Anasayfa » OSMANLI SARAYINDA HAREM

OSMANLI SARAYINDA HAREM

Yazar: yonetici
0 Yorum 136 Görüntüleyen

“Maalesef ülkemizde başlayan ve Osmanlı kadınefendilerini konu alan tarihî roman furyası ile birlikte geçmişimizin nasıl bu kadar acımasızca karalanabileceğini ve masum insanlara nasıl bu kadar kolay iftira atılabileceğini hayretle izliyoruz.” Diye başlayan tespit ve serzenişler haklıydı:

Safiye Sultan ile başlayan; Bir Hürrem Masalı, Nurbanu, Hatice Sultan ve Kiraze ile devam eden bu karalama kampanyasında, Osmanlı kadınefendilerinin çıkarcı, dünyacı, makam ve mevki hırslısı ve gayri ahlaki tavırlı gösterilmeleri doğrusu tam bir bedbahtlık, hatta küstahlıktı. Bu kitapları kaleme alanların ciddi birer tarihçi olmamaları bir yana, dünyayı yöneten bir sarayın mensuplarına ithaf edilen akıl almaz hafiflikler de aslında gerçeklerle bağdaşmazdı. Çünkü romanlarda bu kadınefendilere yakıştırılan tavırlar, Osmanlı Harem Sistemi denilen ve çoğu sözlü kurallara bağlı disiplinli bir müessesede sergilenmesi mümkün olmayan davranışlardı. Valide sultan idaresindeki haremde padişah bile gönlünce hareket etme serbestliğinden uzaktı.

Aslında sorun, içimizdeki araştırmacıların bile hemen her konuda yüzlerini Avrupa’ya dönerek düşünmelerinden kaynaklanıyordu. Bu onlar gibi düşünme, sadece onların yazdıklarını dikkate alma, hayatı bir Avrupalı gözü ile yorumlama hastalığıydı. Hâlbuki bir toplumu en iyi analiz edecek kişiler o toprakların insanlarıdır. Bizi ancak en iyi bizler anlarız. Çok basit birkaç misalle olayı izah edelim. Mesela taht deyince ne geliyor aklınıza? Koltuk gibi kollarınızı kasılarak yanlarına koyduğunuz bir saltanat ve şaşaa oturağı!.. Hâlbuki Osmanlı’da taht; oturmalığı geniş, arkası şiltelerle beslenen ve kişilerin bağdaş kurarak oturduğu, başoda oturmalığı formunda yerlerdir. Ve bugün Topkapı Sarayı’nda, Arz Odası’nda, padişahın en üst düzey elçileri bile kabulünde oturduğu bize has şekli ile orada hâlâ durmaktadır. Ya da hemen birçok padişahın kullandığı Has Oda’daki tahta bakın. Söylediğimden farklı bir şey görmeyeceksiniz. Peki, neden birileri yüzyıllar önce yaşamış bir Kanuni’yi hâlâ sandalye tepesinde hayal etmeye çalışmaktadır? Çünkü kafaları bu toprakların insanı gibi işlemiyor da ondan. Bu örneği çeşitlendirelim. Peki, saray deyince ne geliyor aklınıza? Ben söyleyeyim; içinde bir kral, bir kraliçe ve onlara hizmet eden yüzlerce hizmetçinin barındığı mekânlar öyle değil mi? Aynen bize çocukluğumuzdan beri anlatılan Avrupa kökenli masallarda olduğu gibi. Ve yüzyıllar boyunca Avrupa kraliyetlerinde yaşandığı gibi. Hayır, bizde tamamen farklıdır. Bizde sarayı görmek isteyen Selçuklu’nun Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubat Abad’ına, ya da Konya Alaaddin Tepesi’ne kondurulan Kılıçarslan Köşkü’ne bakmalıdır, daha elle tutulur bir yer görmek için Edirne’deki Saray-ı Atik ya da Saray-ı Cedid denilen Topkapı Sarayı’nı görüp anlamaya çalışmalıdır, o zaman bizde sarayın bir yönetim ve eğitim merkezi olduğunu kavrayacaktır. Zaten bu yüzden Fatih Sultan Mehmet Han, Topkapı Sarayı’nı yaptırırken, Babü’s-Selam (Selam Kapısı)’ın üzerine neden Darü’l-İlim (İlim Evi) yazdırmıştı?

Batılı akıl bu sisteme yabancıydı

Bahsettiğim saraylarda hemen hep iki avlu bulunmaktadır. Birinci avlu Birun, ikinci avlu Enderun adı ile adlandırılmaktadır. İlk avlu, devleti ve dünyayı yönetecek kadronun istihdam edildiği mekânlar, ikinci avlu ise ileride devleti yönetecek kadroların yetiştirildiği bir okul konumundadır. Buraya dünyanın dört bir yanından, kızı ve erkeği ile en zeki, en gösterişli çocuklar getirilir ve ciddi bir eğitime tabi tutulurlardı. Yedi sınıftan oluşan Enderun’da Küçük Oda, Büyük Oda, Seferliler Dairesi, Kuşhane, Hazine Dairesi, Kilerhane ve Has Daire adı ile bölümler olup, öğrenciler sınıflar halinde değil ferdi başarılarına göre kademe atlarlardı. Herkes en son kademeye ulaşamaz ve gelebildiği son kademeden uygun göreve atanırlardı. Ancak son kademe, yani Has Daire’ye ulaşabilenler ileride sadrazamlığa yükselebilirdi. Son sınıf öğrenciler Has Odalılar olarak adlandırılır ve sayıları 39 olan bu en kıdemli Enderunlular bizzat padişahın yatılı olarak kaldığı Has Oda’nın yan odalarında ikamet ederlerdi. Onların birincil vazifeleri padişahı takip etmek, yani bir nevi staj görmekti. Çünkü devlet adına her şey padişahın etrafında dönmekteydi. Bugün padişah portrelerinin sergilendiği salonlar aslında bir dönem Enderunluların yatakhaneleri idi. Ve bu öğrenciler 24 saat ikişer kişi olarak padişahın yanında durur, hem gözler hem de eğitimine destek verirlerdi. Hatta padişah gece uyurken bile bu nöbetlerini ihmal etmezlerdi. İkincil vazifeleri ise yine bu dairelerin duvarlarındaki gömme dolaplarda muhafaza edilen Mukaddes Emanetler’in bakımını yürütmekti. Düşünebiliyor musunuz? Enderun Avlusu’na alınan acemi öğrenciler önce Küçük ve Büyük Odalarda kalırken derslerinin yanında saray ve mutfak hizmetlerinde eğitilip diplomat olarak yetiştirilirlerdi. Böylece gurur ve kibirden arındırılıp edepli, erdemli ve becerikli kadrolar haline gelirlerdi. Sonra üçüncü sınıf Seferliler Dairesi’nde saray elbiselerinin bakımı sorumluluğu verilirdi. Kuşhane’ye yükselenlere saray kuşları emanet ediliyor, ardından sarayın iç hazinesi emanet ediliyordu. Farkındaysanız sorumluluk durmadan artıyordu. Sondan bir önceki daire Kilerhane geliyordu. Artık avlunun tüm ihtiyaçlarından onlar sorumluydu. Bir nevi adım adım idarecilik öğretiliyordu. Son dairede ise bizzat padişahın yanı başında bulunuyor ve onlara en Kutsal Eşyalar emanet ediliyordu. Bir sonraki vazifelerinde ise çok daha mukaddes bir emaneti Milletin, ülkenin ve insanlık âleminin sorumluluğunu yükleniyorlardı.

Sorarım size, Avrupa’nın hangi kraliyetinde böyle bir sistemden bahsedilebilir? Hangi Batılı kafa bu sistemi basit gözlemlemelerle anlayabilir? 17. yy’da İstanbul’a gelen bir yabancı gezginin Enderun öğrencilerini gözlemlerken yaptığı şu yoruma ne demeli; “Bu saraylılar burunlarındakileri bile yere atmayıp yanlarındaki bir bezin içinde saklayacak kadar cimri ve hasisler”. Ortaçağ karanlığında debelenen Avrupa’nın mimsiz medeniyeti (Deniyet-aşağılık zihniyeti) burnunu mendile silmeyi ve çevreyi kirletmemeyi nereden bileceklerdi?

Peki, bu haçlı kafalılar sizin sarayınızdaki Harem’i anlayabilir miydi? Maalesef hayır. Çünkü onların hayâdan yoksun anlayışında, dünyanın dört bir yanından getirilen seçme kız çocukların toplu halde bir yerde istihdamı, şehevi duygulardan başka bir nedenle izah edilemezdi. Hâlbuki burada verilen ciddi eğitim sonrasında bu kızlar tek tek Enderun’un erkek bölümünden mezun olan ve devletin farklı kademelerine tayin edilen delikanlılar ile evlendirilirdi. Üşenmezseniz açın Osmanlı sadrazamları hakkında bir eser alın ve bakın bakalım altı asırlık sürede avlunun bir tarafından mezun olan ve ileride sadrazamlığa kadar gelen kişiler kimlerle evlenmiştir? Bir padişah olduğunuzu düşünün. Oğlunuz var ve evlendireceksiniz. Elinizin altında dünyanın en kaliteli ve kabiliyetli kız okulu olan Duhteran-ı Hümayun (Harem) var, tabii ki oradan seçilirdi. Ama adaba göreydi. Öyle sıraya dizmeler falan, Oryantalistlerin kendi iğrenç dimağlarında salya akıtarak kurdukları hayallerden başka bir şey değildir. Birtakım Oryantalist karalamalarını baz alarak hazırlanan roman ya da senaryolar nedense hep padişah ya da şehzadelerin haremdeki kızlarla evliliklerini saptırarak verirken, ne hikmetse padişah kızlarının da aynı avlunun karşı tarafındaki, hem de yabancı ülkelerden getirilmiş hatta başka ırklara mensup delikanlılarla evlendirildiklerini hep görmezden gelirlerdi. Örnek mi istiyorsunuz, alın size Rüstem Paşa. Siz koskoca Kanuni Sultan Süleyman olacaksınız ve biricik kızınız Mihrimah Sultan’ı Hırvat asıllı bir delikanlı ile evlendireceksiniz! İşte Osmanlı böyleydi. Irkçılık, sınıfçılık değil, önemli olan liyakatti. Çalışkanlık, doğruluk ve dürüstlük önemli ve öncelikliydi. Mihrimah Sultan’ın evlilik yaşı geldiğinde en münasip aday arandığında istişareler Rüstem Paşa’yı göstermiş ve izdivaç konusunda tereddüt edilmemiştir.

Harem nasıl ve ne amaçlıydı?

Peki, neydi bu Harem dairesi? Bazılarına göre, hanımlara ait bu mekanlara rahatça girip çıkılabilir, onlarla serbestçe oturup eğlenilirdi.. Siz bu tavırları 2000’lerin dünyasında bile yapamazken o günlerde bu nasıl mümkün olabilirdi? Bir üniversitenin Kredi Yurtlar Kurumu’ndaki kızlara ait binaya, sorarım, hangi erkek rahatlıkla girip çıkabilirdi? Bir kere Harem’in plan şemasına insaflıca bir bakış bile böyle bir durumun söz konusu olamayacağını gösterirdi. Önce Arabalar Kapısı’ndan içeriye, Kara Ağalar Dairesi’ne girilirdi. Ardından büyük bir kapı gelir önünüze. Üzerinde “Peygamberin evlerine izinsiz girmeyin” ayeti kerimesi yazıvermektedir. Sonra bir antre. Oradan kız öğrencilere ait koğuşlara giden uzunca bir koridor çıkardı.  Koridorun içi boydan boya mutfak bankosu gibi bir tezgâha sahipti. Ayrıca her iki yanı geniş kanatlı kapılarla kapalı vaziyette. Kara ağalar ellerinde yemek sinileri ile buraya gelir, kendi cenahlarındaki kapıları açar, sinileri bu taş tezgâhlara bırakır ve geri çıkarak kapıyı örterlerdi. Hanımlar tarafına haber gider, onlar da kendi taraflarındaki kapıyı açıp sinileri içeriye götürürlerdi. Bir yemek sinisi alışverişinde bile bir erkek ile bayan yüz yüze gelmezken bu harem masallarını nereden ve nasıl bir cesaretle uyduruyorlar, anlamak mümkün değildir.

Özetle “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diyelim. Kanuni’yi mi merak ediyoruz yoksa Hürrem Sultan’ı mı? Eserlerine bakalım: İstanbul Haseki Külliyelerinden, Mekke, Kudüs ve Rodos Haseki Külliyelerine, her türlü imkân ve iktidara sahip olmasına rağmen sıcak aile yuvasını ve saltanat rahatlığımı bırakıp, ilayı Kelimetullah uğrunda ve yeryüzünde barış ve bereket nizamını kurma yolunda yıllarca seferden sefere koşan eşi Kanuni’ye yazdığı edep ve sanat yüklü mektuplarını inceleyelim. Maaşları ile pahalı mücevher ve ipekli giysiler almak varken hayırda sarf etme fedakârlıklarını anlamaya gayret edelim. Kendi şanlı tarihimize ve ceddimize, gavurların gözü ve sözü ile bakmaktan vazgeçelim.[1] Hürrem Sultan’ın Yahudi dönmeliğini, Kanuni Süleyman’ın bunu bilerek idare etmekliğini ise ayrı bir siyaset ve strateji meselesi olarak değerlendirelim.

Gavur âşıkları Tarihimizi ve Kanuni’yi Anlayamazdı!

Kâinat İlâhî Kudret ve İrade’nin; Kur’an, ilahi hikmet’in; tarih de Kader’in kitapları olarak bize Allah’ı tanıtan dört küllî kaynaktır. Türkiye’de “tarih felsefesi” denilen, geçmişin tahkik ve tahlili üzerine yapılmış ciddî bir çalışma malesef yapılmamıştır.

Nasıl her bir eşya bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin fizikî âlemde aldığı bir şekilse, her bir hadise de yine bir hakikatin, manevî bir manâ ve mahiyetin zahir olmasıdır. Cehalet ve taklitciliğin yaygın olduğu ülkemizde gerçek tarihçinin var olup olmadığı tartışmalıdır. Yaşayan en büyük tarihçimiz kabûl edilen Halil İnalcık’ın bile bir TV kanalında Osmanlı Devleti’nin ilk padişahlarının Alevî olabileceğini söylemesi şaşırtıcıdır. Demek ki en büyük tarihçimiz bile Alevîliği de, Sünnîliği de, Osmanlı tarihini anlamak için bir tarihçinin mutlaka bilmesi gereken İslâm’iyeti de bilmiyordu. Bunun gibi, yaşayan bir diğer büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın da aynı TV kanalında Bediüzzaman hakkında bir satırlık bile doğru bilgi sahibi olmadığı ortaya çıkarıyordu. Bediüzzaman, Meşrutiyet dönemi Osmanlısı’nın en etkili şahsiyetlerinden bir zattır. Bediüzzaman’ı bilmeyen, Meşrutiyet dönemini anlayamayacağı gibi, Cumhuriyet dönemini hiç anlayamayacaktır. En büyük tarihçilerimizin bu seviyede olduğu bir ülkede malûm ve marazlı medya ürünü bir eser ve filmler elbette çarpık ve sapık olacaktır. Kanunî gibi insanlık tarihinin devlerinden bir şahsiyeti basit bir keyif düşkünü göstermek elbette sahtekârlıktır.

Otuz üçü dâhil Osmanlı padişahlarını, onların özellikle onuncusunu Kanunî’nin teşkil ettiği ilk onunu, IV. Murad’ı, II. Abdülhamid’i, hattâ Vahidüddin’i, ne sözümona san’atkârlar ve tarihçi taslakları ne de ekran konuşma şehvetine tutulmuş günümüzün ılımlı ilâhiyatçıları elbette anlayamayacaktır. Fatih, Yavuz ve Kanunî’nin yaptıklarına dikkatle baktığımızda, hadis-i şeriflerde âhir zamanda Hz. Mehdî’nin ulaşacağı buyrulan hedefe baş koymuş insanlar oldukları ortaya çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mehdî’nin gölgesinde seyrusülûk etmişlerdir. Onlar, peygamberlik dışında, İslâm öncesi tarihte sırayla Hz. Musa veya Hz. İbrahim’in (imam), Hz. Davut (halife) ve Hz. Süleyman’ın (melik) bizim tarihimize vurmuş gölgeleri konumundadır. Bugün maalesef alkolle, pornoculukla, eğlence ile anarşi ile beyinleri kirletilip körletilen nesillerin kavramakta zorluk çektiği 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fatih’i asıl büyük yapan bu ideal ve inançtır. Güngörmüş koca Çandarlı Halil Paşa’nın karşısında “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u!” azmini gösterebilen Fatih’in ideal ve ufukları, hattâ Çandarlı’yı azledebilme kararlılığı yanında İstanbul’un fethi bile çok küçük kalır. 26 yaşında tahta geçip hemen Rodos’u fethetmiş, ardından Mohaç’ta tarihin en müthiş meydan savaşlarından birinde iki saatte Orta Avrupa’nın en güçlü devletini yerle bir etmiş, âdeta at sırtından inmemiş, cephede şahadet şerbetini içmiş, yüksek siyaset ve stratejisiyle Bakî’si, Fuzulî’si, Sinan’ı, Ebu’s-Suud’u ve daha niceleriyle insanlık tarihinin en parlak sayfalarını yazmış bir zirve şahsiyet olan Kanuniye mağma tabakasından bakanların, ancak kendi boğulmuşluklarını resmedecekleri unutulmamalıdır.[2]

Muhteşem çarpıklık sırıtmaktaydı

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif’in “Donanma ilerlerken muzafferan ileri / Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri” şeklindeki mısraları daha çok Kanuni dönemi için söylenmiştir. Kanuni dönemini filme alacak bir yönetmen, mehter marşlarında ifade edildiği üzere, Avrupa içlerine akınlar düzenleyen ecdadımızın şanlı zaferlerini ekranlara getirmeli: “Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan / Kur’an’da zafer vaadediyor Hazreti Yezdan.”

Ecdadımızı Oryantal danslar ve çalgılar eşliğinde “vur patlasın, çal oynasın” türünden bir zevku sefa düşükünü gibi göstermek, eğer sütübozukluk ve soysuzluk değilse mutlaka bir ahmaklık alametidir. Kanuniyi babasının cenazesi ortada dururken eğlenceye devam eden (!) bir padişah gibi resmetmek eğer cahillik değilse mutlaka terbiyesizliktir. Oysa Fransızların tanınmış komutanı Napolyon Bonapart bile : : “Osmanlı’yı büyük ve üstün yapan iki meziyet var: Erkeğinin cesaretli, kadınının iffetli olması.”demiştir.

Söz konusu dizi halkımızdan haklı bir tepki çekmiştir.”Kanuni”adlı romanın yazarı Okay Tiryakioğlu “Yabancılar izlesin diye hazırlanmış Batılıların hayal dünyasına hitap eden bir dizi” diye değerlendirmişti. Mustafa Armağan “Bir padişahı zevk, sefa düşkünü gibi göstermek toplumu idealsizleştirir” demişti.

Açar bakarsınız İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı, İsmail Hami Danişmend’in Kronolojisi’ni, Yılmaz Öztuna’yı, Hammer’i… Bunların eserlerinden Müneccimbaşı, Aşık Paşazade ve Naima gibi üstadların görüşleri nakledilmişti. Hiçbirinde Muhteşem Yüzyıl’ın ‘pompaladığı’ sapık ve fasık Süleymana yer verilmemişti. Son seferi Zigetvar’da savaş meydanında şehit düşen Süleyman’dan bahsederdi.

Kanuni Trabzon doğumlu… Bu ilden de ciddi bir tepki geldi. AGD Trabzon Şube Başkanı Hayri Çelik basına şu açıklamayı yaptı: “Osmanlı, medeniyete ve İslam âlemine yaptığı hizmetlerle anılmalıdır. Bir yanda Ebussuud Efendi, bir yanda Mimar Sinan ile insanlığın hayranlığını kazanmış; adalet, kanun ve nizama bağlılığıyla ‘Kanuni’ ünvanını almış, Muhibbi mahlasıyla şiirler yazmış bir padişahın böylesi bir dizi ile anılıyor olması gaflettir. Reyting uğruna tarihimiz tahrif edilmektedir. Muhteşem bir dönem “müstehcen cariye hikâyeleri” ile karalanmaya çalışılıyor. Ecdadımızın sapkın ve şehvet düşkünü olarak gösterilmesine, mahremiyetine dil uzatılmasına fırsat veremeyiz.” (6.1.2011)

“Defalarca uyarılmasına rağmen, AKP Hükümeti bu ve benzeri tahribatlar karşısında duyarsız ve tutarsız tavırlar sergilemiş RTÜK’teki mevzuat yetersizliği benzeri bahanelerin arkasına sığını vermiştir. Sorumlu Bakan Bülent Arınç “Ben de üzüntü ve endişe içindeyim” türünden yakınmalar içine girmiştir. Hâlbuki kendisi yakınma makamında değil, problemi çözme ve kötülükleri önleme mevkiindedir.”[3]

Kanuni ömrünün yarısını cihat yolunda ve at sırtında harcamıştı!

Muhteşem Yüzyıl dizisiyle yeniden alevlenen ‘Osmanlı’da Harem’ tartışmalarına, bu başlıkla bir kitabı bulunan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz de katılmıştı. “Harem konusunda asıl üzüldüğümüz nokta, ülkemizde yetişen Cumhuriyet dönemi yazarlarının da, belgelere dayalı ilmî araştırma yapmak yerine, yabancı yazarları aratmayacak şekilde ve onların yazdıklarını yahut çizdiklerini aynen taklit ederek yazılar kaleme almalarıdır. Bunların hemen hemen tamamı, doğru olmayan bilgilerdir. Hürem Sultan bugünkü ilahiyatçılara taş çıkaracak bilgiye sahiptir. Maalesef Türkiye’de televizyon dizileri, sanatçılar, romancılar ya da basın mensupları Osmanlı’yı değerlendirirken Batıdaki tarzlara bakarak hüküm vermektedir. Harem ile ilgili Batı’da ya da Türkiye’de yapılan müstehcen yayınların hiçbiri doğru ya da orijinal değildir. Bunlar Batılıların ve batıl kafalıların hayal ürünleridir. Osmanlı sarayında hareme padişahın ailesi ve hizmetçiler dışında kimsenin girmesi söz konusu değildir. Tanzimat dönemine yani 1839 yılına kadar hiçbir Batılı ve gayrimüslim buraya girmemiştir…

Ömrünün üçte biri zaten İstanbul dışında, seferlerde geçmiştir. Geriye kalan kısımda ise büyük tarihçiler ve şeyhülislamlar ile sohbetler etmiş, ülkenin huzur ve refahı için gayret göstermiştir. Elbette, Padişah da bir insandır. Akşamları hanımı ile beraber olması gayet normaldir. Kaldı ki nikâhlı hanımları arasında adalete riayet etmesi de dini bir görevdir. Ancak Osmanlı padişahlarının eşlerine çok az zaman ayırdığını insaflı Batılı tarihçiler bile söylemektedir. Ömrünün yarısı cephede geçen bu padişah Muhibbi adıyla önemli bir divan kaleme alacak kadar şair, edip ve âlimdir. Kanuni vefat ettikten sonra kabrine Ebu’s-Suud Efendi’den aldığı fetvaların konulması talimatını vermiş: Şayet Cenab-ı Allah hesap sorar ise ‘Ben fetvasını aldım ona göre davrandım Yarabbi’ diyeceğini belirtmiştir. Bu padişahın gayri İslami bir hayat yaşaması düşünülebilir mi?

Cariyeliğin şartlarını ve sınırlarını Kur’an koymaktaydı

Bir padişah  veya Müslüman, İslam hukukuna göre bir cariye ile de nikâh kıyabilir. Nikâh kıydığınız an, o cariye sizin hanımız olur. Nikâh kıydığınız cariyelerin sayısı dördü geçemez. Bu önemli bir hukuki statü. Şayet bir çocuğu olur ise o cariyeyi hür hale getirmek mecburiyetindesiniz.

Ayrıca, harem mektebine alınan cariyelerin zekâlarına, ahlaklarına ve güzelliklerine göre, evvela haremin hizmetçi statüsündeki grubu olan cariye, kalfa ve ustalar makamlarına ve sonra da Padişahlar tarafından seçilmeleri halinde Padişah ile karı koca hayatı yaşayan gözde, ikbal, kadın efendi ve neticede valide sultan payelerine kadar yükselme imkânları verilmiştir.

Hürrem Sultan konusunda bazı yanlış ve kasıtlı iddialar gündeme getirilmektedir. Aslı ne olur ise olsun. Osmanlı Devleti’nin haremine giren ve İslami bir manevi terbiyeden geçen çok kıymetli bir hanımefendidir. Kanuniye yazdığı bir mektubunda “Hoca Sadettin Efendi’nin eserini okuyorum. Bu gece birinci cildi bitirmek istiyorum. Bu gün teravih namazına gelemeyeceğim.”demektedir. Şunu açıkça ifade edeyim ki bu eserin bir iki sayfasını bir iki saat içinde çözebilecek çok az ilahiyat profesörü gösterilebilir. Yani Hürrem Sultan da böylesine bir kültürlü hanımefendidir”.

AB Kapıkullarının Kanuni ve Osmanlı İstismarı:

Avrupalıların bile “Muhteşem Süleyman” diye saygı duyduğu 1. Süleyman 10. Osmanlı Padişahı ve İslam halifesi bir seçkin şahsiyettir.

Babası Yavuz Sultan Selim’den devraldığı 6.5557.000 km2 Osmanlı topraklarını kırk altı yılda 14.893.000 km2’ye çıkarmış bir mücahittir.

1520 yılında tahta çıkış… Bir yıl sonra Belgrat’ın. Hemen ertesi yıl Rodos’un… 1526’da Mohaç, 1534’de Bağdat’ın ve Tebriz’in… Dört sene sonra Boğdan’ın tamamının Fatihi ve Preveze zaferinin sahibidir.

Kanuni 1541’de Avrupa’nın kalbine yöneldi. Macaristan’ın tamamını, 1543’te Estergon, 1553’de Safevi topraklarının bir kısmı, 1566’da Zigetvar fethedildi. Zaten Zigetvar fethedilmeden bir gün önce yani 6 Eylül’de ve cihat üzerinde Hak’kın Rahmetine erişmişti.

Kanuni yaşamı boyunca Devlet-i Aliyeyi, Adalet sistemini yüceltmek için gayret gösterdi. Seferler ve zaferlerle Osmanlı Devleti’ni zirveye yerleştirdi.

Kanuni Sultan Süleyman’ı anlatmak için bu sütunlar dar gelir. Bu bakımdan biz de hatıratına hürmeten bir iki olayı okuyucularla paylaşalım istiyoruz.

Süleymaniye Camii, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devletinin gücünü ve görkemini göstermek adına inşaa ettirildiği söylenen mabettir… Malum tarihin en büyük ustası Mimarbaşı Sinan’a bu görev verilmişti. Camii ve külliyesi 7 senede ancak bitirilmişti.

Ancak yedi yıllık bu uzun süre Kanuni’nin canını sıkmaya yetmiştir. Sinan’ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamak istemektedir. O sırada her taraftan çeşitli dedikodular kulağına gelmektedir.

Durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye’ye teşrif etmiştir. Muhteşem yapının içine girdiğinde Mimar Sinan’ın tam da söylendiği gibi caminin ortasında bağdaş kurmuş, nargilesini fokurdatmakla meşgul olduğunu hayretle görecektir.

Gözlerine inanamayan Sultan, tok sesiyle ve bütün haşmetiyle “Bu ne iştir Mimarbaşı?” diye seslenir! Sonra bakar ki, Mimar Sinan’ın içtiği nargiledeki tömbeki yok… İçtiği ise sadece su… Usta mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini (ses dağılım ve yankı sistemini) ölçme gayretindedir. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesap etmektedir. Bunun için Anadolu’nun değişik yörelerinden 65 tane dev turşu küpü getirmiş ve bu küpleri içi boş, ağızları dışarı gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirmiştir… Sesi, yüzlerce metrekarelik mekânın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarabilmiştir. Kanuni de, Sinan’ın niyetini anlamış, ustasını bağışlayıp takdir ve tebrik etmiştir.

Şimdide meşhur mektup olayını aktaralım isterseniz ki geçenlerde Kanuni Sultan Süleyman’ın, Fransa Kralı 1. Francois’e yazdığı mektup Paris’te sergilenmiştir.

Almanlara esir düşen Francois’in Osmanlı Padişahından yardım istediği ve Kanuni’nin de Francois’i esaretten kurtarışına dair önemli detayları içeren bir mektup gönderdiği tarihi bir gerçektir.

Fransa’nın, Alman İmparatoru ile yaptığı savaş yenilgiyle neticelenir. Fransa Büyükelçisi Kont Jan de Franjipan, Düşes Dangolen’un mektubunu Kanuniye takdim edecektir.

Kraliçenin mektubu şöyledir:

“Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Sharlken’in insafına bırakmıştım. Fakat Sharlken oğluma hakaretler etmektedir. Dünyaya geçen hükmünüz, cihanın bildiği azamet ve şanınızla oğlumun kurtulmasını temin etmenizi zat-ı şahanenizden niyaz ediyorum.”

Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman, Kraliçe ve esir düşen Francois’e birer mektup gönderir. Mektup özetle ve sadeleştirilmiş şekliyle şöyledir:

“Ben ki; Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Beyazıd Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım..

Sen ki; Françe Vilayetinin Kralı Francesko’sun… Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilasına uğradığını, halen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bizden yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim. Padişahların bozguna uğraması ve hapsedilmesi acayip değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima zalim düşmanı kovmak ve memleketler fethedip adaleti sağlamak için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz.”

Bunun sonucunda; Mohaç Meydan Savaşı ve bozgunu ile dersini alan ve Viyana kuşatması ile gözü iyice korkan Alman İmparatoru Sharlken, Francois’i serbest bırakacaktır. (Tarihçi Hammer’den)

Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa’ya yazdığı ikinci mektup ise ilki kadar şefkat yüklü değildi. Çünkü Fransa’da ilk defa bir dans gösterisi provaları yapılıyor genel ahlak ve aile hayatı açıkca tahribe çalışılıyor, sepici hastalık misali bu yozlaşmanın sonunda başka toplumlara ve Osmanlıya bulaşması ihtimali doğuyor ve bu durum Kanuni’nin kulağına kadar geliyordu. Eğer bu gösteri sahneye konulursa, toplumsal ahlaki çözülme yaşanacağı endişesi taşıyordu.

Bu müptezelliğe son vermek için hemen bir mektup yazıyordu. Mektub-u Humayun şöyleydi:

“Ey Fransa Kralı Fransuva!

“Büyük Sefirimden aldığım habere göre malumatım oldu ki, memleketinde dans namında halk arasında açıkca (ahlaki ve ailevi) laubalik ve fuhşiyata yol açacak bayağı davranışlar sergiliyormuşsun.

“İş bu name-i humayunumun eline geçmesinden itibaren bu mel’anet ve rezalete son vermediğin takdirde, orduy-u humayunumla gelip seni kahretmeye muktedir olurum.” (a.g.t.)

Sonuç mu: Fransa korkusundan bu gösteriyi nice 100 yıl ülkesinde yasaklıyor ve bir daha sahneye koyamıyordu.[4]

Bugün aynı Haçlı AB’nin ve ABD’nin dansa yüz kere rahmet okutacak Porno ahlakını ülkemizde ve İslam âleminde, hem de demokratikleşme kılıfı ile yerleştirmeye gayret eden Milli Görüş döneklerinin ve “Papalık Misyonunun basit bir parçası olmakla” övünen hoca efendilerin bir de kalkıp “Yeni Osmancılık” rolüyle BOP taşeronluklarını örtmeye çalışmaları, bunların tarihimizden ve İslami terbiye ve hassasiyetimizden ne denli uzaklaştıklarını gösteriyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1] Talha UĞURLUEL / Tarihçi – Yazar

a.unal@zaman.com.tr
Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

[3] Şakir Tarım /Milli Gazete

[4] Milli Gazete / Davut Şahin

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/mart-2011/osmanli-sarayinda-harem.h

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi