YARGI PAKETİ Mİ,
SARGI BAGETİ[1] Mİ OLMAKTAYDI?
Erdoğan iktidarı, aylarca Büyük Yargı Reformu palavrasıyla hava atmış ve halkımızı oyalamışlardı. Oysa işin aslı; AB dayatmasıyla, Batının adamı PKK yandaşlarıyla, yine kendi ajanları olan bazı FETÖ yardakçılarının serbest bırakılmasına yönelik bir AFfa Yargı Paketi kılıfı sarılmıştı. Böylece yaklaşık 40 bin kişinin cezaevinden çıkarılması sağlanacaktı. Bunların arasında HDP'li (PKK'lı) ve FETO iltisaklı tutuklular ön sıradaydı. Sivaslılar Gününde SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğluna saldıran ve kendisini HDP ile irtibatla suçlayan zavallı zırtolar, Kahraman Partilerinin ve Hükümetin şu PKK'nın siyasi ayağı HDP'yi kapatmak üzere niye hiç harekete geçmediklerini sorgulamaktan bile aciz ve beyinsiz robotlardı.
Erdoğan – Bahçeli (Cumhur) ittifakı televizyonların ve basının %95'ini güdümlerine aldıkları halde, muhalefete asla tahammülleri kalmadığı için, Bahçeli; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğluyla ilgili, MHP içinde Araştırma Komisyonu oluşturmaktan ve bir mahkeme havasıyla onu soruşturmaktan sakınmamışlardı. Yeryüzünde hiçbir demokratik ülkede böyle bir despotik girişime asla rastlanamazdı. Bizim yakın tarihimizde sadece Menderes böyle bir şeye kalkışıp, muhalefet milletvekillerini susturmak amacıyla Mecliste Tahkikat Komisyonları kurmuşlardı ve bilinen o talihsiz gelişmelere zemin hazırlamışlardı.
İYİ Parti, “Gerillaya katılımlar da olacak, çatışmalar da olacak, savaşlar da olacak!” sözleri nedeniyle, HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven'in dokunulmazlığının kaldırılması için çağrıda bulunmuşlardı.
İYİ Parti'den yapılan yazılı açıklamada, siyasetin iki farklı cephesinin sorumsuz tavır ve davranışlarıyla Türkiye'nin tehlikeli bir gerilime sürüklendiği vurgulanmıştı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun, kayıp çocuklarının bulunması için Diyarbakır'da HDP İl Başkanlığı binası önünde nöbet tutan anneleri ziyaret etmesinin eleştirildiği açıklamada şu ifadeler yer almıştı:
“Türk Devleti, dağa çıkarılan evlatlarını gidip alacak kudrete sahiptir. Devletin sabrı olmaz, tavrı olur. Devlet bir parti kapısına gidip aktör olamaz. Türk devletinin bakanları, terörle iltisaklı olduğunu iddia ettikleri bir partiden yardım bekleyemez. Her vatandaşımızın güvenliğinden sorumlu olan İçişleri Bakanı, o güvenliği tehdit ettiğini söylediği bir kapıdan medet umamaz. Bunu yaptığında; o partiye hak etmediği bir misyon yüklemiş olur ki; bu da gerek o partiyi gerekse PKK terör örgütünü cüretlendirir. Nitekim, HDP Hakkâri Milletvekilinin sözleri de devleti acze düşüren bu davranışların sonucu olarak ortaya çıkan bu cüretin ürünüdür.”
HDPli Leyla Güven'in dokunulmazlığının kaldırılması çağrısı yapılan açıklamada şu cümleler vardı:
“Buradan net bir şekilde uyarıyoruz; 'Gerillaya katılımlar da olacak, çatışmalar da olacak, savaşlar da olacak!' diyebilen bir zihniyetin, demokratik imkânlardan yararlanmaya hakkı yoktur. HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güvenin dokunulmazlığı derhal kaldırılmalıdır! diyen İYİ Parti'nin bu tavrı tam bir tutarsızlıktı ve samimiyetten uzaktı!.. İYİ Partiye sormak lazımdı: Leyla Güvenin dokunulmazlığının kaldırılmasını istemek yerine, yüzlerce delille PKK'nın siyasi ayağı olan HDP'nin kapatılması için bir önerge vermeniz, böylece AKP ve MHP'nin de ayarını test etmeniz daha uygun olmaz mıydı?
Bakınız, Adnan Oktar, çıktığı ilk duruşmada şunları yumurtlamıştı:
Tayyip Bey bizim evimize uğrardı Tayyip Bey beni yakından tanırdı… Tayyip Bey beni sever, sayardı Adnan Oktarın bu söyledikleri belki de palavraydı… Çünkü bu tür atmasyonları, bu tür sallamaları, bu tür şişinmeleri pek seven bir adamdı.
Ama varsayalım ki Adnan Oktarın bu söylediklerinin tümü doğru anlatımlardı. İyi de bundan ne çıkardı? Bu ülkede, Cumhurbaşkanının evine gidip geldiği, kendisini yakından tanıyıp sevdiği bir adam bile 800 küsur yıl hapis cezası ile çatır çatır yargılanırdı. Ve ülkenin Cumhurbaşkanı bile yakından tanıyıp çok sevip saydığı bu adamı kurtaramamaktaydı![2]
İşte tam bu sırada Anayasa Mahkemesinin, 2019 Eylülünde Sırrı Süreyya Önder'in mahkûm edilen sözlerinin terör propagandası değil, ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmettiğini açıklaması; yoksa yeni aflara emsal ve gerekçe oluşturma amaçlı mıydı?
Oysa S. Süreyya Önder 3 yıl 6 ay hapis cezası almıştı, en erken 2021 sonlarında çıkacaktı. Fakat ifade özgürlüğünün ihlal edildiği kararından sonra, tahliyesi kolaylaşmıştı. HDPli Sırrı Süreyya Önder, 2013 Nevruzunda Diyarbakırda Öcalanın meşhur mektubunu okuduğu için ceza almamıştı!? Öcalanın isyandan, silahlı direnişten, silahların susmasından bahsettiği, iktidar medyasının 'tarihi' bularak övdüğü mektubu seslendirmekten yargılanmamıştı!? Fakat bundan üç gün önceki İstanbul mitinginde yaptığı konuşmadan suçlu sayılmıştı. Yani Diyarbakır nutkunu soruşturmayan yargı, Diyarbakır'a hazırlık için İstanbul'da sarf ettiği ısınma sözlerinde 'terör propagandası' saptamıştı!? Erdoğan iktidarının Çözüm Süreciyle PKK'ya meşruiyet kazandırmaya ve cesaretlendirip azdırmaya yönelik girişimlerini kim sorgulayacaktı?
AKPnin Çözüm Süreci hâlâ unutulmamıştı!
Öcalana sayın demenin, bilge liderliğine övgü dizmenin demokratlığın ön şartı sayıldığı Onun hakkında 'terör örgütü elebaşısı, bebek katili sıfatlarını kullananlara ters gözle bakıldığı ve anaların ağlamasını istemekle suçlandığı dönemler hep Erdoğan iktidarıydı. Ve yine Kandildeki terör şeflerinin basın toplantısının, Anadolu Ajansı dahil bir medya ordusu tarafından yerinde izlenip, Türkiyeye canlı yayın heyecanıyla yansıtıldığı günler de yine Erdoğan sayesinde yaşanmıştı.
Demirtaşları ve Önderleri hapse attıran konuşmaları; önce Sabah, Yeni Şafak ve Star'daki yandaş yazarlar alkışlamışlardı. Ama Demirtaş'la Önder'in sözlerine haklı olarak terör propagandası diyen yargı, bu yandaş alkışçılarına terörü niye övdüklerini sorma gereği bile duymamıştı. Devlet ve hükümetle danışıklı çalışarak Kandil'le İmralı arasında mekik dokuyanlar, müzakerelerde postacılık hizmeti yapanlar, mektup taşıyanlar hiç sorgulanmamıştı. 2015te Dolmabahçede mutabakat fotoğrafı bile çektirdiklerine bakılmamış; çöken sürecin, devrilen masanın altında ilk önce 'aracı'lar bırakılmıştı. Erdoğan iktidarınca resmen teşvik edilip desteklenerek başlatılan Çözüm Sürecinde, sadece figüranlık yapanlara mahkemeler açılmıştı. 2013te, o konuşmalarda hiçbir suç unsuru görmeyen bağımsız yargıyı kim uyandırdıysa, polisin birden hatırlayıp sümen altından çıkardığı unutulmuş miting zabıtlarına, 2018'de paldır küldür cezalar yağdırılmıştı. diye sızlanan yazarlar, bir zamanlar Sn. Erdoğan'ın kerametlerini anlattıklarını ne çabuk unutmuşlardı?
Bu düzenleme ve düzeltmelerin düşünce özgürlüğünü genişletme ve güçlendirme… ile hiçbir alâkası bulunmadığını ise bize yönelik davalardan anlamıştım. Yazılarımız ve konferanslarımızla ilgili hemen her ay birkaç mahkeme açıldığı yetmiyormuş gibi, 8 yıl önce açılmış ve kapanmış dosyaları bile yeniden kurcalamaya başlamışlardı. Konya'daki 03.01.2012 tarihli konferansımızda; Hâlâ Avrupa Birliği'nin peşinden koşuyorlar Hâlâ Siyonist odaklara yaranmaya çalışıyorlar Hâlâ Haçlı Batıyla işbirlikçilik yapıyorlar gibi tespit ve tenkitlerimiz, Başbakana ve Bakanlara hakaret sayılıp dava açılmış, ancak Konya 7. Sulh Ceza Mahkemesinin 10.09.2013 tarih ve 2013/66-2013/690 E-K sayılı beraat kararına rağmen Yargıtay, aleyhimize olarak tekrar bozmuşlardı.
30.09.2019 tarihinde Elâzığ 1. Asliye Ceza Mahkemesine verdiğimiz ifadede şu savunmayı yapmıştık:
İlgili konferansımızda dönemin Başbakanına ve Bakanlara yönelik kasıtlı bir hakaret asla söz konusu değildir. Sadece, ABnin ülkemize ve milletimize yönelik bütün dışlamalarına, Kıbrıs ve Ege sorunlarımızda ve PKK konusunda açıkça ve düşmanca tavırlarına rağmen, Hâlâ ABnin peşinden koşuyorlar! demek sadece bir tespit ve tenkittir.
Ve yine o dönemde ve sonraki süreçlerde, örneğin, Haçlı Batının Libya saldırısı gibi tamamen haksız ve dayanaksız saldırılarında, Sn. Başbakan önce; Ne işleri var Libyada? Her tarafı karıştırıyorlar!.. diye doğru ve duyarlı bir tavır takınmışken, birkaç gün sonra ve hiçbir mecburiyetimiz ve haklı gerekçemiz olmadan; İzmir'in saldırı üssü yapılarak Libya'nın baştan sona tahribine ve talan edilmesine ve 100 bin masum insanın katledilmesine ortak olunmasını, zalimlerle iş birliği yapıldı… anlamında işbirlikçilik edildiğini söylememiz yine sadece bir durum tespitinden ibarettir, asla hakaret kastı gözetilmemiştir.
O günlerde, bu iktidarın Bakanlığını yapan birçok kişi, şimdi bu tür iddiaları ve büyük yanlışlıklar yapıldığını, hem de çok daha ağır ithamlarla bizzat kendileri itiraf ve ifade etmektedirler.
Özetle o konferansımız ve ilgili yazılarımız, asla hakaret ve iftira olmayıp, sadece milli bir duyarlılık ve vicdani bir sorumlulukla yapılmış ve dikkat çeksin diye biraz sivri sözler kullanılmış uyarıcı tespitler ve tenkitlerdir. Ülkeyi yönetme makamında olan şahsiyetlerin, bu tür tenkitleri doğal ve normal karşılamaları ve yararlanmaları gerekirken, ilim ve fikir ehlinin mahkemelerde süründürülmesi ve susturulmaya girişilmesi akılcı ve yararlı bir yaklaşım değildir.
Hem Başbakan hem Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan'ın ve kurmaylarının, hayırlı ve yararlı gayretlerini sürekli tebrik edip destekledik. Ancak, zararlı ve milli çıkarlarımıza aykırı gördüğümüz girişimlerini ise tenkit ettik, etmeliyiz. Bu sadece ülkemizin değil, kendilerinin de iyiliği için gereklidir. Örneğin; FETÖ şebekesinin tahriplerini ve tehlikeli gidişini, hem de 15 Temmuz Hıyanet Kalkışmasından 5 sene önce Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık kitabımızla hatırlattığımız için, çok ağır ithamlarla tutuklanmış ve mağdur edilmiştik.
Bu nedenle, Yüce Mahkemeden, yeni mağduriyetlerimizin önlenmesini ve beraatımızı arz ve talep ederim.
Bu yargı paketinde neler vardı?
Üzerinde son rötuşları yapılan yargı paketi teklif taslağında yer alacağı belirtilen belli başlı bazı düzenlemeler şunlardı:
Düşünce ve ifade özgürlüğünü genişletmeye yönelik olarak bazı suçlarla ilgili istinafta kesinleşen beş yılın altındaki ceza kararlarına temyiz yolu açılmıştı. Terörle Mücadele Kanununun terör propagandası suçunun düzenlendiği 2. fıkrasına, Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz şartı yazılmıştı. Haçlı ABnin dayatmaları bu madde kapsamında uygulanacaktı. Yargının yükünü asgari yüzde 30 oranında hafifleteceği ifade edilen seri yargılama usulüne başlanacaktı. Bu yöntem uyarınca, soruşturma aşamasında toplanan deliller ışığında suçu sabit görülen faile, suçunu itiraf etmesi şartıyla ceza indirimi teklifi sunulacaktı. Failin suçunu itiraf etmesi durumunda dosyanın sevk edildiği mahkemenin hâkimi de kabul ederse hüküm çok kısa sürede kesinleşip kapatılacaktı. Seri yargılama usulü terör, örgüt, şiddet ve cinsel suçlarda geçerli olmayacaktı. Ayrıca yargılama sonucu mahkemece verilebilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı konusunda savcılara da yetki tanınacaktı.
Tutukluluğa sınır konulacaktı.
Cumhuriyet savcıları, suçun sübutuna doğrudan etki edecek delilleri toplamadan dava açamayacaktı. İddianamenin iadesi müessesesi işler hale sokulacaktı.
Tutuklama için, suçun işlendiği konusunda kuvvetli şüphe yeterli olmayacak, kuvvetli şüphenin varlığını gösteren somut delillerin bulunması şartı aranacaktı.
Soruşturma aşamasında tutukluluk süresi sınırlandırılacaktı. Tutukluluk süreleri çocuklar bakımından yarı oranında uygulanacaktı. 3 aydan fazla tutuklu kalan şüpheli soruşturma evresi tamamlanıncaya kadar, Ağır Ceza Mahkemesi Başkanına yapacağı itiraz ile tutukluluğu hakkında bir karar verilmesini isteme hakkı tanınacaktı.
Hiçbir sosyal güvencesi olmayan şiddet mağdurlarının, suçtan kaynaklı tedavi giderlerinin tamamı devlet tarafından karşılanacaktı. Soruşturma veya kovuşturma evresinde, dava nakli veya adlî tıp işlemleri nedeniyle yerleşim yeri dışında bir yere gitme zorunluluğu doğması halinde; mağdurun yapmış olduğu konaklama, iaşe ve ulaşım giderleri, Adalet Bakanlığı bütçesinden sağlanacaktı.
Adalet Bakanlığınca 11 Ekim 2019da açılan TBMMye sunulan Yargı Reformu Strateji Paketinde şunlar olacaktı:
1. Düşünce ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere, bazı suçlarla ilgili istinafta kesinleşen 5 yılın altındaki cezalara da Yargıtay'da temyiz yolu açılacaktı.
2. Terörle Mücadele Kanunundaki terör propagandası suçuna ilişkin maddeye, Haber verme sınırını aşmayan ve eleştiri düzeyinde kalan açıklamalar suç oluşturmaz hükmü eklenmiş olacaktı.
3. Soruşturma aşamasında suçunu itiraf eden sanık için, ceza indirimi öngörülerek iddianame hazırlanacaktı. Bu madde, terör gibi bazı suçlar için geçerli sayılmayacaktı.
4. En az 15 yıl süreyle fiili avukatlık yapanlara Hizmet (Yeşil) pasaport sağlanacaktı. Hukuk Fakülteleri 5 yıla çıkarılacaktı.
5. Cumhuriyet savcıları, suç unsuru olacak kesin delilleri saptamadan dava açamayacaktı. Aksi halde iddianame tartışmasız geri yollanacaktı. Hâkim ve savcı yardımcılığı makamları oluşturulacaktı.
6. Tutuklama için kuvvetli şüphe değil, kuvvetli şüphenin varlığını gösteren somut delil'' aranacaktı. 6 aydan fazla tutuklu kalan şüpheli, davası açılmazsa tahliyesini isteme hakkı kazanacaktı.
7. İnternet ortamında işlenen suçlarda tüm site kapatılmayacak, sadece suç konusu olan haber engellenip kaldırılacaktı.
İlk bakışta birtakım hayırlı ve yararlı gelişmeler sağlandığı sanılsa da bunların hepsi birer kılıftı, ABnin kasıtlı dayatmaları esas alınmıştı. Yani bazı doğru yaklaşımlar, yanlış amaçlar için kullanılacaktı.
FETÖ ve PKK'ya açıktan destek veren birçok ismin dışarı çıktığını veya çıkması için her şeyin yapıldığını ifade eden bazı yandaş yazarlar bile, alınan kararlara karşı çıkmışlardı.
Anayasa Mahkemesince ifade özgürlüğü olarak değerlendirilen sözlerin, terör örgütlerini destekleyen sözler olduğuna dikkat çeken bir yazar, “FETÖ darbesi ile mücadele ettiğimiz için, PKK terör örgütüyle savaştığımız için hapislere doldurulacağız herhâlde…” ifadelerini kullanmıştı. Doğrusunu isterseniz Türkiye'nin hangi noktaya doğru gittiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Öyle bir hâle geldik ki artık teröriste terörist diyemiyoruz. Teröristlere açıktan, göstere göstere destek verenlere tek laf edemiyoruz. Gözlerimizin içine baka baka suç işleyenler hakkında söylediğimiz sözler, yazdığımız yazılar bir süre sonra elimizde kalıveriyor. Birkaç örnek vermek gerekirse… Fetullahçı terör örgütünün bütün finansal yükünü omuzlayan Kaynak Holding'in yöneticileri darbe sonrası yargılandı. “Darbeci teröristlere destek verenler yargılanıyor” diye yazılar yazdık. Bir de baktık ki hepsi kaşla göz arasında serbest bırakılmış! Genelkurmay Çatı Davasında yargılanan teröristler için “Hesap veriyorlar” dedik. Bir de baktık ki bazıları salınmış. Darbeye yazılarıyla ve televizyon programlarıyla destek veren yazarların en ağır cezaya çarptırılacaklarını sanmıştık, hepsi serbest bırakıldı.
Sadece FETÖ ile ilgili değil sıkıntı… PKK'ya açıktan destek veren HDP'liler için de aynı durum söz konusuydu. Selahattin Demirtaş'ın suçlarını şöyle alt alta yazsak, buradan Fizan'a yol olurdu. Ama bakıyoruz ki adam cezaevinde bir tek suçtan yargılanıyor. O da, “Terör örgütüne yardım ve yataklık” suçu… “Yakında önder APO'nun heykelini dikeceğiz” sözüne, “PKK'lıların cenazesine katılmayan arkadaşlarım hakkında işlem yaparım” sözüne, verilen bir ceza yoktu. Yasin Börü ve arkadaşlarının katledilmesinde başrol oynamıştı, ama onun için de verilmiş bir ceza yoktu. Bırakın cezayı, soruşturma ya da duruşma bile yoktu. Terör örgütüne yardım ve yataklıktan 4 yıl 8 ay hapis cezası almıştı. Avukatları çıkması için canhıraş bir şekilde çalışmaktaydı. Eli kulağında, yakında o da serbest kalacaktı. Yüksek Mahkeme, 2013te Kazlıçeşmede düzenlenen Nevruz etkinliğindeki konuşması nedeniyle, terör örgütü propagandasını yapmak suçundan 3 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılan Önderin ifade özgürlüğünün ihlal edildiği kararını almıştı. Oysa Sırrı Süreyya o konuşmasında ne buyurmuşlardı? “Size Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalanın selamlarını getirdim. Bugün de Kürdistanda onun onurlu evlatlarıyla onur duyuyoruz” diyerek PKK'lı teröristlere atıf yapmıştı.[3]
AKP'nin 2002 Şubatında, AB dayatmasıyla çıkardığı ilk yargı paketini hatırlayalım:
Demokratikleşme ve sivilleşme palavralarını ağızlarından hiç düşürmeyen, fakat her attıkları adımda da ülkeyi biraz daha baskıcı, biraz daha otoriter bir rejime doğru sürükleyen Erdoğan iktidarı, AB ile uyum programı çerçevesinde yaptıkları -daha doğrusu mecbur kaldıkları- anayasa değişikliklerinin ardından, TCK'nın 159. ve 312. maddeleriyle Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesini yeniden düzenliyorlardı. Düzenlemenin ilk sunuluş biçimine bakıldığında, toplumda ve özellikle de medyada çok farklı ve yanıltıcı bir hava oluşturulduğu anlaşılmaktaydı. Mevcut haliyle düşünce hürriyetini ve düşünceyi açıklama ve yayma hakkını kısıtlayan bu maddelerin ortaya çıkardığı sıkıntıları gidermek adına, yıllardır gündemde yer tutan değişiklik konusu nihayet gerçekleşiyor beklentisi oluşturmuşlardı. Fakat yasa tasarılarının komisyonlarda ete kemiğe bürünmesi ile birlikte giderek tablo netleşmeye başlamış ve ortaya işbirlikçi düzene yakışır bir garabet çıkmıştı. “Mini Demokrasi Paketi” adı altında Meclis'e sunulan düzenleme tam anlamıyla düşünen, düşündüğünü ifade eden herkesi potansiyel tehlikeli konumuna iten bir tuzak, bir yasaklar zinciri konumundaydı.
Mevcut 159. maddenin uygulamadaki halinde; “Türklüğü, Cumhuriyeti, TBMM'yi, Hükümet'in manevi şahsiyetini, Bakanlıkları, Devlet'in askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya Adliye'nin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler cezalandırılmakta iken, yeni tasarıda bu hükme ilave olarak “bunları temsil eden bir kısmına hakaret edilmesi” de tasarı kapsamına alınmaktaydı. Yine mevcut TCK 312/2. maddesinde “… kin ve düşmanlığa açıkça tahrik…” cezalandırılmakta iken, yeni tasarıda “kin ve düşmanlığa açıkça tahrik” yerine, “… kamu düzenini bozma olasılığı…” suç kapsamına alınmıştı. İnsanın aklına hemen kurtla kuzunun masalı takılmıştı. Zaten düşünceyi suç sayan yasalar metindeki haliyle sınırlı yorumlanacağına, “siyasallaşan yargı” tarafından oldukça geniş ve katı bir şekilde uygulanmaktaydı. Örneğin 312. maddedeki “… kin ve düşmanlığa açıkça tahrik…” ifadesine rağmen, resmî ideolojiye muhalif her türlü beyan, bu madde kapsamında cezalandırılmaktaydı. “Mini Demokrasi Paketi” yutturmacası altında, düşünce özgürlüğünün alanını genişletecek yerde, bu defa “olasılık” dahi suç sayılmaktaydı. Yani yan bakmaktan öte, yan bakmayı aklınızdan geçirmek bile riskli hale sokulmaktaydı. Bir söz ya da yazı egemenlerin hoşuna gitmiyor ise, sizin bu beyanınız “tahrik” aranmaksızın rahatlıkla “kamu düzenini bozma olasılığı” nedeniyle cezalandırılacaktı.
Zikredilen maddelerde yapılmak istenen değişikliklerin arkasını yasladığı cüretin, 28 Şubat'ın iradesinden kaynaklandığı açıktı. Ayrıca bu süreçle birlikte, “irtica ile mücadele yasaları” diye adlandırılan bazı yasaların çıkarılması hükümete ve Meclis'e dayatılmaktaydı. Açlığın, işsizliğin, sefaletin gittikçe yaygınlaştığı, ülke geleceğinin iyice ABD'nin ve ABnin güdümüne sokulduğu böyle bir dönemde, bu yasalarla gündemin tıkanması despotizmin gücünü gösterme teşebbüsünden başkasıyla açıklanamazdı. Türkiye'nin geleceğini Davoscularla diyalogda arayan AKP kurmaylarının ise nasıl bir küresel kuşatma tuzağında olduklarını artık anlamak lazımdı.
Riyakârlığı ve din istismarcılığını sanat, hatta ahlâk edinen Şevki Yılmaz bile, Yeni Akitteki Af mazlumlara, zalimlere asla! başlıklı yazısıyla, bu Yargı Paketinin, aslında bir af düzenlemesi olduğunu dolaylı biçimde açığa vurmuşlardı. (04.10.2019)
İnsanın aklına, canına, bedenine, namusuna musallat olan kumar, alkol, esrar, eroin, fuhuş ve faizi yasaklamış, bunlarla meşgul olanları müfsid yani terörist ve zalim sayıyor… Ölüm, Ahiret ve Büyük Hesap Günü eğitimini yasaklayan ve Dinimizin İlkelerini Devletten ve Hayattan kaldıran Laisizm belasının oluşturduğu bu suç bataklığı devamlı suçlu üretmeye devam ediyor! diyen bu şarlatana sormak lazımdı: Sizin bu fetvanıza göre; 18 yıldır tek başına iktidar olduğu halde; kumarı, alkolü, fuhşu ve faizi ısrarla sürdüren AKP iktidarı ve yetkili makamları müfsit ve terörist konumunda mıydı?
Son günlerde Türkiyemizin gündemine gelen Af Yasası sorunları kökünden çözecek şekilde mevcut yaraya neşter atıcı değil, pansuman tedbir olarak gündeme taşınmıştır. İyi niyetli olduğundan şüphe duymadığımız bu durum, beraberinde olası riskleri de barındırmaktadır!.. Çıkarılacak aftan mutlaka mazlumlar yararlanmalıdır. Hiçbir suçları olmayan mazlumlar, affın olmazsa olmaz ilk şartı olmalıdır!.. 28 Şubat Post Modern İhanet Darbesinin kurbanları cezaevindeki yüzlerce kardeşimiz, bu düzenlemeden öncelikle faydalanmalıdır!.. Allahımıza, Kitabımıza, Peygamberimize, Dinimize ve Mukaddesatımıza hakaret edenlere hiçbir dava açılmazken, fikri düzeyde eleştiri ve tenkitlerde bulundu diye 5816nın mağduru olan ve hapse mahkûm edilen yazarlarımız da mutlaka Af kapsamına alınmalıdır! ifadelerinizden; 18 yıllık dindar ve kahraman Erdoğan iktidarına rağmen; 28 Şubat süreci mağdurlarının ve düşüncesini açıklayan nice mazlumların hapiste tutuldukları anlaşılmaktaydı. Peki böyle bir iktidarı hâlâ alkışlamaktan ve bütün suçu ve sorumluluğu Laik düzene yıkmaya çalışmaktan dolayı hiç yüzünüz kızarmaz mıydı?
Gazeteci Mehmet Yılmaz aleyhine 27 Eylül 2019da 4 yıl hapis talebiyle dava açılmıştı. Sebep, yazılarında eski Başbakan Binali Yıldırıma çocuklarının nasıl servet edindiğini? sormasının hakaret sayılmasıydı. Bir gün önce de bilim insanı Bülent Şık, içinde yer aldığı bir çalışmada tarım ürünlerine bulaşmış kanser yapıcı madde bulgularını açıkladığı için, gizli belge yayınladığı gerekçesiyle 15 ay hapse çarptırılmıştı. Yargı Reformunu 1 Ekimde Meclis açılışıyla birlikte tartışmaya başladığımızda işte bunlar yaşanmaktaydı. Mehmet Yılmaz hakkında istenen cezayı duyunca, bir süre önce Adalet Bakanı Abdülhamit Gülün; Yargı Reformu hakkında Hürriyetten İpek Özbeye verdiği mülakatta Eleştiri, ceza konusu yapılmamalı dediğini hatırlamıştık. Oysa Yılmazınki eleştiri dahi sayılmazdı, sadece bir soruydu. Ama Binali Yıldırım; demek ki soru sorulmasını dahi hakaret saymış, savcı da aynen katılmıştı. Yargı Reform taslağında eleştirinin -kimin bu kararı vereceği muğlaklık taşımakla birlikte- suçlama nedeni sayılmaması gibi birkaç olumlu madde dışında, yargı bağımsızlığı ve demokrasinin kalitesini yükseltme yönünde atılmış pek bir adıma rastlanmamıştı. Bu reform paketi bu şekilde kabul edildiği takdirde, örneğin; gazetecilerin, akademisyenlerin, siyasetçilerin, yazarların, fikir insanlarının terörizm ya da devlet büyüklerine hakaret suçlamalarıyla hapiste kalması, hapse atılması son bulacak mıydı?
HDPnin önceki Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 4 Kasım 2016dan bu yana PKKya yardım ve terör reklamcılığı suçlamasıyla tutuklandı. Diyalog sürecinde, özel izinle devlet ile PKK arasında arabulucu/kurye gibi çalışmış olan Sırrı Süreyya Önder, terör propagandası yapma suçlamasıyla 6 Aralık 2018den bu yana hapiste yatmaktaydı. CHPli Eren Erdem, yine terörizm bağlantısı suçlamasıyla 29 Haziran 2018den bu yana cezaevinde bulunmaktaydı. Ve yine bir zamanlar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın Batılı aydın çevrelere takdiminde emeği de geçmiş olan sivil toplumcu Osman Kavala iki senedir hapiste bulunmaktaydı.[4] Elbette ve kesinlikle PKK bir terör şebekesi olmaktaydı, HDP ise PKK'nın siyasi kanadıydı. Ama asıl sorulması gereken; şu AKP iktidarı ve MHP ortağı, bu terör yuvası HDPyi kapatmak için neden hiçbir adım atmazlardı?
FETÖ sorununa akılcı ve kalıcı çözümler üretmeyi tercih eden yazarlar bile: Yanlış tartışmaların ve yararsız yaklaşımların en çok FETÖ'nün işine yaradığı uyarısında bulunmuşlardı. Bunlardan Nedim Şener, Yargıdaki FETÖ'cüler, vezire dönüşen piyon yerindedir. Öldürücü darbeyi vurmak için yargıyı kullanabilirler çıkışını yapmıştı.
Yargıdaki FETÖ yapılanması ve onunla mücadele uzun süredir tartışılmaktaydı. Aytunç Erkin de 21 Mart 2019 günü 1500 hâkim ve savcıya ankesör soruşturması! başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Konu hükümete yakın bir gazetede üst üste gündeme taşınınca, Adalet Bakanı Abdülhamit Gülden bugüne kadar alışık olmadığımız sertlikte bir yanıt alınmıştı; Bu örgütün sadece yargıya, orduya, emniyete sızdığı sanılmasın. Nerede ahlâksızca bir saldırı varsa, bilin ki orada FETÖnün bir tezahürü vardır. Daha düne kadar FETÖcülerle aynı maklubeye (yemek çanağına) kaşık sallayanlar, bugün çıkıp bize FETÖ ile mücadele dersi vermeye, asil şerefli Türk yargısına saldırmaya kalkmasın!
Bakanın bu konuşmayı yaptığı tarih 18 Eylül, bir gün önce yani 17 Eylülde Adalet Bakanlığı, iş insanı Fettah Tamimce hakkında verilen takipsizlik kararının bozulması için başvuru yapmıştı. Bunların birbirinden bağımsız gelişmeler olduğu sanılmasındı. Bakanın sözlerinin yalnızca FETÖ ile mücadele konusunda kararlılığı vurgulamak şeklinde yorumlamak da yanlıştı. Çünkü, Daha düne kadar FETÖcüler ile aynı maklubeye kaşık sallayanlar bugün çıkıp bize FETÖ ile mücadele dersi vermeye, asil şerefli Türk yargısına saldırmaya kalkmasın sözlerini hükümet içi çatışma diye yorumlayanlar da vardı. Ama daha sağlıklı değerlendirme için gelişmeleri bekleyip görmek lazımdı.
Kimin neyi amaçladığını tam olarak kestiremiyorum, ama bu durumdan her zamanki gibi FETÖnün kazançlı çıktığı açıktı. FETÖ ile mücadelenin ne iktidar-muhalefet ne iktidar içi çatışma konusu olmaması lazımdı. Çünkü yargıdaki FETÖcü her şeyden daha tehlikeli olmaktadır. Çünkü onlar vezire dönüşen piyon konumundadır! diyen yazarın herhalde bazı bildikleri vardı. Bay yandaşların ve dünyayı titreten Yaman Adamların Yüksek Yargıda saklandıklarını sandıkları bu FETÖ kafalı, -daha doğrusu iktidarın hukuk dışı yanlışlarının karşıtı- yargıçların varlığından bu denli korkmaları için, çok büyük suçlar işlemeleri lazımdı!? Yoksa bu derin kuşkular ve korkular, çok emin ve kesin bir suçluluk psikolojisini mi yansıtmaktaydı?
Çok garip ve acayip Başkanlık Sistemiyle birlikte devletin yaşadığı kargaşa ve AKP-MHP ittifakının oluşturduğu karmaşa; “Ortada hükümet yok, sistem yok, sadece Cumhurbaşkanı var!” dedirtmeye başlamıştı!
Erdoğan, AKP Genel Başkanı sıfatıyla siyasetin bütün kanallarında en aktif şekilde rol almaktaydı. Cumhurbaşkanı sıfatıyla da herkese bunları kabul etmesini dayatmaktaydı. Bu durum eşyanın tabiatına ve siyasi sorumluluk anlayışına aykırıydı. Zaten Devlet Bahçeli, Erdoğanı hukuki sisteme çekemiyorsak, istediği her şeyi yapacağı bir sistem yapalım diye yola çıkmışlardı. Erdoğan, bu önerinin bugün gelinen noktada; Türkiyeyi Erdoğan, Erdoğanı ise Bahçeli yönetiyor durumdaydı! Erdoğanın Cumhurbaşkanlığı Bahçeliye, Bahçelinin MHP Genel Başkanlığı Erdoğana bağlıydı! 2015 yılına kadar kanlı bıçaklı olanlar, 2016dan sonra allı duvaklı olup çıkmışlardı. Birbirlerini sevmelerine gerek kalmamıştı, birbirlerini ayakta tutmaları yeterli sayılmıştı. Yani en güçlü ortaklık, çıkar ortaklığıydı. Böyle bir çıkar ortaklığını iki şey sonlandırırdı; 1- Çıkarın son bulması, 2- Daha güçlü başka bir çıkar ortaklığının doğması. Her ikisi de bunun farkındaydı. Peki, “Türkiyeyi Erdoğan, Erdoğanı Bahçeli yönetiyor da Bahçeliyi kimler yönetiyorlardı?
Ülkemizdeki yönetim biçimi, halk diliyle söylemek gerekirse, o biçim bir hâl almıştı. Kimin eli kimin cebinde? Anlamak zorlaşmıştı! Halk, Başkanlık Sistemini hiçbir şekilde benimsemediği için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye, ne olduğu belirsiz bir isim takmışlardı. Ortada hükümet yok, sistem yok, sadece Cumhurbaşkanı vardı. Erdoğan, AKP Genel Başkanı sıfatıyla siyasetin bütün kanallarında en aktif şekilde oynamaktaydı. Cumhurbaşkanı sıfatıyla herkesten kabul bekliyorlardı. Bu durum eşyanın tabiatına aykırıydı. Yürütülmesi imkânsızdı. Ekonomiden devlet çarkına genel bir tıkanma vardı. Her şey bir yana, işte yargı; Cumhurbaşkanı damadı, her şey bakanı Berat Albayrakla, Baş denetçi Şeref Malkoçun damadı Adalet Bakanı Abdulhamit Gül karşı karşıyaydı. Altta kalan ise adalet olmaktaydı! Bunu görenler, Böyle gitmez deyip yeni arayışlar içine giriyorlardı. Böyle gitmeyeceğini görenlerin başında Erdoğan da vardı. O nedenle başka seçenekler öne çıkmadan, yaparsam yine ben yaparım demeye başlamaktaydı!
40+1e mi sığınılmıştı?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanın, 1 Ekim Meclis açılışında Suriye uyarıları yapmasında şaşırtıcı bir yön yoktu. Zaten 30 Eylüldeki MGK toplantısında ABDye Güvenli Bölge ve PKK konusunda bir mesaj daha vereceği anlaşılmıştı. Şaşırtıcı olan, AKPli Faruk Çelikin 29 Eylüldeki İlk turda yüzde 40 oy alan seçilsin, Yüzde 50+1 Türkiyeyi yorar çıkışına Erdoğanın yaklaşımıydı. Böylece MHP sayesinde geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin değişmesine kapı aralanmıştı. Bu konuyu gazeteciler sorduğunda, Erdoğan önce gönülsüzce Anayasa değişikliği gerektiriyor diye hatırlatmış; ama adeta kapıyı kapattığı izlenimi vermemek için ekledi: İktidarıyla, muhalefetiyle el ele vererek bunu değiştirebiliriz buyurmuşlardı. Bu öneriyi Meclise getiren AKP olur muydu? sorusunu ise Erdoğan; O muhalefetin yapacağı bir iş şeklinde yanıtlamıştı. Oysa konuyu açan bir muhalefet sözcüsü değil, kendi hükümetlerinde görev yapmış, bir süre önce kendisi tarafından Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine atanmış AKPli bir şahıstı. Cumhurbaşkanı İhtiyacımız yok, yüzde 50+1 oyu her koşulda alırız mı diyordu? Hayır, sadece muhalefet getirirse Mecliste tartışırız diyordu; hatta muhalefetin bu konudaki önerilerine de açıktı. Bu cümledeki kilit ifade, Erdoğanın artık yüzde 50+1 oyun her koşulda alınabileceğinden emin olmamasıydı. 23 Haziran 2019 seçim tekrarını CHP adayı Ekrem İmamoğlunun yüzde 9 farkla alacağı tahminini tutturan KONDA araştırma şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Erdoğanın bu sözlerinden birkaç saat önce T24te Murat Sabuncuya, AKPnin çekirdek oyunun en düşük noktasına gerilediğini açıklamıştı. Ağırdıra göre Cumhur İttifakında AKP etkisi azalıp, MHP etkisi artmaktaydı. 2 Ekimde 6 araştırma şirketinin ortalamasına göre AKP-MHP ittifakının toplamının yüzde 50nin altına düştüğü yazılmıştı. Faruk Çelikin Bursadaki Olay gazetesine verdiği demeç, iki açıdan önem taşımaktaydı. Öncelikle, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktayın başkanlığında tamamlanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ilk yılı değerlendirmesi ardından yapılmıştı. İkincisi, 4-6 Ekim tarihlerinde Kızılcahamamda yapılması planlanan AKP danışma toplantılarının asli konularından birisinin 31 Mart yerel seçimlerinde ve 23 Haziran İstanbul seçim tekrarında alınan yenilgi olmasıydı. Son günlerde konuştuğum yabancı diplomatlar, yurtdışında Erdoğanın yerel seçim sonuçlarıyla birlikte inişe geçmeye başladığı şeklinde olduğunu aktarmışlardı. Ekonomik sıkıntıların üst üste gelen fiyat artışlarıyla halka yansıtıldığı ortamda, erken seçim ihtimali zaten gerçekçi sayılmazdı. Öte yandan MHP lideri Bahçelinin seçim kazanmadan hükümetin gizli ortağı olma reçetesi olan yüzde 50+1 formülünün, Erdoğan ve AKPnin ayaklarına prangaya dönüştüğü izlenimi giderek artıştaydı.[5] yorumları gerçekleri yansıtmaktaydı.
Bu ortaklıkta MHP son sözü söyleyen taraf olmaktaydı!
Sn. Bahçeli sistem ve o sistemin doğal sonuçları konusunda AKPden daha titiz olduğu görüntüsü veriyorlardı. Kamuoyunun da genel hatlarıyla farkına vardığı, sistemden kaynaklanan aksamaları ortadan kaldırmak amacıyla, AKP tarafından başlatılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini elden geçirme çabalarını ve tabanı dinlediği görüntüsü verebilmek için hükümette revizyona gitme çabalarını durduran da yine MHP ve lideri Devlet Bahçeli olmaktaydı. Sn. Bahçelinin: Yeni sistemin yerleştirilmesi için çaba sarf edileceği yerde muhalefetin isteğine cevap veriyorum derseniz iki yanlışı birlikte yaparsınız. Her gün bakan mı değiştireceğiz. Bu yola girdiğinizde Yeniçeri ocağı gibi İstemezük derler yaklaşımı kafaları karıştırmaktaydı. AKP içerisinde önemli görevler üstlenmiş isimlerin son zamanlarda yaşadıkları hayal kırıklıklarının yeni oluşumlar arayışlarına dönüşmesinden, AKP yöneticilerinden daha fazla rahatsızlık duyanların MHPliler olması şaşırtıcıydı! Her ne kadar bir ittifak çatısı altında buluşmuş olsalar da iki ayrı -ve farklı- parti olan AKP ile MHP herhalde Katolik nikâhıyla bir ortaklık kurmuşlardı. Şu son birkaç yıl içerisinde yaşadıkları yakınlaşmaya kadar birbirlerine en ters bakan, en ağır eleştirilerle yaklaşan bu iki partinin ortaklığı güncel sorunlardan kaynaklıydı. Daha önce hiçbir siyasinin, bir başka parti lideri için sarf ettiği görülmemiş itham ve iddiaları, MHP yöneticileri Tayyip Erdoğan için kullandıkları unutulmamıştı.
Evet, AKP ile ortaklıktan MHPnin kârlı çıktığı açıktı. Son yerel seçimin sonuçları, iki partinin iş birliği sayesinde MHPnin kazandığı Belediye Başkanlığı sayısının artmasına ve oylarının da çoğalmasına yaradığının kanıtıydı. Güvenilir kamuoyu araştırmaları, AKP tabanından MHPye akışın hızla devam ettiğini ortaya koymaktaydı. Bir başka sebep de, ittifak yapısının MHPye iktidarın politika tercihleri üzerinde söz hakkı tanımasıydı. En son örneğini sistemi elden geçirme ve hükümette revizyona gitme niyetine yönelik tavırda gördüğümüz üzere, MHP, iktidar partisinin kolaylıkla tek başına karar verebileceği, kendisinin sandık başarısı için gerekli olan bu iki konuda bile belirleyici taraf olma pozisyonu kazanmıştı. Hem de bu tavrını, kapalı kapılar arkasında telkinlerle yapmak yerine, güpegündüz ve aleni bir biçimde ifadeyi tercih etmekten sakınmamıştı.[6] tespitleri haklıydı.
Yeni Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak, yazısında AKPde değişim beklentisinin devam ettiğini hatırlatıp 'troller üzerinden siyasi gündem oluşturma çabalarına' karşı çıkmaktaydı.
'Siyasi gündem' başlıklı yazısında Dilipak, “AKP bu anafordan yakasını kurtarmak istiyorsa, bundan sonra atacağı her adıma ve söylenecek her lafa dikkat etmesi gerek” ifadelerini kullanıp siyasilerin bürokratik ilişkilerini eleştirmeye başlamıştı.
Abdurrahman Dilipak'ın yazısında şunlar aktarılmıştı:
AKPde tabandaki değişim beklentisi devam ediyor. Seçim olalı aylar oldu. Halk, alındığı söylenen mesajın karşılığı olan adımların atılmasını bekliyor. Bazı atılan adımlar ve atamalar ise akılların daha da karışmasına sebep oluyor. Birileri bunların dile getirilmesi için her yolu deniyor. Bir bakıma ben o insanların dili oluyorum. Sadece sözü değil, kalbinden geçirdiklerinin sesi. Birtakım insanlar bunlarla teselli buluyor. Bu birilerinin canını sıksa da. Bir gazetecinin de Hakkın ve halkın sesi olması gerekmiyor mu? Değişim makyaj şeklinde olursa, şaibeli ve toplumda alerji oluşturan isimler korunur ya da yeni, benzer kişiler atanırsa bu durum ciddi anlamda bir hüsrana dönüşebilir… AKP bu anafordan yakasını kurtarmak istiyorsa, bundan sonra atacağı her adıma ve söylenecek her söze dikkat etmesi gerek. Özellikle de Gül, Davutoğlu ve Babacanla kesin olarak yollar ayrıldıktan sonra.
Hangi kesimden olursa olsun, birilerinin troller üzerinden siyasi gündem oluşturma çabaları artık toplumda itibar görmüyor. Bunun kimseye faydası yok. Bu aklın yön vereceği bir siyasetin karşılığı hüsran olacaktır. MPİ ihalesi, Çanakkaledeki maden sahası ile tartışmalarda izlenen yol ders olmalı. Siyasetçi suali mukadderlere cevap vermiyorsa, ağzıyla kuş tutsa faydasız. Gelinen noktada siyaset irtifa kaybetmeye başladı. Değişim siyasetteki her parti tabanının ana beklentisi haline geldi. Milletvekillerine, o bölgeyle ilgili yüksek bürokrasiye, STKlara, cemaate, iş adamlarına danışarak yapılacak bir değişim, parti tabanlarında itibar görmeyecek. Hepsi ahbap çavuş. Şıracının şahidi bozacı. Bundan bir şey çıkmaz. Milletvekilleri bu kadroları, bu kadrolar da o milletvekillerini üretti. O bürokrasiler de bu teşkilat ve milletvekillerinin eseri. Bunlar sahibinin sesidir. Bu her parti için böyle. AKPdekiler için durum daha can sıkıcı. Bunlar birçok yerde ahbap çavuş ilişkilerinde MİT ile de, emniyet, istihbarat, mülki idare amirleri ile de kol kola girdiler.
Artık Suriye sorunu bir Amerikan işgali sorunudur. Ülkenin üçte biri PKK ve DEAŞ gerekçesi üretilerek işgal edildi. Bunun dışında hiçbir tanımlamanın, Suriye meselesinde çözüme odaklı olması mümkün değil! diyen İbrahim Karagül haklıydı!
En önemli sorgulama, ABDnin burada ne işi var sorgulaması olmalıydı. Kim davet etti, hangi meşruiyetle geldi, hangi gerekçeyle masaya oturabiliyordu? Göz göre göre, adım adım bir ülke işgal ediliyordu. Bu, sadece Suriyenin sorunu değildi. Bu bütün coğrafyanın sorunuydu. Tahmin edemediğimiz ölçekte, bölgenin tamamıyla ilgili ağır sonuçlar doğuracaktır. Herkesin buna hazırlıklı olması gerekiyordu. Türkiyenin bütün güvenlik kaygılarının ana kaynağı da işte Suriyedeki Amerikan işgalidir. Çok büyük ve en yakın tehdit buradan geliyordu. Türkiye düşüncesi olan herkesin acil biçimde bu konu üzerinde kafa yorması, tepki göstermesi gerekiyordu. Suriyedeki Amerikan işgali bir Türkiye Sorunudur. Çünkü bu savaş, Türkiye Cephesini açmak için çıkarıldı. O günden bu yana bu cepheyi kapatmaya çalışıyoruz. Türkiyenin güvenlik sorunlarını çözmek istiyorsak önce Suriyedeki Amerikan işgalinin sona ermesi gerekiyordu. Suriyedeki Amerikan işgali Türkiye içindeki siyasi kimliklerin çok ötesinde bir gerçekliktir, öyle algılanmalıdır. O işgale karşı, bugün kimlerin hangi cephede olduğuna bakmaksızın, ortak bir tepki vermekten, ortak bir akıl üretmekten başka hiçbir yolumuz yoktu.
1. Dünya Savaşından sonraki en büyük cepheyi kuruyorlardı!
O işgal sona ermezse, Türkiyenin güvenliği her zaman tehdit altında olacak. Yarını bugünden çok daha tehlikeli hale gelecek. PKK ve terör üzerinden tartıştığımız her şey, bir Türkiye Cephesi inşasıdır. Öyleyse, bu bir ulusal meseledir, ortak meselemizdir. Bunun için geleceğe bakmaya gerek yok. Bugüne bakmamız yetiyor. İran sınırından Akdenize uzanan ve Irak ile Suriyenin bütün kuzeyini kapsayan kuşak, bir cephe inşasıdır.
İyi de, bu açık gerçeklere ve gerekçelere göre, ciddi ve netice verici tedbirler alması gereken Erdoğan iktidarı, hâlâ kurusıkı palavralarla ve kof kabadayılık politikalarıyla durumu kotarma ve günü kurtarma hesabındaysa, bu kendisinin de ülkemizin de aleyhine olacaktı. ABD'ye Eylül sonuna kadar süre tanıdık Sonrasında kendi başımızın çaresine bakarız! laflarının altında acaba neler yatmaktaydı. Trumpla hangi gizli pazarlıklar yapılmış ve hangi tavizlere yanaşılmıştı? Zaten son MGK toplantısı ardından da, umutlandırıcı bir açıklama yapılmamıştı.
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı sonrası okunan bildiride, Türkiye'nin Suriye'de Güvenli Bölge'nin hayata geçirilmesine ilişkin samimi gayretlerini daha da güçlendireceği açıklanmıştı. MGK bildirisinde ayrıca; terör örgütlerine yönelik operasyonların kararlılıkla sürdürüleceği ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığı ve KKTC ile anlaşmalar çerçevesindeki faaliyetlerinin devam edeceği de vurgulanmıştı.
Oysa bundan bir ay önce 31 Ağustos günü Hatayın yanı başındaki İdlibde, herkesi şaşkınlığa sokan bir hadise yaşanmıştı. İdlib, Rusya-Suriye ittifakı ile cihatçı gruplar arasında bir çatışma bölgesi olarak görülürken, hiç hesapta olmayan bir şekilde birden ABD sahneye çıkmış ve El Kaidenin buradaki merkezlerinden birini havadan bombalamıştı. ABDnin bu hava saldırısında, El Kaidenin Suriyedeki temsilcisi olan Huras el Din başta olmak üzere bazı cihatçı gruplardan 50 militanın öldüğü açıklanmıştı. ABDnin hava saldırısı, Huras el Dinin İdlib şehir merkezinin yedi kilometre kadar kuzeydoğusunda, Kfarya yerleşimindeki bir eğitim merkezi ile harekât karargâhını hedef almıştı. Aradan bir ay geçmesine karşılık bu saldırı üzerindeki sır perdesi hâlâ aydınlanmamıştı. Örneğin, ABDnin bu saldırıyı bölgedeki bir ülkeden ya da uçak gemisinden havalandırdığı uçaklarla mı yoksa denizaltı ya da gemilerden fırlattığı seyir füzeleri ile mi gerçekleştirdiği hiç anlaşılmamıştı. ABDnin Ortadoğudan da sorumlu olan Merkez Komutanlığı (Central Command), saldırıdan sonra bir açıklama yaparak, İdlibin kuzeyindeki bir tesiste Suriyedeki El Kaide örgütünün liderliğini hedef alan bir hava saldırısının gerçekleştirildiğini duyurmuşlardı. İlginç bir nokta, bu saldırı nedeniyle Rusya Savunma Bakanlığının, ABDyi aralarındaki mutabakatları ihlal etmekle suçlaması, aynı zamanda İdlibdeki ateşkesi tehlikeye attığını vurgulamasıydı. Rusyanın açıklamasına göre, Amerikalılar operasyonla ilgili olarak Rusyayı ve Türkiyeyi önceden uyarmamıştı. Ancak başka kaynaklar Rusyanın bu saldırıdan haberdar olduklarını aktarmışlardı!?
Fıratın doğusuna yönelik operasyonla ilgili kuşkularımızı hatırlatmıştık!
Beyaz Saray'dan, “Türkiye, yakın zamanda Suriye'nin kuzeyine uzun süredir planladığı operasyon için harekât başlatacak. ABD Silahlı Kuvvetleri, bu operasyonu desteklemeyecek ya da bu operasyona dahil olmayacak.” açıklaması yapılmıştı.
Beyaz Saray'ın açıklamasında, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasında telefon görüşmesi yapılması sonrası bu kararın alındığı hatırlatılarak; DEAŞ'ı yenen ABD kuvvetlerinin, artık doğrudan bu bölgelerde olmayacağı vurgulanmıştı. ABD hükümetinin, Suriye'de tutuklanan DEAŞ mensubu vatandaşlarını geri almaları için Fransa, Almanya ve diğer AB ülkelerine baskı yaptığı, ancak bu ülkelerin bu teröristleri almaya yanaşmadığı belirtilen açıklamada, ABD'nin bu kişileri yıllarca elinde tutmayacağı hatırlatılmıştı. ABD açıklamasında, “Türkiye bundan böyle, ABD'nin son iki yıldır, bölgede yakaladığı DEAŞ savaşçılarından sorumlu olacak.” (AA) uyarıları, Türkiyeye yeni bir tuzak hazırlığını açığa vurmaktaydı.
Amerikan ve İngiliz gazetelerinde Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna düzenleyeceği harekât haberi geniş yankı uyandırmıştı. The Guardian, “ABD, Kürtleri terk etti!” derken, New York Times TSK ile SDG arasında doğrudan çatışma riskini hatırlatmıştı.
Türkiyenin Suriyenin kuzeyine operasyon düzenleyeceği yönündeki Beyaz Saray açıklaması dış basında geniş yer almıştı.
New York Times gazetesi, Trump Amerikan politikasını değiştirerek Türkiyenin Suriyede askeri operasyonuna destek verdi başlıklı haberinde; Trumpın kararı, hem IŞİDe karşı operasyonlar için hem de İranla Rusyaya karşı kritik bir karşı denge olarak görev yapması amacıyla, Suriyenin kuzeyinde küçük bir askeri varlık bulundurmak isteyen Pentagon ve Dışişleri Bakanlığındaki üst düzey yetkililerin tavsiyelerine aykırıydı yorumları yapılmıştı.
TSK-SDG çatışması, IŞİDe karşı kazanımları tehlikeye atar uyarısı!
New York Times; ismi verilmeyen Amerikan yönetimi yetkililerine dayanarak, Türkiyenin operasyonu öncesinde bölgedeki 100 ila 150 Amerikan askeri personelinin çekileceğini ama ülkeden tamamen çıkarılmayacağını yazmıştı. Haberde, Türkiyenin operasyonunun ne kadar kapsamlı olacağı veya Türk askerlerinin ABD destekli Kürtlerle çatışıp çatışmayacağı bilinmiyor, ki böyle bir gelişme, Amerikan ordusunun IŞİDle savaşta elde ettiği birçok terörle mücadele kazanımını tehlikeye atacaktır ifadeleri kullanılmıştı. New York Times, Trumpın Aralık 2018de Suriyeden tamamen çekilme kararını açıklayıp, sonrasında Pentagondan, diplomatik ve istihbarat bürokratlarından ve Avrupa ile Ortadoğudaki müttefiklerden gelen baskılarla geri adım attığını da hatırlatmıştı.
Washington Post: ABD sorumluluktan kaçmaktadır! (Yani) sorunları Türkiyenin sırtına yıkacaktır!
Washington Post gazetesiyse haberinde, ABDnin iki önemli müttefiki arasında aylardır barış sağlamaya çalıştığı yorumu yapmış, ama son açıklamayla bu çabalara aniden son verildiğini yazmıştı. Gazete, Trump yönetiminin Türk ordusuyla ABD müttefiki olan Kürt savaşçılar arasında infilak etme potansiyeli bulunan bir durumda sorumluluktan kaçıyor gibi göründüğünü yazmıştı.
Guardian Gazetesi: ABD, Kürtleri kendi kaderine bırakmıştır!
İngiliz gazetesi The Guardian ise; ABD Kürt müttefiklerini terk ederek Türk güçlerinin Suriyeye girmesine izin verecek başlıklı haberinde, bu durumun Amerikan politikasında ani bir değişiklik olduğunu vurgulamıştı. Açıklamanın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğanla ABD Başkanı Donald Trump arasındaki telefon konuşmasından sonra geldiğine dikkat çekilen haberde, Beyaz Saray, ani bir dış politika değişikliğiyle Amerikan askerlerini bölgeden çekerek, Türkiyenin Suriyenin kuzeyine harekâtına yeşil ışık yaktı. Bu durum fiilen, Washingtonın uzun zamandır müttefiki olan Kürtlerin terk edilmesi anlamını taşır yorumunu yapmıştı. Haberde, Görünüşe göre Suriyeyle ilgilenen diplomatlara danışmadan veya onların bilgisi dışında alınan bu karar, ülke içinde azille mücadele eden Trumpın bir dizi dengesiz hamlesinin sonuncusu ifadeleri kullanılmıştı.
Bütün bu açıklamalara bakarak bizde şu kuşkular uyanmıştı:
ABD, PKK-PYD güçlerini ve kendi kiralık askerlerini kullanıp, TSKya saldırılar düzenleyecek Sivil hedeflere yönelik bombalı eylemler tertipleyecek Ama bunların suçunu DEAŞe yükleyecek ve Türkiye'yi sorumlu gösterecekti. Yani Türkiyeyi yeni bir batağa ve tuzağa çekmişlerdi… İnşaallah biz yanılırız…
[1] Baget: Çorapları gergin tutmak ve düşmesine engel olmak için kullanılan sert lastik
[2] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/adnan-oktarin-tayyip-bey-beni-tanir-sever-demesi-
[3] https://www.gazeteoku.com/turkiye/suleyman-ozisik-isyan-etti-oyle-bir-hale-geldik-
[4] Gazeteci soramaz, bilim insanı söyleyemezken Yargı Reformu, Murat Yetkin
[5] https://yetkinreport.com/2019/10/02/yuzde-40-sifreleri-erdoganin-mhpsiz-iktidar-sancisi/?utm
[6] İktidarda AK Parti var, ama siyasi hayatımızda esas güç o değil, Fehmi Korunun Günlüğü