Anasayfa » Atatürk’ün ”Din Karşıtı!” Olduğunu Savunan: İSLAMCILARIN, ULUSALCILARIN VE SAĞCILARIN KAYPAK AYARLARI VE ORTAK AMAÇLARI

Atatürk’ün ”Din Karşıtı!” Olduğunu Savunan: İSLAMCILARIN, ULUSALCILARIN VE SAĞCILARIN KAYPAK AYARLARI VE ORTAK AMAÇLARI

Yazar: yonetici
0 Yorum 496 Görüntüleyen

Atatürk’ün “Din Karşıtı!” Olduğunu Savunan:

İSLAMCILARIN, ULUSALCILARIN VE SAĞCILARIN

KAYPAK AYARLARI VE ORTAK AMAÇLARI

         

Mustafa Kemal’in bize emanet ettiği bu Devleti, Cumhuriyeti… Akıl ve bilim dayanaklı, Kur’an ve Sünnet kaynaklı gerçek ve örnek bir İslam düşüncesini… Çağdaş medeniyet ufkunu da aşacak milli ve insani kalkınma modelini ve adil bir düzen idealini; doğru anlamak, uygun yorumlamak ve doyurucu bir konsensüsle mirasına sahip çıkmak yerine, O’nu gâh faşist ve despotik saplantıların, gâh Darwinist ve komünist safsataların öncüsü gibi gösterme çabaları, Atatürk’e ve Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülük sayılmalıdır. Elbette O da bir insandır; düşünce ve devrimlerinde yanıldığı noktalar vardır. Aşırıya kaçtığı veya noksan bıraktığı durumlar olacaktır. İçinde bulunduğu zor şartlardaki, Siyonist ve emperyalist odakların çok yönlü kuşatmasını kırma çabaları sırasındaki kararlarında bazı hatalar yapması ve yanılması gayet doğaldır. Hatta bunların bir kısmının kendisi de farkına varmış, düzeltmeye çalışmış ve bu konuda samimi itiraflardan sakınmamıştır.

Bu arada; bizi asıl ilgilendiren Atatürk’ün şahsi hayatı ve hataları değil; O’nun çok özel yetenekler ve özverili gayretlerle başarıp emanet bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve kurumları, hedeflediği ve ulaşmamızı vasiyet ettiği yüksek ufuklardır.

İşte Atatürk’ün; din ve imanla, ahlâk ve maneviyatla, Kur’an’a ve Resulüllah’a bakış açısıyla ilgili gerçek samimi ve hatta resmi görüşleri aşağıda sunulacaktır ve bunlar en sağlam kaynaklardan alınmıştır. Bunların tam aksine:

  1. a)Ankara’da görev yapmış bazı büyükelçilerin…
  2. b) Bir vesileyle Atatürk’le görüşmüş yabancı gazetecilerin…
  3. c) Türkiye’de kalmış ve Atatürk’le tanışma imkânı yakalamış bazı diplomatların tuttuğu hatıra defterlerinin…
  4. d) Atatürk’ün kendilerine mektup yazdığı iddia edilen kişilerin bazı ifadelerinin…
  5. e) Veya Atatürk’le özel sohbetlerinde duyduklarını söyleyenlerin…Atatürk’ten imanla, İslam’la, Kur’an’la ve Resulüllah’la ilgili nakledilen ve aşağıda belirtilen görüşlerle çelişen beyanlarına itimat ve itibar edilmesi yanlıştır.Çünkü:

1- Bu yabancı ve çoğu Siyonist ve emperyalist kafalı kişilerin, Atatürk’ü dinsiz gösterme çabaları sırıtmaktadır.

2- Hatıra defterlerinde ve günlüklerde tarih, gün ve hatta saatler bile kaydedilirken, Atatürk’le görüştüklerini söyleyen ve Dine aykırı ifadelerini nakleden yabancı diplomat ve gazetecilerin bu aktarımlarında; bırakın gün ve saatleri, hatta ayları ve yılları bile yazılmamıştır. Eğer yazılsaydı, o gün ve o saatte Atatürk’ün nerede bulunduğu saptanacak ve yalanları ortaya çıkacaktı.

3- Bu tür nakillerin;

  1. a)Yanlış anlaşılma,
  2. b) Noksan anlatılma,
  3. c) Kendi yorumunu katma,
  4. d) Gerçekleri kelime oyunlarıyla çarpıtma durumları yanında…
  5. e) Kendi hedefleri ve ideolojileri doğrultusunda bir Atatürk imajı oluşturmaamaçları taşıdığı asla unutulmamalıdır.

Bu tür çarpıtma ve uydurmaları anlamak için şu soru anahtar konumundadır:

“Din düşmanı, İslam karşıtı ve maneviyat inkârcısı” bir Atatürk imajı kimlerin işine yarayacaktır? Bundan aziz milletimiz, ülkemiz ve devletimiz mi kârlı çıkacak… Yoksa dış güçlerle, onların sağcı, solcu ve İslamcı işbirlikçileri mi nemalanacaktır?

En sağlam kaynaklardan alıntılarla aktardığımız bu inanç ve maneviyatla ilgili kanaatlerine aykırı olarak; hâşâ İslam’ı “Arap hurafesi”, Kur’an’ı “Muhammed düzmecesi”, Allah’ı ve maneviyatı “akıl ve bilimin reddettiği”, Dini “gericilik sebebi” sayan bir Atatürk; aşağıda paylaştığımız görüşlerinde münafıklık ve sahtekârlık mı yapmaktaydı? Kendi samimi düşüncelerini halkımıza anlatmaktan sakınacak kadar korkak ve kaypak bir insan mıydı? Hayatı boyunca riyakârlığa ve yaranmacılığa asla tenezzül etmemiş bir şahsiyeti “İslam’ı bitirmek ve insanımızı dinsizleştirmek için çabalamakla” suçlamak nasıl bir iz’ansızlık ve insafsızlıktı.

 Lütfen dikkat buyurun! Hem İslamcıların en sivri takımı… Hem ulusalcıların en sinsi tabakası… Hem Batıcı sağcıların en keskin adamları… Evet, hepsi birden niye acaba Atatürk’ü Dinsiz gösterme çabasındaydı?

İşte Atatürk’ün Din Anlayışı ve İslam’a Bakışı

“Biz biliriz ki Allah, Dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık (refah ve huzur) içinde yaşasınlar diye yaratmıştır. Ve azami derecede faydalanabilmek için de bugün, kâinattaki her şeyden esirgediği zekâyı ve aklı sadece insanlara vermiştir.”[1]

“Biz ne Bolşevik’iz ne de komünist: Ne biri ne diğeri olamayız. Türkler milliyetperver ve dinlerine hürmetkâr bir millettir. Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir.” “Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir.” “Bizim dinimiz en tabii ve makul dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.”[2]

“Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey; kadın ve erkek beraber olarak ilim ve kültür edinmeleridir. Kadın ve erkek, bu ilim ve kültürü aramak ve nerede olursa oraya gitmek ve onunla dolu olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki bugün kendimizi bir türlü kayıtlara bağlı zannettiğimiz şeyler yoktur. Türk sosyal hayatında kadınlar ilim, kültür ve diğer hususlarda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileriye gitmişlerdir.” “Bizim dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder.”[3]

“Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle (İslam’ın orijinal haliyle) dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. (Çünkü Dinimiz) Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Türk milleti içinde; daha karışık, sun’î, bâtıl itikatlardan ibaret farklı bir din daha vardır. Fakat bunları benimsemiş olan cahiller, acizler, sırası gelince tenevvür edeceklerdir. (Aydınlanıp gerçek İslam’ı öğreneceklerdir.) Onlar ziyaya takarrüp etmezlerse (İslam’ın nuruna yanaşmazlar ise) kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.” (11 Şubat 1924, Tanin gazetesi)[4]

“Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”[5]

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya (istismarcılık yapmamaya) çalışıyoruz, kasde ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere fırsat vermeyeceğiz.” “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, (her şeyden önce) Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz…” (1930)[6]

“Din vardır ve elbette lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz vardır. Malzemesi iyi ve sağlamdır; fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramıştır. Harçlar döküldükçe, yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş ve dikkate alınmamıştır. Aksine olarak birçok yabancı unsurlar karışmış, zoraki –tefsirler, hurafeler– binayı daha fazla hırpalamıştır. Bugün bu yıpranmış binaya dokunulamaz, (gerçek temelleri esas alınıp) tamir de yapılmazsa zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde (sarih (açık ve net) ayetler, sahih (gerçek ve sağlam) hadisler istikametinde, ama çağdaş ihtiyaçları giderici mahiyette) yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.” “Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.” “Dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata hem fazilete uygundur. Kadınlarımız, şeriatın tavsiyesi, dinin emri mucibince tesettür etselerdi ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. (Bu durumda) Tesettür-ü şer’i (şeriatın örtünme emri) kadınlar için mûcib-i müşkilat (sıkıntı kaynağı) olmayacak, kadınların hayât-i mâişette ve hayât-ı içtimâîyede, hayât-ı iktisâdiyede, hayât-ı mâişette ve hayât-ı ilimde erkeklerle teşrîk-i faaliyet etmesine mâni bulunmayacak bir şekl-i basittedir. Bu şekl-i basit (sade ve kolay şekli), heyet-i içtimâiyemizin ahlâk ve adabına da mugayir (aykırı) değildir.”[7] diyen bir Atatürk’ü anlamayan ya ahmaktır ya da şeytanlık yapmaktadır.

“Efendiler… Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihninin başlı başına çalışması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için geleceğimiz ve istiklalimiz için ve en çok millî egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncelerimi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlatmak istiyorum. Millî ülküler, millî irade yalnız şahsın düşünmesinden değil, tüm millet fertlerinin ülkülerinin toplamıyla yaratılır…” “Efendiler; camiler ve mukaddes minberleri halkın ruhani, ahlâkî gıdalarına en alî, en feyyaz membalarıdır. Binaenaleyh camilerin, mescitlerin minberlerinden tenvir ve irşat edilecek kıymetli hutbelerin muhteviyatının halka ittilâ imkânını temin, Şer’iye Vekâlet-i Celîlesi’nin mühim bir vazifesidir. Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla onların ruh ve dimağlarına hitap olunmakla Ehl-i İslâm’ın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir; kalbi cesaret bulur. Fakat buna nazaran hutebât-ı kirâmın (muhterem hatiplerin) haiz olmaları lâzım gelen evsâf-ı ilmiye, liyâkat-ı mahsûsa ve ahvâl-i âleme vukuf (dünyanın gidişatından ve sorunlarından haberdar olmak) hâiz-i ehemmiyettir.”[8]

“Bizim kadın hayatımızda kadının tarz-ı telebbüsünde (örtünme tarzında) teceddüt (yenilik) yapmak meselesi mevzu-u bahs değildir. Milletimizde bu hususta yeni şeyleri bellettirmek mecburiyeti karşısında değiliz. Belki ancak dinimizde, milletimizde, tarihimizde zaten mevcut olan âdât-ı mergûbeye intizâm-ı cereyan vermek (rağbet edilen geleneklere bir çekidüzen vermek), mevzu-u bahs olabilir. Biz bağlı başımıza, kendi arzumuza, kendi terbiye ve seviyemize göre istediğiniz kıyafeti ihtiyar eyleyebiliriz. Ancak bütün milletin şâyân-i kabul göreceği şekilleri, bütün milletin hayatında kabiliyet-i tatbîkiyesi olan kıyafetlere herhâlde temâyülât-ı umûmiyede (toplumun genel adet ve kabulünde) aramak ve o şekillerin muvaffakiyetini temâyülât-ı umûmiyeye tevafukta (genel tercihlere uygunlukta) görmek lâzımdır.”[9]

“Kasaba ve şehirde ecânibin (yabancıların) nazar-ı dikkati en çok şekl-i tesettür üzerinde tesebbüt ediyor (yoğunlaşıyor). Buna bakanlar, kadınlarımızın hiçbir şey görmediklerini zannediyor. Mamafih, îcâb-ı din olan tesettür, kısaca ifade etmek lâzım gelirse denebilir ki, kadınların külfetini mucip ve muhalif-i adap olmayacak şekl-i basitte olmalıdır. (Yani örtünme; kadınlarımıza zahmet ve sıkıntı oluşturmadan ve ahlâka muhalif olmadan, sade ve uygun bulunmalıdır.) Şekl-i tesettür, kadını günlük hayatından ve varlık amacından tecrit edecek bir şekilde olmamalıdır. Bu konuda son söz olarak diyorum ki, bizi analarımızın adam etmesi lâzım idi, zaten onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü îcâbât ve ihtiyâcât-ı esasiyeye gayrıkâfidir. Artık başka zihniyette, başka olgun düşüncede adamlara muhtacız. Bunları yetiştirecek olan, bundan sonraki validelerdir. Bu maruzatımın istiklâlini, şerefini, hayat ve mevcudiyetini temin ve idame edecek, bunları umde (prensip) bilecek insanların yeni Türkiye Devleti’nin esaslarından birini teşkil etmesi lâzımdır ve inşallah edecektir.”[10]

“Âhiren (devamında) Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Ki; halk, tekerrür etmekte (şuursuzca tekrarlanıp durmakta) olan bir şeyin (gerçekte hakikaten) mevcut olduğuna ve din ricalinin (bazı din adamlarının) derdinin sadece kendi karınlarını doyurup başka bir (gayeleri ve) işleri olmadığını bilsinler.”[11]

“Ben, (bazı sahtekârlar ve din istismarcıları gibi) manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. (Bunların hakikati İslam’da ve Kur’an’da zaten vardır. Benim sözlerimi ve işlerimi dogma gibi kutsallaştıranlar yanlış yapmaktadır.) Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.” (1933, Cumhuriyet Bayramı açılış konuşmasından.)

“En son duam şudur ki, istekleri gerçekleştiren Büyük Allah, sevdiği Hz. Muhammed hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu, kıyamete kadar Hz. Muhammed’in dininin en sadık koruyucusu olan necip milletimiz ile, saltanat ve yüce hilâfeti (Bağımsız bir yönetimi ve Dünya İslam Liderliğini) korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle sorumlu olan heyetimizi başarılı kılsın! Amin.”[12]

“Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür, tarih boyunca ilâhî takdirin tezahürlerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki çağda incelenebilir: İlk çağ; insanlığın çocukluk ve gençlik çağı, ikinci çağ; insanlığın erginlik ve olgunluk çağıdır. İnsanlık bu birinci çağda, tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmeyi (yani Allah’ın Resulleri aracılığıyla eğitilip yönlendirilmeyi) gerekli görmektedir. Allah, kullarının gerekli olan olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden vasıtalarla (Peygamberler yoluyla) kullarıyla ilgilenmeyi ilâhî gereklilik saymıştır. Onlara Hz. Adem’den itibaren kaydedilmiş, kaydedilmemiş sonsuz denecek kadar çok peygamber ve elçi göndermiştir. Fakat Peygamberimiz aracılığıyla insanlığa (Hakkı-Bâtılı, Doğruyu-Yanlışı, Yararlıyı-Zararlıyı öğretmek üzere yeni Nebi ve Kitap gönderip) en son dinî ve medenî hakikatleri verdikten sonra, artık insanlıkla aracı yoluyla temasta bulunmaya (ve yeni bir peygamber yollamaya) gerek görmemiştir. İnsanlığın anlama derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya (Kur’an’la ve Resulüllah’la) ilâhî ilhamlarla temas yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve (Allah’tan getirdiği) kitabı (Kur’an), en mükemmel kitaptır.”[13]

“Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı dînîyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanûn-i Esâsî’si cümlemizce malumdur ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan’daki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son [Hak] dindir. Ekmel tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i ilâhiye beyninde tezat olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavânîn-i kevniyeyi yapan Cenab-ı Hak’tır.”[14]

“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasî bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.”

“İslâm dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi mutluluğunun emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği belirir.”[15]

“İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mazi mahsulü (cahiliye ürünü) olan sakim (bayağı ve aşağı) âdetler bir zaman için kendini göstermeye, nüfuz ikame etmeye muktedir olmamışsa da, daha sonraları İslâm hakâyıkına temessük, İslâm esaslarına tevfik-ı hareket etmekten ziyade, mazinin (cahiliye dönemlerinin) miraslarından olan bozuk âdet ve itikadları, dine karıştırmaya başlamışlardır. Bu yüzden İslâm cemiyetlerine dahil birtakım kavimler, İslâm oldukları halde sükûta, sefalete, inhitata (çöküşe ve dağılmaya) maruz kalmışlardır. Mazilerinin bâtıl itiyad ve itikadlarıyla İslamiyet’i teşrik ettikleri (karıştırdıkları) ve bu suretle hakikat-ı İslâmiye’den uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yapmışlardır.”

“…Mazhar-ı nübüvvet ve risalet olan Efendimiz… (İnsanlığın muallimidir!)” (Atatürk’ün Muhammed’e yönelik övgülü ve saygılı hitabı.)[16]

“Zamanında çok kitaplar karıştırdım. “Hayat” hakkında filozofların ne dediklerini anlamaya çalıştım. Bir kısmı her şeyi karamsar görüyordu. “Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür sırasında sevinç ve mutluluğa yer bulunmaz” diyorlardı. Başka kitaplar da okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: “Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, hiç olmazsa yaşadığımız sürece neşeli ve verimli olalım.” Ben kendi karakterim bakımından ikinci hayat görüşünü beğeniyorum, fakat şu sınırlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar zavallıdır. Besbelli ki, o adam birey sıfatı ve benlik davası ile yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey; sadece kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. İnançlı ve anlayışlı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir…”[17]

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’ye bir hutbe kitabı hazırlattığını Milli Çözüm Dergisi’nde 15 yıl önce yazmıştık. Bu kitaptaki bütün hutbeler oldukça önemli ve etkileyicidir. Özellikle namazla alâkalı olan 9’uncu ve 10’uncu hutbelerde şu gerçekler dile getirilmektedir:

“Bilmiş olun ki, bu dünyada her kötülük, Allah’ı unutmaktan çıkar. Her türlü fenalık, Cenab-ı Hakkı düşünmemekten ileri gelir. Allah’ını unutandan korkulur… İnsanoğlu bir kere Mevlâ’sını unutmasın, artık bir daha onun önüne geçilmez. Öyle bir insan kendi keyfinden, kendi çıkarından başka bir şey düşünmez. Hak gözetmez, hukuk tanımaz. Başkalarının kârını, zararını aklına bile getirmez… İnsanların bu hale gelmemesi için herkese Allah’ını unutturmamak, herkesin göğsüne adeta bir bekçi koymak lazımdır. Bu da olsa olsa ancak namazla gerçekleşebilir. Çünkü namaz, insanın kötülük yapmasına engel olur. Namaz insana Mevla’sını unutturmaz. Namaz insanı çeker çevirir. Biraz düşünüp kendine getirir… Namaz insanı Hakkın divanına sokar. Daha doğrusu her zaman Allah’ın huzurunda bulunduğunu insanın zihnine koyar. Yirmi dört saatte hiç olmazsa beş kere dünya işlerini bırakıp Allah’ın divanına durmak az şey değildir… Böylece sürekli Mevla’sını unutmayan kimse asla kötülük yapamaz. Böyle bir kimseye dünyanın hazineleri bile bırakılsa hıyanet etmesi, ona el sürmesi mümkün değildir. Çünkü o daima huzurda bulunur. O daima kendini Allah ile görür… Artık böyle olan kimse, bir kere böyle dereceyi bulan kimse, âlemin malına, canına, ırzına, namusuna hiç göz diker mi? Hiç böyle fena şeylere tenezzül eder mi? Hiç öyle adilikleri kendine yakıştırır mı?… Namazın ne olduğunu bilmeyenler, işin manevi zevkine iyice eremeyenler, namazı sadece yatıp kalkmaktan ibaret sanıyorlar… Bilmiyorlar ki namaz, insanı melekler makamına ulaştırır. Namaz, insanı Mevla’sı ile birlikte olmayı yani manevi miracı sağlamaktadır. Dünyada bundan daha büyük bir ibadet olamaz. Dünyada bundan daha büyük gönül sefası bulunamaz… Müezzin, ‘Allahüekber” dediği zaman, hemen kendinize gelin. Elinizi, eteğinizi dünyadan çekin. O sırada iş, uyku, sıcak-soğuk demeyin, hemen namaza kalkın… Hiçbir şekilde namazınızı geçirmemeye gayret edin. Elinizden gelen itinayı gösterin, öyle baştan savma namaz kılmayın. Kalıbınızı secdede bırakıp aklınızı ve fikrinizi orada burada dolaştırmayın. Sadece vücudunuza değil, gönlünüze de namaz kıldırın…Gönülsüz ve şuursuz kılınan namazın faydası olmaz. Öyle kılınan bir namaz, insanı Allah’ın huzuruna çıkaramaz. Bir insan kırk yıl böyle namaz kılsa, ne gönlü yumuşar, ne ahlâkı olgunlaşır, ne de ruhu zevk alır… Bunun için ne yaptığınızı bilerek, kimin divanına varmak istediğinizi düşünerek namaza durun. Eğer böyle yaparsanız, namazı böyle kılarsanız, hiç şüphe etmeyin ki gökleri aşar, melekleri geçmeyi başarırsınız… Namaz kılarken; hiç olmazsa bir anlık Allah ile bir olup nefsinizi ve kötülüklerinizi unutursunuz. İşte bu da sizin Miracınızdır. Ne mutlu namazı böyle bilip, böyle kılanlara. Yazıklar olsun Rahman’a secde etmeyip Mevla’sını unutanlara!?… Bir mü’min riyadan ve gösterişten uzak, adabını ve şartlarını yerine getirerek, boynu bükük bir halde ihlâs ve samimiyet içinde namazına devam ederse, kalbinde zikrullah nurları parlamaya başlar. Kalbinde Allah korkusu ve vicdan duygusu oluşur… Kendisinde yüksek duygular ve manevi sorumluluklar meydana gelir. Böyle bir mü’min kendisini yaratan yüce Allah’a isyan edemez. Böyle bir mü’min birtakım kötülüklere, ahlâk dışı şeylere niyet edemez. Namazın verdiği manevi mutluluk onun için bir kurtuluş rehberi olur. Onu Hak yoluna, fazilet sahasına götürür. Bunun için namaz Allah’ı anmaktır. Yani Allah’ı zikirden ibarettir… Namaz, şükrün bütün çeşitlerini içine alan bir ibadettir.”[18]

Şimdi Atatürk’ün; dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’ye hazırlattığı bu hutbe kitabını; görmediğini ve incelemediğini iddia etmek ahmaklıktır. Tam aksine Atatürk bu hutbe kitabını kesinlikle gözden geçirmiş ve benimsediğini ilgili makamlara iletmiştir ki, basılmış ve camilerimizde okunmaya başlanmıştır. Bu yüksek şuur ve gerçek huzur hutbelerini yazdıran ve okutan bir Zatı, tutup da din düşmanı göstermek ancak şeytanilerin ve şer güçlerin işine yarayacaktır.

İşte bu Atatürk’ü 30 Ağustos hutbesinde hiç anmamak;

“Evet, misli görülmemiş bir nankörlük ve inkârdır. İnsafsızca, kabaca, pervasızca bir haksızlıktır. Hakkaniyetsizliğin, hamiyetsizliğin, kadir kıymet bilmezliğin doruk noktasıdır. Süleymaniye’yi Mimar Sinan’sız anmaktan ve anlatmaktan farksız ve insafsız bir yaklaşımdır. Kapı gibi sağlam bir hakikatin, cüretkârca ve cüce kafalarca örtülmeye çalışılmasıdır, yani münafıklıktır. Vicdansızca hakkı teslim etmeye yanaşmamak, nankörlükte bile haddini aşmaktır. Bu talihsiz ve terbiyesiz tavır; İstanbul’u Fatih fethetmemiş gibi yapmakla, güya bir saat fethi anlatıp bir kere olsun Fatih’i anmamakla eşdeğer bir saçmalıktır. Bu tavır, saklanmaz bir gerçeği, zavallıca saklama çabasıdır. Bu tavır, tarihle dalga geçmeye kalkışmak, ama o dalgaların içinde boğulmaktır. Hem de O’nun Genelkurmay Başkanlığı’yla aynı günde kurduğu ve büyük imkânlar sunduğu bir Teşkilatın böylesine bir nankörlüğe ve kadir bilmezliğe kalkışmasına ses çıkarmayanlar, hatta kılıf uyduranlar da bu suça ortaktır. Vallahi ayıptır, yazıktır, günahtır!”[19]

Diyanet’in Atatürk’süz 30 Ağustos Hutbesi’ne benzer Saadet Partisi’nin “Erbakan’sız İslam Birliği Kongresi!” aynı nankörlük marazını yansıtmaktaydı!

Atatürk’ün; “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” tavsiye ve temennisine de uygun olarak: 1- Aklı selimi, 2- Müspet bilimi, 3- Tarihi deneyim ve birikimi, 4- Vicdani kanaati ve insani gereksinimi, 5- Dini ve ahlâki değerlerimizi esas alarak, temel insan haklarına ve evrensel hukuka uygun Milli ve Adil yeni bir Düzen programı hazırlayan Erbakan’dır.

14 Eylül 2019’da Ankara’da toplanan İslam Birliği Kongresi sunumlarında; ne Oğuzhan Asiltürk’ün ne Temel Karamollaoğlu’nun, ne de Hasan Bitmez’in konuşmaları arasında bir kere olsun Rahmetli Erbakan Hocamızı ağızlarına almamaları; (15 Eylül 2019 tarihli Milli Gazete’nin 1. ve 2. sayfalarında hiç rastlayamadık) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Atatürk’süz 30 Ağustos Hutbesi’yle aynı marazlı mantığı yansıtmaktaydı.

Temel Karamollaoğlu “Asıl sorunumuz, ırkçı emperyalizmin güçlü olması değil, bizim içinde bulunduğumuz dağınıklık ve acziyettir” diyor, ama bunun tek çaresinin ve gerçek reçetesinin, Erbakan Hocamızın; Rusya, Çin, Hindistan, Venezuela ve Brezilya gibi ülkeleri ve mazlum milletleri de kapsayıp kucaklayacak şekilde:

1- İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın,

2- İslam Ortak Pazarı’nın,

3- İslam Ortak Dinarı’nın,

4- İslam Savunma Paktı’nın,

5- İslam Eğitim, Bilim, Kültür ve Teknoloji Kurumları’nın oluşturulması hem Atatürk’ün arzu ve amaçlarına uygun bulunmaktadır hem de Türkiye’nin ağırlık ve saygınlık kazanmasına yol açacaktır. Yani, Türkiye onurlu bir tavırla hem mevcut ittifaklarını korumalı hem Rusya ve Çin gibi ülkelerle yeni irtibatlar kurmalı, hem de İslam ülkelerinin emperyalizmin kıskacından kurtulmalarına öncülük yapmalıdır. Bunları hayalcilik sanmak kendi özümüze ve potansiyel gücümüze güven duymamaktır.

Filistin İmar Kurulu Başkanı Allen Bilal’in: “İslam ülkelerindeki siyasi faaliyetlerin (partilerin ve hükümetlerin) Filistin konusunda yetersiz kaldıklarını” söylemesine rağmen bile, Erbakan Hoca’yı ve tarihi atılımlarını hatırlatan çıkmamıştı.

Mustafa Kemal’in “İslam Birliği” arzuları ve Doğu Perinçek’in çarpıtma çabaları!

Mustafa Kemal, daha Harbiye sıralarındayken, Osmanlı devletinin dağılacağını ve Türklerin çoğunluk olduğu topraklarda bir millî devlet kuracaklarını sezmeye başlamıştı. Atatürk, bu tasarımını 1937 yılında güncelleyerek Ankara’da konuğu olan Suriye Başvekili Cemil Mardam’a da açmıştı: “Balkan Harbi sonunda Gelibolu’daydım. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. ‘Suriye’ye, Irak’a istiklal veriniz’ dedim. Talat Paşa: ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi.”[20] Hayat, devrimci zabit Mustafa Kemal’i haklı çıkardı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türklerin çoğunluk olduğu topraklar bile işgal altına alınmıştı. Bu koşullarda, artık Türkiye’nin önünde, millî devlet programı vardı. Mustafa Kemal Paşa, Misakı Millî’nin kabul edilmesinden 11 gün önce, 17 Ocak 1920 günü, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden beri saptanan Arap topraklarının, Araplara ait olduğu kararını bir kez daha vurguladı. Aynı dersi, başka bir tecrübeden geçerek, Arap halkları da yaşamıştır. Suriye ve Irak’ın önde gelenleri, savaş sırasında emperyalistlerin yardımıyla bağımsızlıklarına kavuşma umuduna kapılmışlardı. Ancak 1918 sonrasında, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin işgalini yaşadıktan sonra, yeniden Türkiye’ye sığınmışlardı. Mustafa Kemal Paşa, Arap halklarını işgale karşı mücadeleye teşvik etti ve ayaklanmalarını coşkuyla karşıladı. Dahası Revanduzlu Ali Saip Bey ve Özdemir Bey gibi seçkin subayların komutasındaki birlikler Suriye ve Irak’ın emperyalizme karşı mücadelesine silahla katılmışlardı. Mustafa Kemal Paşa, Irak ve Suriye örgütleriyle ortak mücadeleyi, ortak bir örgütlenme hedefine bağlı olarak planlamıştı. İleride kurulacak bağımsız Arap devletleri ile Türkiye arasında bir federasyon veya konfederasyon planı bu ilişkiler sırasında oluştu ve üzerinde anlaşmaya varıldı. Mustafa Kemal Paşa, 24 Ocak 1920 günü Halep’teki Arap Milli Teşkilatı Riyaseti’ne bir iletiyi yollamışlardı. Aradan bir ay geçtikten sonra, Heyet-i Temsiliye adına Kolordu Kumandanlıklarına 23 Şubat 1920 günü yolladığı talimatın eklerinde, Arap örgütlerinin önerdikleri konfederasyon planının kabul edildiği vurgulanmıştı: “Suriye, Irak ve Türkiye bağımsızlıklarını kurtararak bir konfederasyon veya gelecekte kararlaştırılacak biçimde bir ilişki kurmak üzere birlikte hareket edeceklerdir.”[21]

Mustafa Kemal Paşa, Meclis’in açılışının hemen ertesi günü, 24 Nisan 1920’de yaptığı tarihî konuşmada, Suriye ve Irak ile konfederasyon tasarımını bu kez Meclis kürsüsünden açıklamıştı: “Bizimle anlaşmanın veya ittifakın üstünde bir şekil ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden biriyle irtibat peyda edebiliriz.” buyurmuşlardı.

Buraya kadar doğru saptamalar yapan Perinçek, bundan sonra saptırmalara başlamıştı.

“Mustafa Kemal Paşa, Konfederasyon/federasyon planının tarihsel zeminini dört maddede sıralamaktaydı:

  1. Ortak geçmiş: Türkler ve Araplar Osmanlı İmparatorluğu içinde birlikte yaşıyorlardı.
  2. Dünya Savaşı dersleri: Dünya Savaşı, hem Araplar hem de Türkler için öğretici oldu. Türkler, Arapların bağımsız devlet kurma haklarının Türkiye’nin de yararına olduğunu anladılar. Araplar ise emperyalizme dayanarak bir kurtuluşun olmayacağını tecrübeyle gördüler.
  3. Ortak cephe: Dünya Savaşı sonrasında Mazlum Milletler konumunda bulunan Türkler ve Araplar, nesnel olarak emperyalizme karşı savaş cephesinde buluştular.
  4. Ortak menfaatler: Türkler ile güney komşuları olan milletler arasında, iktisadi, siyasi, kültürel, her alanda ortak menfaatler bulunmaktadır.”diyen Doğu Perinçek, Atatürk’ün Suriye, Irak, (hatta İran, Afganistan ve Hindistan-Pakistan) ileasıl ortak paydamızın İSLAM olduğunu özellikle vurguladığını, her nedense yazmamıştı. Oysa Mustafa Kemal, TBMM’nin açılışından bir gün sonra (24 Nisan 1920’de) gizli olarak yapılan 4. oturumda tutulan zabıtlara göre “Fakat bu İttihat (İslam Birliği), kuvvet (caydırıcı bir güç) teşkil edeceğinden, bütün âlem-i İslam’ın manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehit olmasını, şüphesiz büyük bir memnuniyetle karşılarız…”….“Bugün dahi eşkâli zahiriyesi ne olursa olsun, gerek Iraklıların ve gerek Suriyelilerin, evet bu iki mıntıkadaki dindaşlarımızın kalpleri bizimle beraber atmaktadır..”

Bu tarihi gerçekleri gizleyen Perinçek, aslında Atatürk’ün bazı sözlerini ve girişimlerini istismar ederek, Türkiye’nin (Erdoğan Hükümetinin) de desteği ile Irak ve Suriye ile birlikte ülkemizi Rusya’nın himayesine sokma ve kendi sosyalist hayallerine kavuşma rüyasındaydı.

Oysa Atatürk döneminde Cemaatü’l-İslam, Mustafa Kemal’in talebi üzerine, en yakın zamanda tüm İslam ülkeleri temsilcilerinin davet edileceği büyük bir İslam Kongresi düzenleme kararını almıştı. Kongrede görüşülmesi kararlaştırılan maddeler şu hususlardan oluşmaktaydı:

1) Müslümanları alâkadar eden genel İslami konuların tartışılması;

2) Hilafet meselesinin ele alınması;

3) Avrupa Milletler Birliği teşkilatına karşı, Türkiye’nin başrolü oynayacağı, İslam Milletler Birliği’nin kurulması.

Cemaatü’l-İslam, Türkiye’de, meşhur şair ve Sırat-ı Müstakim’in baş editörü ve aynı zamanda Burdur mebusu, Mehmed Akif (Ersoy) Bey’in başkanlığı altında yeniden faaliyete başlamıştı. Teşkilata ulema ve muhafazakârların da bulunduğu çok sayıda mebus ve yazar katılmıştır. Teşkilatın programı, Kafkaslar, İran, Afganistan ve Orta Asya’da yeterli gelişmenin elde edilmiş olduğu göz önüne alınarak, daha ziyade Arap ülkelerinde yapılması düşünülen faaliyetlere yoğunlaşmıştır. İbn Suud’un kendi saflarına kazanılması için özel girişimlerin yapılması kararı alınmış ve bunun için Balkan Savaşı’ndan önce Yemen ve Trablusgarp seferleri sırasında Türk ordusunda hizmet görmüş ve dolayısıyla Arapları iyi tanımakla şöhret bulmuş olan Enver Paşa’nın can düşmanı Yarbay Aziz Bey görevli kılınmıştır. (Çünkü Mason ve İttihatçı Enver’in bu milletin başına ne belalar açtığını çok iyi bilen ve ondan nefret eden Atatürk, Enver karşıtlarına haklı bir güven duymaktadır.)

Komitenin yapması gereken esas görevlerinden bir diğerini ise üye ülkelerin sosyal ve ekonomik durumunu geliştirmek ve çağdaş gelişmeye paralel olarak kalkınmasını sağlamak amacıyla, İslam dünyasında entelektüel açıdan bir Rönesans yaşanmasını hızlandıracak raporlar sunmak olacaktı. Yine Müslüman halk arasında çalışma ortamını en güzel şekilde tanzim etmeye, üretim gücünü artırmaya ve son olarak da İslam dünyasının geleceğini refaha erdirme noktasında müşterek ve metodik yardımlaşmalarda bulunulması için çaba harcanacaktı. Bu nedenle, Nihai Komite üyelerinin seçiminde görüşlerinin alınması arzu edilen birçok İslam ülkesi ileri gelenleri, Ankara’ya davet edilmiş ve orada hususi bir komite oluşturulmuş bulunmaktaydı. Kayıtlara göre, tasarlanmış olan Ankara Kongresi’nin tertip olunması, Eşref Edib Bey’in yazmış olduğu bir makaleden ilhamla gündeme taşınmıştı. Eşref Edib Bey tarafından hararetli bir üslupla kaleme alınıp imzalanan, genel olarak Haçlı emperyalizmine çatan ve İslam dünyasını büyük bir İslam Kongresiyle Ankara’da toplanması için teşvikte bulunan bu makale, yine Eşref Bey’in editörü bulunduğu Sebilürreşad’da 13 Nisan tarihinde yayımlanmıştır. Bu Eşref Edip Bey, Erbakan Hoca’nın ilk partisine Milli Nizam ismini koyan zattı.

Atatürk’ün İslam Birliği çabaları

Ankara’da böyle bir kongrenin toplanması yolunda yapılan girişimler, gerek Mustafa Kemal ile olan münasebetleri ve gerek kendilerine yapılan davet üzerine Kerbela baş müçtehidi ve Necef şeyhi tarafından da olumlu karşılanmıştır. Necef şeyhi, 24 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal’e gelen bir mektubunda, Ankara’da toplanacak olan kongreye tam yetkili bir delegenin gönderileceği vaadinde bulunmuşlardır. Afganistan Emiri ise idarî reformlardan dolayı kongreye katılamayacağını, Afganistan’ı o tarihlerde terk etmesinin mümkün olmayacağı mazeretiyle birlikte başarı dileklerini aktarmışlardır. İslami Kongrenin toplanma planı Ankara’da; Mustafa Kemal Paşa, Ankara Hükümeti Din İşleri Vekili Abdullah Azmi, Şeyh Senusi, Acemi Sa’dun Paşa, Diyarbakır bölgesi komutanlarından Cevad Paşa, Fevzi Paşa, Afgan Büyükelçisi Sultan Ahmed Han, İran Elçisi Mümtazüddevle, Azerbaycan Elçisi İbrahim Abiloff’tan oluşan bir heyet tarafından ayrıca müzakere yapılmıştır. Kongre tertip heyetinin yaptığı toplantıya birçok mebus ve gazeteci de katılmıştır. Şeyh Senusi, Acemi Sadun Paşa ve Cevad Paşa Ankara’da olmadıklarından dolayı toplantıya şahsen katılamamışlar, ancak temsilcileri vasıtasıyla görüşlerini sunmuşlardır.

Ancak söz konusu bu kongre, toplantının yapılacağı yer konusundaki görüş farklılığından dolayı sonraki bir tarihe ertelenmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Örneğin Afgan Elçisi bu kongrenin Kabil’de toplanmasını isterken, İran Elçisi de Tahran’da toplanılmasını istemiş ve bu noktada oldukça ısrarlı olunmuş, diğer taraftan Mustafa Kemal ise aynı derecedeki bir ısrarla bunun Ankara’da veya en azından Anadolu’nun bir başka şehrinde yapılması üzerinde durmuşlardır. Fakat daha sonraki tarihlerde İnönü’nün Eskişehir mağlubiyetinin yaşanması ve onu müteakiben siyasi ve askeri açıdan sıkıntılı günlerin daha da artması, Mısır, Cezayir, Trablusgarp, Tunus, Hindistan, Afganistan, Azerbaycan, Suriye ve Irak gibi Asya ve Afrika Müslümanları murahhaslarından oluşacak böyle bir Dünya İslam Kongresi’nin Ankara’da toplanmasına fırsat tanımamıştır. 1921 senesinde Ankara’da toplanmasına çalışılan bu kongrenin işleri ile 1920 yılının sonlarına doğru bir süre Millî Mücadele Hareketi sırasında oluşturulan Gizli Servis’in riyasetinde ve Nisan 1921’de Meclis Başkan Vekilliği görevinde bulunan Hamdullah Suphi Bey de meşgul olmuşlardır.

Ankara Hükümeti, 1922 yılının başlarında Ankara’da olmak ve Mustafa Kemal’in başkanlığı altında toplanmak üzere başka bir İslam Konferansı’nın toplanması teklifini daha yapmıştır. Ayrıca böyle bir toplantının gerçekleştirilebilmesine ön hazırlık olmak üzere, yine Mustafa Kemal’in bir önerisi ve daha çok Suriye ve Filistinli Arap liderlerin girişimiyle 15 Aralık 1922’de Kahire’de bir Arap Kongresi toplanmıştır. Kongrede, Mustafa Kemal tarafından belirlenmiş olan şu konular ele alınmıştır:

1) Daha önce Halifenin idaresi altında bulunan Arap ülkelerinin oluşturacağı bir federasyon kurulması;

2) Mısır’ın bağımsızlığa kavuşturulması ve Süveyş Kanalı’nın muhafazası için askerî kuvvet sağlanması;

3) İngiliz kuvvetlerinin Mısır’ı derhal terk etmesi yolunda talepte bulunulması.

Böyle bir kongre tertibine gidilmesi kararı, muhtemelen, Ankara Hükümeti’nin İslam ülkeleri ile olan münasebetlerini sağlamıştır ve Millî Mücadelenin tahakkuku için ele geçen her fırsattan faydalanarak Müslüman milletler arasındaki İslami hareketi artırma arzusundan kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle de gerek Mustafa Kemal Paşa ve gerekse diğer Milli Mücadele kurmayları Türkiye’nin bu dönemde İslam Dünyası’nın lideri olması arzusunu taşımışlardır. Milli Mücadele sırasında gerçekleştirilmeye çalışılan ama olumsuz gelişmelerden dolayı neticesiz kalan Ankara Kongresi teşebbüsünü; başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Mücadele öncüleri tarafından tatbikine çalışılan: İslam devletleri arasında bir İslam Birleşmiş Milletleri veya İslam Devletleri Federasyonu oluşturma çabasının gerçekleşmesini kolaylaştırma atılımı veya bu yoldaki çalışmaların bir uzantısı şeklinde değerlendirmek lazımdır.

Atatürk’ün şaibeli vefatı ve İsmet İnönü eliyle alınan intikamın perde arkası!

1938’in 14 Temmuz’unda, (Birinci Teşrin’in 29’u aralığında) yayımlanan, İsmet Paşa’nın fedailerinden, kalemşörü Yusuf Ziya Ortaç ve bacanağı Orhan Seyfi Orhon’la birlikte çıkartılan Akbaba Dergisi’nin İkinci Teşrin’inin 17’sindeki kapak resminde; “Atatürk’ün ölümüyle Cumhuriyet’in bir diktatörden kurtarıldığı ve güzel bir kadın kılıklı Cumhuriyet’in, İsmet İnönü’ye sığınıp sarıldığı” gösterilmektedir. 10 Kasım’ların başlangıcını anlatan ve Tevriye (örtüp gizleme) sanatının yapıldığı bu Akbaba kapağı, bilinmeyen yahut Türk milletinden saklanan tarihin iç yüzünü anlatmaktadır. Atatürk’ün vefatının hemen ertesinde Cumhurbaşkanı olmuş İnönü’ye “İsmetim!” diye sarılan Cumhuriyetimiz kimden kurtarılmıştır? “Kurtulmuş, istediği olmuş, beklediğine kavuşmuş” kadın rolü verilen Cumhuriyetimiz “İsmetim!” derken, kendinde olması gereken ahlâki değerlere bağlılığı, dürüstlüğü ve temizliği İsmet’te bulduğunu açıklamakta; “hasret kalmıştım, sensiz bunalmıştım” havasıyla İnönü’ye sarılmaktadır. Daha açıkçası; Atatürk’ten kurtulmuş olmanın bayram sevinci yaşanmaktadır.

Peki, Atatürk’ten niçin bahsetmiyorlardı da İsmet Paşa’yı allayıp pulluyorlardı? Yeni senenin İsmet Devri olacağını da duyuran o dergilerde; Atatürk’e ayrılan başka sayfaya yahut sütuna da rastlanmamaktaydı! Bunun sebebini de yine ünlü Kalemşör Yusuf Ziya Ortaç veriyor ve 2 Kasım 1966’da şunları yazıyordu:

“Herkesin bildiği şeydir: Atatürk, İsmet Paşa’ya dargın öldü. Nedenini tarih araştırsın. Ama Atatürk’ün Başbakanı Celâl Bayar, Atatürk’ün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü, Atatürk’ün Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, (oluşan) büyük boşluğu doldurmak için İnönü’nün kapısını çalmışlardı. Oysa yeni Cumhurbaşkanının ilk işi, bu (Mustafa Kemal’e) vefalı devlet adamlarını işbaşından uzaklaştırmak olacaktı. İnönü’nün seçtiği Başbakanın baş çabası ise; ölümünden sonra bir matem krizi geçiren Türk milletine, Atatürk’ü unutturmaktı. Öyle ki, pullardan Atatürk’ün resimleri silindi. Duvarlardan fotoğrafları indirildi. Hatta adı anılmaz hale geldi.”

Bu anlatılanları destekleyen bir röportajda M. Ş. Eygi’nin “Büyük Gazetesi”nde, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Atatürk’ün son atadığı Dışişleri Bakanı ve gençlik arkadaşı Tevfik Rüştü Aras’tan dinlediklerini yazmıştı: “Vefatından dört yıl önce, Mareşal’e Cumhurbaşkanlığı teklifinin de canlı şahidi Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün yorgunluğunu ve dinlenmek, parti ile uğraşmak arzusunu da not ettirmiş. Acaba biz bu parti ile uğraşmak işini İsmet ile uğraşmak olarak mı anlasak!? T. Rüştü Aras, bütün mesaisini Hatay meselesine verdiği o sıralarda, ağır hasta olduğunun duyulmasından endişe eden Atatürk’ün, şunu hiç istemediğine tanık olmuştu: “İsmet İnönü’den önce ölmeyi hiç istemiyordu!”

Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı bir daha diri olarak dönemeyeceği Ankara’dan ayrılırken, sabık Başbakan İsmet İnönü de istasyonda uğurlayıcılar arasındaydı. Ön sırada olduğu halde, herkesin elini sıkan Mustafa Kemal onu görmemezlikten gelip yüzüne bakmamıştı. Süratle geçmiş ve hemen yanında duran bir başka arkadaşının elini sıkmıştı. Bu hadise dikkatlerden kaçmamıştı. Halbuki İnönü hasta hasta yatağından kalkmış, uğurlama merasimine katılmıştı.” “Atatürk’ün, Celâl Bayar’ı Başbakanlığa getirmesine sebep olan hiddeti de, asla geçmiş sayılmazdı. Gün geçtikçe İnönü’ye daha da çok sinirlenmeye başlamıştı. Hele o günlerde o hiddetler, sinirlenmeler âdeta marazi bir kin halini almıştı.

Savarona’da onu, bir defa, hiç işim olmadan sırf bir gençlik arkadaşı olarak ziyarete gitmiştim. Karnı şişmişti. Bana: İnönü nasıl? diye sorunca:

“Rahatsızmış paşam…” dememle beraber hemen gözleri parlamıştı. Ankara’ya döndüğüm zaman İsmet Paşa’nın öyle gelişigüzel değil, adamakıllı hasta olduğunu öğrendim. Ağır bir safra kesesi iltihabına tutulmuş, iltihap karaciğeri de sarmıştı. Hemen Celâl Bayar’a gittim. “Bu adamların ikisini de birden kaybediyoruz, dikkatli olalım” dedim. “Mustafa Kemal doktor lafını bile duymak istemiyor. Sen bana tahsisat ver, ben İsmet’i muayene ettirmek için Avrupa’dan doktor getireyim. Doktor bir defa buraya gelince Kemal Paşa’yı da muayene ettiririz” deyince Celal Bayar, hemen tahsisatı verdi. Paris’teki sefirimiz Suad Bey de Doktor Fissenje ile konuşup işi halletti. Adam doğru Ankara’ya geldi. Önce İsmet Paşa’yı muayene etti.

İsmet Paşa’ya iyileştirme tedavilerinden sonra İstanbul’a giden Dr. Fissenje’ye, Atatürk yine İsmet İnönü’yü soruvermişti. Cevabını da sonradan T. Rüştü Aras’a söylemişti. Dr. Fissenje Atatürk’e: “İsmet’in yakında öleceğini” belirtmiş, İsmet’in adeta can çekiştiğini ima etmişti. Hâlbuki Atatürk’ün ölmek üzere olduğunu sandığı İsmet, yavaş yavaş iyileşmekteydi. Hatta Dr. Fissenje’yi kendisine Atatürk’ün gönderdiğini sanıyor rolüyle bazı teşekkür mektupları da yazıp göndermişti. Tabi bu mektuplar Mustafa Kemal’e verilmemişti. Üstelik İnönü’nün iyileştiği de O’na söylenmemişti. Yoksa İsmet İnönü Dr. Fissenje’yi ikna edip fişeklemiş de mi Atatürk’e göndermişti?[22] Çünkü bu sözde tedavi ziyareti sonrasında, Atatürk’ün sağlık durumunda hızlı bir şekilde kötüleşme süreci gözlenmişti. Yoksa bu Dr. Fissenje gâvurunu, sabataist ve masonik dönme takımı Türkiye’ye kasıtlı olarak mı getirtmişlerdi?

[1] “Atatürk’ün Özdeyişleri” (Html). “İzmir İktisat Kongresi’ni Açış Söylevi”

[2] KARAL (Ord. Prof.), Enver Ziya (1923-01). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (Kitap) (Türkçe), 90. Sayfa.

[3] Söylev ve Demeçler, 11, 90; Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim Ankara 1981, s. 134-135.

[4] KARAL (Ord. Prof.), Enver Ziya (1924-02-11). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 92-3. sayfa. Ankara: ODTÜ Yayıncılık.

[5] “Atatürk’ün dini görüşleri” (html). “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (II)”

[6] Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim Ankara 1981, s. 135

[7] KARAL (Ord. Prof.), Enver Ziya (1923-03). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 76. sayfa.

[8] Age (1922-03). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 92. sayfa.

[9] Age (1923-03). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 77-8. sayfa.

[10] Age (1923-01). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 76. sayfa.

[11] Age (1930-03). Atatürk’ten Düşünceler (Kitap) (Türkçe), 92. sayfa. ODTÜ Yayıncılık.

[12] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., Ankara 1961, s. 13

[13] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, 1927, s. 418; sadeleştirilmiş metin, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s. 106.

[14] Age (1922-02). Fatih ÖZDEMİR Atatürk’ten Düşünceler (kitap) (Türkçe), 91. sayfa

[15] TBMM Zabit Ceridesi, devre II, cilt VII, s. 3.

[16] “M. Kemal Atatürk’ün İslâm Tarihi Anlayışı (Prof. Dr. Sabri Hizmetli)” (Html).

[17] http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/romanya-disisleri-bakani-antonescu-ile-konusma

[18] Emine Şeyma Usta, Atatürk’ün Cuma Hutbeleri, s.53-59

[19] http://www.hurriyet.com.tr/ahmet-hakan/30-agustos-hutbesini-ataturksuz-okutmak- yazısından esinlenerek

[20]Bilâl N. Şimşir, “Atatürk’ün Yabancı Devlet Adamlarıyla Görüşmeleri/ Yedi Belge

[21]Harp Tarihi Vesikalar Dergisi, sayı 15, Vesika No. 402

[22] 7 Eylül 2019, Millî Gazete, Necati Tuncer’in yazısından yararlanarak

https://www.millicozum.com/mc/aralik-2019/ataturkun-din-karsiti-oldugunu-savunan

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son