SN. ERDOĞAN, SİVİL ENVER PAŞA OLMASIN DI!?
Son zamanlarda kuru-sıkı İslamcılar arasında Sn. Erdoğanla Abdülhamid Hanı kıyaslayanlar çoğalmıştı. Hatta Hakan Albayrak gibi, hızını alamayıp; Sn. Erdoğanın yüksek karakter, kabiliyet ve kapasitesiyle, Sultan Abdülhamidi aşıp geride bıraktığı ve Onun hayal bile edemeyeceği tarihi ve talihli işler başardığı anlamında övgüler dizip yağcılığı cıvıklaştıran yandaşlar bile çıkmıştı. Oysa bize göre, Sn. Erdoğanın Şimon Peresin cenazesinde yas tutan, Feridun Sinirlioğluyla birlikte Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbasla karşılaştırılması daha gerçekçi bir yaklaşımdı. Yakın tarihimizde ise; malum ve melun odakların kışkırtmasıyla ve Türk-İslam Birliği kurma kılıflı hıyanet maceralarıyla Osmanlının yıkılışını kolaylaştıran Enver Paşa ile kıyaslanması daha tutarlı bir bakış açısıydı; çünkü en azından Onun acı akıbetinden ve ülkemizin sürüklendiği felaketlerden ders çıkarılıp, doğru hedeflere yönelme imkânı sağlanırdı. Aşağıdaki tespit ve tahlillerimizi dikkatle okursanız, bu ENVER PAŞA benzetmemizdeki maksadımız ve haklılığımız daha iyi anlaşılacaktı.
Bu konuya Sn. Cumhurbaşkanının Saraydaki Muhtarlar toplantısında sarf ettiği ve üstelik bu hususta daha önce söylediği sözleriyle açıkça çeliştiği Lozan zafer değil, hezimettir! şeklinde özetlediğimiz, duyarsız, tutarsız ve anlamsız çıkışıyla başlamamız daha yararlı olacaktı.
Daha önce Sn. Erdoğan; 15 Temmuzdaki birlik ruhunu, İstiklal Savaşı ardından 24 Temmuz 1923teki Lozan ruhuyla karşılaştırıp bağdaştırmıştı. Herhalde o Lozan mesajında; iki hafta sonra 7 Ağustosta Yenikapıdaki Milli birlik dayanışmasının CHP ve MHPnin ve başta Saadet Partisi tüm halk kesimlerinin de katkısıyla ortaya çıkmasında, o olumlu yaklaşımının da bir payı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktı. Peki Sn. Erdoğanın bu denli zıt ve fesat çıkarmaya müsait tavrının arkasında ne yatmaktaydı? O hiçbir konuda yeterli ve gerçekçi bilgisi bulunmayan sadece akıl hocalarının kulağına üflediklerini konuşan bir konumda mıydı? Çünkü Egedeki bu adalar Lozanla değil, ta 1912de elimizden çıkmıştı. Ilımlı ve insaflı tarihçilerin yaklaşımıyla; Lozan ne zafer, ne hezimet değil, sadece o günkü şartlar ve zorluklar istikametinde uzlaşmayla varılan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu anlaşması ve resmi tapusu durumundaydı.
Oysa Sn. Erdoğanın bu Lozan yorumuna asla uymayan şu beyanını, bu yıl 24 Temmuzda, yani 15 Temmuz kanlı darbe girişiminden tam bir hafta sonra yayınladığı mesajda şöyle aktarmıştı:
Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir. Lozan Antlaşmasının içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi bilinmektedir. Aziz milletimiz, kendi seçtiği temsilcileri eliyle kullandığı iradesine yöneltilen her türlü darbe teşebbüsüne karşı, kurtuluş mücadelesi ruhuyla, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde cevap vereceğini, yaşanan son hadiselerle bir kez daha göstermiştir. Milletimizin, farklı mihraklardan gelen ihanet girişimleri karşısındaki asil ve kararlı duruşu, önümüzdeki süreçte ülkemizin demokrasi, özgürlük ve kalkınma yolunda ilerleyeceğinin en açık delilidir.
Ülke yönetmekten bîhaber İttihat ve Terakkinin gaflet ve hıyanetiyle 3 Temmuz 1910da çıkardığı Kiliseler Kanunu, Bulgar, Sırp ve Yunan ittifakını doğuracaktı. İttihat ve Terakkinin uyguladığı yanlış ve kasıtlı politikalar ve akabindeki Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinin tutarsızlığı, Balkanların tamamen kaybedilmesine yol açmıştı.
Balkanlardaki Osmanlı karşıtı ittifakın oluşmasının en önemli sebebi İttihatçıların Kiliseler Kanununu çıkarmasıydı. Bu gaflet -belki de bilinçli hıyanet- yaklaşımı Bulgar Kilisesinin Rum Ortodoks Kilisesinden ayrılması sebebiyle Bulgarlar ve Rumlar arasında başlayan ve zamanla müzminleşen ihtilafı ortadan kaldırmıştı. Bu ihtilaf, Fener Rum Patrikliğinin Bulgar kilisesini aforoz etmesine kadar varmıştı. Böylesine büyük anlaşmazlık bile, Kiliseler Kanunuyla ortadan kaldırıldı. Kiliseler Kanunuyla, ihtilaflı kilise ve mekteplerin durumu, nüfus oranlarına göre tayin edilerek, Yunan, Sırp ve Bulgarlar arasında anlaşmazlıklar ortadan kaldırılmış olmaktaydı. Ülke yönetmekten bihaber olan İttihat ve Terakkinin 3 Temmuz 1910da çıkardığı Kiliseler Kanunu, ecdat yadigârı toprakların elimizden çıkmasını kolaylaştırdı. Osmanlının 500 küsur yıllık Bakanlardaki hâkimiyeti Balkan Savaşlarıyla son bulacaktı.
Abdülhamid Han tahtta olsaydı bu felaketler yaşanmayacaktı!
Yerli ve yabancı bütün tarafsız kaynaklar, Sultan Abdülhamid Hanın tahtta kalması durumunda Balkan Savaşlarının yaşanmayacağı yönünde birleşmiş durumdaydı. Balkan Savaşları olmasa Birinci Dünya Savaşı da olmayacaktı. Nitekim, Yunan Kralı Birinci Jorj ile Bulgaristan Kralı Ferdinand, Sultan Abdülhamid Hanın tahtta bulunması durumunda aralarındaki ittifakın gerçekleşmeyeceğini yıllar sonra açığa vuracaklardı. Balkan Savaşı sayısız ihanete sahne olmaktaydı. Bu ihanetlerden birini de emrindeki kolorduyu tek kurşun sıkmadan Selanikten çeken Hasan Tahsin Paşa yapmıştı. Selaniki Yunanlılara teslim eden bu paşa, daha önce Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Halepe sürgüne yollanmıştı. Sultan Abdülhamidin yaptığı her şeyin tersini yapmayı politika sayan İttihat ve Terakki, İkinci Meşrutiyetin ardından Tahsin Paşayı Selanike kolordu komutanı olarak atamıştı. İttihat ve Terakkicilerin bu mühim paşası(!) emrindeki 35 bin kişilik kolorduya tek kurşun attırmadan Selaniki Yunanlılara bırakmış, adalar elimizden böyle çıkmıştı.
Evet herhalde Cumhurbaşkanı danışmanlarınca yanlış belki de kasıtlı doldurulup kışkırtılmışlardı. 12 Adaları 1911de İtalya, Ege adalarını 1912 Balkan Harbinde Yunanistan almıştı; çünkü maalesef İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı feci bir mağlubiyete uğramıştı. Üstelik Mondros Mütarekesinden sonra, Osmanlı Meclisinin ilan ettiği Misak-ı Millide de Musul ve Kerkük vardı ama adalar konusu yer almamıştı. Çünkü Misak-ı Milli, Birinci Dünya Savaşının ateşkesle bittiği sırada Türk ordusunun bulunduğu yerleri vatan olarak tanımlayan bir kavramdı. O dönemde maalesef fiilen 12 Adalarda İtalyan ordusu, Ege adalarında Yunan ordusu bulunmaktaydı. Balkan Harbinden sonra imzalanan Atina Antlaşmasında Ege adalarının geleceğine büyük devletlerin karar vermesini İttihat ve Terakki kabul edip imzalamıştı. Çünkü Edirne zor kurtarılmıştı, yeni bir savaşı göze alamazlardı. 14 Şubat 1914te Haçlı devletleri adaları zaten almış olan Yunanistanda bırakmış, sadece İmroz ve Bozcaada ile Meis Türkiyeye kalmıştı. Misak-ı Milli ve Lozan bunun tescili anlamıydı, sadece MEİS Adası bunun dışındadır. Lozanda İsmet Paşa 14 Haziran 1923 günlü konuşmasında Meis yüzünden barışın tıkanmaması için kendi deyimiyle ağır bir fedakârlık yapmıştı. Zira asıl amaç kapitülasyon zincirinden kurtulmaktı, Yeni Türkiye Cumhuriyetini Batılılara ve dünyaya resmen tanıtmaktı ve işte Lozanda bu sağlanmıştı.
Ancak sorulabilir: 9 Eylül 1922de İzmiri kurtaran muzaffer ordu, adaları da alıp Lozanda masaya öyle oturamaz mıydık?
Hâlbuki Türk ordusu büyük bir zaferle İzmire girdiğinde, limanda bekleyen İngiliz ve Fransız harp gemilerine karşı elinde bir tanecik tekne bile bulunmamaktaydı. Balkan Harbinde Selaniki kaybetmemizin de önemli sebeplerinden biri Yunanistanın elindeki Averof adlı dretnota karşı Osmanlının bir tek dretnotunun olmamasıydı, bu sebeple İzmirden Selanike asker ve mühimmat sevki yapılmamıştı. O sırada Hamidiye zırhlımız Lübnandan kömür almak zorunda kalmıştı!
Musul ise Atatürkün talimatına rağmen, Kazım Karabekirin oraya asker yığıp fiili bir durum oluşturmaktan kaçınması sonucu elimizden çıkmıştı. Musulu niye alamadığımızı da Başbakan Rauf Bey, Meclisin 28 Ocak 1923 günlü gizli oturumunda anlatmıştı: Musulda İngiliz harp tayyareleri var, bizim değil tayyare, benzinimiz bile yoktu sözleriyle örtmeye çalışmıştı. 23 Temmuz 1923 günlü Tevhid-i Efkar gazetesinde muhafazakâr gazeteci Ebuzziya Zade Velid Bey, imparatorluk topraklarının kaybından üzüntüsünü belirtirken, Lozanı şöyle tanımlamıştı: Delegelerimiz siyasi ve iktisadi istiklalimiz açısından mevcudiyetimizi (garantiye alacak) ve milli inkişafımızı sağlayacak bütün esasları kurtarmaya muvaffak oldular yorumları haklıydı.
Hain ve dönme Yahudi uşaklarının güdümündeki İttihat ve Terakki iktidarının (daha doğrusu; Mason Localarının) elimizden çıkarıp yabancılara kazandırdığı vatan topraklarımızdan, Anadolu ve Trakya coğrafyasının; Mustafa Kemal önderliğindeki kahraman halkımızca ve Ordumuzca kurtarılmasının ve Müslüman Türk Yurdu yapılmasının resmi tapusuna ve uluslararası tescil anlaşmasına, yapıldığı İsviçre kentinin hatırasına LOZAN adı takılmıştır. Bu nedenle, Osmanlıcılık ve İslamcılık oynayan din istismarcılarına göre bir hezimet sayılsa da, gerçekte bağımsızlık ve bekamızın bir sigortası ve yeniden diriliş ve atılım fırsatı olan LOZAN, tarihi bir aşama ve talihli bir kazanımdır. Bu nedenle Atatürkün Şükrü Kayaya: Lozan anlaşmasıyla en azından derlenip toparlanacak bir yüz yıl kazandık! ifadeleri oldukça anlamlıdır. İsmet Paşanın ve özel (gayri resmi) danışmanı Hayim Nahum Hahamının, Atatürke rağmen, bazı tavizleri yabancılara kolaylıkla sunmaları ve Lozanda zahiren kazanılan bağımsızlığımızı tedricen geri alacak bir takım gizli dayatmaları kabule yanaşmaları konusunun tartışılması ve gerekli tedbirlerin alınması (ve tabi bunların da AKPliler gibi edebiyat değil icraat konusu yapılması) ayrıdır; ama Lozan kazanımını ve fırsatını böylesine duyarsız ve tutarsız şekilde tartışmaya açmak farklıdır!
Doğru, Lozan kutsal bir metin değildir, siyasi bir anlaşmadır ve elbette eleştiriye açıktır. Misak-ı milli hudutlarının tamamı Lozanda korunamamıştı. Lozanı kabul edenler de bu eksikliğin farkındaydı. Mesela, Musul, Halep, Batı Trakya, Batum misak-ı milli hudutları dâhilinde olduğu halde heyet almayı başaramamıştı, nitekim Hatay daha sonra yurdumuza katılmıştı. Tamam da, adaların tapusunun elimizden çıkmasının resmi belgesi de Lozandır! Lozanın 12. ve 13. maddeleri adaların statüsüne resmiyet kazandırmıştır.Bu da doğru, ama hangi şartlar ve hangi zorunluluklar altında bu maddeler imzalanmıştı? sorusunun yanıtına göre konuşmalıdır. Hem Sn. Cumhurbaşkanı ve AKP iktidarı edebiyat değil icraat makamında ve sorumluluğundadır. Lozanda bir haksızlık ve yanlışlık söz konusuysa gereğini yapması lazımdır; çünkü Türkiye o günkü şartlardan çok daha iyi bir konumdadır.
(Nan)Körler ve sağırlar; birbirini ağırlardı!
Abdulhamid; mevcuttan kurtarabildiğini kurtarma çabasını. Recep T. Erdoğan ise mevcudu büyütme ve çoğaltma çabasını ifade ediyor Bosna-Herseki, Mısırı, Kıbrısı, Tunusu kaybettiğimiz muazzam bir ricat furyasından sonra (Abdulhamidin) işi sıkı tutup bir karış daha toprak vermemiş olmayı idealleştirmek, Düvel-i Muazzamayı ince bir denge siyasetiyle senelerce oyalamış olmayı aşılmaz derecede destanlaştırmak, bizi yerimizde saymaya sevk eder Sonra yeni bir Balkan Harbi çıkar ve öyle bir dökülürüz ki 30 senelik denge siyasetinin azameti bir anda tuz buz olurdedikten sonra, İslam Birliğini ve yeni dengeler oluşturma siyasetini küçümser bir küstahlıkla:Ama Abdülhamitin İttihad-ı İslam siyaseti ve Uzakdoğu açılımı mı? (Bunlar) Kırık bir gemiyle nereye kadar gidebildiyse oraya kadar gitti işte: Makus talihin dibine (yuvarlandı)[1] diyen Hakan Albayrak palavra ve propagandayla yeni kahramanlar çıkarılacağını ve Türkiyenin lider ülke yapılacağını sanmaktaydı! Oysa Sn. Erdoğan Siyonist katil Şimon Peresin Batı Kudüste düzenlenen cenaze töreninde 16 ülkeden gelen liderlerle birlikte Türkiye temsilcisi Feridun Sinirlioğluyla saf bağlayan ve yas tutan Mahmut Abbasla tartılması daha uygun olmaz mıydı? Dünya Filistine ağlarken, Mahmut Abbas katil Peres için ağlıyor yorumlarına neden olan üzgün fotoğrafları ile İsraille imzalanan normalleşme anlaşması arasında ne fark vardı?
İsrail Devlet Başkanı Siyonist Peresi TBMMde ağırlayan ve alkışlayanlar hangi kahramanlardı?
13 Kasım 2007 Salı günü İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Ankara Forumu kapsamında bir konuşma yapmıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Filistin Yönetimi Ulusal Lideri Mahmud Abbas ve Peres barış için bir araya gelerek bir mutabakat imzalamışlardı. Peres, TBMMde söz alan ilk İsrail Devlet Başkanıydı ve ona bu talihsiz fırsatı tanıyanlar AKP kurmaylardı! Şimon Peres teresinin TBMMdeki:
Türkiyenin (ve AKP Hükümetinin) takip ettiği yolu çepeçevre bir uyum yaratma vasıtası olarak görüyoruz. Diğer taraftan İran -saklamayacağım- diğerleri üzerinde kendi hegemonyasını kurmaya amaçlamaktadır. Türkiye güvene, İran endişeye yol açmaktadır. Bu nedenle Türkiye hem Ortadoğu hem de Avrupa için gereklidir. Benim görüşüme göre, Avrupanın Türkiyeye, Türkiyenin Avrupaya ihtiyacından daha az değildir. İsrail halkı adına, sizleri ve halkımızın rolünü ve görevini selamlıyorum küstahlıklarını veBu platformu Filistin Halkının lideri, bizdeki adıyla Abu Mazen ile paylaşmaktan mutluyum. Kendisi barışa doğru yönelen büyük bir kişiliktir. Oslo Anlaşmasını, Washingtondaki Beyaz Sarayın çimenleri üzerinde yapılan bir törende, o Filistin halkı, hem de İsrail adına beraber imzaladık itiraflarını alkışlayanlar sonunda İsraille barış bile imzalamışlardı.
Terör çetesi Siyonist İsrail oluşumunun kilit isimlerinden Şimon Peres nihayet zulüm ve katliam dolu ömrünü tamamlayarak 93 yaşında ebedi azap âlemine yollanmıştı. Katliam dolu sicilinin başında bebek katili Ariel Şaron ile suç ortağı olduğu Cenin katliamının baş aktörlerinden Peres, Siyonizmin simgesel isimlerinden birisi olmaktaydı. Siyonist çete oluşumu İsrailin Filistin topraklarını gasp ederek sözde devlet haline gelmesinden öncesinden başlayarak onlarca yıl Siyonizmin baş katillerinden biri olarak büyük hizmetler yapmıştı. İsrailde 2007 ile 2014 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Şimon Peres nihayet geberip bu dünyadan ayrılmıştı. Felç geçirmesi nedeniyle iki hafta önce hastaneye kaldırılan eski İsrail terörist başı Şimon Peres, 93 yaşında Rabbine hesap vermek üzere ebedi azap âlemine uğurlanmıştı.
Cenin katliamının baş aktörlerinden sayılırdı!
Filistinin Batı Şeria bölgesindeki Cenin şehrinde 3 Nisan 2002 tarihinde Siyonistlerin başlattığı geniş çaplı katliam operasyonunda, 1948 işgali nedeniyle evsiz kalan mültecilerin yaşadığı kampı basarak 1300 Filistinliyi hunharca şehit edenlerin suç ortağıydı. Yakın tarihin gördüğü en büyük katliamlardan biri olan ve iki hafta süren saldırılarda İsrailli teröristler neredeyse kamptaki bütün erkekleri tutuklamış ve bu kişilerden bir daha haber alınamamıştı. Kamptaki tüm yaşam alanlarının bombalandığı saldırılar sonucunda 4000 Filistinli evsiz kalmıştı. 1300 kişinin hayatına kıyıldığı, 1500 kişinin yaralandığı ve kampın yüzde 80inin kullanılamaz şekilde yıkıldığı Cenin katliamı, 21. yüzyılın ilk toplu kıyım ve imha saldırısı olarak tarihe kazınmıştı. Şimon Peresin politik kariyerinin zirve noktası 1994 yılında kazandığı Nobel Barış Ödülü(!) olacaktı. Ödülü eski İsrail başbakanlarından İtzak Rabinle paylaşmıştı. Peres bu ödüle, Filistin ve İsrail arasındaki Oslo görüşmelerinde Dışişleri Bakanı sıfatıyla önemli rol(!) üstlenmesi nedeniyle layık bulunmuşlardı. Böyle bir Siyonist katili Büyük Millet Meclisimizde ağırlayıp alkışlayanlar neyin ve kimlerin kahramanıydı?
Fransız Gazeteci Gilles Martin Türkiye'nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bazı gerekçelerle eleştirilmesine canlı yayında sert biçimde karşı çıkmış ve sipariş üzerine konuşan batılı gazetecilerin iddialarına çok kızmıştı.
Fransa'da yayın yapan haftalık magazin ve haber dergisi Paris Match'ın Genel Yayın Yönetmeni Gilles Martin-Chauffier, Fransız televizyonda Fransa'nın Türkiye'ye karşı tutumunu sert şekilde kınamıştı.Martin-Chauffier Erdoğan'ı diktatörlükle suçlayanlara “Türkiye bölgenin en istikrarlı ülkesi. Ve üstelik orada seçimler var ve düzenli yapılıyor. Yüzde 48 oy almasına rağmen diğer partilerin görüşlerini alıyor anayasa çalışmalarına katılmalarını istiyor. Ayrıca dünyada Kürtlerin tüm zamanlarda parlamentoda olduğu tek ülke” dedikten sonra ağzındaki baklayı çıkarmıştı: “Türkiye bugün bizim için mülteci akınını durduran tek ülke konumundadır. Görmezden gelmeniz bu gerçeği değiştirmiş olmayacaktır!” Yani Recep T. Erdoğan Avrupayı Suriyeli mültecilerden koruyan ve kurtaran bir lider konumundadır! İşte bu nedenle Erdoğanın Türkiyenin başında kalması Avrupa için bir şanstır!
AKPnin gaflet politikasıyla Kıbrısta 2004 yılında Annan Planıyla başlatılan komplo, son aylarda Adadaki Türk varlığının egemenliğini tehdit eder hale taşınmıştır. 2015 yılında girişilen ve adına yoğunlaştırılmış müzakereler denilen görüşmelerde adeta ver-kurtul süreci yaşanmaktadır. Görüşmelerde, her şey Rumların insafına terk edilmiş durumdadır. Rum tarafının talebi üzerine New Yorkta üçlü bir görüşme yapılmıştır. Görüşmelerin en ilginç yanı ise işgal altındaki İslam ülkeleri için kılını kıpırdatmayan, İsraile tek bir söz söylemekten aciz bulunan BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moonun hakemlik rolü oynamasıdır. Maalesef AKP, başından beri Kıbrısta ver-kurtul politikası uygulamaktadır. Lozanı hezimet sayıp kuru kahramanlık taslayanlar, bir yandan da ABye katılım amacıyla, Kıbrısın adım adım elimizden kaymasına göz yummakta, hatta bilerek alet ve aracı olmaktadır. Sanki ABD ve ABye hükmeden merkezlerin Kendi halkına onların beklentileri ve beğendikleri yönünde konuşup hava atman serbesttir; ama asıl görevin bizim isteklerimizi yerine getirmendir! gibi gizli bir talimatı gereği böyle davranılmaktadır!
Ergün Dilerin Siyonizme uşaklık itirafları!
(ABD ve AB) Bu bölgeyi bize vereceklerini söylüyorlardı. Bizi sevdikleri için değil, tek çıkarları bu olduğu için (Ortadoğuda baş figüran yapacaklardı) . Biz burada her yere girer çıkarız ama onlar yapamazdı. (Çünkü bölge halkı bizim Müslüman kılığımıza kolay aldanırlardı.) Şimdi (bu bölgede tek başına) yapamayacaklarını görüyorlar. (Ve bize) Daha fazla yaklaşacaklarına, hırçınlaşıyorlardı… Böyle giderse herkesin kaybedeceği açıktı. Batılılar (Siyonist sermaye güdümlü ABD ve AB) petrolü ve Doları kontrol etmek için her türlü riski alacaklardır. (Oysa) bunu yapacaklarına Ankara'ya gelip anlaşmanın yollarını aramaları (daha yararlı olacaktır). Ama onlar hala Erdoğan'ı devirme peşinde koşuyorlardı. Anlamak mümkündeğildi (çok yanlış yapıyorlardı). Kazanamayacakları bir maçı istiyorlardı, (halbuki) final, Türkiye'nin tam ortasında olduğu coğrafyada oynanacaktı. İstesek de istemesek de (böyle olacaktı)… Hep yazdım! (Avrupa ve Amerikadan hangisi) “Kim Türkiye'yi yanına alırsa o kazanacaktı.” Halâ anlamadılar, bize Vali tayin etmeye kalktılar. Tokadı yediler, Amerikan karşıtlığı yüzde 90lara fırladı… Gittikleri yol yanlıştır… Ne Ricciardone ne de Bass bu gerçekleri rapor etmiyorlardı… Korkutarak alınacak bir sonuç yoktu. Ya ortaklık teklif edeceksiniz ya da gideceksiniz (artık bunu anlayın ve Türkiyeyi yanınıza alın). Coğrafyada bunlar için başka seçenek kalmamıştı… Tabii gitseler de kalsalar da kan akacaktı… Ama her şey bir avuç Dolar için yapılacaktı… Buna da hazırlıklı olalım… Yeni dünya, Türkiye'nin merkezinde olduğu coğrafyada kurulacaktı!.[2] diyen Ergün Diler, açıkça ve alçakça: Ey Amerika, petrol varlığı ve İsrailin korunması için Ortadoğuya hakim olmanız lazımdır. Bunu da Türkiyesiz yapmanız size çok pahalıya mal olacaktır. Türkiye, Ortadoğuya ve İslam coğrafyasına yönelik şeytani planlarınızda size suç ortağı olmaya hazır ve nazırdır, ama biraz pohpohlamanız, gönlümüzü almanız ve ganimetten daha fazla pay ayırmanız lazımdır. Siyonizmin Yeni Dünya kurgularının Ortadoğu ayağının merkezi Türkiye ve AKP yapılırsa, hepimiz için hayırlı ve yararlı olacaktır!? demeye çalışmaktaydı. Yukarıdaki alıntıların, bizim yorumladığımızdan başka bir anlam taşıdığını, bizim gerçekleri çarpıttığımızı iddia edenler, çıkıp konuşsunlardı. Şimdi bu zavallı zırvacıya sormak lazımdı: Mademki Türkiye onlara suç ortağı olmazsa, Siyonist odaklar çekip gitmek zorunda kalacaklardı… Ve böylece bizim bu bölgeyi yeniden ve adilane dizayn etmek imkanımız doğacaktı… Öyle ise gelin ille de bir ortak (Türkçesi yanınıza uşak) alın demeniz ahmaklık mıydı, yoksa ajanlık mıydı? Bu keskin Erdoğan hayranı ve derin bilgiler aktarıcısı Ergün Dilerin geçmişi ve gen veraseti biraz araştırılsa, kim bilir neler karşımıza çıkacaktı?
İşte Erdoğan'ı deviremeyen ABD şimdi Rusya ve Çin'den sonra karşısında Müslüman ülkeleri de bulacaktı. 750 milyar Dolarlık Tehdit Araplar'a gözdağı'ydı… Amerika bundan sonra yeni oyunla bölgeye gelmek zorundaydı. Belki de büyük ihtimal bir savaşı buradan çıkaracaklardı. Çünkü Doları ve petrol akışını kaybettikleri anda bitmiş olacaklardı. Silahları ve orduları bu nedenle hazırdı. Bölgemiz giderek karışacaktı. Dolar'ın imparatorluğu için bu kaçınılmazdı. Bu erozyona izin verdikleri an bir daha toparlanma şansları olmayacaktı. Bu tehlikeyi sezen bir çok Amerikan devi, parasını ülkenin dışında tutmaktaydı… Ama Amerika bizimle dostça masaya otursaydı bu tehlikeyi yaşamazdı. Ve içimizdekilerle bizi devirmeye kalkışmaları yanlıştı, ama durumu düzeltme imkanları hala vardı, (bu da Türkiyeyi sömürü çarklarına ve çıkarlarına ortak yapmaktır).[3]
Giderek yoğunlaşan darbe dedikoduları Vukuundan önce şüyu bulması mıydı?
Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı İsmail Hakkı Pekin, Türkiye'de darbe tehlikesinin hala geçmediği uyarısında bulunmuşlardı. Merkezi Washington'da bulunan düşünce kuruluşu Türk Miras Vakfı (Turkish Heritage Foundation) tarafından New York'ta düzenlenen panele Pekin, emekli Albay ve Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok ve gazeteci Nedim Şener davetli konuşmacı olarak katılmışlardı. Pekin, Türkiye'de şimdiye kadarki bütün darbeleri yaşadığını ancak 15 Temmuz'da kendi halkına ateş açan, halkı tankla ezen, meclisi bombalayan, cumhurbaşkanını öldürmeye çalışan bir darbe girişimini ilk defa gördüğünü anlatmıştı. Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) Türkiye'nin yönetimine el koymaya çalıştığını ve bunun içinde devlete sızdığını belirten Pekin, Işık evlerinde özel yetiştirilmiş insanların Dışişleri, Silahlı Kuvvetler, Emniyet, Adliye Polis Teşkilatı gibi kurumlara yerleştirildiğini ve bu insanların Pensilvanya'dan gelen emirlerle hareket ettiğini hatırlatmıştı.
Ulusalcı ve Aydınlık yazarı Pekin: Bu kadar tehlikeli bir örgütle karşı karşıyayız ve bu tehlike hala Türkiye'de, geçmiş değildir. Bu örgüt çok sayıda kuruma sızdığı için her an bu ve buna benzer Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı öldürmek dahil her türlü kaosa neden olacak bir güce sahiptir. Bu örgütün temizlenmesi için mutlaka Fetullah Gülen'in Türkiye'ye iadesi gerekmektedir, bu örgüt ancak böyle çökertilecektir… Ne ben ne de arkadaşlarım AKP'li değiliz ama bu davada Sayın Cumhurbaşkanı'nın Fetullah Gülen ile mücadelesinde kendimizi onun arkasında olma mecburiyetinde hissediyoruz. diyerek iktidara ve Cumhurbaşkanına sahip çıkmış ve hayret burada ağızlarından düşürmedikleri bu kalkışmanın arkasında CIA ve Amerika bulunmaktadır gerçeğini ağızlarına bile almamışlardı!
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin kritik isimlerinden olduğu iddia edilen ve bazılarınca MİTle ilişkilendirilen Adil Öksüz için yeni iddialar gündeme taşımış ve Öksüzün öldürülebileceği imasında bulunmuşlardı!
Kemal Kılıçdaroğlu, Adil Öksüz olayının bütün ayrıntılarıyla incelenmesi gerektiğini vurgulayıp. Öksüz'ün arkasında güçlü bir örgüt olduğunu hatırlatmış ve Adil Öksüz'ün öldürülebileceği ihtimalinin olduğunu gündeme taşımıştı.
15 Temmuz'dan önce Sn. Erdoğan darbeci yaverini çakıyla sınamıştı. Yoksa Darbeden çok önce haberi var mıydı?
15 Temmuz darbe girişiminden 16 gün önce Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda ilginç bir olay yaşanmış ve Sn. Erdoğan, şu an tutuklu bulunan darbeci yaveri Albay Ali Yazıcıyı bir çakı uzatarak sınamıştı. Ankara Beypazarı Belediye Başkanı Tuncer Kaplanın verdiği bilgiye göre, FETÖcülerin ihanetinin boyutunu ortaya koyan olay, 29 Haziranda Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde verilen iftar yemeğinden 1 saat önce yaşanmıştı. Habertürk Gazetesi'nden Bülent Aydemir'in haberine göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaveri arasında geçen diyalog, Yaver Albay Ali Yazıcının ifadesiyle ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanı ile yaver arasında geçen diyalog şöyle başlamıştı: Cumhurbaşkanı Erdoğan, iftardan 1 saat önce Yazıcıyı makam odasına çağırarak bir zarf uzatmış ve açmasını emir buyurmuşlardı. Zarfta kendisi hakkında bir yazı olduğunu düşünen yaver, tereddüt geçirip zarf açacağı bulamayınca Cumhurbaşkanı Erdoğan ona kırmızı saplı küçük bir cep çakısı uzatmıştı. Yazıcı, zarfı açınca. Cumhurbaşkanı Erdoğan kâğıdı çıkarıp okumasını söyleyince. Yazıcının paniği daha da artmıştı. Ancak yazının kendisiyle ilgili olmadığını anlayınca derin bir nefes almış ve zarfı açtığı çakıyı Cumhurbaşkanına uzatınca, Sende kalsın, lazım olur yanıtını alıp şaşırmıştı. Şimdi soruyoruz: Sn. Cumhurbaşkanının darbeden haberleri mi vardı, yoksa kerametini mi açığa vurmuşlardı?!
Darbecilikle suçlanan askerlere ödül gibi tazminat ne amaçlıydı?
15 Temmuz ihanetine imza attığı belirlenen hain darbecilere ödül gibi tazminat hazırlığı kafaları karıştırmıştı. OYAK, 15 Temmuz hainlerine bugüne kadarki maaş kesintileri üzerinden faiziyle birlikte emeklilik tazminatı ödemeyi kararlaştırmıştı.
Bu habere göre general düzeyindeki darbecilerin her biri, OYAKtan 1er milyon TLye varan tutarlarda emeklilik ikramiyesi alacaktı. Şehit yakınları ise bu paraya devletin el koyması gerektiğini savunmaktaydı. 27 Mayıs 1960 darbesinden hemen sonra, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olarak 'TSK mensuplarına sosyal yardımlar sağlamak' amacıyla kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), 15 Temmuz darbe girişimine katılan cuntacılara ikramiye dağıtmaya hazırlanmaktaydı. Yenişafak'ın haberine göre TSK'dan söz konusu darbecilere ilişkin yazı bekleyen OYAK, 15 Temmuz girişimcilerine bugüne kadarki maaş kesintileri üzerinden faiziyle birlikte emeklilik tazminatı aktaracaktı!
FETÖyle ilgili Adalet Bakanının açıkladığına göre 32 bin kişi tutuklanmış, 70 bin kişi hakkında işlem yapılmıştı. Nereye kadar gidip dayanacağı, işlem yapılan kişi sayısının kaça ulaşacağı, soruşturma tamamlanınca kaç bin kişinin tutuklu yargılanacağı ise bir muammaydı. İktidar, 17/25 Aralık tarihinin milat olmasını arzulamaktaydı. 17 Aralıktan sonra Cemaatle ilişkisini kesmeyenler, Cemaatle muhabbetini sürdürenler FETÖcü sayılmalıydı. Oysa FETÖ soruşturmasının Ergenekon sürecini de, Balyoz davasını da, Casusluk iftirasını da kapsaması lazımdı. Çünkü FETÖ devleti işgal etmeye niyet etmişse devletin kurumlarını ele geçirmek zorundaydı… Bu yüzden TSKyı ele geçirme ve altını oyma çalışmaları FETÖ kapsamı dışında tutulamazdı. Ve zaten, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Balyoz, Ergenekon, Casusluk davaları 15 Temmuzun ön hazırlığıdır diyerek bunları FETÖ soruşturmasının içine almıştı. Yani işler daha da karışacak ve kızışacaktı.
[1]01.10.2016 Karar Hakan Albayrak Abdulhamitçiliği de aşmalıyız
[2]11.10.2016 Takvim Ergün Diler Petro-Dolar
[3]11.10.2016 Takvim Ergün Diler Petro-Dolar