini almamış
ABD tercümanı Bakan Egemen Bağışın dâhiyane sözü Halepten girer Şamdan
çıkarız nakaratları o zaman da gündeme oturur. Türkiye, Suriye ile kalkar
Suriye ile yatar. 1952de askeri-sivil darbeyle Kral Farukun tahtını yıkan
Cemal Abdülnasırın Mısırı Suriyeyi destekler. Bağdat, Beyrut ve Filistin
Suriyenin yanında Menderese karşı savaşa hazır olduğunu ilan eder. Moskova ve
bütün Bağlantısızlar Hareketi üye devletler Menderesi kınar. Moskova İstanbulu
nükleer silahla vuracağını söyler. Menderes NATO der; BM Güvenlik Konseyi der;
ABD var der. Bağdatı, Kahireyi, Beyrutu tehdit eder. Ardından Pragmatik ve
rasyonel Batı, Menderese; Kes artık zılgıtı çekecek ve Menderesi dünya
savaşına sebebiyet verecek manyak olarak görecektir. Böylece
Batının dostu ve memuru Menderes terk edilir. Şimdi aynı akıbeti aynı yolu
takip eden Recep Erdoğanı da beklemektedir.
Önemli bir hatıra ve hatırlatma yapan Sn. Necati
Tuncer aktarıyor:
Yassıada mahkemesi oturumlarının birinde tanık olarak
çağrılan işadamımızın adı, Vehbi Koç Beydir. Mahkeme başkanı şöyle bir soru
yöneltir ona: İhtilalle düşürülen DPne sizin maddi yardım
yaptığınız söylentisine bir diyeceğiniz var mı?Vehbi Bey der ki: Cevabımı
yazılı yapmak istiyorum. Salondaki yüzlerce kulağın duymasını
istememekten öte, tutanaklara da geçsin istemez söylediklerinin. Adı Vehbi Koç
olanın, demek ki böyle bir hakkı varmış mahkemelerde. Kendisine uzatılan bir
küçük not kağıdına birkaç kelime yazar ve mahkeme başkanına verir. Başkanın
kararı: Vehbi Koç gidebilir. Bu sahneyi iyi
gözlemleyen bir gazeteci hemen peşine düşer ünlü işadamının.
Efendim, o nota ne yazdınız? Eh
Söyleyecek olsa zaten orada söylerdi.
Şimdi açıklayamam!
Ya ne zaman?.. Gazeteciyi başından savmak için mi,
yoksa Türkiyenin ancak o kadar sene sonra bu ihtilalin etkisinden
kurtulacağını hesap ettiğinden midir, bilinmez; der ki Vehbi Koç: Otuz yıl
sonra… O zaman gel!
Vehbi Koçta yaşar otuz yıl. (Hatta birkaç beş yıl
fazlası ile.) Gazeteci gelir kendini tanıtır: Otuz yıl sonra gelin,
demiştiniz!Vehbi Koç artık rahat ve emindir. Kimse ona, bu
cevabını o mahkeme günü neden zabıtlara geçirtmedin? diyemeyecektir.
Otuz yıl bekleyen o ünlü cevap şuydu; Hani uzatılan not kâğıdına yazılan: Ben
aynı miktar yardımı CHPye de yapmıştım.[2]
Bu sabataist ve dönme Yahudilerin geçmişte ve
günümüzde farklı partilerde; şimdi ise kimisi hükümetin, kimisi Cemaatin
çizgisinde olması, onların fıtratı ve fırsatçılığı gereğidir!
Örneğin, Nazlı Ilıcak sabataist
kökenli ve Demokrat Partili bir aileden gelmektedir. Bir zamanlar Türkiyede en
çok satan ve bir nevi kapitalizmi Türkiyede yaygınlaştırmayı hedef edinen
Tercüman gazetesinin patronu Kemal Ilıcakın eşidir. 1980 askeri darbesini
alkışlayanlar arasındaki Nazlı Hanım, sonrasında Turgut Özal ve hükümetlerine
yönelik çok sert yazılar döşenmiş, Pavlovun Köpekleri başlıklı yazısından
dolayı hapse girmiştir. Nazlı Hanım bir dönem Demirele karşı aday olan ve
çocuğunun trafik kazası sonucu vefat etmesinin ardından bir daha da siyasi
sahaya adım atmayan eski TOBB Başkanı Mehmet Yazarı desteklemiştir. Refah
Partisinin yükseliş döneminde de, AKPnin kuruluş sürecinde de Nazlı Hanım hep
ön planda görünecektir. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubunu deşifre eden
isimlerdendir. Tayyip Erdoğanın sıkça buluştuğu sınırlı sayıdaki
gazetecilerdendir. Son Cemaat-iktidar çekişmesinde Cemaatten yana tavır
sergilemiştir. Bu sebeple Sabah gazetesindeki köşesinden olmuş, Cemaate yakın
duran, Koza-İpek Grubuna ait Bugün gazetesine girmiştir.
Gelelim Barlas ailesine. Mehmet Barlas, eşi Canan Barlas, oğlu Cemil Barlas, sabataist
olduklarını sürekli gizlemişlerdir. Canan Barlasın dayısı, TESEV Başkanı Can
Paker, aynı zamanda AKPnin akil kişilerindendir. CHPli bir aile geleneğinden
gelen Mehmet Bey, Anılarında nedense, İsmet Paşa yanaklarımı okşardı
vurgusunu hep yapa gelmiştir. Milliyet gazetesinde yıllarca başyazar sıfatıyla
yazıvermiştir. 12 Eylülde darbecilerin lideri Orgeneral Kenan Evreni -ve
genelde liderleri- evinde ağırlayan isim Mehmet Barlas Beydir. Sonrasında,
Güneş gazetesini Asil Nadirden satın alan, eski Devlet Bakanlarından Mehmet
Ali Yılmazın safına geçmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin
Dalan döneminde Mehmet Barlas, Genel Yayın Yönetmenleri, patronları için ihale
kovalar cümlesini sarf etmiştir. Ama Sn. Barlas 28 Şubat sürecinin
mağdurlarından birisidir. Tam o süreçte Zaman gazetesinde başlamış, ama sonu
tatsız bitmiştir. Oğlu Cemil Barlas ve eşi Canan Barlas internet haberciliği ve
TV programları yapıp, AKPye övgüler dizmektedir. Mehmet Barlas, uzun
süredir Sabahta boy göstermekte ve Nazlı Hanımın tam karşısında saf tutmuş
vaziyettedir.
Ve işte Sabataist Altanlar. Çetin Altan, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Kerem ve Sanem Altan. Sahi
Altan ailesi bu çatışmanın neresindedir? diye soran Adnan Öksüz önemli ve
gizemli bir gerçeği dile getirmiştir.
Genelkurmayın; Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden
görüşülmesi talebi, tarihi bir adımdır!
Tam bu sırada Genelkurmayın kumpasla ilgili suç
duyurusu büyük değişimin ilk basamağıydı!
Sn. Recep Erdoğan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın
bir yazısına dayandırılan ve Milli Çözüm Dergisinin konuyla ilgili soruları
aynen tekrarlanan Genelkurmay suç duyurusunun 3'üncü maddesinde çok önemli
saptamalar vardı:
“Anılan hususların doğru olması halinde, Türk
Silahlı Kuvvetlerini ve personelini hedef alan faaliyetleri yürüten kişilerin,
yetkili makamlara bildirimde bulunmayan ve gerekli işlemleri yerine getirmeyen
kamu görevlilerinin eylemlerinin TCKnın: 'Suç işlemek amacıyla
örgüt kurma, iftira, suç uydurma, kamu görevlisinin suçu bildirmemesi, suçluyu
kayırma, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs' suçları başta olmak üzere
çeşitli suçlara vücut verebileceği değerlendirilmektedir.” Bu
ifadelerden, sadece “kumpası” yapanların değil, bildiği halde yetkili
makamlara haber vermeyenlerin de “suç işlediğinin” hatırlatıldığı,
yani bir anlamda Başbakan Erdoğan'ın Başdanışmanı Akdoğan hakkında da suç
duyurusu yapıldığı sonucu çıkmaz mıydı? diye sorulması haklıydı.
Çünkü suç duyurusunun son maddesinde, “Hukuka aykırı olarak TSKyı ve
personelini hedef alan faaliyetleri yürütenlerin” yanı sıra, “Bu
faaliyetleri yetkili makamlara bildirmeyen, gerekli işlemleri yerine getirmeyen
kamu görevlileri hakkında da soruşturma başlatılması” istemi
ve ifadesi yer almıştı. Suç duyurusunun 4'üncü maddesinde de Cumhuriyet
Savcılarının görevini ihmal ettiği şöyle anlatılmıştı:
Ceza Muhakemesi Kanununun 160ıncı maddesi: 'Cumhuriyet
savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir
hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek
üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar' hükmü
hatırlatılmıştı. Yani Genelkurmay, “Siz kendiliğinizden
harekete geçmediğiniz için biz suç duyurusunda bulunmak zorunda kaldık” demeye
çalışmıştı. Ve zaten TÜBİTAK raporuyla, Ergenekon ve Balyoz davalarına temel
dayanak yapılan hard disklerin, sonradan ve suni ortamlarda kasıtlı ve
yanıltıcı mahiyette hazırlandığı ispatlanıp mahkemeye yollanmıştı. Artık
yargıçların bu raporları hesaba katmama ve dikkate almama yetkileri
bulunmamaktaydı; çünkü aslında bilişim teknolojisi konusunda yeterli
olmadıklarından bunu TÜBİTAKa sormuşlardı.
Bütün bu hukuki ve haysiyetli girişimler netice
vermeye başlamış, iktidar komutanların ancak Yüce Divanda ve
Başbakanın izin vermesi şartıyla yargılanabileceklerinin yolunu
açmıştı!
Genelkurmay ve kuvvet komutanlarının artık sadece Yüce
Divan'da yargılanması bundan böyle Başbakanın izni ile mümkün olacaktı.
Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz, Hava ve Jandarma Genel komutanlarının
görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılama usullerini yeniden belirleyen
kanun tasarısı, TBMM Başkanlığı'na sunulmak zorunlu kılınmıştı. Askerlik Kanunu
ile Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Tasarısı, 2010 referandumunda kabul edilen Anayasa'daki “Genelkurmay
Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel
Komutanı, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan'da yargılanacak” hükmü,
ilgili kanuna aktarılmıştı. Tasarıya göre, bu suçlardan dolayı soruşturma
açılmasına, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları
hakkında Başbakan; Jandarma Genel Komutanı hakkında İçişleri Bakanı karar
alacaktı.
İtirazlar Cumhurbaşkanlığına yapılacaktı!
Bu suçlara ilişkin herhangi bir ihbar veya şikayet
geldiğinde veya böyle bir durumu öğrendiklerinde, Genelkurmay Başkanı, Kara,
Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları hakkında Başbakan, Jandarma Genel Komutanı hakkında
İçişleri Bakanı, araştırma, gerekiyorsa ön inceleme yaptırarak soruşturma izni
verilmesine veya verilmemesine yetkili olacaktı. Soruşturma izni
verilmiş bulunanlar, izin vermeye yetkili merci tarafından gerek görülürse
soruşturmanın emniyeti ve sıhhatli olarak devam etmesi amacıyla geçici süre ile
görevden uzaklaştırılacak, anılan kararlara karşı ilgililer 10 gün içinde
Cumhurbaşkanlığı'na itirazda bulunacak, itiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından
verilen karar ise kesin olacaktı. Ve artık Ergenekon ve Balyoz davalarında
geçerli olan, isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığı belirlenen
ya da belli bir olayı ve nedeni içermeyen, delilleri ve dayanakları
gösterilmeyen ihbar ve şikayetler işleme konulmayacaktı.
Ordumuzun özel bir konumu ve misyonu vardır!
Hatırlayacaksınız; AKP yandaşı YENİ ŞAFAK yazarı ve
yalakası Ali Bayramoğlu, güya kendisine gönderilen bir mektuptaki şikâyetleri
haklı buluyor ve şunları söylüyordu:
Türkiyede 185 bin er; posta, kuaför, şoför gibi
isimler altında sadece subaylara hizmet veriyor
32 bin asker ise, koruma
sıfatıyla yine kurum olarak TSKya değil, komutanların şahsına çalışıyor.
Ayrıca 14 bin asker de lojmanları bekliyor ve subay-astsubay ailelerinin özel
işlerine koşturup duruyor.. Bunların toplamı 231 bin ediyor ki; Almanyanın tüm
ordu sayısı 240 bin, İtalyanın 190 bin, İngilterenin 170 bin olduğu
düşünülürse, yüz binlerce askeri boş yere ve şahsi hizmetler için tuttuğumuz
ortaya çıkıyor diyor ve tabi gerçekleri hem
abartıyor, hem çarpıtıyor, hem de, bu denli masraflı ve kalabalık orduya ne
gerek var, bu milletin çocukları, subayların özel hizmetkârı mı? demeye
getirip halkımızı kışkırtıyordu! Ama her ne hikmetse Ali Bayramoğlu; örneğin
Emniyet teşkilatında kaç bin polisin aynı özel koruma ve lojman hizmetlerinde
çalıştırıldığını hiç gündeme getirmiyordu?!.. Oysa dünyanın her yerinde ve
tarihin her döneminde, asker ve polis gibi silahlı birimlerin özel disiplin ve
düzeni gereği, bazı iç hizmetlerinin kendi personeline yaptırılması
gerekiyordu. Elbette TSKnın; hantallıktan kurtarılması, Milli Savunma yanında
milli kalkınmaya da katkı sağlaması, daha profesyonel ve pratik bir yapıya
kavuşturulması, ayrı ve yararlı bir konuydu. Ama Ordumuzun psikolojik, teknolojik
ve askeri yönden caydırıcılık rolünün zayıflatılmasının ve çeşitli bahanelerle
aleyhinde kampanyalar başlatılmasının arkasında çok sinsi niyetler sırıtıyordu.
TSK küçültülerek NATOya piyon yapılmak isteniyordu!
Ordu, 'vatani görev' sayılan askerlik hizmetinin
süresini her yurttaş için eşitlemek istiyordu. Hükümetin ön şartı ise, bedelli
askerlik kanunuydu. Ancak Bülent Arınç, Türk Ordusuna kapsamlı bir
sistem müdahalesi hazırlığı içinde olduklarını, bu tartışmalar içinde
ağzından kaçırıyordu. Sınır birlikleri ile ilgili düzenlemenin de yılsonuna
kadar yasalaştırılması bekleniyordu. Daha sinsi plana göre ise; orta vadede
birçok birliğin lağvedilmesi, uzun vadede ise sembolik orduya geçilmesi
hedefleniyordu. Asker ile AKPnin, askerlik sistemi konusunda çetin bir
mücadeleye giriştiği gözleniyordu. TSK 'vatani görev' sayılan askerlik
hizmetinin her yurttaşı kapsaması için uzun süredir bir çalışma yürütüyordu.
'Tek tip' askerlik modelini geliştiren TSK, hükümete bu raporu sunmuştu.
TSK'nın askerlik süresini eşitleme planı hayata geçerse; orduların er ve erbaş
mevcudunun yaklaşık 150 bin kişi azalacağı tahmin ediliyordu. Ancak, hükümetin
ön koşulu durumundaki bedelli askerlik düzenlemesi, ordunun
öngördüğü bu sistemi baltalıyordu. Hükümet kaynakları, bedelli askerliğin
çıkmasını bekleyen 100 bine yakın kişi olduğunu ileri sürüyordu. Bu rakamda bir
bedelli uygulaması olursa, bir celp dönemi riske girecek; mevcudu, sadece bir
celp döneminde 10 binin üzerinde azalacak olan TSKnın ardından gelecek celp
dönemlerinde de silâhaltına alınacak asker bulmakta zorlanacağı biliniyordu.
Dayatmalarını TSKya kabul ettiremeyen Recep T. Erdoğan, Güney Kore ziyareti
öncesi, bedelli askerliğin gündemlerinde olmadığını açıklamak zorunda
kalıyordu.
ABD; AB ve NATOnun dayattığı planın bir sonraki
aşaması, TSK'nın adım adım küçültülmesi kapsamında bazı birliklerin
lağvedilmesi oluyordu. Askeri kaynaklar, bu yöndeki çalışmaların, 2002-2004
yılları arasında Genelkurmay Başkanı olan Org. Hilmi Özkök'ün döneminde
başlatıldığına dikkat çekiyordu. Bu çerçevede atılacak adımların en başında,
TSK'nın NATO'ya bağlı olmayan tek ordusu durumundaki Ege Ordu Komutanlığı'nın
ortadan kaldırılması geliyordu. Bu plan, TSK'nın mevcut görev ve yapılanmasının
bütünüyle değiştirilmesini öngörüyordu. Tartışılmaya bu yıl içinde
başlanan; profesyonel sınır birlikleri projesinin hayata
geçirilmesiyle, bu bölgelerde görev yapan askeri birliklerin sınırlardan
çekilmesi gerekiyordu. Hem Jandarma'nın hem de sınır birliklerin uzun vadede
idari yönden Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına, taktik komuta yönünden
ise İçişleri Bakanlığı'na bağlanması hedefleniyordu. Planın tüm aşamaları
gerçekleşirse Genelkurmay, komuta yönünden sembolik bir kurum halini alıyordu.
Hatta personel ve birlik sayısı iyice azaltılacak olan TSK'da rütbelerin bile
azaltılacağı konuşuluyordu. Uzmanlar, “Plan bu şekilde işlerse
Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturacak kişi orgeneral rütbesinde bile
olamayabilir” sözleriyle, TSK'nın düşeceği durumu dile
getiriyordu.
Ve planın son aşaması: Hilmi Özköklerin Genelkurmay
Başkanlığı'yla ve Türk Ordusu'nun ulusal güvenlik anlayışını değiştirme
çabasıyla paralel biçimde, TSK, NATO'nun yeni konseptine uygun olarak
uluslararası güvenlik için çalışacak bir kuruma dönüştürülmek isteniyordu.
Artık TSK, NATO ve BM güdümünde görev yapacak; Somali, Afganistan, belki İrana
karşı kullanılacaktı. NATO, nereyi hedef gösterirse Mehmetçik oraya koşacaktı!
Yani, parası olana bedelli, garibana ise Kore, Somali yolları açılacaktı!
Milletimiz için Ordu, hangi anlamı ve amacı taşıyordu?
Şanlı tarihler yazan ve Nizam-ı Alem (Yeryüzüne
adalet düzeni ve huzur sistemi) ülküsü taşıyan ve bunu nice bin yıllarca
başaran Aziz Milletimizin: a) Hem devlet olmaları, b) Hem medeniyete ve
hâkimiyete ulaşmaları, c) Hem de devamlılık kazanmaları ve ayakta kalmalarında;
1- Kurucu, 2- Koruyucu, 3- Kurgucu özelliği taşıyan ordumuz, en temel unsur ve
en hayati kurumdur. Bir devletin oluşması için en önemli öğe olan halkın
kalabalıktan millete dönüşmesi için gereken: A- Organize B- Ortak İrade C-
Ve Otoriteyi sağlamak da, bu kalıcı ve akılcı kurum olan ordumuzun
sorumluluğudur.
Bu nedenle, Türk Ordusunu başka ülke ordularıyla
kıyaslamak; demokrasi demagojileri ve küreselleşme kem-kümleriyle onun tabii ve
tarihi misyonunu kısırlaştırmaya çalışmak, son yıllarda karşılaştığımız, belki
de en talihsiz ve tehlikeli bir durumdur. Gafletle veya hıyanetle yapılan bu
girişimler, bizzat devletimizin temeline dinamit koymakla eşit bir şuursuzluktur.
Osmanlı'nın yıkılışı öncesi, özellikle İttihatçılar döneminde orduya sabataist
ve masonların sızdıkları ve bu yüce kurumu, devletimiz ve dirliğimiz aleyhine
kullanmaya çalıştıkları
Ve yine, Atatürk sonrası İnönü, Menderes ve devamı
sürecinde, bazı üst düzey askeri bürokratların ordumuzun bizzat dinimize, Milli
değerlerimize ve Milletimize muhalif tavır takındığı izlenimi veren
yanlışlıkları ve haksızlıkları, maalesef doğrudur. Ancak sağlıklı bir bünyenin,
organlarına sızan mikropları, vücuda zarar vermeden etkisiz hale getirmesi ve
hatta bağışıklık sistemi geliştirmesi gibi; dış güçlerin ve işbirlikçi
hainlerin marifetiyle, zaman zaman ordumuza sızan ve bu kutsal kurumu
Milletimizin ve devletimizin aleyhinde kullanmaya kalkışan ve bazı tahribatlar
yapmayı da başaran kişilerin ve kümelenmelerin: Milli özelliğini ve asli
hüviyetini asla yitirmeyen Kahraman Ordumuzun sağlam bünyesi içerisinde
eritildiği ve etkisizleştirildiği de, sevinilecek ve güvenilecek bir konudur.
Asırlar sonra, aynen haber verdiği şekilde
gerçekleşmesiyle Hz. Peygamberimizin mucizesi sayılan İstanbul'un Fethiyle
ilgili hadislerinde: Konstantin mutlaka feth olunacaktır. Onun
emiri; ne güzel ve örnek bir komutandır. Ve Onun askeri; ne iyi ve bereketli
bir ordu konumundadır. buyurmaları: Kahraman Türk Ordusunun şeref
ve faziletinin, tarihi ve talihli zaferlere öncülük edeceğinin çok açık bir
müjdesi ve garantisidir. Evet, her şeye rağmen, müjdelenen ve hasretle
beklenen, Türkiye merkezli yeni barış ve bereket Medeniyetinin en önemli destek
ve dayanağının yine asil Türk ordusu olacağını haber veren Bediüzzaman şunları
söylemektedir:
Gariptir, hem çok gariptir (hayret edilir ki Dış
güçler ve hain işbirlikçi şahsiyetler) yedi yüz sene boyunca İslamiyetin ve
Kur'anın elinde şeref şiar (Şan ve şerefle şöhret bulan), barika-asa (Şimşek
gibi parlayan) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülük (düşüncesini),
muvakketen (geçici bir dönem) İslamiyetin bir kısım Şeairine (Ezan, Kur'an,
İmam Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalışır. Fakat
(tam) muvaffak olamaz (sonunda) geri çekilmeye (mecbur kalır) (Çünkü) Kahraman
ordu, dizginini onun (masonluğun Siyonist ve sabataist hıyanet gurubunun)
elinden kurtarıyor (ve kurtaracak) diye, (hadis) rivayetlerden anlaşılıyor.[3]
Bu gün sevinerek görüyoruz ki; Ordumuz softalık ve istismarcılık
niyetiyle Yüce Dinimizin yobazlaştırılmasına da, laiklik ve demokratiklik
bahanesiyle devletimizin ve manevi değerlerimizin yozlaştırılmasına da
karşıdır, ilmi, insani, akli ve ahlaki bir çizgiyi benimsemektedir. Aziz
Türk Milletinin ve Devletinin maddi ve manevi iki güçle ayakta kalacağına
inanan Üstat:İşte;
1- Haysiyet-i askeriye (yani ordunun onuru, değeri,
gücü ve kuvveti)
2- Hamiyet-i İslamiye (İslam ve iman gayreti) ve
Şeriat-ı Muhammediye (Kur'an'ın bütün insanlığa getirdiği adaleti) bir terazinin
iki kefesindeki Ağrı dağı ile Sübhan dağı gibi iki dengeye benzer. Diyerek, ordunun önemini ve değerini ortaya koymaktadır.[4]
Yurdumuzun barbar batılılarca işgali sırasında ve
mütareke yıllarında; istila kuvvetlerine şiddetle ve cesaretle karşı çıkıp
direnen ve Milli Mücadeleye ve Atatürk'ün Ankara Hükümetine taraftarlık
gösteren[5] Anadolu
hareketine karşı İngilizlerin dayatmasıyla Damat Ferit Hükümetinin, Şeyhülislam
Dürrizade imzasıyla yayınladığı Bunlar İsyan etmiştir. Öldürülmeleri gerekir
fetvasını Müslüman halkı Kuvay-ı Milliye aleyhine kışkırttığı için
kabul etmeyen, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçinin fetvasını destekleyen ve Zıt
kavramlar yer değiştirmiştir; Zulme adalet, Cihada isyan, esarete ise hürriyet
adı verilmiştir diyerek Atatürk'ün başlattığı Milli Mücadeleyi,
cihat ve hürriyet hareketi kabul eden[6] Bediüzzaman;
Kahraman Türk ordusuna çok değer vermekte ve sürekli övgüyle bahsetmektedir.
Ben bu milletin bahadır ordusunun milyonlarca
efradını, eratını ve subaylarını samimiyetle seviyorum, hürmet ve
haysiyetlerini, elimden geldiği kadar korumaya çalışıyorum. Ama benim garazkâr
ve mason muarızlarım ise, bir tek adamı sevmek ve yüceltmek bahanesiyle, Türk
ordusunun şehit olan ve hayatta bulunan milyonlarca mensubuna hıyanet ve
hakaret ediyor. Bana hücum edenlerin tek bahanesi Mustafa Kemal'e itirazım ve
dost olmadığım (iddiası)dır. Hâlbuki o beni taltif etmek (itimat ve itibar
göstermek) ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya resmi yetkili umumi vaiz
olarak göndermek üzere Ankara'ya çağırmıştır.[7] Bediüzzaman; geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki milyonlarca mensubuna
hayran ve hayırhah olduğum Bin seneden beri cengâverliğini,
gaziliğini ve hakperestliğini dünyada gösteren ve ispatlayan… Kur'anın
bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir ordunun bazı
kumandanlarına yanlış ve haksız bulduğum davranışları yüzünden karşı çıkmam
bahane edilerek, bana bu denli hücum ve hakareti hak ediyor muyum? Diye
sormakta ve aslında Atatürk'ün istismar ve suiistimal edildiğine parmak
basmaktadır.[8]
Son devrin büyük âlimlerinden Seyyid Abdulhakim Arvasi
Hazretlerinin şu tespitleri büyük önem taşıyordu:
Türklük bir içtimai kavramdır. Biyolojik ve ırksal
bir olay olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Türklük sosyal bir ırktır, bu
Milletin adalet ve hürriyet yolunda mücadele vermiş ve kendisini Allah'a ve
insanlığa vakfetmiş kimliği şeklinde algılanmalıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin Dünyanın
neresine giderseniz gidin, Türk demek Müslüman demektir sözleri
de bu anlamdadır. Türkler, Emeviler döneminde Müslüman ordularının Türkistan
İstilası sırasında Arapları daha yakından tanımışlardı. Bu dönemde, Arapların
fetih hareketine katılan ve henüz İslam ahlakını sindirememiş bulunan bazı
askerlerin yağmaya girişmesi, Türklerde, Emevi yönetimine karşı düşmanca tepkileri
oluşturmuştu. Bu nedenle, Emevi yönetimine karşı çıkan Ehli Beyte mensup
ihtilalci şahsiyetlerin Türklere sığınması Peygamberin nesline karşı kuvvetli
bir sempati doğurmuştu. Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim'in ordusunda
henüz Müslüman olmamış çok sayıda Türklerin de yer alması bunun neticesi
olmalıdır. Ehli Beyte karşı oluşan bu yakınlık, Türklerin Müslümanlığı
kabulünden sonra daha da gelişmiş, bu konuda birçok destan ve menkıbenin
meydana gelmesine yol açmıştır. Sonraki zamanlarda bu durum, Ehli Beyt soyunun
Araplardan çok Türklere yakın olduğu kanaatini yaygınlaştırmıştır. Meşhur
Tarihçi Cahız, Horasanlılar hakkında bilgi verdikten sonra şunları yazar: Buna
göre Türkler Horasanlı ve halifelerin (Abbasiler) pek yakın akrabaları olan
mevlalarıdır (dostları)dır. Bunun neticesi Türk, bunların hepsinin sahip olduğu
üstünlüklere sahip çok şerefli bir kavimdir.[9]
Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamberin, ilk kazı
işlerini ve şehrin müdafaasını kontrol etmek için seçtiği yer olan Seyhan
denilen tepede kurdurduğu çadır, Kendi ifadesiyle Kubbe-i Türkiye (Türk
Çadırı) idi.[10]
Bu konuda, Taberi Tarihinde, Amr b. Avfdan naklen
malumat verilmektedir. Medine etrafına hendek kazılması sırasında büyük bir
kaya çıkması üzerine şunlar nakledilir: Selman hendekten çıkarak (haber vermek
için) Hz. Peygamberin bulunduğu yere geldi. Bu sırada Hz. Peygamber Türk
çadırını (Kubbe-i Türkiye) kurmakla meşgul idi[11] Bu
gün bu yere, Hz. Peygamberin ikamet ettikleri Kubbe-i Türkiyenin hatırasına
Zübab Camii inşa edilmiştir.[12] Hz.
Peygamber Mekke'nin Fethinden sonra, burada kaldığı 15 gün müddetinde, Ebu
Talip ve Hz. Hatice'nin kabirleri yakınında kurduğu Kubbe-i Türkiyede ikamet
etmişlerdir.[13] Araplar
buna Gubba Turkıya yani Türk Çadırı demişlerdir.[14] Bütün
bunlar Hz. Peygamberin Türk kavmine ve Türk askerine olan özel ilgi ve
sevgisinin bir göstergesi sayılır.
Aynı konuda, İzmirli de değerli bilgiler verir:
Müslim'in Sahih'inde Kadir gecesinin fazileti babında İstanbul'da olan Ebu
Şeybeti Hudri'nin kardeşi Ebu Saidi Hudri'den tahriç (çıkartma) ettiği üzere,
Hz. Peygamber, bir ramazan ortalarında, bir Türk çadırında itikâf[15] etmiştir.
Şarih[16] Nevevi
bunu küçük geçe (keçe) çadırı diye tefsir ediyor ki tamamıyla bir Türk
çadırıdır.[17]İzmirli
bir başka makalesinde, Hz. Peygamberin bu çadır da, Ramazan ayında tam on gün
on gece Rabbına ibadette bulunmuştur demektedir.[18] İzmirli,
Peygamber ve Türkler adlı makalesinde, Kazan'ın tanınmış bilgini Şehabettin
Mercani'nin (Öl.H.1306) Müstefadülahbar adlı eserinde, İbnü'l Esir'in
Üstüdülgabe fi Marifetissahabesine dayanarak, Hz. Peygamber'in Türk hakanına,
Türkçe bir mektup yazmış olduğunu belirtmektedir, İzmirli o devirde Hz.
Peygamberin çevresinde Türkçe bilenlerin bulunduğunu da anlatır.[19]
Ordumuz, niye yıpratılmaya çalışılıyordu?
Dış güçlerin, AKP hükümetinin ve özellikle CIA-MOSSAD
maşası Cemaatin Kahraman Ordumuzu laytlaştırmak ve laçkalaştırmak amacıyla,
önce milli ve haysiyetli Paşaların Genelkurmay Başkanlığını önlemeye ve komuta
kademesini biri birine düşürmeye yönelik girişimleri başarısız kalınca, bu
sefer ordu yapısı değiştiriliyor!? haberleriyle ortalık karıştırılmaya
çalışılıyordu. 26.08.2006 tarihli Milliyet Gazetesi, (CNN Türk-Kemal Yurteri)
kaynaklı şu kışkırtıcı haberi yayınlıyordu:
Türk Silahlı Kuvvetleri, tarihinin en büyük değişimine
hazırlanıyor. Yeniden yapılandırma planına göre, iki ordu karargâhı
lağvedilecek, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları, Genelkurmay
çatısında birleşecek. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara gücü, iki ana komutanlık
haline getirilecek. Genelkurmay Başkanı Özkök'ün uzun zamandır üzerinde
çalıştığı plana direnen bazı generaller de tasfiye edildi ve edilecek. Kademeli
olarak yaşama geçirilecek plan için bazı adımlar atılıyor. Önümüzdeki yıllarda
köklü değişikliklerin yaşama geçirilmesi hesaplanıyor. Plana göre 4 orduya
sahip Kara Kuvvetleri Komutanlığında; Ege Ordusu ve 3. Ordu lağvedilecek,
sadece birinci ve ikinci ordular kalacak. Plan, karargâhı İstanbul'da bulunan
1. Ordu ve Karargâhı Malatya'da bulunan 2. Orduyu Doğu ve Batı Grup
Komutanlıkları haline getiriyor. Türkiye bu iki ordunun görev sahasına
bölünecek deniyordu. Planda Genelkurmay
Karargâhının yapısı tamamen değişiyor, merkezi bir karargâh kuruluyordu.
Yıllara yayılan plana göre Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları
Genelkurmay Başkanlığının çatısına çekilmesi, Deniz ve Hava Kuvvetleri
Komutanlıkları, halen mevcut olan taktik birimlerde yeni değişikliklerle
plana tamamen uyumlu hale getirilmesi hedefleniyordu.
Kuvvet komutanlıkları kapatılıyor(muş!)
Böylece, Kuvvet komutanlıkları Genelkurmay Başkanının
yardımcıları haline geliyordu. Kuvvet komutanları yerine, birimlerden sorumlu
yardımcılar bulunuyordu. Plandaki önemli bir değişiklik de, bütün kuvvetlerde
ayrı ayrı bulunan, lojistik, istihbarat, plan prensipler, eğitim gibi daire
başkanlıkları da iptal edilerek, bu birimlerin Genelkurmay Karargâhındaki,
daire başkanlıkları tarafından tek merkezden yürütülür hale getirilecek
deniyordu. Genelkurmay Plan Prensipler Başkanlığının da, ikiye ayrılması, Genelkurmay
da mali işlerden sorumlu yeni bir J. Başkanlığı da kurulması ve böylece mali
yönetimin de tek elde toplanması amaçlanıyordu. Plan bu haliyle Amerikan ve
İngiliz ordularının karma bir modeli olarak nitelendiriliyordu.
Direniş tasfiye getiriyor(muş!)
Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara
Kuvvetleri Komutanlığı görevinde iken üzerinde çalıştığı planı, Genelkurmaya
gelince hızlandırıyordu. Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından yürütülen
çalışmalar sırasında bu plana, hem kuvvet komutanlıklarından, hem de
Genelkurmaydan direniş geliyordu. Hatta Dönemin Harekât Başkanı Emekli
Korgeneral Köksal Karabay'ın bu nedenle pasif göreve atandığı ve erken
emekliliğini istemek zorunda bırakıldığı belirtiliyordu
E. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın, Kara
Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde kesin ve keskin bir dille
yalanladığı bu, Ordudaki değişim ve küçülme haberleri,
maalesef adım adım gerçekleştirilmeye çalışılıyor ve şu sinsi amaçları
güdüyordu:
1- Orduyu karıştırmak ve kuvvet komutanlarını G. K.
Başkanına karşı kışkırtmak
2- NATO kontrolü dışındaki Ege Ordumuzun
lağvedileceğini öne sürüp yeni G.K. Başkanımız aleyhinde şüpheler ve şaibeler
oluşturmak ve milletçe kendisine duyulan itimat ve itibarı sarsmak
3- İleride yapılması münasip ve muhtemel değişim
projelerinin, çok farklı ve aykırı biçimde ortaya döküp, yeni komuta
kademesinin hayırlı ve yararlı girişimlerini, peşinen boşa çıkarmak
Malum ve mel'un (Masonik) merkezler, bu tür
çıkışlarıyla; ABD, NATO, İsrail ve Yahudi Lobileri gibi dış güçlere: Bu
yeni G.K. Başkanı ve ekip arkadaşları bizim kontrolümüz dışındadır. Milli
Haysiyetli amaçlar taşınmaktadır. Gerekli önlemler alınmalıdır. Mesajını
ulaştırmaya çalışmak
İşte bütün bu şeytani hesapları fark eden bazı
komutanlar, devir teslim törenlerinde, oldukça kararlı ve tutarlı bir tavır
sergiliyordu.
Org. Yaşar Büyükanıt'tan Sert ve net tepkiler
geliyordu.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda düzenlenen devir
teslim töreninde konuşan Orgeneral Yaşar Büyükanıt sert mesajlar veriyor,Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin etkisizleştirilmeye çalışıldığını, bu çabaların son
dönemde artırıldığınısöyleyerek bu çabaların Türkiye
Cumhuriyetinin niter yapısından rahatsız olan çevreler tarafından yapıldığını belirtip,
mücadelelerinin kararlılıkla süreceğini vurguluyordu. Son
zamanlarda askerlere iğrenç saldırılar yapıldığını hatırlatan Büyükanıt, bu
kampanyaları sürdürenlerin kendi yarattıkları 'iğrenç bataklıkta
boğulacaklarını ve günü geldiğinde bu kişilerin hesap vereceklerine inandığını hatırlatıyordu.
Bu saldırıların kendilerini yıldırmayacağını belirterek ve rüzgâr
belki küçük ateşleri söndürebilir, ama büyük ateşleri ise daha da güçlendirir.
Ne Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet değiştirilebilir ne de ülke bölünebilir diyen
Büyükanıt'ın konuşması hararetle alkışlanıyordu.
Org. Başbuğ: 'Kararsızlıklar terörü besler' diye
uyarıyordu!
Orgeneral Büyükanıt'tan Kara Kuvvetleri Komutanlığı
görevini devralan Orgeneral İlker Başbuğ da güvenlik konseptinin küreselleşme
ile birlikte değiştiğini ifade ederek, Türkiye'nin küresel düşünüp,
Ulusal hareket etmek durumunda olduğunu belirtiyordu. Türkiye'nin
geniş bir tehdit yelpazesiyle karşı karşıya olduğunu kaydeden Org. Başbuğ, Ege
ve Doğu Akdeniz'deki dengelerin değiştirilme çabası ve uluslararası
anlaşmalardan doğan kazanımlara zarar verecek davranışların Türkiye'nin
güvenliğini etkileyebilecek simetrik riskleri oluşturduğuna dikkat
çekiyordu. Bu gibi risklerin Türkiye'nin güçlü bir silahlı kuvvetlere sahip
olmasını zaruri kıldığını belirten Başbuğ, teknolojik olanaklardan
yararlanarak, modüler ve esnek her ortamda görev yapabilecek bir gücün
oluşturulması göz önünde bulundurulacaktır oluyordu. Sözlerini Türk Silahlı
Kuvvetlerin yıpratılmaya çalışıldığına ve bölücü terör örgütünün de amaçlarına
ulaşmak için demokrasiyi kullandığına vurgu yaparak: Terör
örgütünün etkinliği bitirilene kadar operasyonlar sürecektir. Çünkü
kararsızlıklar bölücü terör örgütlerinin umudunu besleyecektir uyarısıyla
bağlıyordu.
Sn. Büyükanıtla, Sn. Başbuğun söylemleriyle
eylemleri arasında rahatlatıcı bir uygunluk gözlenmese de, bu sözler
gerçeklerin ifadesi oluyordu. Çünkü güçlü ve güvenilir bir ordunun, ancak
toplumun inancıyla ve hayat tarzıyla barışık ve her yönüyle Milli temellere ve
hedeflere bağlı bir anlayışla oluşup başarıya ulaşacağı asla inkar ve itiraz
edilmez bir gerçek olarak karşımızda duruyordu!..
[1] Bak: Abdullah Aymaz, Yorumsuz. II Zaman 10 Şubat 2014
[2] Milli Gazete / 26 01 204
[3] 5.Şua 3.Küçük Mesele. 3. hadise
[4] Divanı Harbi Örfi
[5] Külliyat Nesil Yay. 1. cilt Sh: 1080- Başbakanlığa mektup
[6] Bediüzzaman'ın Hayatı Yeğeni Abdurrahman Nursi Sh: 106-107 Piran Yay.
İst.
[7] Emirdağ Lahikası 27. Mektup
[8] Emirdağ Lahikası 27.Mektup
[9] (Prof. Ramazan Şesen El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve
Türklerin Faziletleri. 2.Baskı Türk Kültürü Ar. Yay. Ank. 1988 Sh:59)
[10] Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler, s.154
[11] Kitapçı, Prof. Dr, Zekeriya, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk
Varlığı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul Tarihsiz, s. 58.
[12] Hamidullah, M. Çin ile ilk Devir Müslüman ülkelerinin
Temasları, İ.T.E.D. İstanbul, 1975, s. 104 nak, Prof. Dr. Zekeriya
Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler s.182
[13] Kitapçı, Prof. Dr, Zekeriya, age, s.196
[14] Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 34. Türk çadırları kubbe
şeklinde oluyordu. Ortaçağ'da Türk çadırları sadece Türkler tarafından değil,
diğer komşuları tarafından da kullanılmaktaydı. Hatta Peygamber devrinde
Arabistan'da Türk çadırlarının kullanıldığına dair kayıtlara sahip
bulunmaktayız.. Dipno. Prof. Dr. Ramazan Şeşen. İbn Fazlan Seyahatnamesi, s.41
[15] İtikâf: ibadetle vakit geçirme.
[16] Şarih: Bir kitabı şerh eden, bir kitaba açıklama getiren
[17] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, Peygamber ve Türkler, s. 1017.
[18] İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün
Arap Yarımadasındaki İzleri, s. 281.
[19] İzmirli, Peygamber ve Türkler, s. 1017.