Anasayfa » MEŞRUTİ BAŞKANLIK BİLE, CUMHURİ KRALLIKTAN DAHA YARARLIDIR!

MEŞRUTİ BAŞKANLIK BİLE, CUMHURİ KRALLIKTAN DAHA YARARLIDIR!

Yazar: yonetici
0 Yorum 98 Görüntüleyen

MEŞRUTİ BAŞKANLIK BİLE,

CUMHURİ KRALLIKTAN DAHA YARARLIDIR!

      

“Meşruti Başkanlık” bizim kullandığımız bir kavram olup; şartlarla sınırlı yetkilere sahip devlet yöneticisi… Anayasal kıstaslar ve hukuki kısıtlamalar içinde ve seçilmiş Meclis denetimindeki Başkanlık Sistemi anlamındadır. Meşruti Başkanlık; kuvvetler ayrılığını benimseyen, mutlak monarşiyi de güya demokratik ve despotik her türlü keyfi yönetimi de reddeden, adil ve asil bir yönetim biçimini tanımlamaktadır.“Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı, Halkın Başkanı veya Meşruti Başkanlık” gibi sıfatlara takılmadan; halkın hür iradesi ve gönüllü-bilinçli tercihi ile iş başına gelip, yine adalet, dirayet, feraset, cesaret ve şefkatle ülkeyi yöneten, her yönden geliştirip güçlendiren ve dış güçlerin güdümüne girmeyen, farklı ve aykırı din ve düşünce kesimleri arasında dengeyi ve düzeni gözeten yöneticilere ihtiyaç vardır.

Hem, gerçekten milli iradeye, yani halkın yakından tanıdığı ve olgun bir şuur ve sorumlulukla seçip Meclis’e yolladığı milletvekillerine dayalı… Hem, örnek ve adil bir laiklik prensibinin uygulandığı… Hem, ülkede müspet milliyetçiliğin, İslam âleminde “ümmet bilincinin” ve dünya genelinde temel insan hak ve hürriyetlerini gözetmenin amaçlandığı… Hem de hızlı, yaygın ve yüksek kalkınma programlarının ve hayat standartlarının sağlandığı “meşruti başkanlık ve parlamenter denetim ve saygınlık”, ülkemiz için tarihi fırsatlar ve talihli atılımlar sağlayacaktır. Böylece şimdiki güdümlü ve güdük demokrasi çıkmazından ve “Cumhuri Krallık” diyebileceğimiz, küresel güçlere “Gizli Genel Valilik” utancından kurtulup gerçek demokrasiye, örnek laikliğe ve yüksek refah seviyesine ulaşmamız da mümkün olacaktır. Bu konuda değerli Millî Gazete yazarlarından İbrahim Halil Er’in önemli yazısını, bazı eklemelerle sizlerle paylaşmak istiyorum.

“İngiliz (siyaset ve) stratejisi ekseninde tartışacağımız çok konu bulunmaktadır. Fakat demokrasi ve devlet yönetimi konusunda İngilizlerin kurallarına ve duyarlılıklarına değinmekte fayda vardır. Bilindiği gibi parlamenter sistemin bir anlamda merkezi İngiltere sayılmaktadır. Özellikle Batı, tüm dünyaya demokrasiyi kutsal bir dava olarak sunmaya çalışmakta, ülkeler demokrasiyi yerleştirme bahanesi ile işgal altına alınmakta ve insanlar bu uğurda harcanmaktadır. Peki, Batı neden diğer ülkelere demokrasiyi dayatmaktadır? Başka ülkeler demokratik değil de monarşi ile yönetilse ne olacaktı? Bu konu neden onları ilgilendirmekte ve sahip çıkılmaktadır? Bu soruların cevabı, demokrasinin anlamında ve yanlış uygulamasında saklıdır. Çünkü demokrasi sayesinde Batı; kendilerinden olmayan devletlere müdahale fırsatı yakalamakta, hatta yönetebilme zeminini oluşturmaktadır.

Aslında güdümlü demokrasiler istikrarsız ve dış etkiye açık yönetimler ortaya çıkarmaktadır. Hele bizim gibi ülkelerde güdümlü demokrasiler yüzünden gerçek istikrar ve bağımsız kalkınma bir türlü yakalanmamaktadır. Çünkü güdümlü demokrasilerde hileli seçim sistemi bulunmaktadır. Güya herkes bir parti kurup seçimlere katılmakta, halkın teveccühünü kazandığında ise yönetime taşınmaktadır. Yani en iyi propagandayı yapanın, en iyi konuşanların yönetime geldiği sanılmaktadır. Oysa medya marifetiyle ve küresel manipülasyon merkezlerince halka lanse edilen işbirlikçiler beyinlere kazınmaktadır. Proje ve ideal unsuru hiç dikkate alınmamaktadır. Daha önceki dönemlerde Cem Uzan isimli bir zenginin kurduğu parti, sırf başkanın genç ve yakışıklı olması, meydanlarda halka döner dağıtması, mitinglerinde sanatçıların konsere çıkması sayesinde ilk girdiği seçimlerde %7 gibi büyük bir rakama ulaşmışken, kadrosu ve projesi olan Erbakan ekibi %5’lerde oy almıştır. Bu olay bile demokrasinin perde arkasını anlamamızı sağlamalıdır.

İşte bu durum, yani güdümlü demokrasi; Batı’nın müdahalesine açık olduğu gibi, gerçek anlamda ülkeleri onların yönetmesini de sağlamaktadır. Çünkü tüm maharet, halkın oyunu alıp iktidara taşınmaktadır. Batı’nın yetiştirdiği/devşirdiği kişiler, Batı’dan aldıkları para, tanıtım ve lojistik destek sayesinde halkın sempatisini kazanmakta ve devletin başına oturtulmaktadır. Cumhuriyet tarihimizde bunun örneklerine sıkça rastlanır. Görünüşte halk iktidarı olmasına rağmen, gerçekte Batı (Siyonist odaklar) iktidarı oluşmaktadır. Ülke aslında Batı tarafından yönetilen bir gizli sömürge durumuna taşınmaktadır. Fakat halk bunun farkında olmamaktadır. Mücadele, sömürgeci güçler ile bağımsızlık elde etmek isteyen ülkeler arasında yapılmaktadır…

İngilizler, tüm dünyadaki monarşileri yıkmaya uğraştıkları halde, kendi ülkelerinde hâlâ monarşiyi ayakta tutmaktadır ve İngiltere’nin gerçek adı İngiliz Krallığı’dır. İngilizlerin milli marşı da hâl⠓Tanrı Kraliçeyi korusun” diye başlamaktadır. Tüm dünya İngiltere’de Krallığın aslında sembolik olduğunu düşünmesine rağmen gerçek çok farklıdır. Ülkeyi ve dünyayı Kraliçe yönetmektedir. O da Siyonist odaklarla irtibatlıdır. Hükümet daha çok icracı işler yaparak önde görülürken, Kraliyet üst akıl olarak strateji belirlemekte etkin konumdadır. Bir Amerikan Başkanı, İngiliz Kraliyet mensubu çocuğun önünde diz çökmekte, İngiliz Başbakanı Kraliçenin önünde reverans yapmaktadır. Ama bize ve çocuklarımıza da hâlâ monarşinin ne kadar kötü olduğu empoze edilip durmaktadır. Çünkü meşruti monarşiler, dış etkiye oldukça kapalıdır. İktidar değişimi, Batı’nın kontrolünde olmamaktadır. Sürekli ve sistemli bir üst stratejik akıl bulunduğundan yönetimde istikrar sağlanmaktadır. Yönetici zümrenin meşruiyeti olduğu gibi halk üzerinde birleştirici bir etkisi bulunmaktadır. Yöneticiler tesadüfen değil, uzun süre yetiştirilerek oluştuğundan devlet yönetiminde acemilik ve beceriksizlik oluşmamaktadır. İşte bu nedenle Batı, önce bu tür yönetimleri yıkmakla işe başlamıştır.

Hâlbuki güdümlü demokrasi ile istikrarsız yönetimler oluşmaktadır. Daha da kötüsü, demokrasi sayesinde Batı, kendisi dışındaki tüm ulusları yönetebilme imkânını kazanmaktadır. Çünkü lider olarak ortaya çıkanların hepsi onların desteğini almakta, onların desteğini almayan hiçbir iktidar uzun süre ayakta kalamamakta, es kaza yönetime gelenler ise bir şekilde tasfiye olunmaktadır. (AKP’nin iktidara taşınışı ile, Mısır’da Mursi’nin iktidardan alınması üzerine kafa yorulmalıdır.) Tasfiye için ülke önce ekonomik krizlerle teslim alınmaya çalışılmakta, bu da başarılı olmadığında anarşi ve kargaşa çıkarılıp istikrarsızlaştırılmakta, bunda da sonuç elde edilmediğinde iç savaş çıkartılmakta ve güdümlü ordu yönetime el koymaktadır. Peki, Batı’da demokrasi var, orada neden istikrarsız yönetimler oluşmuyor diye itiraz edenlere, Bolivya Devlet Başkanın sözlerini hatırlatalım: “Dünya’da darbenin olmayacağı tek ülke Amerika’dır, çünkü orada Amerikan konsolosluğu bulunmamaktadır” diyerek çarpıcı bir durum tespiti yapmıştır. Yani, sistemin sahipleri Batı’dır. Batı ise demokrasiyi yani yönetimi şansa bırakmaz. Orada devletin arka planındaki görünmeyen sahipleri demokrasiyi yönlendirmekte, istemedikleri kişilerin yönetime geçmesinin önünü kesmekte, milli ve bağımsız oluşumlara fırsat tanımamaktadır. Ülkelerini karıştıracak bir başka ülke olmadığından sorun da çıkmamaktadır.

Bizim gibi ülkelerde ise istikrarlı, başarılı ve bağımsız yönetimler oluşması için güdümlü demokrasi değil, gerçekten milli iradeyi temsil eden ve dürüst demokrasiyi yürüten meşruti yönetim, yani İngilizlerin şu andaki yönetim sistemi daha uygun ve yararlıdır. Çünkü bu sayede yönetimlerin, belli güç odaklarının eline geçmesi engellendiği gibi, tecrübesiz kişilerin de ülke yönetimine geçmemesi sağlanır. Liyakat ve sadakat bağlamında belli bir elit zümre, ülke yönetimi konusunda eğitilir ve onlar ülkeyi yönettiği gibi dış güçlerin içimizdeki ajanları da olmamış olur. İngilizler, başka ülkeleri ele geçirmenin yolunun buralardaki milli yönetimleri, yani monarşiyi yıkmakla sağlayabileceklerini gördüklerinden, hep savaşlarını onlara karşı yaptılar ve başarılı oldular. Bunun sonucunda dünyada istikrar ve huzur kalmadı. Çünkü zayıf kişiler ve zayıf yönetimler oluştu. Onlar da iktidarda kalmanın yolunun; Batı’ya biatten geçtiğini gördüklerinden, onların her dediğini yapan birer Sömürge Valisi konumuna razı oldular. Bugün dünya hâkimiyeti, güdümlü demokrasiler sayesinde Batı’nın eline geçmiş durumdadır. Sömürgeden kurtulmak için; istikrarlı yönetim kurmamız ve bir yönetici elit zümre oluşturmamız lazımdır. Ama bu zümrenin başka güçlerin kontrolüne geçmesini engellemek için, yanında “Ehl-i hâl ve’l akd” ile şura meclisini de devreye sokmalıdır. Tabi ki demokrasinin getirmiş olduğu halkın yönetime katılması ilkesi güzel bir ilke olduğundan, halkın temsilcilerinin olduğu bir parlamentonun da bulunmasını sağlamalıdır. Bu parlamento bir anlamda şura meclisi görevini sırtlanacaktır. Fakat gerçek bir şura meclisi görevini görmesi için ehil insanlar buraya taşınmalıdır.

Sonuç olarak, İngilizler tüm dünyada monarşiyi kaldırdılar ama kendileri hâlâ uyguluyorlar. Dünyanın en büyük Kraliyetçi ulusudurlar. Milli marşları bile “Tanrı Kraliçeyi korusun” diye başlar. Çünkü istikrar için seçkin yönetici kadroların ve stratejik aklın olması lazımdır. Yani istikrar için bir üst aklın varlığı yanında, “Ehl-i hâl ve’l akd”in saygınlığı şarttır. Bunun için seçkin bir âkil zümre ile halkın da yönetime katıldığı bir şura meclisli yönetim projesi olmalıdır. Bu meşruti ya da İngiliz tarzı icracı hükümet ile üst aklın birlikte olduğu yönetim sentezi oluşturulmalıdır. (İşte Adil Düzen projeleri bu yönde hazırlanmış en güzel, en orijinal programlardır.) Maalesef güdümlü Demokrasi bir sömürü aracıdır ve istikrarsız yönetimler oluşturmaktadır. İslam dünyasını ve diğer ulusları istikrarsızlaştırmak ve sömürmek için bir araçtır. Batı’da demokrasi belli bir zümrenin kontrolü altındadır. Kontrol dışına çıkılmasına izin tanınmamaktadır. Doğu’da ise, Batı’nın kontrolünde güdümlü demokrasiler vardır. Onların devşirdiği kişilerin yönetime gelmesi için bir araçtır. Bu nedenle hep istikrarsız ve başarısız yönetimler oluşmaktadır.”[1]

Demokrasi kutsal bir Amaç değil, normal bir Araç’tır!

Demokrasi, halkın yönetime katılımını amaçlayan ve toplumun iç barışını sağlayan bir araçtır. Ferdin kendi zihniyetini tayin ve temsil etmesi veya başka bir ifadeyle; kendi kendini tanımlayabilmesi ve her ferdin hak ve özgürlüklerini birlikte yaşayabilmesi prensibine dayanır. Gerçekten de kendi imani, ideolojik ve felsefî tercihlerinin dışında da tercihlerin olabileceğini kabul edecek kadar hoşgörü sahibi ve herkesin farklı hayat tarzlarını meşru sayabilen fertlerin yaşadığı toplumlar, bir ahenk ve sosyal denge kuracaklardır. Toplumun uyumu ve iç barışı gibi bir hedefi sağlayan demokrasi, bir araç olarak pozitif fonksiyon kazanmıştır. Çünkü bireyin kendini tanımlayabilmesi, onun insan haklarını tanımasını gerektirmektedir. Ferdin kendi özel alanında hâkim olabilmesi, kendini tanımlayabilmesi için kişilik hakları ne kadar gerekliyse; farklı fertlerin ortak veya içtimai kimliklerinin belirlenmesinde etkili olabilmeleri için de o kadar gerekli saymalı ve saygı duymalıdır. Kişiye kimlik kazandırmanın dışında, ortak siyasal veya içtimai mukadderatına da fert ancak “siyasal haklar” yoluyla sahip çıkacaktır. Fertler kendi hedef ve değerlerini demokrasiden bağımsız olarak seçmiş olacaktır. Bu konuda demokrasi onlara yol gösteremez; çünkü demokrasinin ideolojisi olmaz, herhangi bir ideolojiyi dayatmaz; kimse için belli bir değeri ve bir dünya görüşünü zorunlu kılmaz. Fertlere hayatını nasıl yaşaması gerektiğini şart koşmaz, kâinata ve insana ait bir teori, bir düşünce sunmaz. İşte, değerlerini kendi başlarına seçen irade sahibi hür fertler, kendileri gibi kendi değerlerini seçmiş başka fertlerle bir arada yaşamak zorunda kaldıklarında “demokrasi” devreye sokulmalıdır. Böyle farklı değerlere sahip fertlerin bir arada yaşamasının barışçı yollarını demokrasi sağlamalıdır. Öyleyse demokrasi farklı fertlerin veya toplulukların kendi değerlerini ve temel hedeflerini çatışmadan gerçekleştirebilmelerine bir araçtır. Onun içindir ki, demokrasi gerçekleştiğinde her şey bitmiş olmaz, ancak ondan sonra fertler kendi iradeleri ile seçtikleri değerlerini yaşamak ve gayelerini gerçekleştirmek için kendi hayatlarını kurarlar. Özet olarak ifade etmek gerekirse; demokrasi, tek bir kişinin bile tüm topluma karşı kendi inancını, insancıl amacını, bakışını savunma hakkıdır, farklılıkların doğallıkla bir aradalığıdır.

Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Demokrasi her şeyden önce siyasal toplum içinde yer alan çeşitli dünya görüşlerine mensup bütün kişi ve ekipleri, bütün farklı kimlikleri kucaklayan ama onların hiçbirisi ile özdeş olmayan bir ortak platformun adıdır.

İslam’da Adil bir yönetimin esasları ve kıstasları

İslamiyet’te devlet ve hükümet işleri “Hilafet” denen ve seçimle işbaşına gelen bir yönetim şekli ile yürütülmektedir. Mevdudi'ye göre “Halife” yani Devlet Başkanı seçimle iş başına gelir ve kendine tevdi edilen “vazife” dolayısıyla diğer insanlardan farklı bir üstünlüğe veya imtiyaza sahip değildir. Devlet otoritesi; ancak hak, adalet ve eşitlik esaslarına göre belirlenir. Kur’an’ın hükmüne göre; bütün Müslümanlar, fert fert müsavi şekilde ve aynı imkânlarla Halife olmak hakkına sahiptirler. Dört Halifenin seçimle işbaşına gelmesi; İslam’ın yönetim şeklinde, seçimin belirleyici şart olduğunu göstermektedir. Hz. Ebubekir’in Halifeliğe seçilmesi, Medine halkının genel geçerli temsilcilerinin biatı ve tensibi ile gerçekleşmiştir. Mevdudi Medine halkını hemen hemen bütün İslâm memleketlerinin mümessilleri olarak kabul etmektedir. Hz. Ebubekir’den sonra Halifeyi tespit etmek üzere görevlendirilen altı kişilik heyetin kararı Hz. Ömer'in Hilafeti üzerinde gerçekleşti. Medine halkının seçim anlamında biati ile de Halifeliği meşruiyet kazanıverdi. Hulefa-yı Raşidin'in dördünün de temsili bir seçimle işbaşına geldiği tarihi bir gerçektir.

Meşveret: İslam yönetiminde dinin zaruriyatı dışında olan dünyevi, iktisadi ve siyasi işler için kanunlar ve düzenlemeler yapan kurum “meşveret”tir. Hulefa-yı Raşidin'in dördü de hükümet işlerinde ve teşriî meselelerde ümmetin ileri gelenleri (emin ve ehil kişiler) ile istişare etmeksizin karar vermemişlerdir. Halifeler, Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi, genellikle bilinen ve hükümet kararlarına iştirak eden kimselerle istişare edebilirlerdi. (Onların işleri, aralarında meşveret iledir. Şurâ Sûresi, Ayet 38.) “Danışma yoluyla yönetme” diyebileceğimiz “meşveret”, günümüzün “parlamento” esasına tekabül etmektedir. Elbette o devirlerden farklı olan günümüzün şartları; halkın itimat ettiği, emanet ve ehliyet sahibi kimselerin teamül yoluyla tespitini zorlaştırdığından seçim usulü, bu itimadın gösterilmesi için uygun bir yol olarak görülmelidir.

Adalet: Siyasi iktidarı kullanan devlet ve hükümet yetkilileri bütün icraatında “adalet” esasına riayetle mükelleftir. Adaletsiz bir hükümet, yani mazlumun hakkını koruyamayan ve hukuk karşısında eşitliği sağlayamayan hükümet müstebittir. Adalet, Kur’an-ı Kerim'in dört esasından birisidir. İslam’ın eşitliğini şekillendiren bu kurumdur ki, bir Sahabeye, hutbe esnasında Hazreti Ömer'e, “Sende bir eğrilik görürsek, kılıçlarımızla doğrulturuz!”dedirtmiştir.

Hukuka riayet: Dört Halifeden hiçbiri kendi şahsiyetini hiçbir zaman hukuktan üstün kabul etmemiştir. Kanun karşısında onlar da bir vatandaş idi. Şer'i hukuku uygulayan Kadılar, Halifeleri serbestçe muhakeme edebilmekteydi. Hz. Ömer'in Halifeliği esnasında, Ubey bin Kaab ile muhakeme edilmeleri ve ikisinin de hâkim tarafından eşit muamele görmeleri buna bir örnektir. Hz. Ali de Halifeliği sırasında Ehl-i Zımme'den bir Yahudi ile muhakeme edilmişti. O halde İslâm yönetiminde, hukukun üstünlüğü esasına harfiyen riayet edilmekte ve yöneten ile yönetilen, kanun karşısında aynı muameleyi görmektedir.

Otoriteye itaat: Adaletli, meşveret kaidesini tatbik edici bir siyasi otoriteye, elbette itaat edilmelidir. Fakat adaletsiz yönetimlerin bir müeyyidesi olagelmiştir. İslâm dininde, ihtiva ettiği esaslar dahilinde yönetimlerin ikaz ve irşadı emredilmiştir. Yani halk denetleyicidir. İslam’da; halka karşı sorumluluk, Hak’ka karşı sorumlulukla aynı seviyededir. O kadar ki, Halife Hak yolundan ayrıldığı takdirde, Şeriatın tayin ettiği hükümler dairesinde suistimaline engel olmak yahut da kendisini “hal” etmek bütün Müslümanlar üzerine vacip kabul edilmiştir. Zalim bir hükümete hükümet demek bile abestir. O bu isme layık değildir. Çünkü istibdat; şer'an da aklen de reddedilmesi gereken bir bâtıl fikirdir.

Devlet işlerinde liyakat ve ehliyet: Yönetimle ilgili Kur’an-ı Kerim'in koyduğu bir esas da “emanet” olan devlet işlerinin ehline bırakılmasıdır. Dini ıstılahta “mesalih-i amme” denilen kamu yararları ile ilgili işleri üstlenecek kimseler, vazife ve memuriyetlerine ait bilgi ile mücehhez ve doğruyu düşünme ve doğruyu yapmaya muktedir kimseler olmalıdır.

Devlet Başkanına düşen ağır mesuliyet: Meşveret ve adalet; Devlet Başkanının halka karşı sorumlu bulunduğu vazifeleri ve iktidarının sınırlarını belirlemektedir. İkisi de bir emri İlahî olan adalet ve meşveret, devletin kendini frenlemesini sağlayan sistemdir. Adalet ve meşveret esaslarına uymayan Devlet Başkanını hal etmek milletin ve meclisin görevidir. Yalnız Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük kısmı, “Zulümden elbette şikâyet edilir, emirin karşısında Hak söz söylenir ama isyan etmek doğru değildir” demişlerdir. Ekseriyete göre; haksız yere kan dökme bile, ayaklanma için yeterli sebep değildir. İmamların bu konudaki görüşleri Hz. Ebubekir'in Halifelik biatından sonra verdiği ilk hutbesine dayanmaktadır: “Ben, Allah'a ve O’nun Resulûne itaat ettiğim müddetçe, siz de bana itaat edeceksiniz. Eğer Allah'a ve Resulûne itaatsizlik yoluna saparsam, o takdirde bana itaat etme mükellefiyeti üzerinizden kalkar.” Hz. Ömer de; “Bir insan meşveret etmeksizin biat isterse meşru değildir” buyurmuşlardır.

Temel insan hakları devletin lütfu değil, doğal kazanımlardır! Kur’an-ı Kerim'de ve Hadislerde, bilhassa Hz. Resulûllah’ın Veda Hutbesinde dile getirilen temel hak ve hürriyetler gerek Fransız İnsan Hakları Beyannamesinde gerekse ABD İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde de asırlar sonrasında ve hâlâ eksik olarak yer almıştır:

• Devlet; vatandaşların canlarını, mallarını ve ırzlarını ve her türlü haklarını korumakla mükellef sayılmıştır.

• İnsanlar hürdür ve suçu sabit olmadıkça, hürriyeti elinden alınamayacak, köle yapılamayacaktır.

• Herkes; din, düşünce ve fikir hürriyetine ve fikrini açıklama hürriyetine sahiptir. Fiile dökülmedikçe kimse fikirlerinden dolayı suçlanamaz. Hz. Ali'nin Haricilere gönderdiği haber şöyledir: “Kan dökmediğiniz, yol kesmediğiniz ve zulmetmediğiniz müddetçe istediğiniz durumda olunuz. Eğer bunları yaparsanız, size harp ilan ederim.”

• Devlet, vatandaşlarının zaruri ihtiyaçlarını garanti etmeli ve gerekli tedbirleri almalıdır. Sadece Müslüman olanlar değil, Zimmiler de bu hükme dahildir. Hz. Ömer'in Yahudi bir Zimmiye Beytülmâlden tahsisat ayırması buna en güzel örnektir. Halid bin Velid'in Hive halkına yazdığı mektupta da böyle bir uygulamadan söz edildiğini görüyoruz.

Anayasanın bağlayıcılığı: Mevdudi'ye ve daha birçok düşünüre göre, devletin hiç değişmeyen ve nesilden nesile intikal eden bir yazılı anayasası olması hem mümkün hem de münasip değildir. Değişmeyen doğrular sadece Kur’an ve Sünnet’in temel ölçüleridir. Esasen 18. yüzyıla kadar bütün devletlerin anayasası, bugünkü İngiltere'de olduğu gibi yazılı olmayan bir anayasa idi. Bununla birlikte İslâm devletinin ilk kuruluş yıllarında yazılı bir anayasa örneği gösterilmektedir. Medine Toplumunun üzerinde ittifak ettikleri, 47 maddeden müteşekkil, ayrı dinlerden olan bütün Medine sakinlerinin bir arada yaşama formülünü içeren bir vesikayı, “ilk yazılı anayasa” olarak kabul edebiliriz. Hakikaten bu yazılı anayasa, bir Yahudi kavminin bozgunculuk yapmasına kadar yürürlükte de kalmıştır. Daha sonra ilk olarak Osmanlı devletinde ve çeşitli Müslüman devletlerde yazılı anayasa örneklerine rastlıyoruz. Bu anayasalar akla, vicdana ve Kur’an’a dayalı, fıtri (doğal ve sosyal) kaynaklardan çıkarılan ama çağın şartlarına ve ihtiyaçlarına göre hazırlanan anayasalardır.

Kuvvetlerin ayrılığı: Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'e göre, devlet teşkilâtında kuvvetler ayrılığı uygulaması Hz. Ömer devrinde başlamıştır. İdare ve hayır ayrımı yapılmış, bunun yanında devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şura meclisi kurulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleri ile halk temsilcilerinden teşekkül etmekteydi.

İslâm ve demokrasi kavramı

İslam dininin değerleri ve denge sistemi ile hürriyetçi demokrasinin temel prensipleri arasında çok iyi uyum sağlayan paralelliklere rastlanır. Çünkü demokrasinin temel prensibi olan “hürriyet”, İslam akidesinin de temel şartıdır. Zira bütün İslami mükellefiyetler akıl-baliğ olan hür Müslümanlar içindir. İman ise, cüz'i iradenin sarfıyla ilgilidir. Hürriyetsiz cüz'i irade söz konusu olamayacağına göre hürriyet imanın da esasıdır. İman ve cüz'i irade ilişkisini bütün müfessirlerin ve kelâm âlimlerinin eserlerinde görebiliriz. Bediüzzaman Said Nursi de İşârâtü'l-İ'caz adlı Kur’an tefsirinde; Sa'd-ı Taftezani'nin, “İman Cenab-ı Hak’kın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” dediğini nakletmektedir. Yani iman dahi bir bakıma “tercih” ve “tasdikten” ibarettir. Bütün Ehl-i Sünnet âlimleri bu hususta müttefiktir. Bediüzzaman, 1911 yılında neşrettiği ve meşrutiyeti bütün yönleriyle konu alan Münazarat adlı eserinde; hürriyeti, imanın “hassası” yani imana ait olan bir özellik olarak kabul eder. Ona göre, imanın kuvveti oranında hürriyet yaşanacaktır. Çünkü cüz'i iradesini sarf ederek gerçek imanı elde eden insan, artık kâinatın Sultanına bağlanmıştır. Başkasına boyun eğmez ve başkasının istibdadını kabul etmez. İmanın bir gereği olan şefkat ve adalet de başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmesine mâni olur. Demek iman, bünyesinde barındırdığı hürriyet özelliği sayesinde, mü'minin istibdada boyun eğmemesini ve hak ve hürriyetlere de tecavüz etmemesini gerektirmektedir. Yine Bediüzzaman hürriyeti “kanundan başka hiçbir şeyin kimseye tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun korunması şartıyla meşru dairedeki serbestiyet” şeklinde tarif etmiştir. Ona göre, herkes istediği gibi düşünebilir ve genel asayişe ilişmemek (anarşiye yönelmemek) şartıyla bu düşüncelerini açıklayabilir. Hatta fikir hürriyeti olmaksızın, bu zamanda bir devletin üzerine düşen vazifeleri yapması imkânsızdır. Çünkü, “hürriyet-i efkâr, medeniyetin kılıcı ve kuvveti”dir. (Divan-ı Harb-i Örfi, sh. 66)

Din ve vicdan hürriyeti: İnsan haklarının ana umdelerinden din ve vicdan hürriyeti zaten İslamiyet’in özünde var olan bir hürriyettir. Çeşitli dinlerin mensupları, İslam hükümeti içinde serbestlikle dinlerinin gereğini yerine getirmişlerdir. Bediüzzaman; bu hükümet-i İslamiye içinde her zaman başka dinlerin mensuplarının da bulunduğunu nazara verir. Ona göre, “genel asayişe ve emniyete zarar vermemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği fikriyle ve sistemiyle mes’ul tutulamayacaktır.”

Ayrıca Şualar adlı eserinde; “Dinde zorlama yoktur” Ayet-i Kerimesinin bu zamana bakan bir tefsirini ortaya koyarken, “artık dünyadaki hükümetlerin laik Cumhuriyetlere döndüğü” gerçeğini dile getirmiş ve böylece “lâikliğin din ve vicdan hürriyetinin bir ifadesi olarak kabul edilmesi halinde, zaten İslam’daki hürriyet ile çatışmayacağını”ifade etmiştir. (Şualar: 11. Şua, 11. Meselenin Haşiyesi – sh: 244)

Bediüzzaman, dünyevi saadete ulaşmak, yani sosyal refah ve kalkınmayı sağlamak için, kaçınılmaz bir şart olarak gördüğü o zamanın anayasal parlamenter rejimi olanmeşrutiyeti ve (cumhuriyeti) “hakiki adalet ve Meşveret-i Şer’iyyeden ibaret bir sistem” olarak tarif etmiştir. Ona göre; hakiki adaletin gerçekleşmesi için gerekli olan seçilmiş parlamento, Şeriatın iki ayetle emretmiş olduğu meşveretin bir tezahürü, hukukun üstünlüğü ise bir diğer şartı gibidir. Kanun önünde eşitlik olmaksızın adaletten söz etmek mümkün değildir. Bediüzzaman’a göre; “her zamanın ihtiyaçları ve idare tarzı değişiktir ve yönetimler bulundukları zamanın şartlarına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak şekillenmelidir.” Buna göre, istibdadın (baskı ve dayatmanın) hâkim olduğu zihniyet ve hükümetlerde nokta-i istinat kuvvettir; hâkim davranış ise hissiyat ve cebirdir. Meşrutiyet (Cumhuriyet) yönetiminde ise kuvvetin yerini Hak ve adalet, cebrin yerini şefkat ve muhabbet, hissiyatın yerini ise fikir ve hürriyet almıştır. Meşrutiyet dönemlerinin hâkimi “hak, marifet, kanun ve efkâr-ı âmme”dir. Meşrutiyetin (Cumhuriyetin) esaslarından olan seçilmiş parlamento; Şeriatın emrettiği meşveret olduğu gibi, efkâr-ı âmme (kamuoyu), çoğunluğun iradesi ve seçim gibi esaslar, Şeriatın kaynaklarından olan “icma-i ümmet ve rey-i cumhur” esaslarına tam bir uygunluk arz etmektedir.

“Zamanın ve şartların durumuna göre libas giydirmek ve çatlayan yerleri tamir etmek” tabirleri bizi, Bediüzzaman’ın “O zaman meşrutiyetti. Şimdi o kelime yerine Cumhuriyet getirilmiştir” ve “Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet”ifadelerine götürmektedir. Bediüzzaman’ın 1909’da gazetelerde neşrettiği makalelerini 50’li yıllarda yeniden neşrederken yaptığı düzeltmeler ve düştüğü dipnotlarında yer alan bu ifadeler, aynı ölçülerin uygulanmasından başka bir şey değildir. Zaten anayasal parlamenter sistemin o günkü ifadesi olan meşrutiyeti destekleyen Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde çok partili demokratik hayata geçildiğinde Demokrat Partiyi destekleyerek, hem demokratik bir uygulama olan siyasal etkinlikte yerini almaya ve yararlı olmaya gayret etmiş, hem de nazari olarak demokratik parlamenter sistemin savunucusu oluvermiştir. “Elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder ki, ben eskiden beri cumhuriyetçiyim. Zira Hulefa-i Raşidin hem Halife, hem de Cumhurreisi idiler” şeklindeki ifade bu çizgisinin bir göstergesidir. Üstadın 1935’te Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada kullandığı bu ölçü, 1911’de Münazarat adlı eserinde ortaya koyduğu ölçü ile de örtüşmektedir.

Sonuç olarak:

Elbette bir ülkenin gerçek bağımsızlığa kavuşması ve tüm özgürlükleri sağlaması için:

a) Toplumun inançlarına, tabii ve tarihi oluşum esaslarına, doğal ve sosyal ihtiyaçlarına uygun bir anayasa ve kanunlar yanında;

b) Ekonomik, kültürel, ahlâki her yönden yerli ve ilmi temeller ve milli hedefler doğrultusunda kalkınmış olması,

c) Ciddi ve caydırıcı, dostlara güven düşmanlara korku aşılayıcı bir orduya ve milli savunma hazırlıklarına kavuşması,

d) Bunlar için de;

1- Ülkede milletin dirlik ve denge düzenini (huzur ve dayanışma şartlarını),

2- İslam Âleminde Ümmetin birlik ve beraberlik sistemini (ittihat ve ittifak kurumlarını) oluşturması,

3- Ve tüm mazlumlara umut ve sığınak olma, adalet ve hakemliğine güven ve saygı duyulma ortamının hazırlanması lazımdır. Yoksa, borç almak için sürekli başka ülkelerin ve Siyonist merkezlerin kapısını çalan… En doğal ve temel ihtiyaçlarını bile kendisi karşılayamayan… Teknolojik gelişmelerin ve sanayileşmenin çok gerisinde kalan… Saygın ve caydırıcı bir askeri gücü bulunmayan ülkelerdeki demokrasi, aslında demon-krasi (şeytani güçlerin maşası) olmaktan kurtulamayacaktır.

İşte bu nedenle Erbakan Hocamızın hazırlattığı; bizim de olgunlaştırıp, eksiklerini tamamlayıp kitaplaştırarak ve beş dilde yayınlayarak bütün dünyaya tanıttığımız:

A) İlmi, İnsani ve İslami ADİL DÜZEN programlarıyla beraber,

B) İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı,

İslam Ortak Pazarı,

Müşterek İslam Dinarı,

İslam Savunma Paktı,

İslam Eğitim, Kültür, Bilim ve Teknoloji ortak kurumları gibi evrensel oluşum ve teşkilatlara acilen ve kesinlikle ihtiyaç vardır.

 

 


[1] 9 Haziran 2019, Milli Gazete, İngiltere ve Demokrasi






























BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi