İsrail istihbaratının da Kürt liderlerle yakın çalışma içinde olduğu ve bölgede kök saldığı söyleniyor. Bu gelişme, sözüm ona Kürdistan'ın ülkenin kalanındaki İsrail operasyonları için kalkış noktası işlevi görmesine yönelik kaygıları da artırıyor.
Kerkük'ü kuşatan söyleme baktığımızda, sanki İsrail'in sahnelediği bir oyunla karşı karşıya gibiyiz. Bugün Kerkük'e 'Kürtlerin Kudüsü' deniyor….
Bu politika sürerse Kürdistan bol bol petrole sahip, çok büyük azınlık nüfusunu ezmekle meşgul ve ABD'ye kendisini 'farklı' komşularından 'koruması' için yalvaran küçük bir faşist devlete dönüşür. Ve elbette ABD de bu isteğe bayıla bayıla icabet eder, aynı petrolden dolayı Körfez ülkelerinin isteklerini kırmadığı gibi.33
“Kanlı takvime göre:
Büyükanıt ve akabinde Gül Şubat ayında Amerika'da… Kerkük'te nüfus sayımı Mart ayında. Yeni cumhurbaşkanımızla Nisan sonunda tanışacağız. PKK eylemlerine Mayıs'ta başlayacak. PKK koordinasyonu o sırada çöpe atılacak.
Takvim nasılmış efendim? Şubat, Mart, Nisan, Mayıs… Sırasıyla: Nabız ölçme Şubat'ta yapılacak… Kerkük Mart'ta referandumla Türkmenlerden alınıp Kürdistan'a katılacak.. Köşk Nisan'da, cenazeler Mayıs'ta… Ama, Türkiye, Kerkük konusunda HİÇBİRŞEY yap-a-mayacak. Sadece izleyip bakacak”34 iddiaları umarız sadece zandır. Ve umarız bu şeytani senaryoların uygulamasına fırsat kalmadan, Türkiye'de Milli ve köklü değişimler yaşanacaktır.
ABD'li Siyonist patronlar, AKP'li piyonları parlatmaya mı geliyor?
İstanbul'da iki esrarengiz Yahudi ne arıyor?
Geçen ay, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns Ankara'daydı. Avrupa Yahudi Konseyi Başkanı Pierre Besnainou Ankara'daydı.
Aynı günlerde İsrail Polis Şefi Moshe Karadi Ankara'daydı.
Ankara bu konukları ağırlarken, İstanbul da o sırada yine Amerika'dan iki ilginç ve önemli ismi misafir ediyordu. Bunlar kimselere duyurmadan, sessiz sedasız İstanbul'a gelip önemli görüşmeler yaptılar.
İstanbul'un en tepesindeki isimlerle bir araya geldiler. Peki kimdi bu iki ilginç Amerikalı ziyaretçi?
Stephen Schneider ve Jeffrey Shulman…
Jeffrey Shulman; kısa adı AIPAC olan Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi'nin Ulusal Faaliyetler Direktörü… AIPAC ilginç bir kuruluş. Amerika'nın İsrail yanlısı en etkili lobi kuruluşlarından biri. New York Times'a göre “Amerika-İsrail ilişkilerini AIPAC belirliyor.” Ancak aynı AIPAC geçtiğimiz yıllarda çok ilginç bir suçlamayla karşı karşıya kaldı. Pentagon'da çalışan bir görevlinin İran'la ilgili çok gizli bazı askeri bilgileri AIPAC aracılığıyla İsrail'e verdiği ileri sürüldü. AIPAC basıldı bazı bilgisayarlarına el kondu.
Stephen Schneider ise Küresel Liderlik Enstitüsü (GLIPA) İcra Direktörü. GLIPA 2005 yılında Washington'da kuruldu. O da İsrail yanlısı bir kuruluş. Zaten Schneider de Shulman gibi AIPAC üyesi ve Yahudi asıllı Amerikalılardan. AIPAC'ın eski Siyasi Bilgilendirme Bürosu Direktörü..
Peki bu iki ilginç ve bir o kadar önemli iki ismin İstanbul ziyaretinin sebebi neydi? Çok fazla detaya sahip değiliz. Dedik ya kimselere haber vermeden, sessiz sedasız gelip gittiler.
Ama öğrenebildiğimiz kadarıyla, Nisan ayında bu ilginç kuruluşun yani AIPAC'ın üyeleri İstanbul'da toplanacakmış. Scheider ve Shulman da bu önemli toplantının güvenlik başta olmak üzere ön görüşmesini yapmışlar. Sözün özü şu ki; son dönemde Amerikalıların ve özellikle de Yahudi asıllı Amerikalıların Türkiye ilgisi gerçekten dikkat çekici.
Türkiye'nin, Cumhurbaşkanlığı'ndan, Kerkük'e önemli kararlar arefesinde olduğu bir dönemde bu ilgi daha da dikkat çekici hale geliyor.35
Kürt sorununu Amerika çıkarıyor!
Ankara'da Kürt sorunu tartışılıyor, ama büyük resimde Irak ve ABD'nin yeni siyaseti baskın çıkıyor. Bölge topyekûn daha koyu bir savaşın içine çekilme tehlikesindeyken, Türkiye kendi içinde Kürt sorununa silahsız çözüm bulabilirim diye oyalanıyor.
ABD Kongresi'nde yapılan açıklamalar başka bir sonuç göstermiyor. Dışişleri Bakanı Condolezza Rice, Dış İlişkiler Komitesi'nde, Savunma Bakanı Robert Gates de Silahlı Hizmetler Komitesi'nde aynı şeyi söylediler: 'Şimdi çekilirsek Kürtler bağımsızlık ilan eder, Kerkük'e el koyarlar, Türkiye de müdahale eder'…
Siyaset bir algılama işi ve Irak'ta (Kerkük dahil) bir Kürt devleti ilan edilirse, Türkiye'nin (ve muhtemelen İran'ın) buna müdahale edeceği bekleniyor.
PKK bunun farkında. Irak Devlet Başkanı görevini de yürüten KYB'nin 'oportünist ama modernist' lideri Celal Talabani de farkına varmaya başladı. Ama Barzani farkında görünmüyor. ABD Başkanı George Bush nasıl kaybeden kumarbaz sendromu içinde sürekli bahsi artırıyorsa, barzani de sıkıştıkça taleplerini çoğaltıyor. Belki bisikletin pedalını çevirmezse düşeceğine inanan çocuk gibi, frenin varlığını unutmuş; durmaya korkuyor.
Bölge böylece topyekûn daha koyu bir savaşın içine çekilme tehlikesindeyken, Türkiye kendi içinde Kürt sorununa silahsız çözüm bulabilir mi? Akılcı baktığınızda hâlâ mümkün.” Ama bunu AKP iktidarıyla başarılamayacağını aklı yetenler biliyor.
Enis Berberoğlu soruyor: ABD'nin petrol ortağı Kürtler mi?
ABD'nin Kürt merakı yeni değil ve maalesef her seferinde kürtlere ihaneti de unutuluyor. Halepçe katliamı, Türk sınırına dayanan soykırım bile ABD'yi harekete geçirmedi. ABD'nin korumak istediği Kürtler mi, yoksa petrol mü? Tabii ki petrol!
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın adresini doğru anlamak önemli. “Başaramazsak, Kürtler devlet kurar, Türkiye ile problem yaşanır” diyor. Rice'ın bu sözlerini ABD kamuoyuna dönük gerekçe olarak mı okumalı? Yoksa Türkiye ve Kuzey Irak Kürtlerine son uyarı diye mi algılamalı?
Gelin biraz geriye gidelim, resmin tamamına göz atalım. ABD'nin Kürt merakı yeni değil ve fakat ihaneti de sayısız. 1970'lerde Saddam'a karşı İran-İsrail ittifakının üçüncü ayağı Kürtlerdi. Şah ve Saddam anlaşınca Kürtler ortada kaldı, ABD kılını kıpırdatmadı. 1980'de Saddam, ABD'nin emriyle Humeyni İran'ına savaş açtı. Sekiz yıl sonra gelen ateşkeste fatura yine Kürtlere çıktı. Halepçe katliamı, Türk sınırına dayanan soykırım bile ABD'yi harekete geçirmedi. Ama Saddam petrol zengini Kuveyt'e saldırınca o saat ipi çekildi.
Kabaca dünya petrolünün dörtte birini ABD kullanıyor. Önümüzdeki on yıllarda bu oranı üçte bire kadar yükseltmek zorunda. Ama küresel rekabette mukayeseli üstünlük de önemli: ABD petrol akışını kontrolle yetinmiyor. Enerji talebi tırmanan, ekonomik büyüme rekorları kıran Çin ve Hindistan'ın dünya gücü olarak ABD'nin karşısına çıkmasını önlemek gibi stratejik hedefi de var”. Ama bunları başaramayacak ve çöküş süreci daha da hızlanacak. Çünkü öldürülen ABD başkanı Kennedy, “Eğer Güney Amerika, Hindistan ve Ortadoğu elimizden çıkarsa, silah sanayi gücümüz Amerika'yı ayakta tutamaz” demişti.. Ve şimdi Güney Amerika ve Hindistan ellerinden çıkıp, karşı cepheye geçti. Ortadoğu'da ise, batağa saplanmış, can çekişiyor!..
Çömez, “TBMM'nin acilen toplanmalı” demişti
Ankara – AK Parti Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, “Türkiye'nin Kerkük konusunda derli toplu bir politik açılım ortaya koyması gerektiğini” belirterek, TBMM'nin Kerkük özel oturumuyla acilen toplanmasını istemişti.
Çömez, yaptığı açıklamada, Kerkük'te endişe verici gelişmeler yaşandığına dikkati çekerek TBMM'nin Kerkük gündemiyle acilen bir toplantı yapması gerektiğini ifade etmiş ve bütün gelişmelerin yapılacak özel oturumda tartışılması gerektiğini önermişti.
AKP'li Çömez, “Türkiye'nin hassasiyetleri ortaya konmalı. Türkiye, 2007 sonunda Kerkük'te yapılması planlanan referandumu tanımayacağını, iç savaş durumunda ise buraya müdahale edeceğini dünyaya ilan etmeli” demişti.
Sık sık Kerkük'e giderek incelemelerde bulunduğunu anımsatarak: “Kerkük'te 800 bin civarında olan nüfusun şu anda 1 milyonu aştığını ve buraya göçmen statüsü şemsiyesi altında Kürtler'in yerleştirildiğini, şehrin yapısının değiştirildiğini” söylemişti.
Osmanlı'nın, Kerkük'ten çekilmesiyle birlikte Türkmenler'in “hiç gün yüzü görmediğini” savunan Çömez, “Burada hep kan, hep gözyaşı var. 2006'da 20 bin insan Kerkük'te hayatını kaybetti. Buraya demokrasi getirmek isteyen ABD neden hala başka politikalar üretmeye çalışıyor? Bağdat ortadan ikiye ayrılmış durumda. Kerkük'te iç savaş an meselesi” diyerek “1967 yılından bu yana Kerkük'e giden bir Türk devlet başkanı olmadığını da hatırlatıp; “Kerkük'ün Türkiye'nin bir mutfağı ve arka bahçesi olduğunu” ama Süleymaniye'den getirilen Kürtler'in göz göre göre Kerkük'e yerleştirildiğini ve demografik yapının bozulduğunu, tapu dairelerinin yakılarak bütün kayıtların da yok edildiğini” belirtmiş ama kimseye söz dinletememişti.
Türkmenleri bölme tezgahı!
Kerkük'te Şaab, Şuruk, Ahat gibi beş altı kukla Türkmen partisi var. Bunlar Barzani ve Talabani tarafından kurdurulan Türkmen partileriymiş. Amerikan güdümlü guruplar bu partileri yapılacak referandumda Türkmenleri bölmek için kurmuşlar. Maalesef sahipsiz Türkmenler bu oyuna geliyor. Oysa Amerikan yanlısı Kürt guruplar Irak'ın parçalanmasını istiyor. Bu nedenle bölgeye Kürt nüfus yerleştirilip referandum sonucunu etkilemek ve Kerkük'ün Irak'tan ayrılacak bir Kürdistan içinde kalmasını sağlamaya çalışıyor. Malum olduğu üzere bağımsız bir Kürdistan'ı en çok İsrail ve ABD arzuluyor. Onlardan cesaret alan Barzani “Kerkük bir Kürt şehridir. Türkiye içimizden elini çekmeli ve haddini bilmelidir” diyebiliyor. Çünkü ona arka veren ABD ve İsrail'dir. Erbil-Dohuk bölgesinde Badinani olarak isimlendirilen Kırmanci Kürtleri yaşıyor. Bu Kürtler üzerinde Barzani etkinken, Süleymaniye bölgesinde yaşayan Sorani Kürtleri üzerinde Talabani etkin bulunuyor. Her iki bölgede de İslami oluşumların ağırlığı biliniyor. Ancak İslami partilerin adları fazla duyulmuyor. Çünkü bunlar Amerika ile işbirliğine girmiyorlar. İslami oluşumlara faaliyetlerinde sıkıntı çıkarılıyor. Barzani baskıcı bir politika güderken, Talabani biraz daha yumuşak duruyor.
Barzani-Talabani çekişmesi
Barzani-Talabani çekişmesi ve güç mücadelesi Körfez Savaşı sonrası silahlı çatışmaya dönüşmüştü. Bağdat yönetimine yasaklanan kuzey bölgelerde yaşanan bu duruma ABD, İngiltere ve Türkiye müdahale etmişti. İki gurubun ateşkesi bozmaması için de bir barış gücü oluşturulmuştu. 1995 yılında kurulan Peace Monitory Force (PMF)-Barışı İzleme Gücü, 2004 yılında feshedildi. Erbil ve Süleymaniye'de karargâhı olan PMF, büyük oranda Türkmenlerden oluşuyordu ve 700 civarı askeri sahip bulunuyordu. Feshedildikten sonra çok az sayıda asker yeni kurulan Irak ordusuna alındı. Böylece Türkmenlerin hiçbir silahlı gücü kalmadı.
Kerkük Meclisi'nde yaşanan olaylar
140. madde gereği “kurulan Irak'ı istikrara kavuşturma komisyonun” üyelerinden Adalet Bakanı, Kerkük valisi ile görüşmüş. Komisyonda Türkmenleri temsilen bir bayan görevlendirilmiş ancak bu atamayı Türkmenler kabul etmemiş. Türkmen il meclis üyesi Ali Mehdi, bakanla görüşmek isteyince valinin korumalarınca engellenmiş. Elinde tuttuğu “Kerkük'e hoş geldiniz! Buradaki oldu bittilerin farkında olun.” yazılı kâğıt da korumalar tarafından yırtılmış. Mecliste Türkmenlerin sekiz temsilcisi var.
İTC Gençlik Örgütü Mitingi
Olay 2006 10 Ekim'de yaşanmıştı. Ertesi gün İTC Gençlik Örgütü'nün tertip ettiği ve Fatihin Torunları Derneği gibi Türkmenlerin önde gelen gençlik kuruluşlarının katıldığı büyük bir miting gerçekleştirildi. Saat 12.00'de Kerkük Ticaret Odası önünde başlayan mitingde, Irak'ın bütünlüğüne bağlılık dile getirildi. Oysa işgalciler Irak'ı üçe bölmeye çalışıyorlar. Kuzeyde İsrail güdümlü bir Kürt devleti, ortada ABD'ye bağımlı bir Sünni Arap devleti ve güneyde de yine ABD kontrolünde bir Şii Arap devleti.
Atılan yanlış adımlar, Kıbrıs davamızı içinden çıkılmaz hale getirdi.
Kıbrıs 'Kurtlar Sofrası'nda
Kerkük anahtar şehir
Kerkük'te bir Türk konsolosluğu maalesef yok, ama ABD ve İngiltere konsolosluğu var! Erbil'de konsolosluğumuz varmış fakat yaklaşık dört aydır konsolos atanmamış. Yapılacak referandumla Kerkük Kürdistan'a katılıp Irak'tan koparsa bölgede yeni çatışmalar yaşanabilir. Şehre 600 bin Kürt yeni yerleşimci olarak getirilmiş ve şehrin sosyal yapısı değiştirilmiş. Şehrin etrafına yapılan 10 bini aşkın evin pencereleri bile yok.
İnsanlar dışardan gelip bu evlerde oturuyor gibi görünerek seçimde oy kullanmışlar. Referandumda da böyle olma ihtimali yüksek. ABD Musul'da yaşayan 70 bin Kürt'ün Kerkük'e göç etmesini istiyor. Musul'da Kürtlerin silahları toplanmış. Buna karşın Arapların silahları duruyor. Kerkük'te ise Türklerle Arapların silahları toplanmışken, Kürtlerin silahlarına dokunulmamış. ABD, Türkmenler ve Araplarla Kürtlerin çatışmasını istiyor. Ardı ardına patlayan bombalar bunu sağlamak için. Kerkük referandumda Irak'tan ayrılma yönünde oy kullanırsa ABD'nin istediği olacak. Bu yüzden önümüzdeki dönemde Kerkük'te başka olayların yaşanma ihtimali yüksektir.
El-Mukavame: Direniş
Kerkük'e vardığımızda ilk ziyaret ettiğimiz kardeş kuruluşumuzun camları yerlerdeydi. Biz varmadan iki gün önce çok yakında patlayan bombanın etkisi ile çevredeki binalar hasar görmüştü. Döndükten hemen sonra, tam yedi patlama birden oldu. Sonra yine patlama haberleri gelmeye devam etti. Bu tür patlamalar ülkenin çeşitli bölgelerinde sık sık yaşanıyor. Kimin yaptığını sorduğumuzda “el-Mukavame ” cevabını alıyoruz. Yani Direniş.
Ülkede kaldığımız süre boyunca bu tür olayların tamamının müsebbibi olarak el-Mukavame gösterildi. Halk, üniformalı olmayan tüm silahlı guruplara “el-Mukavame” adını veriyor. Her tür eylem, patlama, çatışma el-Mukavame'den biliniyor. Peki, nedir bu el-Mukavame? Kaç guruptur? Neleri hedefliyor? Bunlar pek bilinmiyor.
Kıbrıs'ın son dönemi, Türkiye açısından tavizlerin ve haklı olduğumuz halde “geri adımlar tarihi” haline gelmiştir. AKP'nin Rumları tanıma şartı olarak öne sürdüğü izolasyonları kaldırma önerisi de, KKTC'nin ve ada üzerindeki haklarımızın bitişi demektir.
Türkiye'siz toplandılar
Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin dışişleri bakanları 2006 14-15 Aralık'taki devlet ve hükümet başkanları zirvesi öncesinde Brüksel'de bir araya geldi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, müzakere sürecinin “raydan çıkmaması” için AB'ye seslendi. 17 Aralık'ta “müzakere tarihi” aldıklarını zannederek bayram havasında Türkiye'ye dönen AKP yöneticilere Brüksel'de Türkiye ve Kıbrıs gündemi ile toplanan AB'li liderlerin arasında yer bile verilmedi.
Asıl hedef egemenlik devri
Maraş'ın BM, Gazimağusa'nın AB eliyle Rumlara teslimini öngören Finlandiya önerisinin, Kıbrıs sorunu ve Türkiye-AB ilişkilerinde başlatılan 'ucu açık oyalama sürecinde' Türkiye ve KKTC yönetiminden tavizlerin elde edilmesine yönelik olduğuna dikkat çekiliyor. Kıbrıs sorununda nihai bir çözüme ulaşılmadan limanların açılmasının AB tarafından şart koşulmasının KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması ile hiçbir ilgisinin bulunmadığı belirtilerek, asıl hedefin KKTC egemenliğinin devredilmesi olduğu ifade ediliyor.
Daha önce Doğrudan Ticaret Tüzüğü'ne karşılık pazarlık konusu edilen Maraş'ın BM, Gazimağusa'nın da AB eliyle Rumlara teslimini öngören Finlandiya önerisinin Kıbrıs sorununda nihai bir çözüme ulaşılmadan limanların açılmasını da şart koşmasının KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması ile hiçbir ilgisinin bulunmadığı bildirildi. KKTC ile hava ulaşımı gerçekleştirilmesini içermeyen hiçbir önerinin, izolasyonun kaldırıldığı anlamına gelmediğini belirten uzmanlar, GKRY ile sadece turizm gelirlerinin karşılaştırılması dahi, dünya ile Türkiye dışında uçuş bağlantısı olmayan KKTC'nin kaybının büyüklüğünü gösterdiğine işaret ediyor.
KKTC, büyük çoğunluğu Türkiye'den gelen yaklaşık 500 bin turistten yılda 200 milyon dolar gelir elde ederken, GKRY 2,5 milyon turistten iki milyar dolar gelir sağlıyor. Bu tablo, “ambargolar kaldırıldı görüntüsü altında” Magosa Limanı'nın AB veya BM denetiminde kullanıma açılması halinde yılda elde edilebilecek ilave 10 milyon doların gülünçlüğünü ortaya koyuyor. Finlandiya önerisinin, Kıbrıs Türklerine uygulanan ambargoların kaldırılması görüntüsü altında Türkiye-AB müzakerelerinde Kıbrıs şartlarının ve Rum taleplerinin yerine getirilmesini amaçladığı ifade ediliyor. Fin önerisinin, siyasi, ekonomik ve hukuki açıdan çok ağır sonuçlar doğuracağının altını çizen uzmanlar, Türkiye'nin Rum gemilerine limanlarını açması durumunda, bunun Rum yönetimini 'Kıbrıs Cumhuriyeti'nin meşru temsilcisi' olarak önce fiili sonra da hukuki olarak tanınmasına gidecek yolu açma anlamına geldiğini kaydediyor. Uzmanlar, Türkiye-AB ilişkilerinde bir “tren kazası” yaşanabileceğinin AB yetkililerince sıklıkla dile getirildiği bir dönemde ve 8 Kasım 2006'da açıklanması beklenen İlerleme Raporu öncesinde başlatılan Finlandiya girişiminin zamanlama açısından da dikkat çektiğini vurguluyor.
Talat yönetimi Maraş'ı vermeye hazır
Fin önerileri aslında, ilk olarak, Rum Yönetimi'nin Temmuz 2004'te açıkladığı, Eylül 2004'te ise AB'ye sunduğu '”askerî alanda gerilimin azaltılmasına ve Kıbrıs Türklerine yönelik güven artırıcı öneriler” içinde yer almıştı. Bu öneriler; “Maraş'ın BM denetiminde açılması, Magosa Limanı'nın AB denetiminde iki tarafın ortak kullanımına sunulması, Larnaka ve Magosa Limanlarında Türk işçi istihdam edilmesi” şeklinde sıralanmıştı. Rumların o dönemdeki önerilerini Türkiye ve KKTC, “gündem saptırma” olarak değerlendirmiş, zamanın KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, önlemleri “hedef şaşırtmaca” diye nitelendirmişti. Talat, Maraş'a karşılık Magosa Limanı'nın ortak işletilmesi önerisine ise “bu ne cüret” şeklinde tepki göstermişti. Ancak, son yıllarda Türkiye ve KKTC hükümet yetkililerinin açıklamalarında bu çizgiden bazı sapmalar yaşandığı ve “ambargolara karşılık Maraş” denkleminin sıklıkla kurulduğu görülüyor.
KKTC Cumhurbaşkanı Talat, zaman zaman “Maraş'ın kapsamlı çözümün bir parçası olduğu” bazen de “ambargoların kaldırılması halinde Maraş'ın açılabileceği” yönünde açıklamalarda bulunuyor. KKTC Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Raşit Pertev'in, Haziran 2005'te Brüksel'de Rumlarla tüzüklerle ilgili olarak yapılan görüşmelerde, “Türkiye'den habersiz olarak, izolasyonlar karşılığı Maraş'ı Rumlara vermeyi teklif ettiğinin” ortaya çıkması da bu konuda izlenen politikalara işaret ediyor.
Taşınmazlarla ilgili yeni tazminat davaları gelebilir.
Rum önerilerini bir paket halinde Türkiye'nin önüne koyan Fin önerisi, Maraş gibi ancak kapsamlı bir çözümün parçası olarak ele alınabilecek bir konunun ısrarla gündeme getirilmesi ile dikkat çekiyor.
ASAM Kıbrıs Uzmanı Sema Sezer, Maraş konusunun, artık AİHM'deki gelişmeler nedeniyle “kapsamlı bir çözüm çerçevesinde varılacak uzlaşmayla egemenliğin devrinden” öte sonuçlar doğurmaya başladığını söylüyor. Sezer, Maraş'taki taşınmazların tamamının, KKTC Mahkemelerinde belgeleriyle tespit edildiği üzere Türk vakıflarına (Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Ağa) ait olduğuna işaret ediyor. Sezer, “Ancak, Rumlar, İngiliz yönetimi döneminde Vakıf hukukuna aykırı bir şekilde ve sahte yöntemlerle bu Vakıf mallarını üzerlerine geçirmiş, üstelik AİHM'de Türkiye'den tazminat ve mallarının iadesi talebiyle dava konusu yapmıştır” tespitinde bulunuyor.
AİHM'in sonbaharda açıklaması beklenen Arestis Davası'nın bu konuda emsal oluşturacak önemli bir pilot dava niteliğinde olduğunun altını çizen Sezer, AİHM'deki süreçle birlikte değerlendirildiğinde, Finlandiya önerisi doğrultusunda Maraş'ın BM denetiminde açılmasının; bir çözüme gerek kalmaksızın önce Rumların bu taşınmazlara yerleşmesini, sonra da mülkiyet davaları yoluyla Vakıf mallarına sahip çıkmalarını beraberinde getireceğine vurgu yapıyor.
Türkiye'ye istihbarat darbesi vurulacak
Sema Sezer, Magosa Limanı'nın AB ya da BM denetimine verilmesinin askerî ve istihbarat açısından ağır sonuçları olacağını ifade ederek, ” Türk Barış Kuvvetleri'nin ikmal ve lojistik ihtiyaçları için Magosa Limanı'nı kullanmaktan mahrum bırakılması, Rumların Türkiye'nin Ada'daki askerî varlığı ve imkânlarının kısıtlanması amaçlarına hizmet edecektir” diye konuşuyor. Sezer, BM denetiminin gerçekleşmesi halinde, gelecekte BM Güvenlik Konseyi'nin alacağı kararlar çerçevesinde, Magosa Limanı'nın yabancı savaş gemileri ve uçakları tarafından kullanılması gibi gelişmelerin gündeme gelmesinin de sürpriz sayılmaması gerektiğini söylüyor.
Sema Sezer, Ek Protokol'ün uygulanması ve limanların açılmasının, KKTC açısından ekonominin giderek Güney'e kaymasına da sebep olacağının altını çiziyor. Sezer, protokol'ün uygulanması halinde, Türkiye ile KKTC arasında gümrük birliği olmaması ve KKTC'nin doğrudan ticaret imkânına sahip olmaması nedeniyle KKTC ile ticaret ve yatırımın rasyonel olmaktan çıkacağını belirtiyor. Sezer, bu durumda Türkiye dışında diğer ülkelerle deniz ve hava ulaşımı olmayan KKTC'nin, giderek Rum ekonomisine daha bağımlı olacağını kaydederek, “En kötüsü de bir anlamda Türkiye tarafından ambargo uygulanır hale gelecektir” uyarısında bulunuyor.
Rumlar Ceyhan'dan pay almak istiyor
ASAM Uzmanı Sema Sezer, limanların açılması halinde Rum yönetiminin Ceyhan bölgesinden dünya pazarlarına dağıtılacak petrolün taşınmasında da en büyük payı alacağını vurguluyor. Sezer, Rumların tanker taşımacılığında dünya sıralamasında 6. durumda olduğuna dikkat çekerek, Türkiye'nin Rum gemilerine kısıtlamalarını sürdürmesi halinde ise Rum denizcilik sektörü için önemli bir darbe alacağını ve gümrük birliğinin sağlayacağı avantajları kaybedebileceğini belirtiyor.
[1] 14 Ocak 2007 / Serdar Akinan / Akşam
[1] 23 Ocak 2007 / Kulis Ankara / Milli Gazete