Anasayfa » İdlib Harekâtı ve Muhtelif Yorumları: TAKTİK MANEVRALARLA, STRATEJİK BELALAR SAVUŞTURULAMAZDI!

İdlib Harekâtı ve Muhtelif Yorumları: TAKTİK MANEVRALARLA, STRATEJİK BELALAR SAVUŞTURULAMAZDI!

Yazar: yonetici
0 Yorum 95 Görüntüleyen
 
 

2013’te yayınladığımız “Amik Ovası ve Yaklaşan Armageddon savaşı”Kitabımızdaki tespit ve tahlillerimizde ne denli haklı olduğumuz defalarca ortaya çıkmıştı. Akdeniz’den ve Güney bölgelerimizden, Kuzey Irak ve Suriye üzerinden kuşatıldığımızı artık Cumhurbaşkanı bile dillendirmeye başlamıştı.

AKP iktidarının normalleşme anlaşması imzalayarak, işgal ve zulümlerine meşruiyet kazandırdığı İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayalinin hizmetçisi Siyonist Yahudi Lobilerinin güdümündeki ABD’nin; Suriye PKK’sı olan PYD ve YPG’ye gönderdiği silahlar 4000 (dört bin) TIR’a yaklaşmıştı. Bu silahlar 55 bin askeri donatacak kadardı ve pek çok devletin bile elinde bulunmayan son sistem saldırı silahlarıydı. Yani stratejik müttefikimiz ABD, hem Kuzey Irak’ta, hem Kuzey Suriye’de kendi güdümünde Kürt devletçikler oluşturmak ve silahlandırmak suretiyle Türkiye’yi kuşatmaktaydı. Zaten Donald Trump; peşin 126, toplam 270 milyar Dolarlık silah satışı anlaşması için Arabistan’a gidişinde: 1- İsrail’in güvenliğini kesinlikle sağlayacaklarını, 2- Bölgede İran’ı en büyük tehdit saydıklarını, 3- İran’la İsrail arasında bir tampon oluşturmak üzere seküler bir Kürdistan’ı kuracaklarını resmen açıklamıştı.

Acaba bütün bu tehdit ve tehlikeleri gören Milli Türkiye ve TSK, Astana’da Rusya ve İran’la varılan mutabakat gereği, ciddi ve caydırıcı bir askeri birlikle Ekim 2017 başında İdlib’e girme kararı almış ve iktidar da buna mecbur mu kalmıştı? Yoksa İsrail ve ABD’nin Kuzey Irak’ta ve Barzanistan’ın altında oluşturulmasını istediği Şİİ KUŞAĞI’na dolaylı destek mi sağlamıştı? Ve yine kendi şeytani planlarının kösteklendiğini gören ABD; FETÖ elebaşı gizli papaza Pensilvanya’da sahip çıktığı halde, biz de FETÖ kapsamında tutuklanan Evangelik papazı ve İstanbul Konsolosluğunda barındırdıkları Türk casusları bahane ederek vize yasağı kararı alarak oyalarken, Kerkük’ü de içine alan İran güdümlü Şii kuşağına meşruiyet mi kazandıracaktı?

Türkiye ve ABD arasında vize krizine neden olan ABD ajanlarının tutuklanmasıyla ilgili yeni bir gelişme yaşanmıştı. Yeni Asır gazetesinin haberine göre; İzmir’de FET֒den tutuklu bulunan ve ABD’nin üst düzey ajanlarından olduğu saptanan Papaz Andrew Brunson‘a ait bir ses kaydında, papazın aldatıp ayarladığı bir gence ABD’de özel harp ajanlarının ve subaylarının kullandığı bir su arıtma cihazı, 5 gün aç kalması halinde bile yüksek kalori alabileceği haplar ile soğuk ve sıcağa dayanıklı özel bir fular verdiği anlaşılmıştı. Brunson ses kaydında bu gence, 15 Temmuz 2016’da yapılacak darbe girişimine atıfta bulunurcasına, “2016 yılında yaz aylarında büyük bir deprem olacak. Bunları önemli ve her an bulabileceğin bir yere sakla. O depremden sonra İstanbul ABD Konsolosluğuna benim yanıma gel”tavsiyesinde bulunmuşlardı.

Başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye ile ABD arasında yaşanan vize krizine ilişkin, “Öncelikle moralinizi bozmayın. Vize konusu fazla abartıldı. Krizin kısa sürede çözüleceği konusunda iyimserim. Biz açıkçası ABD Dışişleri Bakanlığı’nın rutin bir soruşturmaya verdiği tepkiye çok şaşırdık” diyerek aslında kof palavralarla, iç politika propagandası yapan Sn. Erdoğan’ın tavrının perde arkasını açığa vurmaktaydı. Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın da “Bu vize krizi bir günde çözülecek bir meseledir” diyerek bir avuç suda fırtına koparılmaya çalışıldığını dolaylı biçimde vurgulamış olmaktaydı.

AKP iktidarının bunca talan ve tahribattan sonra, çok geç de olsa, Rusya, İran ve Suriye ile ortak bir cephe oluşturması, hayırlı ve yararlı bir adımdı ve elbette buna destek çıkılmalıydı. Ancak bizim kuşkumuz; halâ Amerika’yla stratejik irtibat sürdürülürken, İran ve Rusya ile taktik bir ittifak ne denli kalıcı ve kapsayıcı sonuçlar doğuracaktı? Üstelik Erbakan’ın tarihi D-8 atılımını canlandırmak varken, Siyonizm’in kapitalist Amerika’sına karşı sosyalist Rusya’sına sığınmak ne kadar tutarlıydı ve ne kazandıracaktı? Yarın Rusya ve İran, “Biz İdlib’ten çekiliyoruz, sen de çık…” derse AKP Türkiye’si ne yapacaktı, bir planı var mıydı?

DEAŞ’ın ortaya çıkmasından sonra Gaziantep, Kilis gibi illerimizde bombalar patlamaya başlamıştı. Türkiye bekleyerek ya da başkalarına bel bağlanarak sonuç alınmayacağını anlamıştı. Fırat Kalkanı Operasyonu’yla Cerablus ve El Bab’a girerek DEAŞ’la birlikte PYD/YPG hesaplarını da boşa çıkarmıştı. TSK, Astana görüşmelerinin bir sonucu olarak şu an İdlib’de konuşlandı. Mart 2015’te İdlib, Esad’ın kontrolünden çıkmıştı. Yabancı savaşçıların ve cihadçı selefi grupların geçiş noktasıydı. Türkiye buraya girerek bu grupların geçişlerini kesmiş olacaktı. Fırat Kalkanı ve Astana sürecine katılmayı reddedenler Heyet Tahrir el-Şam cephesini kurmuşlardı. Türkiye bu cepheyi dağıtacak tedbirler alacaktı. Şayet Esad rejimi bölgeyi havadan bombalarsa büyük bir göç dalgası olabilir endişesi vardı. İnsanlar böyle bir saldırıdan kaçarak Türkiye’ye sığınmaya çalışacaktı. Çevrenin güvenliği sağlanarak böyle büyük bir göçün önüne geçilmiş olacaktı. Esad güçlerini de kuzeye doğru yönlendirmek amaçlanıyordu. Ayrıca Afrin’de YPG’nin koridor açıp Akdeniz’e inmesine engel olunacaktı. İyi de ya Rusya ve İran, Kerkük dahil, yeni oluşturulan Şii koridorunu tamamlayıp bizi yalnız bırakınca ne olacaktı?

BBC’de de yer alan habere göre; “İdlib’in savaşın son sahnesi olacağı varsayılmaktaydı. Suriye ordusunun, Deyr el Zor’daki operasyonu tamamladıktan sonra İdlib’e yönelmesi ihtimali vardı. Türkiye Rakka ya da Deyr el Zor’daki gibi bir cephe savaşına dönüşmeden İdlib’deki grupları çatışmasızlık rejimine ikna etmeye çalışacaktı…” Belki de Suriye’de son cephe İdlib olacaktı. Ondan sonra masaya oturulup Suriye’nin geleceğine dair kararlar alınacaktı. Burada da en belirleyici ülke Rusya ile beraber Türkiye olacaktı. Yıllarca Esad’ı dışlayan ve yok sayan AKP kafası, sonunda dolaylı da olsa Suriye yönetimiyle işbirliğinin gereğini kavramıştı ve Erbakan’ın yıllar öncesi tavsiyelerine uymak zorunda kalmıştı.

Yahudi John Bass’tan; Hem itiraf, hem de tehdit çıkışları ve “Bombalar patlamıyorsa sayemizde” küstahlığı.

ABD Büyükelçisi John Bass, Türkiye ile ABD arasında yaşanan vize krizine ilişkin muhabirlere açıklama yapmıştı. Çalışanlarını yargıdan kaçırmadıklarını dile getiren Bass, vize kararının büyükelçilik tarafından değil, ABD hükümeti tarafından alındığını hatırlatmıştı. Toplantıdaki en dikkat çeken cümleler ise Bass’ın ağzından çıkan,“Türkiye’de eğer 9 aydır bombalar patlamıyorsa ABD’nin sayesinde” itirafıydı. John Bass Yahudisi, iki ülke arasında krize sebep olan vize yasağına ilişkin yaptığı açıklamada, kararın elçiliğe değil, ABD hükümetine ait olduğunu üstüne basarak hatırlatırken, Türkiye’nin büyükelçilikteki ajanlık iddialarını da yalanlamıştı.

2 Yıl öncesini niye hatırlatmıştı!

Bass’ın ayrıca, “Türkiye’de 9.5 aydır IŞİD terör eylemi yapamıyor, 2 yıl önceki 10 Ekim trajik saldırısını hatırlıyoruz. IŞİD’in bu ölçüde bir saldırı gerçekleştirememesi, hükümetlerimizin bu konuda yakın yoğun işbirliğinden kaynaklanıyor. ABD, Irak’taki gelişmeler ve PKK’dan gelecek tehditler konusunda da çok hassas” ifadelerini kullanması tam bir tehdit ve küstahlıktı. Bu ifadeler “İŞİD ve PKK’nın terör eylemleri de bizim himayemizde yapılmaktadır…” gerçeğinin dolaylı itirafıydı.

İdlib Operasyonu ve Vize Oyunları!

İktidarın bütün yanlışlara rağmen geçtiğimiz yıl yapılan Fırat Kalkanı Harekâtı sınırlarımızdaki terör yapılanmalarını bertaraf etmek adına doğru bir adımdı. Şimdi ise İdlib’te Rusya ve İran ile birlikte oluşturulmaya çalışılan çatışmasızlık bölgesi aynı Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi doğru bir karardır. Ancak abartılmaktaydı. Çünkü İdlib operasyonu Rusya’nın bir planıydı. Sınırlarımızda haritaların yeniden çizilmesini hedefleyen, bunu yapmak için otuz yılı aşan bir süreden beri Türkiye’yi tehdit eden terör örgütü ile iş tutan ABD’den stratejik olanı bir yana sıradan bir müttefik bile olmazdı. Ayrıca haklarında 15 Temmuz gibi bir felaketin yaşanmasına sebep oldukları iddiasıyla tutuklama kararı bulunanların iadesi ile ilgili kulağının üstüne yatmaya devam eden ABD’nin bu tavrı düşmanlık gösterisinden başka bir şey sayılmazdı. ABD daha da küstahlaşıp, Türklere vize verilmemesi kararını Büyükelçi John Bass’ın değil, bizzat ABD yönetiminin olduğunu açıklamıştı. Konsoloslukta çalışan bir kişinin tutuklanmasına karşı vizelerin askıya alınması kararı, bu kişinin 15 Temmuz sürecinde önemli görevler yaptığının bir kanıtıydı ve ABD’nin suçluluk telaşıydı…

Bunun yanında Irak’ta yapılan referandumun oldubittiye getirilmesi sürecinde her zamanki duyarsız tavrını gösteren ABD’nin uygulamaları da, politikaları da, bu bölgeye Afganistan’da olduğu gibi kalıcı olarak yerleşmek hesaplıydı. Çin ve Rusya’yı engellemek adına Yakındoğu üzerinde oluşturmaya çalıştığı hegemonyasını güçlü kılmak için Ortadoğu üzerinden bu bölgeyi tamamen kuşatmaktı. ABD’nin PYD’ye verdiği silah desteğinin amacı DAEŞ’e karşı mücadele etmek olmadığı açıktı. Kantonların birleştirilmesi ile Irak’ın kuzeyinin yakın gelecekte bütünleşmesi hedefinin BOP ile belirlenmiş bir yol haritası olduğu ortadaydı. Ankara, Tahran ve Moskova’nın Astana görüşmeleri üzerinden yakınlaşması sonrası, bu üç ülkenin ABD’nin yol haritasının önüne bir set koyma planı bölgedeki dengelerin ABD aleyhine bozulma ihtimalini ortaya çıkardı. İşte vize şantajıyla tansiyonun yükselmesinin başlıca sebebi aslında bu adımdır.[1]

İdlib operasyonu abartılmamalıydı!

Medya Türkiye’nin Fırat Kalkanı’na benzer bir operasyonla İdlib’e gireceği yönünde bir hava oluşturmaktaydı. Öyle ki MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “Kerkük 82, Musul 83” diye başlattığı sıralamayı “İdlib 84, Afrin 85” diye sürdürenler bile çıkmıştı. Oysa İdlib konusunda durum çok farklıydı. Hatırlayınız:

– Fırat Kalkanı operasyonu, planları Genelkurmay Karargâhı’nda MİT ile birlikte planlanan, Dışişleri Bakanlığı’nın ABD ve Rusya ile eşgüdüm sağlamasıyla, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurları ile birlikte icra edilen bir operasyondu. İdlib operasyonu ise Rusya, İran, Suriye ve Türkiye’nin Astana’da vardığı mutabakatın devamıydı ve İdlib operasyonu, Esad yönetimi ile uluslararası toplumun ‘terörist unsur’ olarak görmediği isyancı silahlı grupların Astana’da vardığı çatışmasızlık mutabakatına uyulup uyulmadığını gözetlemek için tasarlanan üç operasyondan birisi olmaktaydı.

– Operasyonların ilki Suriye’nin güneydoğu sınırında, ikincisi güneybatısında başlamıştı. Rusya doğuyu İran ve Ürdün’le, batıyı Mısır’la kontrole almıştı. İdlib operasyonu da Suriye’nin kuzeybatısında yine Esad rejimi ile isyancı silahlı gruplar arasında varılan ateşkesin gözetlenmesi, ihlallerin raporlanması için icra edilecek bir operasyon kapsamındaydı. İdlib’in kuzey hattında kurulacak 14 gözetleme noktasından TSK (500 askerle), güney hattında kurulacak gözetleme noktalarından da Rusya, ateşkese uyulup uyulmadığını gözetlemeye başlayacaktı. TSK’nın bazı gözetleme noktaları, YPG’nin kontrolündeki Afrin’in güneyinde bulunacaktı. Bu da YPG’nin Akdeniz’e koridor açma arzusuna karşı TSK’ya önemli bir taktik üstünlük sağlayacaktı. Ancak, YPG’nin söz konusu hatta yönelmesine Rusya da, Esad da karşı çıkmaktaydı.

– İdlib operasyonunu diğer iki operasyondan farklı kılan faktör, gözetlenecek bölgede“terörist unsur” bulunmasıydı. Astana zirvesinde alınan kararları “Suriye devrimine ihanet”sayarak El Nusra, Ahrar’uş Şam gibi örgütlerden kopan ve rejim ile ateşkesi kabul edenlere savaş ilan eden silahlı grupların oluşturduğu “Heyet Tahrir El Şam-HTŞ” örgütü bunlardandı. HTŞ, Astana’daki son toplantıdan sonra Suriye’nin Hatay sınırında ve İdlib’de büyük ölçüde kontrolü ele geçirmiş durumdaydı. Bu yüzden, TSK’nın “ateşkes gözetleme” noktalarını tespiti ve bu noktalara intikali “güvenlik açısından riskli” bulunmaktaydı. Bu nedenle de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve bölgedeki “terörist olmayan” diğer grupların HTŞ’yi bertaraf etmesi için ayrı bir güvenlik ve asayiş operasyonu başlatılmıştı. Bu operasyona Türkiye karadan top atışlarıyla, Rusya havadan bombardımanlarla destek sağlamıştı.

HTŞ’nin bertaraf edilmesi sürecine ABD de destek çıkmaktaydı. ABD ile Rusya arasında bu konuda bir mutabakat vardı. Dolayısıyla Türkiye’nin İdlib’e asker göndermesine ABD de aslında sıcak bakmakta ama, kontrol dışına çıkmasın diye ters tavır takınmaktaydı. Özetle İdlib operasyonu. Rusya’nın orkestra şefliğinde yapılmaktaydı. Yani Türkiye’nin savaşa falan gittiği yoktu. İdlib operasyonu; Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği gibi bir “barış operasyonu” ve Esad ile Rusya’nın mutabakatıyla yürütülüyordu. Fırat Kalkanı’nı sınır ihlali gerekçesiyle BM’ye şikâyet eden Esad’ın İdlib’deki TSK unsurlarına sessiz kalması dikkatlerden kaçmamıştı.”[2]

Canlı yayında Doğu Perinçek’e açıkça:

“Türkiye’nin en az oy alan partisini; Rusya, Suriye ve İran resmi heyetle görüşmeyi kabul edecek kadar neden dikkate alıyordu? Sizin bu gücünüz nereden kaynaklanıyordu? Türkiye’nin geleceğinde Vatan Partisi’nin olduğunu onlar görüyor ve Türkiye ile arayı düzeltmek istiyorlarsa, bunu yapmak için neden Türkiye’de en az oy alan bir partinin liderini aracı kılıyordu? Putin’in, “Türkiye’de biz Kemalistleri yönetimde görmek istiyoruz” sözleri bütün bu ilişkileri açıklamaya yetiyor muydu? Halkta karşılığı yoksa Vatan Partisinin gücü nereden çıkıyordu?” sorularını yönelten ve bunaltan Kübra Par bir türlü doğru ve doyurucu yanıtlar alamıyordu.

Abdurrahman Dilipak’la Soner Yalçın’ı ve Doğu Perinçek’i “Erdoğan’ı savunma” hattında buluşturan sebepler (veya merkezler) ne olaydı?

Bay Dilipak şöyle uyarmaktaydı:

“Senaryo netleşiyor. Türkiye’yi, diktatörlük, soygun ve teröre destek vermekle, kara para cenneti olmakla suçlayacaklar. Libya’da savcılık, büyük çoğunluğu Türkiye ve Katar’da bulunduğu ileri sürülen 826 kişi hakkında tutuklama kararı verdi. Bunların arkası gelecek. Bu başlık altında oluşturulan 5000 sayfalık dosya 5 yıldır masalarında bekliyor. Yurtiçi ve yurtdışından telefon kayıtları, videolar, hacklenen e-mail dosyaları, server’ler… Sadece AKP, bazı bakanlıklar ve resmi kurumlar yok bu dosyalarda, bazı şirketler, patronlar, gazeteciler, bürokratlar, STK’lar, herkes var… Aha bunu bir kenara not edin, 15 Temmuz’un 2. Dalgası böyle geliyor. Siz belediye başkanları, il ilçe başkanları ile uğraşadurun… Tabii, bu arada bölgede ABD’nin çarkına çomak sokan herkes, Erdoğan’ın, AKP’nin işbirlikçisi, tetikçisi çıkacak. Onlardan para ve uçkur peşinde olanların kasetleri ortaya dökülecek, paracıklarına el koyacaklar…”[3]

Bay Soner Yalçın ise şöyle yakınmaktaydı:

“Erdoğan nefreti gözünü kararttığı için değişen bölgesel dengeler, yeni ittifaklar üzerine siyaset üretmek istemeyenler aldanmaktadır. Evet, Erdoğan’ın dış politikası büyük hataydı. Türkiye’ye büyük zararı oldu. Ama bugün realite Erdoğan’ı; Rusya, İran, Suriye ile aynı masaya oturtuyor. Bu masaya gözümüzü kapatabilir miyiz? Bu dış politik gelişmeyi görmezden gelip aynı sözleri-yazıları tekrarlamayı mı sürdürmek lazım? Bozanlar bozduğunu toparlamaya çalışıyorsa aynı sözleri tekrarlamanın kime yararı var? “Hangi nedenle olursa olsun” bugün emperyalizm ile Erdoğan karşı karşıya geliyor ise, bu politik gelişme suskunlukla karşılanabilir mi? Erdoğan, İran, Rusya ve Suriye ile yan yana geliyorsa bu konuda suskun kalınabilir mi? Keza… “Erdoğan gitsin” diye ABD’nin vize ambargosuna sevinilebilinir mi? Yapmayınız. Bu ruh çöküntüsü, insanın kendine ihanetidir… Erdoğan bizim haklı çıktığımız yere/yanımıza geldi ise, biz bulunduğumuz yerden niye “aman yan yana görünmeyelim” diye utanıp kaçalım? Bu kendine güvensizliktir.”[4]

Dilipak’ın diğer küstahlığı!

Abdurrahman Dilipak 17 Ekim 2017 tarihli Yeni Akit’te “Bu işler böyledir!”başlığı altında:

“Yıllar önce Erbakan’ın vefatından önce, mal varlığını çocukları arasında taksim etmesini, davaya ait fonu da oluşturulacak bir mütevelliye devredilmesini yazmıştım… Ve sonuç, Erbakan’ın vefatının yıldönümünde, ailesi ve Saadet Partisi bile maalesef bir araya gelemedi. Kardeşi, oğlu, gelini, damadı, kızı nerede duruyor? Selametköy arazisi ne oldu mesela? Milli Görüş, Adil Düzen İslam dünyasını bir araya getirecekti, gelinen noktada aile bile bir araya gelemedi. Ne oldu da bu işler bu noktaya geldi?.. (Biz) SP’yi eleştirirken, AKP’liler; içinden doğup geldikleri bu hareketin vardığı noktaya bakıp, kendilerine çekidüzen vermeliler. SP’nin başına gelenler, AKP’nin de başına gelebilir… Bugün Milli Görüşçüler için söylediklerimi, yarın iş işten geçtikten sonra AKP’liler için söylemek istemem…” şeklinde üstatlık taslarken küstahlaşmıştı. Çünkü Dilipak’ın kendi aklınca dalga geçmeye çalıştığı Kur’an kaynaklı Adil Düzen’i de, İslam Birliği’ni de emreden Cenabı Allah’tı. Erbakan sadece Hakka tercümanlık yapmıştı. Ve hamdolsun ki, şimdiki ucuz ve uyuz kahramanlar gibi AB hayranlığı, ABD hizmetkârlığı ve BİP eşbaşkanlığı yapmamıştı.

Bay Dilipak’ın güya AKP’ye, kötü akıbetinden koruyacak uyarılar yapmak bahanesiyle,İbretlik örnek diye Erbakan Rahmetliyi ve Milli Görüş partilerini misal vermesi, tam bir şeytani şarlatanlıktı. Her şeyden önce Erbakan Hoca ülkemizde, İslam aleminde hatta yeryüzünde insanlara Batılın ve barbarlığın temsilcisi olan Siyonizm’i, ve alternatifi olanAdil Düzen’i tanıtmayı ve Müslümanları diriltip-cesaretlendirip şuurlandırmayı başarmıştı. Yahudi Lobileriyle, sizin itirafınızla bir Dış Proje olan AKP’nin irtibatını sağlayan akıl hocalarından birisi olarak şahsınızın da, Sn. Erdoğan’ın da en şerefli başarınız, Erbakan’a ve Haklı davasına hıyanet karşılığı iktidara taşınmanızdı. Yani Milli Görüş öyle bir davaydı ki, Ona hıyanet bile, Siyonist odaklar nezdinde sizlere neler kazandırmıştı… O saydığınız ve Erbakan’ın yanlışlıkları gibi takdime çalıştığınız bazı durumlar ve sorular bile, Muhterem dayınız Hasan Aksay gibi Zevatın ve zatınız gibi zerzevatın fırsatçı ve istismarcı tavırlarınızın sonuçlarıydı. Acaba, Milli Görüş partilerinin bütün hataları toplansa, AKP’nin bir günlük talan ve tahribatlarına ulaşır mıydı? Haçlı Batının dümen suyunda, savaş gemileriyle ve İzmir Çiğli üssüyle Libya saldırısına fiilen destek çıkıp on binlerce masum Müslümanın katline ortak olmanızın günahı… Ve ayakkabı kutularında-buzdolaplarında saklanıp yabancı bankalara yatırılan on milyarlarca dolarlık vurgunların hesabı, hem de çok yakında sorulacağı zaman, bakalım hangi deliğe saklanılacaktı ve kimler sahip çıkacaktı?

‘Erdoğan’a yakın 283 kişinin ABD’ye girişi yasaklanır mıydı?”

Gazeteci Nevzat Çiçek, CNN Türk’te katıldığı yayında Ankara-Washington arasında yaşanan krize ilişkin yaptığı değerlendirmede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın olan 283 kişinin ABD’ye girişinin yasaklanabileceğini açıklamıştı.[5]

ABD’li yazar Michael Rubin: “Erdoğan artık yolun sonuna geldi” diyecek kadar küstahlaşmıştı!

ABD’li neo-con yazar Michael Rubin, sosyal medya hesabından Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı hedef almış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında Türkçe mesajlar paylaşmıştı. Rubin; “Recep T. Erdoğan, artık yolun sonuna gelmiştir. Erdoğan yolsuzluklar yapmasaydı ve cehalet içinde olmasaydı, insanlar kendisine hakaret etmezlerdi” Fetullah Gülen de 2013’e kadar Erdoğan’ı destekledi. Erdoğan herkesi kandırdığını düşünmektedir. Acaba Erdoğan, Katar parasıyla ödeme yapamadığı zaman gerçekte kaç kişi kendisini izleyecektir? Acaba Erdoğan, çaldığı paralarını nerelerde sakladığını bilmediğimizi mi zannetmektedir?”[6] sözleriyle neye dayanarak şantaj yapmaktaydı?  

ABD’nin Türkiye’de İç Savaş Çıkarma Hazırlığı!

Meşhur Ziverbey köşkünde işkence iddialarıyla anılan bir dönemin en etkili MİT yöneticisi Hiram Abbas’ın öldürülmesi olayından yola çıkarak bir dönemi anlatan bir kitapta; Amasya özelinde bir noktaya dikkat çekiliyordu. Dönemin Amasya Belediye Başkanı CHP’li Gündüz Türem, CHP’li İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’i arayıp ilinde dolaşan ABD’li ile ilgili şunları söylüyordu: “ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinde 2. kâtip olduğunu söyleyen ABD’li Alexander Peck isimli kişi ilginç sorular sordu bana: ‘Amasya’da alevi-sünni oranı nedir? Burada sağcı mı vardır daha çok solcu mu? Buradaki çatışmalar daha çok mezhepsel sebeplerle mi çıkıyor, etnik mi ideolojik mi?’ Benzer soruları Çorum’da da sormuş” Bakan ise Amasya Valisini arayarak, ABD’li yetkilinin kibarca göz hapsine alınmasını istiyordu. Ama göz hapsine alan vali bir süre sonra merkeze çekiliyor ve bir daha hiçbir ilde görev yapamıyordu!

Biliyorsunuz İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, ABD İstanbul Başkonsolosluğu çalışanı N.M.C.’nin eşi ve oğlu FETÖ örgütüne mensup olduğu iddiasıyla Amasya’da yakalanmış ve gözaltı kararı gereği İstanbul’a yollanmıştı. Terör örgütünde yönetici konumunda oldukları iddia edilen bu kişilerin eşi ve babası olan elçilik görevlisi N.M.C. de ifade için savcılığa çağrılmış ve ABD Büyükelçiliği bu olaydan sonra Türkiye’deki vize işlemlerini askıya aldığını açıklamıştı. Müttefik konumundaki 2 ülke arasında vize restleşmesine sebep olacak kadar önemli(!) görülen bu konu akıllara başka soruları hatırlatmıştı.

Neden acaba, ABD büyükelçilik çalışanları her dönem Amasya’ya özel bir önem gösteriyor ve düzenli olarak burayı ziyaret ediyorlardı? Türkiye’den ayrılmaya hazırlanan Büyükelçi Bass’ın da Amasya-Çorum-Artvin çevresine ilgisi nereden kaynaklıydı? ABD büyükelçiliği çalışanı N.M.C.’nin FETÖ’de yönetici konumundaki (abla konumunda) eşi ve oğlunun da Amasya’da yakalanması nasıl okunmalıydı? ABD’li diplomatların ve FETÖ terör örgütü mensuplarının ve yöneticilerinin Amasya merakının altında ne yatmaktaydı?

Anadolu tarihinin en büyük Alevi-Sünni isyanı olarak kabul edilen Babai İsyanının Amasya ve çevresinde yaşandığını hatırlarsak, Türkiye’de yeni bir çatışma arzulayanların tarihsel çatışma coğrafyasına böylesine yakın alakasından şüphe duyanlar haksız mıydı? Son olarak; Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış unsurların ilgilendiği bölgelerin, bu unsurların bugünkü yerli işbirlikçisi FETÖ’nün elemanlarının Amasya’da yakalanması arasındaki ilişki araştırılmaya değer bulunmaz mıydı? sorularının doğru yanıtları bizi önemli bulgulara taşıyacaktı.

İki Dünya Savaşını bilen Mason Üstadın 3. Dünya Savaşı kehaneti bir Siyonist planı olmasındı!?

Albert Pike adlı mason üstadının 1871’de yazmış olduğu gizemli bir mektup, dünya savaşları hakkında sıra dışı kehanetler içeriyordu. Aslında mektup kehanetin de ötesinde dünya savaşlarının planı gibi duruyordu. İlluminati Üyesi Olan Mason Albert Pike bu mektubunda birinci ve ikinci dünya savaşını planlıyor ve dedikleri yıllar sonra aynen oluyordu. Her iki planlı kehaneti de gerçekleşen Albert Pike olay mektubunda 3. dünya savaşı için de kehanette bulunmuşlardı.

Olay kehanet mektubundan önce sizlere Albert Pike’nin kim olduğunu hatırlatalım. Albert Pike 1850’li yıllarda Masonluk şebekesine katılmıştı. Büyük fayda ve yararlılıklar göstermiş olacak ki, bundan tam 9 sene sonra 1859 yılında Albert Pike Mason Üstadı yapılmıştı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı devirlerinde Albert Pike de orduya katılmış, Meksika-Amerika Savaşı sırasında orduda uzun süre görev yapmış ve 22 Kasım 1861 tarihinde generalliğe çıkmıştı. Albert Pike’nin Ku Klux Klan üyesi olduğu da konuşulmaktaydı. Pike, 1891 yılında 81 yaşındayken özofagos darlığı denen rahatsızlık sebebiyle hayatını kaybetti. Bütün hayatı boyunca şairlik ve yazarlığa da merak salan Pike’nin birkaç eseri bulunmaktadır. Şiir kitaplarının yanı sıra Masonluk hakkında yazdığı Morals and Dogma adlı kitap, en ünlü eseri sayılmaktaydı. Albert Pike 1871 yılında kendisi gibi Mason üstadı olan Giuseppe Mazzini’ye bir mektup yazmıştı. Bu ‘kehanet’ mektubu 1950’li yıllarda William Guy Car adlı eski bir İngiliz istihbarat subayı tarafından British Museum’da bulunacaktı. William Guy Car bu mektubu Quoted in Satan: Prince of This World adlı eserinde yayınlarken mektubun içeriği herkesi şaşkınlığa uğratmıştı.

Albert Pike’nin yazdığı mektup dünya savaşlarıyla alakalıydı. Henüz gerçekleşmeden bazı savaşların çıkacağını vurgulamış, dahası bunların sebeplerini ve tarihlerini bile yazmıştı. Albert Pike’nin kehanet mektubunda aynen şunlar yazılıydı:

-İlluminati’nin amacına ulaşması için öncelikle bir dünya savaşı çıkarmalıyız. Bu sebeple Rusya’da Çar’ı (Çarlığı) zayıflatıp, ateizmi ve Komünizmi hâkim kılmalıyız.

Birinci Dünya Savaşı planı

-Ajanlarımız vasıtasıyla Britanya İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu arasında gerginliği körükleyerek savaşa zemin hazırlamalıyız. Ve I. Dünya Savaşı sonrası, Komünist düzeni iyice inşa etmeliyiz ki, tüm hükûmetleri yıkabilelim ve tüm dini düzenleri zayıflatabilelim.

2. Dünya Savaşı

-Ardından II. Dünya Savaşı’nı çıkarmalıyız ve bunu gerçekleştirmemiz için; Faşistler ve Komünistler arasında savaşla sonuçlanacak bir gerginlik oluşturmalıyız. İsimleri Nazi olacak olan Faşistleri, savaş sonunda yok etmeli ve savaş sonrası Filistin’de İsrail devletini kurmalıyız. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Uluslararası Komünizmi mutlaka Hristiyanlığı dengeleyecek bir güce ulaştırmalıyız. Toplumlara ölçülü bir şekilde Son Çöküşüyaşatacağımız zamana kadar bu denge bizim için çok lazımdır.

-Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkarmamız için; İslam Aleminin liderleri ve Siyonistler arasındaki ajanlarımız vasıtasıyla, ayrı düştükleri konular üzerinden gerginlik çıkarmalıyız. Ve bu savaş, Müslüman Arap Dünyası ve İsrail Devleti’nin birbirlerini yok edecekleri şekilde programlanmalıdır. Bu hengâme içinde diğer milletleri bu konuda, fiziksel, ahlaki, ruhsal ve ekonomik olarak çökmeleri için mücadeleye zorlamalıyız. Nihilistlerin ve Ateistlerin önlerini açmalıyız ve müthiş bir sosyal çöküş provoke etmeliyiz ki böylece bu kanlı kargaşa ve vahşetin doğurduğu korku içinde mutlak ateizmin ve dinsizlik düzeninin etkisi ortaya çıksın.

Artık yandaş yalakalar bile şu gerçeğin farkındaydı!

ABD, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’yi elden kaçırdı. İngiltere de bunu fırsata çevirmeye başladı. Ve ilişkileri olabildiğince yukarı taşıdı. Türkiye, İngiltere ile yakınlaşırken Katar’la da ilişkilerini zirveye çıkardı. Tabii bu durum, Amerika Birleşik Devletleri için büyük riski barındırmaktaydı. Barzani olayı ile iyice belli oldu ki Türkiye’nin yaşayacağı son sorun KürtKartıydı. Pentagon, İngiltere’yi güçsüz bırakmak için Türkiye’nin üstüne gitmeye başladı; Türkiye içindeki ve dışındaki Kürtler’i kışkırtarak bunu yaptı. Evet! 15 Temmuz darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı; ancak Pentagon, Kürt oyununu bir kez daha sahaya sürmekten sakınmadı. Barzani ile tarihinin en yakın dönemini yaşayan Türkiye, bir anda sınırda Barzani düşmanlığına uyandı. Barzani’yi yok etmek Türkiye için birkaç saatlik iş sayılırdı. Ancak ok yaydan çıkmıştı ve Kürtler, devlet hayaliyle yaşamaya başlamıştı. Bu hayalin sonu ya büyük mutluluk getirecek ya da büyük yıkım olacaktı. ‘Pentagon kontrollü Kaos’ ya da ‘Pentagon kontrollü iç savaş’ yöntemi, Kürtler üzerinden devreye sokulmuş durumdaydı. Filmin fragmanı piyasaya yeni çıkmıştı, eğer fragman yeterli ilgiyi görürse film büyük bir gişe yapacaktı. Türkiye, İran, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de büyük bir Kürt devleti ile sonuçlanırdı. Ancak Türkiye’nin içinde olmadığı bir planı kimse uygulayamazdı. Kontrollü kaosun planlanan şekilde başarılı olmaması halinde, burada en büyük acıyı Kürtler yaşayacaktı. Evleri, kentleri, vatanları dahil her şeylerini kaybetmiş olacaklardı. Milyonlarca kayıp verecek Kürtlerin kalanı, Afrika ülkelerine sığınmak zorunda kalacaktı.

Pentagon’un Yeni Dünya Düzeni, Ortadoğu merkezli yayılacaktı. Bu geçmişte de böyleydi ama yönetmenliği İngiltere tarafından yapılıyordu. Şimdi yönetmen koltuğuna elinde silahı olan Pentagon oturmak istiyordu. Pentagon, Ortadoğu, Afrika, Asya’da üç, Avrupa’da ise iki ‘Beşgen’ bina inşasına başlamıştı. Washington merkezli Pentagon’u dışarıya taşıyacaklardı. Ortadoğu’da inşa edeceği bina ise bugün Kuzey Suriye ile Kuzey Irak sınırında yer alan Rabia kentinde olacaktı. Rabia’daki Türkmenler soykırım tehdidiyle bölgeden çıkarılmış, yerine Kürtler taşınmıştı. Ve bizim kahraman iktidarımızdan tıs çıkmamıştı.

Aslında Barzani’yi harekete geçiren Mattis oldu! Ağustos ayının sonu gibi oradaydı… Ve 13 özel anlaşma yapıldı…

• 28’i Süleymaniye’de, 20’si Erbil, 13’ü Duhok’ta olmak üzere yeni açılanlarla birlikte Kuzey Irak’taki petrol kuyusu 79’a çıktı. Hepsinin anlaşması, Pentagon’un belirleyeceği şirketlere aktarılacaktı.

• Eski petrol boru hatlarının dışında yeni 6 hat daha Amerikan şirketleri tarafından yapılacaktı.

• Lockheed Martin, Erbil’in dışına silah fabrikası kuracaktı.

• Kuzey Irak sınırları içinde yer alacak bankaları da Washington belirlemiş olacaktı.

• Kuzey Irak’ta doların dışında hiçbir para birimi kullanılmayacaktı.

• Kuzey Irak sınırları içinde yaşayanlara, ‘Süresiz Amerikan Vizesi’ ve Pasaportsağlanacaktı.

• Barzani ve ekibinin komşularıyla yapacağı görüşmelerde, gözlemci sıfatı ile Amerikalı büyükelçi de bulunacaktı.

• Barzani tarafından kurulacak gizli istihbarat teşkilatı CIA ile ortak çalışacaktı.

• Amerikan askerleri ve özel güvenlik birimleri, Kuzey Irak sınır hatlarından sorumlu olacaktı.

• Erbil’de yan yana çok büyük camii, kilise ve sinagog inşaatları başlatılacaktı.

• Barzani’nin ordusu, Amerikan askerleri tarafından eğitilip donatılacaktı.

• 2 önemli Amerikan üniversitesi, Erbil’de açılacaktı.

• İngilizce eğitim zorunlu tutulacaktı.

Bir de NASA, Erbil’de gözlem merkezi kuracaktı. Yani artık komşumuz resmen Amerika’ydı… Barzani de son Amerikalıydı…” Velhasıl büyük hesaplaşma kaçınılmazdı.

Halâ, Yahudi Lobilerinin temsilcisi ve medya tetikçisi gibi, Sn. Erdoğan’a tavsiye (kılıflı tehditler) eden Fehmi Koru şunları yazmaktaydı:

“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Vizeleri askıya alma işi büyükelçi John Bass’ın başının altından çıktı” tespitine, “Hayır öyle değil, dışişleri, ulusal güvenlik ve Beyaz Saray birlikte karar verdi” cevabını aldığımız Heather Nauert, gazetecilere şunu söyledi“Kesinlikle gerilimin düşmesinden yanayız. Sakinleşmeyi umut ediyoruz. Diyalog içinde olalım istiyoruz. Ancak aynı zamanda Türkiye’nin devam eden soruşturmalarda ABD ile işbirliği yapmak isteyip istemediğine ilişkin kaygılarımız var. Umarım bir NATO üyesi olan Türkiye güvenlik alanında aramıza mesafe koymaya çalışmıyordur.”

Belli ki, ABD tarafı, bizde cumhurbaşkanı düzeyinde dile getirilen görüşlere dışişleri bakanlığının sözcüsü aracılığıyla açıklama getirmeyi kararlaştırmış. Mütekabiliyete hiç de uygun olmayan bir tavır bu. (Yani Cumhurbaşkanını küçümsemeye kalkışmış)… ABD, krizi sürdürmekten yana taraf olarak görünmek istemiyor ve Washington’dan yapılan her yeni açıklama Türkiye’nin niyetleriyle ilgili yeni bir kuşkuyu içinde barındırıyor. Son kuşkuyu herhalde not ettiniz:Türkiye’nin NATO üyesi olmasına rağmen güvenlik alanında ABD ile arasına mesafe koyduğu kuşkusu…

Eksen kayması

Türkiye o mesafeyi hayli zaman önce koydu, şimdi de koruyor. Ülkemiz Rusya ve İran’la birlikte hareket ediyor, Suriye ile de arayı düzeltme niyetinde olduğunu belli ediyor; hemen hepsi NATO üyesi olan Batı ülkelerinin uyguladığı silah ambargosunu alternatif kaynaklara başvurarak aşmaya çalışıyor… Türkiye’nin NATO’yla bağlılığı da pamuk ipliğiyle; ara ara “Rusya öncülüğündeki Şanghay Beşlisi içerisinde yer alsak daha mı iyi?” sorusu eşliğinde bir tartışma da yürütülüyor. Bir zamanlar “Yoksa eksen mi değişiyor?” kuşkusu dillendiriliyordu, şimdi nedense bu sorunun kapağı açılmadan eksende değişiklik yaşanıyor.

Acaba; Türkiye mi eksenini farklı yöne doğru çevirmeyi arzuluyor, yoksa Türkiye’yi dışına itme çabasına giren Batı mı? İşte hayati -ve tarihi- önemde bir soru budur. En önemli sebep, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Ortadoğu bölgesi; daha doğrusu ABD’nin üzerine titizlendiği İsrail’in güvenlik mülahazaları… O konuda gelinen nokta başlangıçtan hayli farklı; İsrail’i çevresiyle barışmaya zorlayarak dengeleri oluşturmak hedefleniyordu, sonunda Netahyahu‘nun savunageldiği İsrail’i tehdit eden liderlerin yerlerinden edilmeleri ve ülkelerin güçlerini kaybetmeleri projesi benimsendi… SaddamKaddafiMursi gitti; Libya, Irak ve Suriye eski güçlerini kaybetti (Mısır ve Ürdün İsrail’le anlaşmalı). İran ise, o projenin doğrudan hedefi olmaktan ‘nükleer anlaşma’ ile kendisini kurtardı; ancak Trump’la birlikte İran yeniden hedef yapıldı. Bir zamanlar ABD ile birlikte ‘süpergü璠iken bu konumunu ve bağlı ülkelerini kaybetmiş olan Rusya, değişim sarsıntılarından yararlanarak Ortadoğu’da yeniden bayrak sallayacağı bir duruma gelme gayretinde, kısmi başarılar da kazandı.

Ya Türkiye? Ülkemiz, son 15 yılın önemli bir bölümünde, (AKP ve Erdoğan döneminde) içerisinde yer aldığı bölgeye ‘örnek’ veya ‘model’ teşkil etmeyi amaçlamış ve dönüşümü ABD ile birlikte gerçekleştirmenin adımlarını da atmıştı. Ama şimdi; önce ‘örnek’ veya ‘model’ olma iddiasını, sonra da ABD ile birlikte hareket etme niyetini terk etmiş görünüyor. Peki, iyi bir şey mi bu? Üzerinde düşünülmüş… Artılar ve eksiler değerlendirilerek karara varılmış… Daha gevşek ittifaklarla devam edilebileceği düşüncesi hakim geldiği için bu yola girilmişse… Sonucu iyi olabilir elbette. Amaa, fark ettirilmeden bu yola itilmişse… İşte o kötü…!?

ABD’nin ‘vize işlemlerini askıya alma’ yaptırımı o kötü niyetin dışa vurumuna benziyor. Orantısız bir yaptırım bu. Karara Türkiye’nin verdiği tepki ise, ittifak ilişkilerinin kopmasını göze almayı da içeren başka bir kararlılığın dışa vurumudur…

Türkiye’nin bugünlerde yaşadıkları 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı sorunlara fena halde benziyor. Dünya sistemi o zamana kadar Avrupalı bir devlet muamelesi gören Osmanlı’yı dışlamaya karar verdiğinde, yönetimde yer alan İttihatçılar bunun farkına varamadı ve birbiri ardına yanlış tercihlerde bulundu. Sonrasını biliyoruz. Arkasında böylesine vahim sonuçlara yol açmış bir tarihi deneyim bulunan bir ülkenin, bugün, (ABD Dış İşleri Bakanlık Sözcüsü) Heather Hanım’ın yaptığı türden açıklamalar eşliğinde önüne sürülen tuzaklara düşmemesi gerekir.”[7]

Evet Fehmi Koru açıkça Erdoğan’a: “Eğer ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin güdümünden çıkar, yeni oluşumlara kalkışırsanız, sonunuz Osmanlı gibi olacaktır!”uyarısında bulunmaktaydı. Yanlış anlamayın, bu uyarılar, Rusya ve İran’a yaklaşıldığı için değil, İslam Birliği ve D-8 girişimi gibi Erbakan’ın projelerine sahip çıkmaması için yapılmıştı…

 


[1] mustafakaya@milligazete.com

[2] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/deniz-zeyrek/idlib-gercekleri-40608790

[3] 13 10 2017 / Yeni Akit

[4] 13 10 2017 / odatv

[5] 12 10 2017

[6] Kaynak: https://tr.sputniknews.com/abd/201703241027790334

[7] 13.10.2017 – Fehmi Koru’nun Günlüğü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/ocak-2018/idlib-harekati-ve-muhteli

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi