Anasayfa » OSMANLI DEVLET YAPISI VE MEDENİYET ESASLARI

OSMANLI DEVLET YAPISI VE MEDENİYET ESASLARI

Yazar: yonetici
0 Yorum 109 Görüntüleyen

Osmanlı, tarihin kaydettiği en önemli hak ve adalet medeniyetlerinden birisidir. “İslam kardeşliği ve insan eşitliği” temeline dayanan, çok farklı din, mezhep, köken ve kültürden oluşan ve üç kıtaya yayılan toplulukları tam 6,5 asır bağrında barındıran bir Müslüman Türk devletidir.

Osmanlının gelişip yücelmesinin de, gerileyip çökmesinin de aslı sebebi şu iki şeydir:

1-   İlimde İÇTİHAT sistemininin ve sorumluluğunun; yani temel ve genel doğrulara dayanarak; siyasi, ekonomik, içtimai ve eğitim sorunlarına gelişen ve değişen şartlara uygun yeni bilimsel çözümler ve projeler üretme gayretinin körlenip, taklitçilik ve nakilcilik döneminin başlaması

2-   Siyasette ise CİHAT ruhunun ve şuurunun; yani ülkemizde, bölgemizde ve yeryüzünde hak ve adaleti, barış ve bereketi sağlamak üzere, her türlü tedbiri almak, zulme ve zalimlere fırsat tanımamak için sürekli diri ve dinamik olma şuurunun zayıflayıp, gurura ve kuruntulara kapınılması Osmanlının sonunu getirmiştir.

Şanlı Osmanlı Medeniyetinden alacağımız çok önemli dersler ve ibretler vardır. Ancak Osmanlıyı bütün kurum ve kurallarıyla aynen geri getirme hevesleri yanlıştır. Çünkü bugünkü sorunlar ve standartlar oldukça gelişmiş, değişmiş ve çeşitlenmiş bulunmaktadır. Yüzlerce yıl önceki şartlar ve ihtiyaçlar için hazırlanmış kanun ve kuralları bugüne uyarlamak ve uygulamak hem imkânsızdır, hem de yararsızdır.

Bugün “değişmeyen doğrular” esas alınarak “değişen sorunlara ve çağdaş standartlara uygun programlara” ihtiyaç vardır.

Günümüzde, Osmanlı üzerinden İslam düşmanlığı yürütenler ne denli soysuz ise; Osmanlı modelini aynen diriltmeye ve geri getirmeye heveslenenler de o denli şuursuz insanlardır.

Giriş:

Bu yazıda, Osmanlı Devleti ve Medeniyetiyle ilgili yerli ve yabancı yazarların çeşitli kitap ve broşürlerde, dergi ve sitelerde yayınladıkları araştırmaları derleyip dikkatlice değerlendirerek, okuyucuya doğru, doyurucu, özet ve net bilgiler sunma amacı gözetilmiştir. Konuyla ilgili yazıların, satır satır akademik tenkidini yapmak ve böylece okuyucuyu bıktırmak ve konuları dağıtmak yerine, bunların yanlışları, noksanları, çarpıtma ve saptırmaları yazı bütünlüğü içerisinde gösterilmiş ve düzeltilmiştir.

Bize göre, peşin önyargılar ve karalama kaygılarıyla OSMANLIYI İNKÂR ETMEK ve kötüleme gayesi gütmek de; tarihi yeniden dirilteceğini sanmak ve her halini savunmak gayretiyle, mevcut geri kalmışlık kompleksi ve aşağılanma psikolojisiyle geçmişin gölgesine sığınıvermek veya OSMANLIYI İSTİSMARA YÖNELMEK de yanlıştır, yakışıksızdır ve talihsizliktir.

Evet, Osmanlı bizim kesinlikle sahiplenmemiz ve saygı göstermemiz gereken GEÇMİŞİMİZ’dir, GERÇEĞİMİZ’dir. İbretle okuyacağımız ve ders alacağımız şanlı tarihimizin çok önemli bir sürecidir. Ama bugünkü Cumhuriyetimizi ve geleceğimizi, kuru ve kuruntulu bir Osmanlı hevesi ve hayaliyle kurmamız ve yeni bir medeniyet merkezi oluşturmamız mümkün değildir.

  • İslami değer ve dinamiklerimize
  • Milli gelenek ve birikimlerimize
  • Asri gereklere ve evrensel projelere
  • İlmi gerçeklere ve insani prensiplere

Uygun ve uygar, yeni ve yeterli program ve atılımlarla ancak, kutlu ve mutlu yarınlara ulaşabilir. İşte bu noktada tarihimiz; geriye çıkıp hızlanmak, psikolojik bir özgüven ve heyecan kazanmak ve daha ileriye adım atmak üzere önemli bir sıçrama tahtası ve hazine haritası yerindedir.

Devlet Örgütlenmesi

Padişah

Osmanlı merkez örgütünün başı padişahtı. Osmanlı hükümdarları devletin kuruluşunun ilk dönemlerinde Bey, Han, Sultan gibi sıfatlarla anıldı. İlk hükümdarlar mutlak bir yönetici olmakla birlikte, askeri gelenek etkisini sürdürdüğünden, örf ve adetlere dayalı bir yönetim vardı. 1453’de İstanbul’un fethiyle Osmanlı Devletinin, siyasal kurumları yönünden, bir imparatorluk durumuna gelmesiyle II. Mehmet (Fatih) sultanlık sanıyla yetinmeyerek, Padişah adını aldı. Osmanlı hanedanı içinde devlet başkanının seçimi, II. Murat’ın hükümdarlığına kadar, etkili kişilerin ve beylerin elindeydi. Beylerin yönetimdeki etkilerini ortadan kaldıran II. Mehmet kanunnamesinde, “veraset sisteminin” yanı sıra, devletin dirlik ve düzeni, milletin selamet ve emniyeti için gerekirse kardeş katli de yasallaştırıldı. I. Ahmet’in tahtı “hanedanın en yaşlı erkeğine bırakma” ilkesini getirmesiyle, kanlı saltanat yönetimi hafiflemeye başladı. XVII. yüzyıla dek Osmanlı şehzadeleri, yönetim ve askerlik işlerini öğrenmeleri amacıyla sancaklara yönetici olarak yollanırdı. Veraset konusunda, başkente yakın sancaklarda bulunan şehzadelerin üstünlük sağlamaları bölgede güç ve yandaş kazanarak taht kavgalarına girişmeleri ve giderek taht kavgalarının daha sık görülmesi nedeniyle, XVII. yüzyıldan sonra şehzadelerin Harem’de tutulmaları ilkesi benimsendi. Bunun sonucu olarak büyük bir devleti yönetmek için gerekli eğitimi almayan, yetersiz ve yeteneksiz hükümdarlar başa geçmeye başlamıştı.

Osmanlı hükümdarlarının egemenliklerinin kaynağı iki temelde aranmalıdır:

1- Padişah’a yazılı olan ya da olmayan İslami kurallara dayalı hukukun verdiği ve kaynağını kanunnamelerden, örf ve adaletten alan yetkiler,

2- Toplumsal, siyasal ve askersel koşulların ortaya çıkardığı öğelerden oluşan yetkiler.

Padişahlar, devlet işlerinde bir karara varmadan önce, konular Divan-ı Hümayunda ya da Bâb-ı Ali’de konuşulur, araştırılır ve kurulun karar metni padişaha sunulurdu. Son karar padişahındı. Osmanlı Padişahları, İslami şeriat yasalarına, geçerli hukuk kurallarına ve temel insan haklarına bağlı ve saygılıydı. Haksız ve dayanaksız karar alamazlardı. Yetki ve görev alanı, bu günkü ABD başkanlarından pek de farklı sayılmazdı.  Sadrazam, padişahın vekili olduğu için geniş yetkilere ve mühr-ü hümayun denilen padişahın mührüne sahipti. Osmanlı Devletindeki atama, terfi, rütbe, mevki vermeler ve görevden alma sadrazamın emri ve izniyle olurdu. Yalnızca ilmiye sınıfına ilişkin atamaları şeyhülislâmlar bildirir, sadrazam uygun görürse atamayı onaylardı. Osmanlı padişahına ikametgâh olan saray, yalnızca onun yaşadığı, hizmetli kadrolarının barındığı bir mekân değil, aynı zamanda devlet mekanizmasının en önemli bir bölümünü içeren kurum konumundaydı.

Saray

Osmanlı Devleti geliştikçe, padişahların oturduğu saraylar da büyümek zorundaydı. Bursa’daki gösterişsiz Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha gelişkin saraylar yapıldı. Yeni Saray adı verilen İstanbul’daki Topkapı Sarayı, üç bölümden oluşmaktaydı: Harem, Enderun ve Birun. Her üç bölümün de, padişahın hizmetlerini görmenin yanı sıra değişik boyutlarda kamusal işlevleri vardı.

a) Harem, padişahın özel yaşamının geçtiği kısımdı. Haremin amiri Darüssaade Ağası’ydı, XVI. yüzyıldan sonra şehzadeler sancak valiliğine gönderilmediğinden, haremde tutulur ve burada eğitim ve öğretim alırdı. Saray’ın Enderun bölümü için yetiştirilecek olanlar, devşirmeler arasından seçilirdi. Bunların arasından seçilenler ise, Edirne Sarayı, Galata Sarayı ve Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayına gönderilirdi. Buralarda üzün süre eğitim gören içoğlanlarından yetenekli bulunanlar Topkapı Sarayı’nın hizmetine ayrılır, ötekileri ise derecelerine göre kapıkulu süvari bölüklerine dağıtılırlardı. XVI. yüzyıldan sonra devşirme yöntemi kalkınca, kimi etkili aileler, çocuklarını Enderun’a göndermeye başladılar.

b) Enderun birçok dalda eğitim yapan bir kurumdu.

c) Birun, asıl devlet işlerinin görüldüğü yerdi. Burada sarayın hizmetleriyle görevli olanların yanında, Kubbealtı denilen Divan-ı Hümayun kalemleri bulunmaktaydı. Buradaki saray hizmetlerinin başında kapıkulu süvarileri gelirdi. Birun’da padişahın egemenlik simgesi olan, tuğ ve otağ-ı hümayunu koruyan mehter takımı bulunurdu. Ziyafet işlerine bakan çaşnigirbaşı ve çaşnigirlerle, devlet protokolünü yürüten, ulaklık ve elçilik görevlerini yürüten dergâh-ı muallâ çavuşları ise çakırcıbaşı yönetimindeydi. Saray ahırlarını yöneten mirahur (imrahor), av kuşları ve köpekleri besleyen doğancılar, bostancılar, yeniçeriler, topçular, cebeciler, darphane emirliği ve hassa mimarları da Birun halkındandı.

Divan-ı Hümayun ve Merkez Örgütü

Osmanlılarda devlet işlerinde birinci derecede başvuru yeri Divan-ı hümayundu. Birinci ve ikinci derecedeki siyasal, yönetsel, askersel, geleneksel, şer’i, hukuksal ve mali işler, şikâyet davalarının görüşülüp incelendikten sonra karara bağlandığı divan, hangi din ve milliyetten olursa olsun, kadın-erkek herkese açıktı. Osmanlı’da adalet dağıtımında ve Hukuk karşısında, farklı din, mezhep, kökenden herkes eşit sayılırdı. Günümüzdeki pek çok ülkedeki “LAİKLİK”ten çok daha üstün bir din özgürlüğü ve farklı düşüncelere hoşgörü ortamı vardı. Tüm devlet işlerinden sorumlu olan sadrazamın ikinci derecedeki işleri görmek ve davalara bakmak için ayrıca özel bir divanı bulunurdu; bu “ikinci divan” sayılırdı. Osmanlı hükümdarları II. Mehmet dönemine kadar, Divan-ı Hümayuna başkanlık ederek, devlet işlerine doğrudan bakardı. Daha sonra bu sistem kaldırılarak devlet işleri sadrazam aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Divan-ı Hümayunun asıl üyeleri sadrazam, kubbevezirleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, Rumeli ve Anadolu defterdarları ve nişancıdan oluşmaktaydı. Divan toplantılarına, asıl üye olmakla birlikte divan kâtip ve kalemlerinin başı olduğundan reisü’l-küttaplar da katılırlardı. XVI. yüzyılda kaptan-ı deryalara beylerbeylik rütbesi verildikten sonra, onlar da divan toplantılarına katılmıştı. Padişahlar, II. Mehmet’ten sonra, divan toplantılarını, “kasr-ı adil” denilen kafes arkasından dinlemeye başlamıştı.

 

Divan-ı Hümayunda üç çeşit toplantı olurdu:

1. Belli günlerde toplanan olağan divan,

2. Kapıkulu ocaklarına maaş verilmesi ve elçi kabulü sırasında toplanan Gulube Divanı,

3. Olağanüstü durumlarda padişah tahtının Bâb-üs Saade’ye kurulmasıyla toplanan Ayak Divanı.

Divan-ı Hümayun, ilk dönemlerde her gün toplanırken, XVI. yüzyıldan sonra, haftada dört gün toplanmaya başladı. XVII. yüzyılda ise toplantı sayısı haftada ikiye indi. Bu yüzyıldan başlayarak Divan-ı Hümayun önemini giderek yitirdi, işlevleri sadarete (Başbakan yerinde) ve XIX. yüzyılda da bağımsız nezaretlere (Bakanlık yerinde) kaldı. Devlet işleri, sadrazam divanına ve Paşakapısına bırakıldı.

Divan-ı Hümayun’a bağlı çeşitli daireler vardı:

1. Beylikçi Kalemi: Buna Divan Kalemi de denirdi. Bu kalem Divan-ı, Hümayun’un kararlarını tutanağa geçirir, divanda görüşülen evrakı gerekli yerlere havale eder, divan kararını temize çeker, emir ve hüküm suretlerini yazardı. Anlaşmalar, iç düzen ve ayrıcalıklar, fermanlar, emirler de bu kalemde yazılıp, burada saklanırdı. Divan Kalemi’nin başına “beylikçi” denirdi.

2. Tahvil Kalemi: Bu kalemde vezir, beylerbeyi beratı, tevcih fermanları, zeamet ve tımarların dağıtımını gösteren tahvil tezkeleri hazırlanır, eyalet kadıları, vezir, beylerbeyi, sancak beyi, zeamet ve tımar kayıtları tutulurdu. Bu dairenin başı “tahvil kasadarıydı”.

3. Rüus Kalemi: Burada vezir, beylerbeyi ve tımar sahibi dışında, devletten maaş alanların bordroları hazırlanır, atama ve emeklilik işlerine bakılırdı.

4. Âmedi Kalemi: Burada sadrazam tarafından padişaha yazılacak ‘tahrir ve telhisler, yabancı devlet başkan yardımcılarına sadrazam tarafından gönderilen mektup taslakları, yabancı devlet temsilcileriyle geçen konuşma tutanakları, elçi, konsolos ve yabancı tüccarlarla ilgili evrak hazırlanır ve saklanırdı. Kalemin başındaki memura “âmedai” denirdi.

Maliye örgütü

Bu örgüt devletin tüm gelir ve giderlerinin hesabını tutardı. Bu örgütün başı defterdar idi. II. Bayezid döneminde ikinci bir defterdarlık kuruldu. Baş defterdar Rumeli’nin, Anadolu Defterdarı ise Anadolu’nun mali işleriyle ilgilenmeye başladı. Üçüncü defterdarlık ise I. Selim döneminde Suriye’nin ele geçirilmesinden sonra kuruldu. Arap – Acem Defterdarlığı adı verilen bu defterdarlığın merkezi Halep oldu. XVI. yüzyıl sonlarında Tuna Yalılar Defterdarlığı adıyla dördüncü bir defterdarlık kuruldu. III. Murat döneminde (1574-1595) Arap – Acem Defterdarlığı bölünerek, Halep, Diyarbakır, Şam, Trablusşam ve Erzurum olmak üzere 5 eyalet defterdarlığı kuruldu. XVI. yüzyılın sonlarından başlayarak Anadolu Defterdarlığından ayrılmalar sonucu, kenar Defterdarlıkları kuruldu. Tımar defterdarlıkları da ayrılarak hazine defledikleri adı altında örgütlendi, tüm devlet işleri gibi maliyeyle ilgili konular da, sadrazamın denetiminde olmakla birlikte, bunların birinci sorumlusu başdefterdardı. Başdefterdar, maliyeyle ilgili davaların çözümü için evinde divan toplardı, halkı mültezilerin baskı ve zulmünden korumak, hazine gelirlerinin artırılması ve giderlerde kısıtlamaların yapılması da başdefterdarın görevlerindendi. Defterdarın yanında, uygulama ve para toplanmasına bakan beş görevli bulunurdu. Bunlar başbakikulu, cizye başbakikulu, veznedarbaşı, sergi nazırı ve sergi halifesi idi, Baş defterdara bağlı kalemlerin sayısı da beşti. Bunlar mukataa kalemi, mevkufat kalemi, varidat kalemi, kıla tezkereciliği kalemi ve tezkireci-i ahkâm-ı Rumeli kalemi idi. XVIII. yüzyılda maliye dairelerinin sayısı uzmanlaşma nedeniyle arttı.

Hazine

Osmanlılar’da, dış Hazine (Birun Hazinesi) ve iç Hazine (Enderun Hazinesi) olmak üzere iki büyük hazine vardı. Maliye hazinesi de denilen dış hazine, başdefterdarın sorumluluğundaydı. Burada şer’i ve örfi vergilerin oluşturduğu devlet geliri toplanırdı. Devlete ait tüm giderler de buradan çıkardı. İç hazine ise, hazine vekili ya da hazine kâhyası denilen bir görevlinin, denetimindeydi. Yılsonunda yapılan bilanço sonucunda dış hazinede ortaya çıkan gelir fazlası, iç hazineye aktarıldı, kimi zaman, özellikle sefer sırasında dış hazinenin giderleri karşılayamaması gibi durumlarda, iç hazineden dış hazineye borç verilirdi, iç hazinenin sorumlusu ise haznedarbaşıydı.

Osmanlı bütçeleri

Hesapları kapatılan bir mali yılın gelir ve giderlerinin gösterildiği birer bilanço idi. Bu bütçelerde gelir bölümünde olanlar yalnızca padişah haslarını içerirdi. Gider bölümünde ise, kapıkulu, tersane gibi merkezdeki kimi kurumlarla ilgili giderler gösterilmekteydi. Öbür has, zeamet ve tımarla, vakıfların gelirleri, eyaletten eyalete değişmekle birlikte, tüm gelirin hemen hemen % 50’sini oluşturduğundan, bu bütçeler, Osmanlı Devleti’nin gerçek gelir ve giderlerini göstermekten uzaktı. Bu dirlik ve vakıflar özel bütçelere yöneltildiğinden, bunlara ilişkin rakamlar devlet bütçesinde çok ender gösterilmekteydi. Bunun yanı sıra padişahların kişisel geliri sayılan kimi gelirler ve iç hazine gelirleri de bütçelere eklenmezdi. Saray’ın harcamaları, Padişah ve ailesinin masrafları, en küçük ayrıntısına kadar kayda geçirilirdi. Hala mevcut bulunan bu kayıtlarda Osmanlı Sultanlarının ve Saray mensuplarının, çağdaş örneklerinden, hatta bugünkü “devletli”lerden çok daha sade bir yaşam sürdükleri görülmekteydi. Osmanlı Devleti’nde taşra örgütü mali ve idari yönden özerk birimler olarak kaldığından, merkez örgütü taşradan belli gelirleri almakla yetinmekteydi. Bunlar, ülkedeki padişah haslarının gelirleri, şer’i vergilerden doğruca merkeze gönderilenler (cizye ve âgnam), tekâlif-i Divaniye denilen olağanüstü vergiler ve eyaletlerin kanunnamelerinde belirtilen ve merkeze gönderilen hisselerdi.

İlmiye örgütü

Yargı, yönetim ve kentlerdeki belediye hizmetlerinde etkili olan bu örgütün başlıca üç görevi vardı: Eğitim ve ifta (fetva görevi), yargı (kaza) ve yönetim. Bu üç görev müderrisler, müftüler ve kazaskerlerle kadılar tarafından yürütülürdü. Müftüler fetvayla görevliydi. Müftülerin önde geleni başkent müftüsüydü. XVII. yüzyıl sonlarından başlayarak müftüye Şeyhülislâm sanı verildi. XVII. yüzyılın ikinci yarısında önemleri gitgide artan şeyhülislâmlar, daha sonraları mutlak dini lider olarak devlet görevlileri arasında sadrazamınkine yakın bir güç kazandılar ve hiyerarşi bakımından ise ulemanın başkanı sayıldılar. Bu derece önem kazanmaları, ülkenin siyasal sorunların da önemli etkinliklerde bulunmalarına yol açtı. Öyle ki, XVII. yüzyıldaki kapıkulu ayaklanmalarında, padişahların tahttan indirilmesi ve öldürülmelerinde, fetva verecek ölçüde etkinlikleri oldu. XVIII. yüzyıldan başlayarak ise savaş ilanı, barış antlaşması gibi sorunlarda şeyhülislâmlara başvurularak, onlardan alınan fetvalara göre karar verilmeye başlandı. Şeyhülislâm atanmasında birinci derecede sadrazamların etkili olması gibi, kimi sadrazamların görevden alınmalarında da şeyhülislâmlar önemli rol oynadı. Kazaskerler ve kadılar ise ilmiye örgütünün gerçek yöneticileriydi. Kazaskerlik askeri sınıfın şer’i ve hukuki işlerine bakmak için I. Murat zamanında kuruldu ve ilk kazaskerliğe 1383’de Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa atandı. Fatih döneminde kazasker sayısı Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye çıkartıldı. XV. yüzyılda kazaskerler giderek askeri yargıç statüsünün dışına çıkarak geniş yönetsel etkinlikler kazandılar. Anadolu’da bulunan tüm müderris ve kadıların atanması Anadolu Kazaskerinin, Rumeli’deki atamalar da Rumeli Kazaskerinin göreviydi. Görevleri dışında kendi konaklarında divan toplayıp, dava dinlerlerdi. Kazaskerlerin, resmi yazışmaları yöneten tezkireci, müderris ve kadıların atanması için gerekli sicil, sıra ve kayıt işlemlerini yapan ruznameci, ilmiye sınıfından olanların atanmalarını yapan matlabu, büyük kadıların mühürlerinin eşini saklayan tatbikçi. Kazaskerin tüm yazışmalarını yöneten mektubcu ve kazaskerin para işleriyle uğraşan kethüda olmak üzere altı büyük yardımcısı vardı. Kazaskerliğe bağlı görevlerin başında müderrisler gelmekteydi. Kazaskerliğe bağlı öbür önemli memuriyet kadılıktı. Anadolu’da müderris ya da kadı olmak isteyenler, Anadolu kazaskerinin, Rumeli’de bu görevleri almak isteyenler ise Rumeli kazaskerinin matlab denilen defterine kaydolurdu. Mülazemet dönemi sonunda, yazılı, ardından sözlü bir sınavla, boşalan bir medrese ya da kadılığa atama yapılırdı. Yargı işlevi kadar, mülkiye, maliye, belediye alanlarında da önemli rolü olan kadılar, esas olarak yönetsel birim olan sancak ve kazalara atanırlardı. Kadılıklar büyük ve küçük kazalar ve sancak ve eyalet kadılıkları olmak üzere başlıca iki sınıftı. Şer’i ve hukuksal tüm işlemlerin sorumluluğunu taşıyan kadılar, bulundukları kent ve kasabalarda zahire ve işçi bulunması, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, bölgede geçerli hatlara göre eşyaya narh konması vb işlerle de ilgilenirlerdi. İlmiye sınıfındaki özel bir kategori de, şehzadelikten başlayarak, padişahların yanında bulunduğundan, büyük etkiye sahip olan padişah hocalarıydı.

Klasik devlet örgütünün dağılması

Osmanlı İmparatorluğu, çağdaşı olan diğer imparatorluk ve devletlerin bir bölümünden daha geç olsa da, ilkin padişahlardan gelen (III. Selim ve II. Mahmut reformları) reform girişimleri, merkezi otorite ile ayanlar arasındaki uzlaşmayı belgeleyen sözleşmeler ve bir takım fermanlarla (Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Islahat Fermanı) beliren gelişmeler ve daha sonra I. Meşrutiyet (1876) ve II. Meşrutiyet (1908) aşamalarıyla XIX. yüzyıl ortalarına doğru mutlakıyetçilikten görece meşruti bir devlet yönetimine doğru evrimleşti. III. Selim’in reformlarından, siyasal sistemin düzeltilmesine ilişkin olanları arasında en dikkat çekici örnek, devlet yönetiminde danışma (meşveret) yönteminin yeniden canlandırılıp geliştirilmesiydi. II Mahmut döneminde uygulanan Meşveret Meclisleri’nden (danışma kurulları) farklı özellikte üç ayrı sürekli kurul oluşturdu. Bu meclisler, hükümet şûrası (Dâr-ı Şûrayı Bâb-ı Ali), adliye işleri yüksek meclisi (Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye) ve askeri şûra dairesiydi (Dâr-ı Şûrayı Askeri). II. Mahmut dönemindeki devlet sistemine ilişkin diğer reformlar, dışişleri, içişleri, ticaret, maliye, evkaf gibi yeni bakanlıkların kurulması ve yönetim içinde işlevsel bir işbölümüne gidilmesiyle bir nevi kabine sistemine adım atılmasıydı. Tanzimat’ın ilanıyla birlikte hemen hemen önemli her sorunun çözümü için ayrı ayrı meclisler oluşturuldu. Bunların yaptıkları öneriler ve aldıkları kararlar Meclis-i Vâlâyı Adliyede son biçimine sokularak Padişahın onayıyla yürürlüğe kondu. Meclis-i Vâlâ, kanun tasarıları ve yönetmelik hazırlamanın yanı sıra, üst düzeyde suç işleyen devlet memurlarını yargılayan bir mahkeme durumundaydı. 24 Eylül 1854’de Meclis-i Ali-i Tanzimat (Tanzimat Yüksek Meclisi) kurularak yasa ve tüzük hazırlama işi buraya devredildi ve Meclis-i Vâlâ yargılamayla görevli kılındı. Eylül 1861’de iki meclis birleştirilerek yeni bir düzenlemeye gidildi; biri mülki idare, diğeri kanun ve nizamnameler, öbürü ise adalet işleriyle görevli bulunan üç ayrı daire oluşturuldu. Meclis bu biçimdeki çalışmalarını 1868’de Şurayı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye adlarını alan iki bölüme ayrılıncaya dek sürdürdü. 1869’da Şuray-ı Devlet açıldı.

Şurayı Devlet:

Her çeşit tüzük ve yasa tasarılarını hazırlama ve inceleme, mülki işler hakkında karar verme, yasa ve tüzüklerin uygulanışında görüş bildirme, padişah ve nazırlara arge üretme hatta denetleme yetkisine sahip olan Şurayı Devlet, Müslüman ve Hıristiyan uyruklardan oluştuğundan, adeta bir millet meclisi görünümündeydi. 1876 Kanun-i Esasiyle anayasalı ya da meşruti monarşi düzenine geçilmekle birlikte, padişahın yetkileri hâlâ son derece genişti. İki meclisli olan yasama organından (Meclis-i Umumi) Heyet-i Ayan kanadının üyeleri doğrudan padişah tarafından seçilirdi. Heyet-i Mebusan’ın ise yetkileri kısıtlı olduğu gibi, padişah tarafından feshedilebilirdi. Nitekim 19 Mart 1877’de açılan Osmanlı Meclisi, 14 Şubat 1878’de gerçekleştirilen bir saray darbesinden sonra bir daha toplantıya çağrılmadı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ağırlığını koyduğu seçimler sonucunda oluşan Meclis-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’dan kurulu Osmanlı parlamentosu. 17 Aralık 1908’de açıldı. Parlamento 31 Mart Olayı’yla işlemez duruma geldi. 27 Nisan 1909’da yeniden toplanabilen Meclis yoğun bir yasama faaliyetine girişti. II. Meşrutiyet’in siyasal ve hukuksal yapısı büyük ölçüde bu dönemdeki etkinliklerin sonucudur. 1909 Kanun-i Esasi değişiklikleri gerçek anlamda meşruti (anayasalı) bir monarşi düzenine geçiş oldu.’Bu dönemde hukuki, idari ve adli düzeni geliştiren kimi önemli reformlar da yapıldı.

Siyasi ve idari yapılanma

Eyalet örgütü

Osmanlı Devleti’nde en büyük idari bölüm eyaletlerdi. Eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da nahiyelere bölünmüşlerdi. Eyaletlerin en yüksek amirleri olan beylerbeylerinin, yönetimsel görev ve yetkilerinin yanı sıra, askersel görev ve yetkileri de vardı. Beylerbeyi eyalet merkezinde oturur, buraya Paşa sancağı denirdi. Eyalet işlerini görüşmek üzere Eyalet divanı ya da Paşa divanı denilen bir divan toplanırdı. Beylerbeyi, sefer sırasında, eyaletin tımarlı sipahi ve cebeçilerini toplayarak sefere katılırdı. Osmanlı eyaletleri salyanesiz (yıllıksız) ve salyaneli olmak üzere iki bölümdü. Salyanesiz eyaletlerde has, zeamet ve tımar örgütü bulunurdu. Bu eyaletlerde tımarlı sipahi ve cebeli yetiştirilir, beylerbeyleri ve sancakbeylerinin gelirleri, dirliklerinin hâsılatından karşılanırdı. İmparatorluğun en önemli bölümleri salyanesiz eyaletlerdi. Bunlar Rumeli, Budin, Tamışvar, Bosna, Kefe, Anadolu, Karaman, Sivas, Dulkadir, Erzurum, Van, Çıldır (4 sancak hariç), Diyarbakır (20 sancak hariç), Halep, Trablusşam ve Şam eyaletleriydi. Salyaneli eyaletlerde tımar sistemi yoktu, bu eyaletlerde tımarlı sipahi yetiştirilmediği gibi, beylerbeyi ve sancak beylerinin hasları da yoktu. Vergiler iltizama verilerek toplanır, toplanan paradan beylerbeyi, sancakbeyleri ve eyaletteki askerin maaşı çıktıktan sonra geri kalanı, devlet merkezine yollanırdı. Bağdat, Basra, Lahza, Yemen, Mısır, Habeş, Trablus-garp, Tunus, Cezayir’i Garb salyaneli eyaletlerdi.

Sancaklar

Eyaletlerden sonra gelen idari bölümdü ve bölgenin askeri ve idari en yüksek amiri sancakbeyiydi. XVIII. yüzyıldan sonra sancak beylerine mutasarrıf adı verildi. Adli işlere karışmayan sancakbeyleri, savaş zamanında tımarlı süvariyle birlikte beylerbeyinin emrine girerlerdi. Osmanlı İmparatorluğunda ayrıca yurtluk – ocaklık yerler de vardı. Serbest mirmiranlık yerler (Bitlis, İmadiye, Genç, Cizre, Mahmudiye, Hakkâri, Eğil vb) ise hiçbir beylerbeyine bağlı değildi. Yurtluk – ocaklık olan yerler de hukuki statü bakımından serbest mirmiranlık olan yerlere benzemekle birlikte, bir eyaletin sancağı durumundaydılar. Yurtluk – ocaklık ve serbest mirmiranlık olan yerler, Doğu Anadolu’nun fethi sırasında kendi istekleriyle Osmanlı yönetimine geçmiş olan yerli beylerin topraklarıydı. Tanzimat döneminde, imparatorluğun yönetsel modernleşme gereksinimi şiddetli bir biçimde kendini duyurdu. 1840’dan başlayarak yıllar boyunca yakınma konusu olan iltizam usulü kaldırıldı, buna bağlı olarak yönetimde yenilikler yapıldı. Tanzimat’ın ilanıyla birlikte, sancak ve eyalet merkezlerinde kurulan meclisler çalışmalarını, 1849’a dek Muhassıllık Meclisleri için çıkarılan yönetmeliğe göre sürdürdüler. 1850’ye doğru Osmanlı ülkesinde 35 eyalet, 142 sancak/liva ve 1320 kaza vardı. 7 Kasım 1864 Nizamnamesi’yle eski eyaletler vilayet adını aldı. Her vilayet, sancak/livalara, onlar da kazalara, kazalar nahiye ve köylere bölündüler. Her idari birimin meclisleri, görevlileri ve görevleri belirlendi. Osmanlı Avrupası’nda 10 vilayet ve 44 sancakta, Osmanlı Asyası’nda 16 vilayet ve 74 sancakta, Osmanlı Afrikası’nda ise 1 vilayet ve 5 sancakta uygulamaya giren bu sistem 22 Ocak 1871’de yeniden düzenlendi: İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi. Yerel yöneticilerin yönetime katılımı ise vilayet, liva ve kaza idare meclisleri ve vilayet umumi meclisleriyle sağlandı. İmparatorluğun son yıllarında yitirilen savaşlar sonucu bir kısım vilayet ve livalar elden çıkmakla birlikte, ülke içindeki bu yönetsel yapılanma Cumhuriyet öncesine dek sürdü.

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/mart-2011/osmanli-devlet-yapisi-ve-

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi