ADALET DÜZENİ VE SİSTEM ÜRETİMİ
(Not: Ahmet Akgül Hocamızın Kırgızistan-Bişkek Konferans Notlarından Çıkarılmıştır)
İslam: Farklı din ve düşünceden, ayrı kültür ve kökenden bütün insanların birlikte ve barış içerisinde yaşama şartlarıdır; karşılıklı hak ve hürriyetlere saygı amaçlıdır. İnsan imtihan için yaratılmıştır ve dünya bir imtihan ve olgunlaşma sahasıdır. Bu imtihanın programı Kuran-ı Azimüşşan, ders Hocası Hz. Peygamber Aleyhisselamdır. Bu imtihanı kazanmanın çok önemli ve gerekli bir şartı da ülkemizde ve yeryüzünde Adil Bir Düzen kurmaya çalışmak, yani aklın ve İslamın emrettiği huzur ve onur ortamını farklı din ve düşünceden, ayrı köken ve kültürden bütün insanlara sağlamaktır. Bunun da iki ayağı vardır: 1- Bağımsız ve adil bir devlet kurmaya ve korumaya çalışmak (cihat); 2- İlmi ve evrensel kurum ve kurallar oluşturmak (içtihat). İçtihat: Değişmeyen doğruları esas alarak, değişen şartlara ve gelişen ihtiyaçlara uygun İslami, insani ve ilmi çözümleri ortaya koyma çabasıdır. Cihat ise; bu ilmi programları uygulayacak imkân, iktidar ve fırsatları hazırlama çabasıdır.
Yeni ve Adil bir Düzen hazırlanırken bugünkü Batı Medeniyetince akıl ve araştırma sonucu ulaşılan, İslama ve insanlığa da uygun bulunan hukuki ve idari (siyasi) kural ve kurumlarından da yararlanılmıştır. Bu İslamdaki örf=hayırlı gelenekler ve yararlı adetler sınıfına sokulmaktadır. İmam-ı Azam, bazen örfü kıyastan üstün tutmaktadır.
öne çıkmaktadır:
Genel kanaat ve kanıtlar şu yöndedir ki;
Doğulu maneviyatçı, batılı maddeci ve menfaatçidir. Ama hem inançlı, hem de izanlı olmak gerekir.
Doğulu içten ve hasbi, batılı art niyetli ve hesabidir. Ama hem merhametli, hem de dikkatli olmak gerekir.
Doğulu duygularıyla ve metafizikle, batılı beş duyusuyla ve matematikle hareket etmektedir. Ama hem imanlı ve insaflı, hem de planlı ve itidalli olmak gerekir.
Doğulu vefalı ve fedakâr, batılı fırsatçı ve hilekâr bilinir. Ama hem yüreği yanık (şefkatli), hem de uyanık (ferasetli) olmak gerekir.
Doğulu tevekkül ehli, batılı tedbirlidir. Ama hem müdbir (tedbirli), hem mütevekkil (teslimiyetli, kanaat ehli ve geniş yürekli) olmak güzeldir.
Doğuya gönül ve ilham, batıya akıl ve felsefe hâkimdir. Ama hem vicdana dayanmak, hem de aklını kullanmak gerekir.
Doğuda din ve duygu, batıda bilim ve kurgu öndedir. Ama dinin değerleri, bilimin verileriyle yorumlanmalı ve yürütülmelidir.
Doğulu ölüm ötesine, batılı ölüm öncesine önem verir. Ama ahiret burada kazanılacaktır, dünya ahiretin mezrası ve mektebidir.
Doğulu sevgiye ve sadakate, batılı zevke ve hıyanete yöneliktir. Ama sadakat gösterirken, saflığa düşmemelidir.
Aşk deyince doğuda sevda, batıda şehvet hatıra gelir. Doğuda genellikle hikmet, batıda özellikle edebiyat üretilir. Ama hikmetsiz edebiyat gevezelik, edebiyatsız hikmet zevzekliktir.
Doğuya din ve maneviyat geldi. Ama yobazlık ve istismarla yozlaştırıldı. Batıdan laiklik ve demokrasi geldi. Ama dinsizlik ve ahlaksızlıkla yozlaştırıldı.
Doğudan hisler, sevgiler geldi. Ama hayalcilik ve hasetçilikle yozlaştırıldı. Batıdan düşünme ve akıl yürütme geldi. Ama şehvet ve şeytaniyetle (hile ve desise ile) yozlaştırıldı.
Doğudan edep ve hürmet geldi. Ama şuursuz gelenek ve ruhsuz görenekle yozlaştırıldı. Batıdan serbestlik ve medeni cesaret geldi. Ama haksızlık ve hayâsızlıkla yozlaştırıldı.
Doğulu kaba görünümlü ama insancıl, batılı kibar görünümlü ama barbardır. Hâlbuki hem insancıl, hem kibar olmaya çalışmalıdır.
Doğulu sencil, batılı bencildir. Ama doğrusu bizcil olmaktır. Yani farklı köken ve kültürden herkesi kendimizin bir azası, kendimizi de âlemlerin bir parçası görme olgunluğuna ulaşmalıdır. Kısaca yerli düşüncenin ve milli değerlerin çağdaş ve evrensel bir yorumcusu ve savunucusu konumuna ve şuuruna kavuşmalıdır.
Öyle ise, dindar olalım, ama yobazlaşmayalım! Demokrat olalım, ama soysuzlaşmayalım! Devletimize bağlı kalalım, ama ruhumuzu köleleştirip yozlaşmayalım!
Hikmet ve hakikat, İlim ve sanat, Hürriyet ve huzurlu hayat, bunların hepsi İnananların ve insanlığın kaybettikleri ortak malıdır. Nerde bulursak alalım, sahip çıkalım. Ama asla Hak yoldan sapmayalım, yalpalamayalım! Doğuya da Batıya da yanaşalım, anlaşalım… İnsani değerler ve milli dengeler çerçevesinde yüzleşelim, uzlaşalım. Danışalım, yardımlaşalım. Ama asla yalvarmayalım, yavşaklaşmayalım!
Demek ki İslami Medeniyetler iki temel dinamik-değer üzerine kurulup yükselmiş olmaktadır:
1- Cihat, 2- İçtihat,
Cihatsız içtihat, faydasız ilim kapsamındadır,
İçtihatsız (ilmi dayanaksız, plansız ve programsız) cihat ise:
a) Ya boş kuruntu ve oyalanmadır.
b) Ya istismar ve suiistimal amaçlıdır.
c) Yahut riyakârlık ve ucuz kahramanlıktır.
d) Ya da, baskı ve barbarlık aracıdır. (IŞİD, El-Kaide gibi)
“(Anlamadan ve ihtiyaçlarına cevap çıkaramadan) Okuyup tekrarlamak Kuran değildir. (Başka insanlara ve farklı dönemlere ait bilgi ve becerileri ezberleyip) Nakletmek ise ilim değildir. Kuran (dan o gün için ihtiyaç duyulan mana ve yorumları çıkarmak) bir hidayet meselesi, (gerçek ve geçerli) ilim ise, ancak özel bir dirayet, kabiliyet ve marifet işidir.[1]
Adil Düzen Projeleri, tek ve gerçek bilimsel hazırlıktır.
A- Bunun ilmi ve içtihadi alt yapısını Üstat S. Karagülle ve Akevler Ekibi hazırlamıştır.
B- Bu hazırlıkların gereksiz teferruatlarını ayıklayan, yetersiz yanlarını olgunlaştıran ve bunları parti programı haline sokup İslam dünyasına ve insanlığa tanıtan ise Erbakan Hocamızdır.
C- Adil Düzen projelerinin Geçiş Süreci şartlarını, Dış Politika esaslarını, seçimlere katılma ve hükümet oluşturma kurallarını da tamamlayıp, bütünlük arzeden bir kitap halinde insanımızın istifadesine sunmak ve İngilizce tercümesini 70 Devlet ve Hükümet başkanına ulaştırmak hizmeti de MİLLİ ÇÖZÜMe nasip olmaktadır.
Yeni Bir Düzen İhtiyacı
Dünya hayatı ve yaşam standartları, insanlık tarihi boyunca sürekli gelişmekte ve değişmektedir. İlim adamlarının ve araştırmacıların görevi: Değişmeyen doğruları esas alarak, değişen dünya şartlarına ve insanlığın sorunlarına uygun çözüm ve çareler üretmektir. İslam medeniyeti tarihine dikkatle bakınca şu gerçekler görülecektir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yeni ülkeler fethedilmiş, Arap olmayan başka kavimler İslama girmiş, Müslümanlar bir şehir ve site düzeni seviyesinden çıkıp dünya çapında büyük bir devlet haline gelmiş, haliyle yeni problemler zuhur etmiş ve bunların çözümü için de yeterli içtihatların yapılması gerekmiştir.
Selçuklular döneminde şartlar ve standartlar daha da geliştiği ve değiştiği için, haliyle siyasi ve ekonomik yönden yeni düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı döneminde de, hem toprak ve arazi sisteminde, hem vakıflar gibi sosyal hizmet kurumları statüsünde, hem yönetim ve siyaset biçiminde, hem de askeri ve ekonomi stratejisinde gerekli yenilik ve değişikliklerin yapılması için gayret gösterilmiştir.
Manevi rütbe, uhrevi sevap ve şeref dereceleri bakımından olsun ve yine takva ve teslimiyet ölçüleri açısından olsun, Ashab-ı Kiramın üstünlüğünü elbette kabul etmemiz ve onlara derin bir hürmet ve muhabbetle bağlılık göstermemiz mutlaka gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimizin başında bulunduğu ASR-I SAADET Üsvetün Hasenehdir. Yani; kendisine tabi olunacak, her derde derman aranacak ve her sorunun çözümüne dayanak ve kaynaklık yapacak en güzel ve temel örnek ve en mükemmel ve genel model niteliğindedir.
Ancak uygulanan sistemin genişlemesi ve gelişmesi açısından, Emevi ve Abbasi dönemi Asrı Saadetten, Selçuklu dönemi Abbasilerinden, Osmanlı dönemi ise Selçuklulardan daha da müesseseleşmiş, yeni kurumlar ve yeterli kurallar getirilmiştir. Ve şimdi bütün insanlığın ihtiyacına cevap verecek Adil Yeni Dünya Düzeninin de Osmanlı döneminden ve diğerlerinden çok daha gelişmiş ve sistemleşmiş olması tabiidir… Ve bu durum zaten İslâmın da hedefidir. Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin pek çok hadislerinde haber verdiği ve müjdelediği Mehdiyet ve medeniyet dönemi de bunu göstermektedir.
Ve maalesef, Müslümanları ve insanlığı yüzlerce yıl önceki şartlara ve o dönemler için hazırlanmış kalıplara uymaya zorlamak, nehirleri baş yukarı akıtmaya kalkışmak gibi bir divaneliktir.
1- Müspet (ispat edilmiş ve kesinleşmiş) ilmin verileri, 2- Binlerce tecrübenin meyveleri olan insanlık tarihinin birikimleri, 3- Aklıselimin ve vicdani kanaatlerin ortak ürünleri, 4- Ve, hayret ve hayranlık uyandıracak şekilde bütün bunlara uygunluğu görülen: Kuran-ı Kerimin açık hükümleri değişmeyen doğrular dır… Sünnet; Efendimizin hayat sisteminin ve stratejisinin esaslarıdır. Asr-ı Saadet ve Ashabın (ra) hayatı, İslâmı nasıl anlamamız, uygulamada neleri esas almamız ve problemleri çözmede hangi yöntemleri kullanmamız, hususunda kıyamete kadar örnek levhalarımızdır. İlim ve içtihat erbabının ve mezhep imamlarının mutlak doğrulara dayanarak ortaya koydukları prensipler ise, bizim genel düsturlarımızdır.
Dinde Zorlama Yoktur !..
Adil Düzenin, Müspet İlim, Aklıselim ve Tarihi Birikim… gibi temel kaynaklarından birisi olan Din de zorlama ve dayatmayı değil, özgür iradeyi ve gönül tercihini esas alır. Bu nedenle İslamın bazı özelliklerini hatırlamakta fayda vardır.
İslam dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir:
1. İman ve itikat esasları, 2. İbadet ve istikamet düsturları, 3. Ahlak ve muaşeret hususları, 4. Hayat ve Muamelat kanunları.
Muamelat (tabii hayat) konusu ise:
a) Hukuk ve adalet, b) İktisat ve ticaret, c) Hükümet ve siyaset, d) İlim, eğitim ve marifet, e) Sanayi ve zanaat, f) Dengeli ve güvenli sosyal hayat, prensiplerini içermektedir.
Yani İslâm; hem dindir, hem de Adil bir düzen öngörmektedir. Kuran ve sünnet bize itikat, ibadet ve muaşeret hususları yanında, Adil ve kâmil bir düzenin temel esaslarını da öğretmektedir. Ne var ki İman ve İbadet kısmı özeldir, samimiyetle inananlar için geçerlidir. Ama düzen kısmı evrenseldir ve herkes için gereklidir. Ayrıca dinde zorlama yok, ama düzende zorlama vardır.
Şimdi İslâmda hangi hususlarda zorlama (mecbur tutma) yoktur ve yine hangi durumlarda mecburiyet ve müeyyide vardır? konusunu biraz daha açalım:
A– İnsanları imana çağırmak hususunda tebliğ ve ikna vardır, ama zorlama ve mecbur tutma yoktur ve yanlıştır. (Ey Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi, mutlaka iman ederdi. (Allah imtihan gereği onları serbest bıraktığı) halde, sen insanları iman etmeleri için zorlayacak mısın? (Hayır) Allahın izni olmadan (gerçeği araştırıp Hakka teslim olmadan)hiç kimse iman edemez. O (Allah) akıllarını kullanmayan (ve nefsi hevalarına uyan)ları(imandan ve İslâmdan mahrum ve) murdar kılar[2] gibi birçok ayeti kerime iman etmeleri için insanları zorlamanın yanlış ve yararsız olacağını bildirmektedir. Zira inanmak akli kanaat yanında bir gönül işi ve vicdani tatmin meselesidir. Hakkı arayan ve hayrı arzulayan kimselere Allahın hidayet ve inayetidir. Aslında insan fıtratı ve tabiatı imana meyilli ve müsaittir. Bize düşen sadece insanların aklını ve vicdanını harekete geçirmek ve imana davet etmektir.
B- Dine sokma ve Müslüman yapmak için de zorlama ve sıkıştırma yoktur:
Din(e sokmak) için zorlama yoktur. Zira doğrulukla sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmış (Hidayet ve dalalet yolları açıklanmış)tır. O halde her kim tağutu (şeytani düzen ve davranışları terk ve) inkâr edip, Allaha (İslâm dinine ve hayat disiplinine) iman (ve itaat) ederse(artık o) asla kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.[3]
Bir kişiyi veya topluluğu döverek veya tehdit ederek Müslüman olmaya zorlamak veya bizzat mecbur tutmak yasaktır ve yanlıştır. Çünkü o takdirde insanlar mümin değil münafık olacaktır. Yani gerçekte aklı yatmadığı ve inanmadığı halde, zorlama sonucu zahiren inanmış görünecek ve daha tehlikeli bir konum alacaktır. İslâmda cihat ise insanları zorla İslâmlaştırmaya değil, fikir hürriyetine ve insanların özgür tercihine mani olan unsurları ortadan kaldırmaya ve her din ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamaya yönelik bulunmaktadır.
C- İbadet hususunda zorlama yoktur.
Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?[4] ayetinde de ifade buyrulduğu gibi, ibadette aslolan gönülden inanarak, ihtiyaç ve iştiyak duyarak ve Allahtan sevap umarak yapılmasıdır. Müslümanları, küçük yaştan itibaren ibadet ve istikamete yönlendirmek, çevremizdekilere manevi hayatı sevdirmek, dini disiplin ve terbiyeyi yerleştirmek üzere ve özellikle çocuklarımıza ve yakınlarımıza gerekirse kızmak, azarlamak, küsmek ve uzaklaşmak ve hafifçe uyarmak ve inzar (ahiret hayatıyla korkutmak) gibi tedbirler elbette lazımdır.
Ancak devlet ve kanun zoruyla insanların namaza ve oruca mecbur edilmesi gibi bir hüküm yoktur ve böyle bir durum zaten yanlış ve imkânsızdır. Çünkü insanların beş vakit namaz kılıp kılmadıklarını ve yine oruç tutup tutmadıklarını takip etmek mümkün olmadığı gibi, takip edilemeyen suça herhangi bir ceza tatbik etmek te mümkün olmayacaktır. Sadece Müslüman olduğu ve mazereti bulunmadığı halde, Ramazan ayında tahrik niyetiyle açıkça oruç yemek, Cuma saatinde ve mescit mahallinde gürültü etmek gibi çevresine kötü örnek olan ve mukaddesata hakaret sayılan ve laubalilik aşılayan davranışlar elbette uyarılır ve önü alınır. Zorlama ile yapılan bir ibadetin faydası ve sevabı olmadığı gibi, yine zorlama ile yapılan bir küfrün ve işlenecek günahın da cezası yoktur.
Adil Düzen, “Mutlak doğrulara” dayanılarak ve “Kesin yanlışlardan” sakınılarak hazırlanmıştır.
Doğru ve yanlışların tespitinde ise şu değer ölçüleri esas alınmıştır.
1. Aklıselimin gerekleri, 2. Müspet ilimin verileri, 3. Vicdanı kanaat neticeleri, 4. Tarihi tecrübe ve birikimleri, 5. Evrensel hukuk kaideleri, 6. İlahi dinlerin öğretileri.
Bu altı değer ölçüsünün, ittifakla “Hayırlı ve Yararlı” gördüğü şeyler “Doğru”, yine bunların ittifakla “Kötü ve Zararlı” gördüğü şeyler de “Yanlış” kabul edilmiştir. “Değişmeyen doğru”ları ve adaleti esas alan düşünce ve düzenler HAK, “Devamlı yanlışlar” üzerine kurulan, haksızlık ve ahlaksızlığa yol açan düşünce ve düzenler ise BATIL sayılmıştır.
Bunun içindir ki Adil Düzen;
1- Hakkı üstün tutan bir düzendir, 2- Hürriyeti esas alan bir düzendir, 3- Huzuru ve güveni sağlayan bir düzendir.
Çünkü;
A- Hem kafayı, B- Hem kalbi, C- Hem de karnı doyuran bir sistemdir.
Bu arada, farklı köken ve kültürden, ama herkesin hayrına ve huzuruna yarayan, çağdaş bilimin verileriyle ve evrensel hukuk prensipleriyle de uyuşan gerçeklere ve güzelliklere, sadece, bunlar dinden kaynaklanıyor diye karşı çıkanların; asla olumlu ve onurlu bir tavır sergilemedikleri, demokrasi ve laikliği özümsemedikleri ve içlerine sindiremedikleri de acı bir gerçektir.
Adil Düzende Hak Anlayışı
Bize göre şu 4 şey Hak sebebidir:
1- Doğuştan bütün insanlara eşit olarak verilen haklar.
A- Yaşama hakkı (can emniyeti),
B- Nesil garantisi (namus emniyeti),
C- Akıl emniyeti (düşünce serbestisi),
D- İnanç ve vicdan hürriyeti,
E- MüIkiyet hakkı ve meşru yollarla çalışıp kazanma fırsatı.
2- Emek ve hizmet karşılığı elde edilen haklar.
3- Karşılıklı ticari, siyasi veya sosyal anlaşmalar sonucu doğan haklar.
4- Adalet gereği doğan haklardır.
Adil Düzende Sağlam Para
Toplumda ekonomik dengenin ve Adil Düzenin korunması için “herkesin ürettiği kadar tüketmesi” esası yanında bir kurala daha ihtiyaç vardır. O da; “önce üretme, sonra tüketme” esasıdır. Çünkü; önce tüketip sonra üretme durumunda “borçlu yaşama” düzeni ortaya çıkar ki, bu durum toplumun dengesini bozacaktır. Özellikle FAİZ, borçlu yaşama düzenini doğurmaktadır. Faizle kredi alan kişi, henüz üretmediği bir malı tüketmeye başlamış sayılır. Bu durum ekonomide doğal dengeyi bozacaktır. Faiz ve borçlu yaşama düzeniyle bir ülke; önce kendi milli servetini tüketip harcayacak, sonra da mecburen dış ülkelere borçlanmaya başlayacak ve sonunda çözülüp çökmek kaçınılmaz olacaktır. Faiz ise, insanlara “üretmeden tüketme hakkı” vermektir. Daha doğrusu çalışıp üretenlerin hakkını, çeşitli hilelerle alıp başkalarına peşkeş çekmektir. Örneğin; bankaya bir milyon koyup yıl sonunda bir buçuk milyon alan kişi, fazladan aldığı bu yarım milyonu hak edecek hiçbir üretimde bulunmamıştır. Faiz olarak alınan bu yarım milyon lira, ya çalışarak üretenlerin hakkından kesilerek kendisine ödenecektir ki, bu açıkça bir zulüm ve haksızlıktır. Veya karşılıksız para basılarak kendisine verilecektir ki, bu da paranın değerini ve alım gücünü düşüreceği, enflasyon ve pahalılığı körükleyeceğinden yine haram ve haksızlıktır. Adil ekonomideki herkesin ne kadar mal ve hizmet ürettiğini ve bunun karşılığında ne kadar tüketmeyi hak ettiğini gösteren bir senet durumundaki “sağlam para” adalet ve saadetin anahtarıdır.
Sağlam Paranın:
1- Üretmeden tüketme hakkı verilmesi demek olan FAİZ uygulaması,
2- Servetten ve üretimden değil, gelirden ve ücretten alınan DENGESİZ VERGİ haksızlığı,
3- Milli para değerini yabancı paralar karşısında devamlı düşüren, KAMBİYO çarpıklığı,
4- Karşılıksız para basan DARPHANE anlayışı,
5- Halktan ucuza topladığı mevduatları zenginlere pompalayan BOZUK BANKA ve KREDİ yanlışlığı gibi beş ekonomik mikrobu özünde taşıyan Kapitalist köle düzenlerindeki, kâğıt banknottan, bir diğer tabirle, durduğu yerde eriyen “buz paradan” ve diğer senet çeşitlerinden üstün farkları şunlardır:
a. Sağlam para, asla değerini kaybetmeyen bir paradır. Çünkü para hak ölçüsüdür. Paranın değerini düşürmek, helalinden kazanılmış haklara tecavüzdür. Emeğe ve alın terine saygısızlıktır. Bir nevi hırsızlık ve kalpazanlıktır.
b. Bu senedin (sağlam paranın) üzerinde, karşılığında hangi tür malın alınacağı yazılmamıştır. Sadece alım gücü miktarı yazılan bu senetle, kişi istediği malı alabilecek durumdadır. Yani para aynı zamanda ortak bir değer ölçüsüdür. Aslında para, hem kişilerin ürettiğine karşılık tüketme hakkını belgeleyen bir senet olmakla beraber, hem de malları biri biriyle karşılaştırıp ölçebilen ortak bir araç konumundadır.
Adil Düzende Kredi Kurumları
Adil Düzende krediler aşağıdaki şekillerde sağlanacaktır:
1- Kâr Ortaklığı anlaşmalarına verilecektir. Şöyle ki: (Örnek: 5 Ortaklı bir yatırım)
a- Sermaye sahipleri tesisleri ve fabrikaları kurarak,
b- Yöneticiler, işletmecilik ve organizecilik hakkını alarak,
c- İşçi ve ustalar emekleriyle katılarak,
d- Hammadde teminini üstlenen şirket, kooperatif veya onlara kredi veren banka da bir ortak sayılarak,
e- Devlet ise hazineye ait arazilerden parasız ve uygun arsa hazırlayarak; kanalizasyon, su, elektrik, telefon gibi altyapı, bilgi bankası ve proje ve teşvik yardımı gibi genel hizmetleriyle katkıda bulunarak kurulacak Kar Ortaklığı yatırımlarına yeteri kadar faizsiz kredi sağlanacaktır. Mesela, eşit katılımlarla kurulan beş ortaklı bir şeker fabrikası her gün 1000 torba şeker üretiyorsa, her ortak beşte bir payı olan 200 torba şekeri veya değerini hak etmiş ve almış olacaktır. Bu durumda işçi – usta – yönetici – işletmeci hepsi birden daha çok çalışmaya ve daha çok üretip kazanmaya gayret edecektir. Çünkü üretim arttıkça, kendi payları ve kazançları da haliyle artmış olacaktır.
2- Mükteseb Hak Kredisi:
Elinde birikmiş ihtiyaç fazlası parası olan kimseler bunu, başkaları faizsiz kredi olarak kullanabilsin diye bankaya yatırırsa, “bu paranın miktarıyla, bankada kaldığı zaman oranında”bir parayı kredi olarak alıp kullanma hakkı doğacaktır.
3- Emek Kredisi:
Özel ve tüzel kuruluşlar atölye ve fabrikalarında çalıştıracakları işçi sayısına göre, ek bir kredi alıp kullanacaktır.
4- Rehin Kredisi:
Elinde ürettiği ama satmak istemediği “dayanıklı tüketim malları” bulunanlar, bunları devlete rehin göstermek suretiyle kredi alacaktır.
5- Zamanında ve fazla vergi ödeyenlerin, bu dürüstlük ve başarılarını ve milli ekonomiye katkılarını ödüllendirmeye yönelik “Vergi Kredisi” uygulanacaktır.
6- Uygun ve yeterli projeleri ve gerekli teminat ve tezkiye belgeleriyle başvuranlara “Yatırım Projesi Kredileri” sağlanacaktır.
7- Selem Senedi Kredisi: Genellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler ve mevsimlik üretimler için tatbik edilen “para peşin, mal veresiye, ama normal değerinden daha ucuza yapılan alışveriş” anlaşmasıdır.
Bu durumda tüketici ihtiyaç duyduğu malı ucuza almış, üretici ise hazır ve faizsiz kredi bulmuş olacak ve bu uygulama üretimi arttıracak, ekonomiyi canlandıracak ve fiyatları ucuzlatmış olacaktır.
Selem Nedir? Şartları ve Yararları
Yeni Mesaj yazarlarından ve Haydar Baş yalakalarından Selim Kotil ile Harun Kayacı kendi TV Programlarında, AKP bahanesiyle Rahmetli Erbakanı ve Adil Düzen programını eleştirirkencahil cesur olur cinsinden saçmalamış ve Amerikanın global şirketlerinin ve Batının taleplerini, yeşil bir bohçaya sarıp Adil Düzen diye bu milletin önüne koydular. Selem Senedi diye, kapitalizmin en vahşi uygulamasını İslami proje diye yutturmaya çalıştılarşeklinde sataşmışlar ve koyu cehaletlerini ortaya koymuşlardı. Oysa değil Fıkhi kaynaklarımızı, sade bir ilmihal kitabı dahi karıştırmış olsalardı[5], Selem yoluyla alışverişin tüm mezhepler ve Müçtehitlerce caiz olduğunu anlayacaklardı. Tabi bu kadar cehalet, ancak sahte bir üstadın çıraklarına yakışırdı. Bütün fıkıh kaynaklarımıza göre Selem: Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete denir. Bilhassa çiftçi ve sanayicilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bazı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını henüz üretmeden önce satmak ister. İslâm dini, alıcıların satıcının darlığından istifade ederek, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin ise malını değerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüşlerdir. Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsullerini bir-iki sene önceden Yahudilere sattıklarını ve sömürü aracı olarak kullandıklarını görünce, bunun üzerine şunları söylemiştir: “Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın.”[6] Bu ölçüleri koyan Peygamberimiz, faiz cinsinden bir sömürü aracı olan bu ticaret şeklini bereketli bir alışverişe çevirmiştir. Bunun akıl ve araştırma ile bilinmesi mümkün değildir.
Bütün bu şartların faize dönüşmemesi için aşağıdaki esasların da uygulanması gerekir. Bu esaslar İbni Abbas (ra) Hazretlerinin selem ayeti dediği, Bakara 282 ve 283. ayetlerinden çıkarılmıştır. Şöyle ki:
A- Selemin mutlaka yazılması (selem senedi veya sipariş senedi şeklinde),
B- Bu senedin devlet teminatı altında bulunması, yani resmi olması,
C- Bu senetlerde alacaklının değil, sadece borçlunun belirtilmesi,
D- Selem senetlerinin “Hamiline” şeklinde düzenlenmesi,
E- Taahhüt edilen malın belirlenen yer ve zaman, miktar ve evsafta teslim edilmemesi halinde bunu tazmin etmek üzere yeterli bir ipotek alınması ve teminat gösterilmesi.
F- Selemle satışa konu olan malın şartlara ve standartlara uygunluğunu kontrol edecek resmi bir teşkilatın bulunması gerekir.
İlk bakışta selemin (para peşin, – biraz ucuz sayılarak – mal veresiye alışverişin) faize benzediği zan ve iddia edilir ama bu asla doğru değildir. Şimdi faizi haram ve haksız, selemi caiz ve yararlı kılan; İslam'ın hangi hikmet ve hedefleri esas aldığını ve faizle selemin farklarını ortaya koyalım.
Önce faiz nedir?
1- Faiz, zamanla artan borç olmaktadır:
Örneğin 1 milyon borç verilir. Her ay %'de şu kadar artarak katlanır.
2- Faiz; zarara katılmayan kârdır:
Para bir taraftan, emek diğer taraftan, hem kâra hem de zarara katılmak üzere kurulan bir ortaklık caizdir, ama sadece ben parama karşılık şu kadar kâr isterim, zarara karışmam demek ise faizdir.
3- Faiz; misliyattan alınan fazlalık ve kiradır:
Buğday, arpa, toz şeker gibi aynı cins üretim mallarının borç alınıp, sonradan geri ödenirken verilen fazlalık faizdir.
4- Faiz; başkasının zararına doğan kazançtır ve karşılıksız basılan paradır:
Adil Düzende asıl olan “para parayı doğurur” değil, “para, emek ve üretmek karşılığıdır”düsturudur. Faiz, çalışmadan veya üretmeden, başkalarının kazancını ve hakkını sömürmek, başka bir ifadeyle “üretmeden tüketme hakkı elde etmek” demektir ki bu açık bir haksızlık ve bir nevi hırsızlıktır.
Faizle Selemin farkına gelince:
a- Faiz, malı önceden alıp parasını sonradan ödemek şeklinde olduğu için -vade farkından dolayı- fiyatlar artıyor ve enflasyonu körüklüyor.
Selemde ise parayı peşin verip mal sonradan alındığı için fiyatları düşürüyor ve enflasyonu önlüyor.
b- Faiz, daha parasını ödemeden ve karşılığında bir şey üretmeden önce “peşin tüketim”yaptırıyor. Böylece “borçlu yaşama” düzenini doğurup, ekonomik dengeyi bozuyor.
Selemde ise önce parası ödeniyor, tüketim sonraya bırakılıyor. Böylece hem üretime destek verilip teşvik ediliyor, hem de “dengeli yaşama düzeni” kuruluyor.
c- Adil Düzen'deki Selem (Sipariş) Senedi “malı” temsil ediyor. Bugünkü senetler ise “para”yerine geçtiği için mevcut para değerini ve alım gücünü otomatikman düşürüyor.
d- Faizli krediler; işletmeyi küçültür, üretimi düşürür ve işsizliği artırır. Selem kredisi ise tam aksine işletme kapasitesini büyültüyor, üretimi artırıyor ve işsizliği önlüyor.
e- Selem senetleri zaten “Hamiline” (taşıyana) yazılı olduğu için icabında para gibi işlem görüyor. Böylece selem yoluyla faizsiz kredi bulabilen hiç kimse, artık faizli krediye mecbur kalmıyor ve itibar etmiyor.
Yani sadece “selem müessesesi” bile faiz yuvalarını kurutmaya yetecektir. Bu nedenle “Atom bombasıyla sarsamayacağınız Siyonist sömürü sistemini selem senediyle yıkabilirsiniz”sözü, asla mübalağa olmayıp gayet ilmi ve insani bir gerçeğin ifadesidir.
Adil Düzende Vergi Uygulaması
Adil Düzen'de Vergi Sistemi şöyle olacaktır:
1- Tek cins vergi konulacaktır. O da “Servet ve üretim vergisi” olacaktır.
2- Gelirden ve ücretten vergi alınmayacaktır.
3- Para yerine “üretimin mal cinsinden” de vergi toplanacaktır.
4- Vergide vatandaşın beyanı esas alınacak, ama ancak o beyan edilen miktarı kadar sigortalı yapılacak veya istimlak durumunda o beyan geçerli sayılacaktır.
5- (Maden işletmelerinden beşte bir, tabii sulanan ve az emek harcanan zirai gelirden onda bir, masraflı ve modern ziraattan yirmide bir, servetten ve sınai mamullerden kırkta bir) gibi üretimden alınan vergi payı anayasa ile belirlenmiş olacaktır.
6- Devlet kar ortaklığı yatırımlarından ise ayrıca vergi istemeyip sadece katılım payını alacaktır.
Bu konuyu biraz daha açmamız gerekiyor;
Şöyle ki; Bir toplumda ekonomik dengenin sağlanması ve korunması için üretilen toplam malın, tüketilen toplam maldan fazla olması gerektiğini biliyoruz… Bir ülkede hem herkesin yararlanacağı ve ihtiyaç duyacağı yol, su, elektrik, eğitim sağlık haberleşme ve savunma gibi ortak hizmetlerin yürütülmesi… Hem de çocuk, hasta, sakat, ihtiyar, işsiz ve yoksullar gibi hiç üretmeden devamlı tüketmek durumunda bulunan kimselerin… Ve asker, polis, işçi, memur ve diğer hizmetlilerin ihtiyaç ve ücretlerini karşılamak üzere devlet ” vergi” almak zorundadır. İbn-i Hazm, “Akrabalara, yoksullara ve yolculara haklarını ver“[7] ayetinin Hz. Ali (ra) tarafından şöyle tefsir edildiğini açıklar: “Zenginlerin serveti üzerindeki yoksulların hakları, onların bütünihtiyaçlarını karşılayacak ve insanca yaşam şartlarını sağlayacak genişliktedir. Şayet birülkede, yoksullar ve işsizler aç ve sefilse bunun sebebi zenginlerin ihmali ve devletindüzensizliğidir.”[8] Said Alizade Hanefi ise devlet başkanının görevlerini sıralarken şunları söyler:
“ÜIkede hiçbir dilenci, borçlu, fakir, bakımsız ve sahipsiz kimse bırakmayacak tedbirleri almak devletin asıl görevidir. Devlet ve hükümet başkanları her konuda adalet etmeli, zalimlerin zayıfları, zenginlerin fakirleri ezmesine ve sömürmesine asla fırsat vermemelidir.” Bu da ancak, İslamın öngördüğü dengeli bir düzen ve adil bir vergi sistemiyle mümkündür.[9]
“Vergi toplamanın gereği” üzerinde devletler ve sistemler arasında ittifak vardır. Asıl fark, bu verginin nereden ve nasıl alınacağı konusundadır. Bu hususta genelde iki temel görüş ve uygulama vardır.
1- Batıl ve kapitalist sistemlerde olduğu gibi, vergiyi gelirden ve nakit (para) olarak almak,
2- Vergiyi servetten ve üretimden, “mal” olarak almak.
Bizim inandığımız ve savunduğumuz “Adil Düzen“de vergi “servetten ve üretimden” alınacaktır. Mükellefin hazır parası yoksa ve istiyorsa “ürettiği maldan borcu kadar vergiödeyebilme” kolaylığı da sağlanacaktır. Çünkü maldan alınacak vergiler piyasada mal ve para darlığı oluşturmaz. Sermaye ve emek sonucu üretilen mallardan, herkes tarafından bilinen kırkta bir gibi sabit oranda ve mal olarak alınacak vergi, piyasadan aynı ölçüde para ve malın hazineye çekilmesi demektir ki bu durum piyasadaki fiyat dengesini bozmaz.
Adil Düzen, kuvvetler ayrılığını, bugünkü gibi “kuvvetlerin boğuşması ve çatışması” şeklinde değil, “kuvvetlerin uyuşması ve kendi sahasında çalışması ve dayanışması şeklinde dengeleyecek ve değerlendirecektir.
Adil Düzen'de Siyaset ve Hükümet Modeli
1- Teşri (Kanun Koyma, Yasama)
2- İcra (Uygulama, Yürütme)
3- Kaza (Mahkemeler, Yargı)
kuvvetlerine, bir de dini – ahlaki kurumların (her türlü din ve mezhep mensuplarının ve oluşumlarının) üstlenip yerine getireceği;
4- Murakabe (Kontrol ve Denetleme) erki eklenecektir.
Adil Düzen'de ve özellikle “geçiş döneminde” tek tip kanun sistemi yerine, meşhur Medine Sözleşmesindeki: Oradaki Yahudiler, Hıristiyanlar ve yerIi kabilelerle “Birlikte Yaşama ve Ortak Savunma” şartlarını içeren barış anlaşmasına benzeyen, bugün de Almanya ve Amerika gibi birçok ülkede kısmen tatbik edilen, farklı hukuk sistemlerinden oluşan ortak bir anayasa uygulaması ve genel düzen içerisinde özel statülere de imkân tanınması daha uygun olabilir. Zaten İSLAM, barış ve selamet düzeni öngörmektedir. Bu yapılanmada, herkesi bağlayıcı ortak ve genel bir anayasa yanında; farklı din, mezhep ve cemaatlere, belirli sahalarda kendi özel hukuklarını uygulayabilme imkânı getirilecektir.
Bu yeni ve adil siyasi yapılanmada bütün temel insan hak ve hürriyetlerine sahip olacak bütün fertlerin (vatandaşların); ahlaki, siyasi, ilmi ve iktisadi kuruluşlara katılması mecburi olacak, herkes siyasi yönden partisini, ilmi yönden mezhebini ve mektebini, ekonomik yönden sendikasını veya meslek derneğini, ahlaki yönden de meşrebini veya manevi tercihini mutlaka belirleyecek, bunları kendi hür iradesiyle benimseyip seçecek, istediği zaman da değiştirebilecektir. Ancak bu sosyal kuruluşlara katılım şimdiki gibi üyelik şeklinde değil, ortaklık sözleşmesi şeklinde olacaktır. Örneğin, siyasi partiler veya dernekler tam bir tanışma, kaynaşma ve dayanışma merkezleri olacak, her teşkilat, kendi ortaklarının (mensuplarının) her türlü haklarını koruyan ve savunan yetkili ve etkili bir konuma gelecektir. Tabii, kişiler de nimet-külfet dengesi esasına göre bu kuruluşlarla ilgili maddi sorumluluk yüklenecektir. Siyasi, ahlaki, ilmi ve iktisadi kuruluşlar kendi mensuplarına ticaret, sanat, memuriyet gibi faaliyetler için “mensubumuz olan şu kişi emin ve ehildir” şeklinde tezkiye ve teminat beratları verecekler, hırsızlık ve hıyanet yapmaları durumlarında ise bunların zararını tekeffül ve tazmin edeceklerdir. Bu tazminat ise, o kuruluşun bütün üyeleri arasında ortaklaşa toplanacaktır. Yani, kurumun özel bütçesinden karşılanacaktır.
[1] Ramuzul Ehadis Tercüme Cilt: 2 Sh: 362 No: 9
[2] Yunus: 99 – 100
[3] Bakara: 256
[4] Hud: 28
[5] Diyanet Vakfı İlmihali C.2 Sh: 365
[6] Müslim, Müsâkât 25
[7] İsra: 20
[8] All-Muhalla C: 6 Sh.56
[9] İslam da İktisadi Nizam. Sh. 131 – İslamda Mali Yapı, XIII. Bölüm, Prof. S . A Sıddıki