Anasayfa » FULBRIGHT Komisyonu ve AKP'nin Pinti Pozisyonu

FULBRIGHT Komisyonu ve AKP'nin Pinti Pozisyonu

Yazar: yonetici
0 Yorum 202 Görüntüleyen

 

64 Yıldır Milli Eğitimimizi Yönlendiren ABD FULBRIGHT KOMİSYONU VE AKP’NİN PİNTİ POZİSYONU

64 Yıldır Milli Eğitimimizi Yönlendiren ABD FULBRIGHT KOMİSYONU VE AKP’NİN PİNTİ POZİSYONU

Son Osmanlı ulemasından olup, Maarif (Milli Eğitim), Vakıflar, Adalet, Ticaret ve Ziraat Bakanlıkları; Divan-ı Ahkam-ı Adliye (Yargıtay) Başkanlığı ve Şuray-ı Devlet azalığı da yapan Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895) başkanlığında hazırlanan:

. Başta aziz hemşehrimiz, Anadolu ve Rumeli Kazaskeri ve Şuray-ı Devlet üyesi HARPUTLU (Elazığ) Müderris (Prof) Seyfeddin İsmail Efendi olmak üzere yirmiden fazla büyük fıkıh alimi (İslam Hukuk Bilgini) tarafından yedi yılda tamamlanan.

. İstanbul uleması yanında: 1- Balkanlardan Filibeli Halil Efendi 2-Şamdan Meşhur İbni Abidinin oğlu Seyyid Alaaddin Efendi 3- Bağdattan başmüftü Muhammed Emin Efendi 4- Mekke payesine haiz İsa Ruhi Efendi 5- Kafkas Kültürüne vakıf Bahriye Müftüsü Gümüşhaneli Ömer Hulisi Efendi gibi Osmanlı İslam dünyasının farklı kültür iklimlerinden yüksek hukuk alimlerince katkı sunulan.

. Döneminde hemen, Arapça, Bulgarca, Rumca, Ermenice, Fransızca ve İngilizceye tercüme olunan.

. Hicaz, Yemen, Suriye, Ürdün, Lübnan, Arnavutluk, Bosna Hersek, Kıbrıs ve Irak’ta temel hukuk yasaları olarak yürürlüğe konulan.

. Halen İsrail'de, Müslümanların şeri hukuku sayılan ve onu çok iyi bilmeyen Musevi hukukçulara cahil gözüyle bakılan Meşhur MECELLE’nin 30.maddesi

          “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır”

Yani: “Fesat çıkaran ve zarara yol açan bir şeyi veya işi, toplum için fesatçı kişiyi veya hükümeti engelleyip gidermek; hayırlı veya yararlı olanı getirmekten daha önemli ve öncelikli bir gerekliliktir. Çünkü “zarar verici” giderilmeden “yarar vericiyi” getirmek hem mümkün ve münasip değildir, hem de boşuna bir gayrettir.” hükmünü içeriyordu. Bu nedenle, ülkemizin birliğini, Milletimizin dirliğini, devletimizin güvenliğini ve geleceğini dinamitleyen, gizli ve sinsi bir ifsat-tahrib hareketine dönderilen şu AKP’den kurtulmak, en az darbecilerden kurtulmak kadar gerekli görülüyordu ve bu durum ehli vicdanın birinci meselesi ve mesuliyeti sayılıyordu.

Biliyorum, bu noktada bazıları itiraz edip şunları soruyordu:

“Madem öyle ise halkımızın yarıdan fazlası bu iktidarı neden destekliyordu ve örneğin Balyoz gibi dava sonuçlarına niçin bu denli sevinip sahipleniyordu?!”

Hemen söyleyelim.

Onyıllar boyunca inancından ve hayat tarzından dolayı horlanan ve hakarete uğrayan, en doğal insan haklarından ve ihtiyaçlarından mahrum bırakılan, “Gerici ve çağdışı kafalar ve öncelikli tehdit unsurları” diye bütün darbelerin hem gerekçesi-suçlusu hem de mağduru yapılan ezilmiş ve sindirilmiş bir Milletin, sabırla yaptıkları duaları ve bedduaları kabul edilmiş saymaları ve bu mazlum duygularını istismar edenleri hakikat ve hizmet ehli sanıp dört elle sarılmaları, psikolojik bir yanılma ve rahatlamayı yansıtıyordu. Ve tabi Milletin inancıyla savaşanların ve İslam’a sataşanların da, artık bu acı ve aşağılatıcı durumdan ders alıp düzelmeleri ve özüne dönmeleri bekleniyordu.

Ve malesef toplum, Balyoz gibi, akıl ve mantığa ziyan iddialar, hatta kasıtlı kurgular sonucu başlatıldığına inanılan ve yine hukuka ve vicdana sığdırılamayan ağır mahkumiyet kararları açıklanan bu davaların perde arkasını hem bilmiyordu, hem de garip bir umursamazlıkla öğrenmek te istemiyordu. Çoğuna hissiyat ve hırslarının, bazılarına da hevasat ve heyecanlarının tatmini onlara yetiyordu.

Bu arada, darbe heveslisi ve niyetlisi olanlarla, gerçekten masum ve mağdur olanları aynı kefeye koyup:

. Sadece Ordudaki emir-komuta zinciri ve itaat disiplini çerçevesinde kalan ilişkiler dışında darbe teşebbüsüyle alakası bulunmayan ve söz konusu seminerlere katılmayan subaylara da ağır cezalar verilmesini

. Seminer tarihlerinde yurt dışında veya PKK ile çarpışmada oldukları resmi belgelerle ispatlananların dahi, suçlu ve sorumlu gösterilmesini

. Davanın tek belgesi sayılan CD’lerdeki tarih ve adresler üzerinde oynandığının TÜBİTAK tarafından tespit edilmesine rağmen geçerli ve yeterli addedilmesini

. TSK bünyesinde görevli sıradan sivil memurlara bile darbeci general muamelesinin ve mahkumiyetinin reva görülmesini

“Olağan bir hukuki hata” diye yutturmaya ve toplumu uyutmaya çalışanlar, açıkça Milletin izan ve vicdanıyla dalga geçiyordu.

Milli Gazetenin çok değerli ve dengeli yazarı İsmail Kıllıoğlu Beyefendi Balyoz kararlarıyla ilgili önemli tespit ve tahliller yapıyordu:

“Elbette öğreti (doktrin) bakımından, diğer davalar gibi, bu dava da enine boyuna zaman içinde ele alınıp değerlendirilecek, tartışılacak ve sanıyorum çok yönlü eleştiri konusu da yapılacaktır. Başta Ceza Hukukçuları olmak üzere Usul Hukukçuları, hukukun evrensel ilkeleri ve yürürlükteki yasalar (mevzuat) açısından önemli tespitler yapacaklar, belki de ağır eleştirilerde bulunacaklardır. Tıpkı 27 Mayıs İhtilali'nin oluşturduğu “Yassıada Mahkemesi”nde olduğu gibi. Bütün bunlar bir tarafa, dikkat çekilmesi gereken bazı hususlar şöyle sıralanabilir:

1) Hukuki dava-Siyasi dava karışıklığı: Söz konusu dava dolayısıyla “hukuki”yle “siyasi” olan ayrım ve sınırları tam bir karışıklık oluşturmuştur. Özellikle “darbe”ye yönelik bir “eylem”den söz ediliyorsa, davasının da “siyasi” suç kapsamında ele alınması zorunluluktur. Dolayısıyla yargılama yer ve usulünün de buna göre belirlenmesi gerekir. Ağırlıklı olarak kanaatim “siyasi dava” olduğu yönündedir. Yeri gelmişken işaret etmek gerekir ki, “hukuki olan” ile “siyasi olan” ayrım ve sınırları tartışılmayı şart koşmaktadır.

2) Hukuk ile yasa/kanun,(farklılığı ve) Hukuk Sosyolojisi bakımından “Yaşayan Hukuk” olguları, bu ve benzer davalar dolayısıyla hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler, demokrasi, (imkan ve fırsatı ele geçiren İ.S.) iktidar sorunlarının (giderilmesi konularında İ.S.), kaba hatlarıyla bile tatmin edici tarzda (bir gayret ve dikkatinin )bulunmadığını, uyarıcı olarak ortaya serdi. Hukuk'un evrensel ilkeleri olan “şüphe sanığın lehine yorumlanır”, “aleyhte olan norm geçmişe yürütülmez”, “savunma hakkının kutsallığı”, “tabii hakim” gibi ilkelerin ne ölçüde dikkate alındığı ya da nasıl uygulandığı, en azından “muğlak” bırakılmış gibidir.

3) Toplumsal psikoloji bakımından, davayı tasvip eden ya da etmeyenlerin, davanın dayandığı iddia ve delillerden ayrı iddia ve deliller ileri sürebilir bir konuma yerleşmeleri, toplumsal dayanışma ve uzlaşmayı ciddi bir şekilde zedeler nitelik kazanmasıdır. “Yassıada Mahkemesi”nin oluşturduğu “toplumsal yarık” bu bakımdan anlamlı ve uyarıcıdır.[1]

Oysa açıkça anlaşılıyor ki, bağımsız ve serbest olması gereken yargı, önce “Devlet yargısı”na, sonra “Hükümet yargısı”na çevriliyor ve Balyoz- Ergenekon gibi davalarla, bir takım suçlu ve sorumlu kişiler ve ekipler bahane edilerek, aslında topyekün TSK hedef alınıyor ve hizaya sokulmaya çalışılıyordu. Ve asıl şimdi şunun sorulması gerekiyordu: Yahu bütün bu darbeci paşaları da, onların işbirlikçisi sivil maşaları da yetiştiren eğitim sistemimiz, hala Amerikan Fulbright komisyonunun güdümünde bulunuyordu ve bunların hepsi stratejik müttefikiniz ABD ve NATO’nun tezgahından geçiyordu!? Ve ey dindar ve darbe savar(!) AKP, şu on yıllık şartlı iktidarınız döneminde, bu Fulbright Amerikan komisyonu daha da etkin ve yetkin konuma yükseliyordu!

“Kaynatmakla katran, olur mu şeker

Her mahluk aslına, cinsine çeker”

Özdeyişi, önemli ve gizemli bir gerçeği anlatıyordu. Madenlerin atomları, bitkilerin ve hayvanların GDO’larıyla oynayıp tabiatlarını (doğal yapılarını) bozmak nasıl felaketlere yol açıyorsa, ahlaki ve vicdani ayarları bozulan insanlar da toplumun başına bela oluyordu. Artık fıtratı yozlaşanlar her türlü fesatçılık ve fırsatçılığı yapmaktan, kimyası ve mayası bozulanlar her türlü haksızlık ve hayasızlığa bulaşmaktan ve tüm kutsallarını, şahsi imkan ve iktidar hırsıyla rahatlıkla satmaktan sakınmıyordu.

Bir toplumun kafa yapısını ve hayata bakış açısını değiştirmenin, Milli duygu ve duyarlılıklarını dejenere etmenin en kesin ve etkin yolu ise, Milli Eğitim sistemini laçkalaştırmaktan, manevi ve ahlaki değerlerden uzaklaştırmaktan geçiyordu. İşte bu nedenle Amerika, sadece siyaset ve ticaret kurumlarımızı değil, Milli Eğitim bakanlığını da güdümüne alıyordu.

Evet, bir ülkenin geleceğini ve güvenliğini, yeni nesilleri şekillendirecek Milli Eğitim politikaları oluştururdu. Kendi halkının inancına, ihtiyacına ve Milli amaçlarına uygun, yerli ve ilmi eğitim-öğretim programları hazırlamayan ülke ve hükümetler, sömürge olmaktan kurtulamıyordu. Ancak şu talihsizliğe bakın ki, Türkiye gibi büyük ve üstün medeniyet mirasına sahip bir ülkenin temel eğitim kurum ve kurallarına, ağırlıklı olarak Amerikalı yetkililerden ve ABD büyükelçisinden oluşan FULBRIGHT Eğitim Komisyonu karar veriyordu. 27 Aralık 1949 yılında İsmet İnönü iktidarında ABD ile imzalanan bir ikili anlaşma gereği kurulan bu komisyon 64 yıldır devam ediyor ve AKP iktidarı da eğitimde hala bu komisyonun kararlarını uyguluyordu. BU 64 yıllık süreçte sadece iki aykırılık yaşanıyordu:

1. 12 Eylül’den sonra Kenan Evren, Fulbright Eğitim Komisyonuna danışmadan Din Eğitimini mecbur hale getiren anayasa maddesini koyduruyordu.

2. ABD güdümlü Fulbright komisyonu, Erbakan’ın ortak olduğu ve kurduğu hükümetlerde Milli Eğitim Bakanlığının Milli Görüşçülere kesinlikle bırakılmamasını (masonlar aracılığıyla) şart koşuyordu.

Şimdi AKP’nin “işte İmam Hatiplerin orta kısmını açtık” diye kahramanlık tasladığı 4+4+4 uygulaması aslında Kenan Paşa’nın Anayasa maddesi haline getirdiği ve tüm masonik mahfillerin itiraz ve isyan ettiği “Din Eğitimini mecbur tutan” düzenlemeyi ortadan kaldırmaya yönelik 4×4’lük bir sahtekarlık oluyordu. Ve tabi 4+4+4 sisteminin ABD’li Fulbright komisyonundan geçtiğini de hatırlatmamız gerekiyordu.

Daha önce Milli Çözüm Dergimizin, 2 sefer gündeme taşıdığı bu utanç verici durumu, dindar ve kahraman AKP iktidarı 10 yıldır sürdürüyor ve Milli Eğitimdeki ABD hakimiyetini kaldırmaya asla yanaşmıyordu.

Dindar AKP’nin ABD’li Fulbrigth Eğitim Komisyonu

'27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu belirlendi. Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonu idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türkiyeliydi. Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Gençler bir ulusun geleceği demek değil midir? Milletimizin geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı artık Amerikalılardan oluşan bir komisyonun elindeydi.

Bu kadarla kalsa neyse, komisyon herhangi bir konuda karar verirken oylar 4 evet, 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız; O tarihte Ankara'da bulunan Amerikan Büyükelçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Çok açık değil mi, Türk gençlerinin ne tür bir eğitimden geçeceği, derslerde hangi konuları ne tür boyutlarda öğreneceği, Amerikalılara bırakılmıştı. Bu tür bir uygulamaya, ancak sömürge ülkelerinde rastlanırdı ve Türkiye’nin başında İsmet İnönü ve CHP vardı. Daha da acısı ve açığı; O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan sözde Atatürkçü hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmaya yanaşmamıştı. 27 Mayıs 1960 İhtilalini yapanlar, kendilerini 'devrimci' olarak tanıtanlar, Fulbright Eğitim Komisyonu'nu ortadan kaldırmamıştı. Atatürkçü ve halkçı Bülent Ecevit, beş kez Başbakan olmuş ama Fulbright Eğitim Komisyona dokunmamıştı! Her yıl Köy Enstitüleri'nin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşanlar, 'Türk çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez' diye ayaklanmamıştı!

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright Eğitim Komisyonu, 63 yıldır aralıksız yürürlükte kalmıştır.'

2012 yılı Komisyondaki isimlere dikkat!

Şimdi size, 2012 yılında yani dindar ve kahraman AKP iktidarında Fulbright Eğitim Komisyonu'nun kimlerden oluştuğunu hatırlayalım:

* John Tomas Maccarthy (Başkan), ING Bank Türkiye Müdürü,

* Scott F. Kilner, ABD İstanbul Başkonsolosu,

* Mark A. Wentworth, ABD Büyükelçiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı,

* Kaya Arıkoğlu, Mimar ve Şehir Tasarımcısı, Arıkoğlu Arkitekt Ltd. Şirketi, Adana,

* Prof. Dr. Ahmet Ademoğlu, İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü,

* Engin Soner, Dışişleri Bakanlığı İkili Kültürel İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı,

* Doç. Dr. Ömer Açıkgöz, Milli Eğitim Bakanlığı, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürü,

* Prof. Dr. Ekrem Tatoğlu, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Dikkat etmişsinizdir. Sekiz kişilik Fulbright Eğitim Komisyonu'nun 4 üyesinin Amerikalı, 4 üyesinin de Türk olması gerekirken, 2012 Komisyonunda sadece 3 Amerikalı bulunmaktadır. Yani dengeler değişmiş midir? Hayır. Komisyonun Türk üyelerinin tamamı Amerika’nın has hizmetkârları olduğundan, artık Amerikalılar için üye sayısının 4'e 4 olması gerekirken 3'e 5 olması hiçbir önem taşımamaktadır. Ve son 60 yılın yüksek Komutanları da Fulbright Eğitim Komisyonu'na karşı tavır almamışlardır.'

Bu satırlar Yılmaz Dikbaş'ın Eski Yayınları'ndan yeni çıkan 'Atatürkçüler Yenildi' isimli kitabından… Şöyle bir soru akla gelebilir; 1946'dan günümüze milli ve manevi hassasiyetleri olan Hükümetler de kuruldu; örneğin 1980 öncesi MC Hükümetleri ve antidemokratik 28 Şubat süreci ile alaşağı edilen Refahyol Hükümeti gibi… Bu Hükümetler döneminde Fulbright Eğitim Komisyonu neden kaldırılmadı?

1. Gerek MC Hükümetleri döneminde gerekse merhum Erbakan'ın Başbakanlığını yaptığı Refahyol Hükümetinde Milli Eğitim Bakanlıkları Milli Görüş dışındaki partilerin milletvekillerinden yapılması “özel ve gizli bir şarta” bağlıydı.

2. Rahmetli Erbakan’ın hem koalisyon ortaklıklarına hem Refah-Yol iktidarına karşı tam dört kere ABD destekli darbe yapılmıştı.[2]

Maalesef Milli Eğitimimiz; 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından ve Amerikan çıkarları doğrultusunda şekilleniyordu. Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyle diyordu:

“Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin kararı misyon şefi (Amerikan büyük elçisi) alacaktır.

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğini söylemeye gerek yoktu, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı buluyor ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmıyordu. Okul kitaplarına ve ders konularına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak ve toplumu Milli şuur ve sorumluluk duygusundan soyutlamak için her fırsatı kullanıyordu. O günden bugüne, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyordu. Bu durum, 2012'de de böyle devam ediyor ve FULBRIGHT COMMISSION adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında hala Amerikan Büyük elçisi oturuyordu.

İsmet İnönü, Amerikan Yarı-Sömürgesi Olduğunu Açıklıyordu!

Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlarca güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Milletimizin anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de “timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf ediliyor ve günah çıkartılıyordu:

“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”

Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını tamamen tüketip ülkemizi Mayıs 1950'de 12 milyon dolar borçla teslim eden; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan sömürgesine döndüren İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

“Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin ABD ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye bu hain uzmanların dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?”.. diye soran da çıkmıyordu.

Mehmet Şevket Eygi: “İçimizdeki Hâinler”i şöyle açıklıyordu:

Müslümanlara en büyük zararı açık harbî dış düşmanları mı veriyor, yoksa içimizdeki cahiller, gafiller, hainler mi? Benim kanaatim ikincilerin verdiğidir. İçimizdeki cahiller ve gafiller iyi niyetli olabilirler ama bilmeden, istemeden zarar veriyor. Hainler ise öyle değil, onlar bile bile veriyor.

Kimdir bu hainler?

Bazısı vaktiyle radikal mücahitlik taslayan, “Batsın bu kötü düzen!” diye haykıran, sonra ellerine fırsat geçince mücahitlik postunu atıp müteahhit kılığına giren din sömürücüleridir. Onlar mukaddesatımızı kendi şahsî menfaatleri, nüfuz ve prestijlerine alet etmektedir.

Vaktiyle bu düzen pisti, zalimdi, kafirdi ama şimdi cici… Niçin? Çünkü artık haram gelirler, haksız rantiyeler, haram yağlı kemikler kendilerinindir.

Ümmet birliğini ve şuurunu zayıflatan herkes haindir. Müslümanları aldatan herkes haindir.

Kur'an edebiyatı yapıp da Kur'an’ın emirlerini yerine getirmeyen, yasaklarını işleyen (zalim ve kafirleri dost bilip veli edinen) bütün fâsık-ı mütecâhirler haindir. Ehil ve layık olmadığı emanetlere talip olup dâvamızı ve din hizmetlerini mıncıklayan herkes haindir. Karı satmak, affedersiniz p…nklik yapmak da çok rezil ve pespaye bir iştir ama din sömürüsü ondan bin kere, milyon kere daha kötü bir hıyanet ve rezalettir. Din kutsaldır, ona sadece ve sadece ihlasla hizmet edilir, o asla istihdam ve istismar aracı değildir. Hizip, fırka, cemaat, tarikat militanlığı ve holiganlığıyla hizmet yapılmaz, hezimet verilir. Reformculukla, dinde değişim ve yenilik rüzgarları estirmekle dine hıyanet edilir.”

Ve işte bu AKP döneminde tek bir tanesi bile bir iktidarı derbeder edip devirecek şu gaflet ve rezaletler işleniyordu:

A- Terör örgütü PKK'nın Zerdüşt yüzünü ortaya çıkaran Millî Gazete ardından örgütün mali kaynaklarına ilişkin çarpıcı belgelere açıklıyordu. Terör örgütünün ulusal ve global mali kaynaklarının yer aldığı Mali Suçları Araştırma Kurulu raporu, PKK'ya yapılan yardımları mercek altına alıyordu. Raporda, Türkiye'de bulunan terör örgütüne yakın derneklere Avrupa'dan yüklü miktarda para aktarımı gerçekleştirildiği ortaya çıkıyordu. MASAK'ın, söz konusu raporunu MİT, emniyet ve savcılığa gönderdiği belirtiliyordu. Raporda yer alan belgeler, Avrupa'nın terör örgütüne yaptığı mali yardımları tescil edip ispatlıyordu.

Mali Suçları Araştırma Kurulu MASAK tarafından hazırlanan raporun devamında yer alan bilgiler Avrupa'nın terör örgütüne verdiği desteği gözler önüne seriyordu. Raporun konu ile ilgili kısmında: ” Umut Işığı Kadın Kooperatifi'nin doğrudan kendi hesaplarına yahut ortak veya çalışanlarının hesaplarına yurt dışından 'Kürt Kültür Vakfı (Kurdiska Kulturstiftelsen)' tarafından toplam 469,800 SEK, Vansterpartiet Jarfalla (İsveç Sol Parti) tarafından 290,000 SEK, Global Fund For Children tarafından 15,000 USD, Ashoka General tarafından 26,435,63 USD ve Chrest Foundation tarafından 45,598 USD tutarında para transfer edilmiştir. Diğer yandan İsveç İstanbul Başkonsolosluğu tarafından Kurdiska Kulturstiftelsen adlı kuruluşa 140,931 SEK tutarında para transfer edilmiştir” ifadeleri yer alıyordu.[3]

Tam bu süreçte hükümetin terörle mücadelede yeni bir dönemece gireceğine ilişkin haberler yayınlanmıştı. Başbakan Erdoğan, “PKK’nın strateji değiştirerek şehir merkezlerine saldırması üzerine 30 Eylül’deki AKP kongresinde yeni ve kapsamlı bir yol haritası açıklamıştı!.. Buna göre:

“- Asker artık karakolda beklemeyecek, bölgede mobil birlikler daha etkin olacakmış!..

– Yerel yönetimler güçlendirilecek, seçim barajı düşürülerek demokrasi güç kazanacakmış!..

– PKK’ya ‘Silah bırakın, operasyonları durduralım’ çağrısı yapılacakmış!.. Bu mesaj, geniş çaplı operasyonlar öncesinde ‘son çağrı’ niteliği taşıyacakmış.”

Bu haberler şunu amaçlamıştı: Suriye sorunları, ekonomik sıkıntılar; eğitimdeki karmaşa ve artan terör olayları nedeniyle ciddi bir erozyon yaşayan hükümet PKK konusunda sahte bir kararlılık gösterisinde bulunacaktı!.. Yani AKP; “yeni bir yol haritası” şovuyla kamuoyunu rahatlatmaya çalışacaktı… Çünkü hükümet Habur‘un ardından OSLO skandalının ve şiddetini arttıran terör olaylarının önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimler öncesinde AKP’yi zora sokacağının farkındaydı!.. AKP belki de, “yeni yol haritası”nı PKK’nın ana üssünün bulunduğu Kandil Dağı’na uzatarak halkın gazını alacak, hava akınları yaptıracaktı. Acaba son dönemde sık sık Ankara’ya gelen ABD’li askeri yetkililer ve CIA yöneticileri ile İstanbul’da gizli bir toplantıda buluşan 4 büyük ülkenin istihbarat başkanları, Kandil’e uzanan ve toplumun gazını alıp özerk Kürdistan'a zemin hazırlamaya yönelik bir operasyonun haritasını mı konuşmuşlardı?.. şeklindeki sorular haksız mıydı?

Böylece Sn. Recep T. Erdoğan ve hükümeti;

a- Görünüşte PKK ile mücadele ediyor rolü oynarken, gerçekte PKK’yı besleyen ve destekleyen AB’ye girmek için can atıyordu.

b- PKK’ya asıl silah sağlayan ve saldırı taktikleri öğretip üzerimize saldırtan ABD ve İsrail ile stratejik müttefik olan bir iktidarın, patronunun piyonu ile nasıl mücadele ettiğini sorgulamak gerekiyordu.

B– “Derin kuşkular içinde ıstırap çekmek istemiyorsanız, askeri yargıyı kaldırmak zorundasınız. Genelkurmay hiyeraşisine tabi bir askeri yargıyla hain veya köstebek avına çıkamazsınız..

Halen Kuzey Irak'ta yaşayan, “PKK Tim komutanlığı” yapmış Ronai kod adlı eski PKK'lı;

“Rütbeli askerlerin sürekli örgüt kamplarına geldiklerini ve toplantılar yaptığı, Askeri sırlarımızın, karakol haritalarının, personel kimlikleri ve izin tarihlerinin, terör örgütünün eline günlük, haftalık ve aylık olarak ulaştırıldığı, Bir seferinde albay rütbesinde birisinin Kelareş kampına kadar yanında iki siville gelip toplantı yaptığını söylemedi mi?

İzin dönüşü yapan askerler, toplama merkezlerinde belirli zamanlarda toplu sevk ediliyorsa, havadan sevk ve intikal yapılmalıydı. Konvoy sistemi karadan intikalin güvenliğini sağlamaya yetmiyor. Güvenliği sağlamak için görevlendirdiğiniz 10 zırhlı araca rağmen saldırı gerçekleşiyorsa, formülü değiştirmek gerekiyor.

Artık toplu sevk ve nakillerde şehit vermemek için 2014 yılında hizmete girmek ve 4’ü Özel Kuvvetler Komutanlığı’na tahsis edilmek üzere Boing yapımı 14 adet ABD yapımı Chinook nakliye helikopteri alınmasına karar verilmiş”[4] diyen, Fetullah’cı Amerikan borazanı ve AKP yalakası Gültekin Avcı’ya hiç kimse sormuyordu:

1- TSK’yı; tamamen ABD kuklası hükümet ve zihniyetlerin güdümüne sokulmaya çalışılan sözde sivil yargının insafına terk edip laçkalaştırmak fikrini kulağınıza kimler fısıldıyordu?

2- Ronai kod adlı eski teröristin: “TSK içindeki rütbeli subaylar, personel kimliklerini ve nakil bilgilerini, karakolların yerlerini, PKK kamplarına gelip kendileri satıyorlar” iddialarını doğru kabul edip, TSK içinde çokça hain bulunduğunu ima eden erdemsiz!Türkiye zaten NATO üyesi ve ABD’nin askeri ve stratejik müttefiki değil miydi? Şu AKP iktidarınız da, bu stratejik teslimiyeti çok daha ileri boyutlara taşıyıp güya “terörle mücadelede istihbarat paylaşımı” diye bütün askeri sırlarını ve planlarını ABD’ye vermez miydi? Ve Amerikan Tanrınızın bütün bu bilgileri anında PKK’ya ilettiğini en alçak ahmaklar dahi bilmez miydi? O halde PKK’lıların TSK subaylarından operasyon bilgilerini satın almaya ne ihtiyaçları kalıyordu?

Sabahattin Önkibar Haddini Aşıyordu!

Sabahattin Önkibar Ulusal kanalda Ufuk Söylemez’i konuk ettiği programında, yine İmam Hatiplere saldırıyor ve mezunlarının askeri okullara girme tehlikesinden(!) dem vuruyordu. Daha önce Aydınlık’taki yazılarından da aynı kini defalarca kusuyordu. Bunların İmam Hatip düşmanlığı nereden kaynaklanıyordu? İmam-Hatiplerde yetersiz de olsa, Kur’an, Hadis ve Siyer (Hz. Peygamberin hayatı ve ahlakı) öğretiliyordu. Demek ki İmam-Hatip okulu karşıtlığı aslında Allah, Kur’an ve Resulüllah düşmanlığını yansıtıyordu. Bu kafalara: bırakın çocuklarımıza dini eğitim ve öğretimlerini kendi özel kurum ve oluşumlarımızla verelim.” Deseniz hemen “Tevhidi tedrisat kanununa aykırılıktan, gizli ve tehlikeli gericilik yuvalarından” bahsediliyordu.

“Peki o zaman, bu en temel insan hakkı olan dini eğitimi bizzat devlet kendi resmi okullarında vermeye” kalktığında, bu sefer sanki Kur’an öğrenenler ve İslam’ı bilenler düşman çocuklarıymış gibi yok “polis olamaz”, yok “subay çıkamaz” diye birileri kıçını yırtıyordu! Ve işte bu talihsiz tavırları yüzünden asla rağbet görmüyor, ABD ve AB emperyalizmine, ılımlı ve istismarcı işbirlikçilerin devlet ve ülke tahribine karşı yazıp konuştukları da maalesef samimi bulunmuyor ve etkisiz kalıyordu. Sabahattin Önkibar hızını alamayıp aynı hırsla bu sefer Rahmetli Erbakan’a sataşıyordu. Mesut Yılmaz’ın mecliste, Hoca’ya iftira olsun diye ortaya attığı “Erbakan İmam-Hatipler bizim arka bahçemizdir demişti” iddiasını, aynı mecliste yalancılığı ispatlandığı halde, şimdi tekrar gündeme taşıyordu. Oysa Sn. Önkibar Başbakanlığı döneminde Erbakan’ın başarılarını övdüğü yazılarını da okurlarımız hatırlıyordu.

Bu milletin İmam-Hatip’ine ve başörtüsüne sataşanların AKP gibi istismarcıların ve Amerikancı cemaatlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ve halkımızı ürkütüp onların tuzağına düşürdüğünü bunlar bilmiyor muydu? Yoksa “bu Müslüman milletle uzlaşmamız ve siyaseten onlara ulaşmamız zaten mümkün değil, bu nedenle hiç değilse bir avuç din düşmanı kesimi bari elimizden kaçırmayalım” endişesiyle mi böyle davranılıyordu? Velhasıl “yükseklere tükürmeyin yoksa balgamınız dönüp kendi yüzünüze düşüyordu!..”

Balyoz davasında darbecilik suçlamasıyla 18 yıl ceza alan Org. Saygun bile Erbakan hayranlığı dikkat çekiyordu!

“Erbakan’ı İslam dünyasına olan ilgisi ve Milli Kalkınma girişimleri iktidardan etti!” diyordu.

Balyoz davasında darbecilik suçlaması sabit görülerek 18 yıl hapis cezası alan Orgeneral Ergin Saygun'un GATA'da yatarken yazdığı günlükler “Türk Ordusuna Balyoz” ismiyle kitaplaştırılıyordu. Kitapta Milli Görüş Lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan'la ilgili oldukça çarpıcı tespitler yer alıyordu. Saygun Erbakan'ın ağır sanayi hamlesi ile ilgili olarak: “Keşke bunları milli olarak yapabilmek mümkün olsaydı. Türkiye bugün bambaşka bir yerde olurdu” diyen Org. Saygun’un, asıl suçu da böylece ortaya çıkıyordu: Milli ve Yerli kalkınma istemek ve Erbakan’ı haklı görmek!

Kitabında Milli Görüş'ün merhum lideri Necmettin Erbakan'ı anlatan Saygun, “Merhum Erbakan'ın insani yönünün ve yardımseverlik duygularının ne kadar kuvvetli olduğunu, bir hastamız olduğunda evimize bizzat gelerek ilgilenip sorduğunu, doktor ve ambulans çağırdığı zaman açık ve net olarak gördüm. Nezaketini hiçbir zaman elden bırakmayan, “sabah şerifleriniz hayırlı olsun” diyebilen bir başbakan idi. Allah rahmet eylesin” diyordu. İşte Saygun'un günlüklerinden Erbakan’la ilgili notlar:

28 Şubat 2011 tarihli günlük

“Bugün 28 Şubat. Birkaç gündür gazetelerde ve televizyonlarda, beklendiği gibi 28 Şubat'la ilgili yazılar, programlar gırla gidiyor. 28 Şubat'ın Başbakanı Necmettin Erbakan dün kalp yetmezliğinden vefat etti. Cenazesi yarın kalkacak. Kendisinin 28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan kararları imzalamadığı, sadece kapak yazısını imzaladığı, tedbirlerin olduğu ekin sadece MGK Genel Sekreterliği tarafından yazıldığı söylendi. Haksızlığa uğradığı, başbakanlığı kaybetmesiyle de Türkiye'nin gelişme ve ilerleme yönünde önünün kesildiği iddia edildi.” (Ve bunlar aynen gerçekleşti ve Türkiye AKP’ye teslim edildi. İ.S.)

Erbakan'ın muhayyilesi çok genişti, Milli hedef ve haysiyet sahibiydi!

“Rahmetlinin muhayyilesi çok geniş ve buna bağlı olarak da planları ve hedefleri çok iddialı idi. 100 bin tank ve uçak, (Sn. Saygun paşa yanlış hatırlıyor, Erbakan Hoca 100 bin tank ve uçaktan değil, 100 bin motordan bahsediyordu ve bu hedeflere kendi kurduğu fabrikalar zaten ulaşıyordu.) makine yapan makineler vs. gibi, bazılarına (göre bunlara) ulaşmanın mümkün olmadığı milli hedefler açıkladı. Keşke bunları yerli olarak yapabilmek mümkün olsaydı. Türkiye bugün bambaşka bir yerde olurdu. Başbakan olarak öncelikle insan hakları sicilleri bozuk olan ve Batı tarafından terörü destekleyen ülkeler olarak tanıtılan İran ve Libya gibi ülkelere gitmesi, Batı'yı batıl olarak nitelemesi, Türkiye'nin medeni dünyanın ortak değerini terk ederek, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından Batı'nın kendisi için yeni tehdit olarak kabul ettiği “İslam'ın pençesine düştüğü” endişelerinin doğmasına yol açmıştı.”[5] (Ve işte “Medeni dünyanın ortak değerleri Türkiye’nin bölünmesini gerektiriyordu!?)

Evet Org. Ergin Saygun Paşa doğru söylüyordu; Erbakan Batı emperyalizmine ve Siyonist sömürü sistemine karşı Adil Düzen’i kurmaya çalıştığı için, dış güçlerin ve masonik çevrelerin hücumuna uğruyordu. Sn. Saygun bu itiraflarıyla, aslında 28 Şubat’ın hangi malum ve mel’un odaklarca tertiplendiğini de deşifre ediyor ve Erbakan’ı doğruluyordu. Ve tabii bunlar yetmez; Erbakan’ın bütünüyle haklı çıkacağı ve tüm projelerinin hayat bulacağı tarihi bir inkılap (köklü değişim) bekleniyordu. Ona hücum eden dış güçlerin de, ona hakaret eden soysuz masonik ve Darwinist şebekenin de, şahsi ikbal ve siyasi iktidar hatırına Ona hıyanet eden döneklerin de rezil ve derbeder olacakları mutlu günler yaklaşıyordu. Unutmayınız, en korkulu havlamalar bile, kutlu kervanları durdurmaya yetmiyordu!

 


[1] İsmail Kıllıoğlu, Milli Gazete, 26.09.2012

[2] Milli Gazete, 23.09.212, Adnan Öksüz

[3] Milli Gazete / Mustafa Kılıç

[4] Bugün / 20 09 2012

[5] Milli Gazete/ Cihat Arpacık

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi