HAÇLILARIN AKDENİZ YIĞINAĞI
VE
ERDOĞANIN IRAK SIĞINAĞI
En önemli NATO ülkesi ve sözde stratejik müttefiki sayılan Üstelik üretimde kısmen iştirakçisi olan Türkiyeye, hem de 1,5 milyar dolar parasını peşin verdiği F-35leri ve Patriot füzelerini vermeyen ABD; Krallık (Emirlik)le yönetilen Katara Patriot satışını imzalayıvermişti Bu arada, Erdoğan iktidarının girmek için can attığı ve her türlü hakaretine katlandığı AB; Ege ve Akdenizdeki doğal haklarımızı koruma amaçlı sondaj gemilerimizin faaliyetlerini, düşmanca ve saldırgan girişimler(!) şeklinde nitelendirip, önlemek üzere hemen toplanıvermişlerdi.
Şu hâle bakın!.. Güya İranla; sataşma ve taciz atışları Basra Körfezi açıklarında yaşanıyor ama başta ABD ve AB olmak üzere (Rusya dahil) 25 ülkenin son sistem savaş ve uçak gemileri her nedense Doğu Akdenize, yani Türkiyenin burnunun dibine yığılıyordu!? Ve maalesef bu kritik ve endişe verici kuşatma çemberi daralırken; Sn. Erdoğan, bütünüyle ABD kontrolünde bulunan ve Kuzey Irak Barzani bölgesine asla karışmayan Irak yetkilileriyle, güya bölge barışını sağlama ve gerektiğinde dayanışma amaçlı üst düzey toplantılar tertipliyor ve Irak istihbarat başkanı (MOSSADın 3. sınıf elemanı) Cumhurbaşkanı Sarayında ağırlanıyordu. Daha önce Irakı işgal ve talan etmek üzere bu ülkeye saldıran Amerikan conilerine, zafere erişmeleri ve sağ salim ülkelerine dönmeleri!.. için dualar eden Sn. Erdoğan, şimdi acaba bu kukla yetkililerle hangi stratejik konuları görüşüp anlaşmışlardı?.. Tam da bu sırada Erdoğan, G-20 zirvesi için gittiği Japonya dönüşünde; ABDden 100 Boeing yolcu uçağı alacaklarını ağzından kaçırıyordu. Bu uçakların en küçük çaplı olanları yaklaşık 10 milyar dolar, orta büyüklükte olanları ise 25 milyar dolar tutuyordu. Bize parasını peşin verdiğimiz ve bazı parçalarını ortak ürettiğimiz F-35leri vermeyen ABDden, bir de kalkıp on milyarlarca dolarlık Boeing yolcu uçağı almamız; yoksa S-400lere karşı bir rüşvet payı mı oluyordu?
Akdeniz bize uzak, ABDye yakın mıydı?
Değerli Abdülkadir Özkanın:
Doğu Akdeniz, Haçlı Batının ve Siyonist odakların şımartıp kışkırttığı Kıbrıs Rum Kesiminin yaptığı birtakım anlaşmalarla adeta Türkiyeden uzak tutulmaya çalışılıyordu. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bu küstahlığı elbette gücüne güvenerek sergilemiyordu. Çünkü bilirler ki akıllarını başlarına getirtmeye 24 saat yeterli oluyordu. Onlar bu küstahlığı, başta ABD ve bazı AB ülkelerinden aldıkları destek sebebiyle sergiliyordu. Güney Kıbrıs Rum Yönetimine, ABD ve bazı AB ülkelerinin niçin destek verdiği sorusunun iki karşılığı bulunuyordu. Birincisi, Doğu Akdenizde bulunacak doğalgaz ve petrolden pay almak amaçlanıyordu. Bunun için şimdiden birtakım anlaşmalar bile imzalanıyordu. İkincisi de hemen her konuda olduğu gibi Türkiyeye karşı oluşturulan Haçlı ittifakının bilinen, tabii düşmanlık refleksi ortaya çıkıyordu.
Doğu Akdenizde sözünü etmeye çalıştığımız tüm bu girişim ve gelişmelerle, Akdenizdeki haklarımız gasp edilmek isteniyor ve Türkiye buradan uzak tutulmaya çalışılıyordu. Bu noktada ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Palmerin yaptığı;Doğu Akdeniz, ABDnin bir dizi stratejik çıkarının ve önemli ortaklarının bulunduğu bir bölge şeklindeki açıklaması, Rumların cesareti nereden aldıklarını göstermeye yetiyordu. Böyle olmasa; Doğu Akdenizdeki ülkemize ait araştırma gemimizin personeli hakkında tutuklama kararı almaya nasıl cesaret edilebiliyordu?
Özellikle bir hususu vurgulamak gerekiyordu. Sergilenen küstahlık, sadece Kıbrıs Rum Kesimi ile sınırlı kalmıyordu, ABDnin Doğu Akdenizde çıkarları olduğunun ileri sürülmesi daha çok mide bulandırıyordu. Bu açıklamayı görünce aklıma başlığa aldığım,Akdeniz bize uzak, ABDye yakın mı? sorusu geliyordu. Çünkü Türkiye Akdenizden ve buradaki yeraltı zenginliklerden uzak tutulmaya çalışılırken, resmi ağızdan, ABDnin Doğu Akdenizde stratejik çıkarları var denilebiliyordu. Bu açıklama insana, eğer Doğu Akdenizde ABDnin stratejik çıkarları var ise Türkiyenin tapulu malı olması gerekircümlesini hatırlatıyordu. Palmerin açıklamasından kısa bir alıntı yapacak olursak, sanıyorum ABDnin Doğu Akdeniz ile ilgisinin sebebi çok net olarak anlaşılıyordu:
Biz, Doğu Akdenize; yeni hidrokarbon kaynaklarının bulunduğu, enerji kaynakları açısından da giderek önemi artan bir bölge olarak bakıyoruz. Bu arada Palmer; ABDnin, Fransa gibi adada bir üs arayışında olmadığını söylüyordu. Ancak, adada bir üsse ihtiyaçları olmadığını söylediği açıklamasında; ülkesinin bölgede 10 savaş gemisi, 130 savaş uçağı ve yaklaşık 9 bin askerinin bulunduğunu belirterek izah ediyordu. Bu arada bir yandan da gözdağı veriyordu.
Tüm bu açıklamalar da gösteriyor ki, Türkiyenin Haçlı ülkelerinden dostluk beklemesinin bir anlamı yoktu, böyle bir beklenti yanılgı ile sonuçlanmaya mahkûmdu. Eğer, 10 binlerce kilometre uzaktan gelerek Akdenizi bir savaş alanı haline getirmişler ve bunu da stratejik çıkarları ve Türkiyeyi Doğu Akdenizdeki yeraltı kaynaklarından uzak tutmak için yaptıklarını söylemekten çekinmiyorlarsa; hiç olmazsa bu ülke ile ilişkilerimizi stratejik ortaklık olarak nitelendirmekten vazgeçmek gerekiyordu. Çünkü ABDnin stratejik çıkarları, Türkiye ile çatışıyordu. ABD için stratejik çıkar olan şeyler, Türkiye aleyhine atılacak adımların gerekçesi olarak görülüyordu. Kaldı ki, ABDnin Türkiye aleyhine tutum ve açıklamaları sadece Doğu Akdeniz ile de sınırlı kalmıyordu. Rusyadan S-400 füze savunma sistemi almamızı engellemek için her yola başvuruluyor, bunun da ötesinde istediğimiz füze sistemini de satmıyorlardı. Netice itibariyle ABDnin dostluğu sadece laftan ibretti ve bunlara asla inanmamak gerekiyordu.[1]
Trumpın: Türkiyenin, Suriye Kürtlerini Vurmasını Engelledim!küstahlığı!
ABD Başkanı Donald Trump; Türkiyenin, Batı Kürdistana (Rojava) saldırmak istediğini ancak kendisinin buna engel olduğunu açıklamıştı. G20 Liderler Zirvesinde Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğanla görüşen Trump, düzenlediği basın toplantısında Kürtlerle ilgili bazı bilgiler aktarmıştı. Trump S-400lerle ilgili açıklamasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan benim bakış açımla çok çetin biri, ancak ben onunla iyi anlaşıyorum. Örneğin Kürtlerle büyük bir sorunu var ve herkes de bunu biliyor ifadelerini kullanmıştı. O Kürtleri, DAEŞ ve hilafetini ortadan kaldırmamızda yardımcı olanları, tamamen ortadan kaldırmak istiyordu ve bunun için yaklaşık 65 bin askeri sınıra yığmıştı. Ben de bunu yapmamasını istedim. Kürtler Türkiyenin doğal düşmanı ancak Erdoğan bunu yapmadı. Onlar (Türkiye), o halkı ortadan kaldırmaya hazırdı. Ben ona (Erdoğana) bunu yapmamasını söyledim ve o da yapmadı.[2] diyen Trumpla Erdoğan, Suriye Kürdistanı konusunda nasıl anlaşmışlardı?
AB yöneticilerinin birçoğu, MOSSAD ajanı mıydı?
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 2019 Ocak ortalarında yalnızca istihbarat servislerinin ilgi gösterdiği Azerbaycan gezisine katılmıştı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Mihriban Aliyev tarafından kabul edilen Sarkozynin,Bakü-Paris ilişkilerinden çok Türkiyenin bölge etkinliğinin kırılmasına yönelik, İsrailin görüşlerine yakın taleplerde bulunduğu basına sızmıştı. İsrail, özellikle İranın kuşatılmasına yönelik olarak Azerbaycana büyük önem veriyordu. JÖNTÜRK, 2011 yılında Nicolas Sarkozynin Sarko the Sayan kod adlı MOSSAD ajanı olduğunu yazmıştı: Fransanın ciddi gazetelerinden Le Monde da, Sarkozynin ajan olduğunu sütunlarına taşımıştı. Sarkozynin, Azerbaycandan Türkiye karşıtı taleplerine ilişkin pek yüz bulamasa da İsrail açısından bazı tavizler kopardığı anlaşılmıştı. Azerbaycan basınında çıkan birkaç haberde de Sarkozynin, İlham Aliyev ile değil, Mihriban Aliyev ile yaptığı görüşmeye daha fazla yer almıştı. Oysa Azerbaycan, Sarkozynin cumhurbaşkanlığı döneminde özellikle Ermenistan yanlısı tutumundan epey rahatsızdı.[3]
ABDnin İrana müdahale hazırlığı mıydı?
Özellikle Umman ve Hürmüz Boğazında yaşananlar kafa karıştırıcıydı. Peş peşe patlamaların olması, ABD ve İranın karşılıklı olarak birbirlerini suçlamaları, olası bir Amerikan saldırısını akıllara taşımaktaydı. ABDnin bölgeye uçak gemisi yollaması, askerlerine taarruza hazır olun talimatı geçmesi sıradan bir hadise sayılamazdı. İsrailin güvenliği safsatası, artık işe yaramamaktaydı. ABDyi yönetenler bunun farkındalardı. ABD bu ülkeye saldırmayı göze alamazdı. Bu ülkeyi idare edenler, yine onların tabiriyle; Ortadoğuya açılmak istiyorlardı. Her şeye tek başına sahip olmak istedikleri aşikârdı. AB ülkeleri, Çin, Rusya ve Japonya gibi ülkeleri de bölgeden uzak tutmak istedikleri açıktı. Ancak, bu terbiye edilmemiş aygırların, bir şekilde durdurulması lazımdı. Şayet bu koca ülke (ABD)nin yönetiminde, gizli veya aşikâr söz sahibi olanlar, bir şekilde dizginlenemezler ise, bunlar dünyayı ateşe atacaklardı. Bugüne kadar yaptıkları yapacaklarının teminatıdır kabilinden meseleye bakınca, ortaya böyle bir tablo çıkmaktaydı. Özellikle; 11 Eylül sonrası ortaya attıkları yalanlar ve yok yere iki ülkenin işgal edilmesi, herkese bu durumu bir kez daha hatırlatmaktaydı.
Bu arada ABD, 1979dan beri İran karşısında sürekli yenilgi almaktaydı. İranı kaybetmekle zaten ilk yenilgisini almıştı. ABD Büyükelçiliğinin basılması ve 52 kişinin 444 gün İranlıların ellerinde kalması ile 2. yenilgiyi alan ABD, bu olaydan yaklaşık 1 yıl sonra, rehineleri kurtarmak için yaptığı operasyonun başarısız olmasıyla 3. yenilgisini de tatmıştı. Daha sonra, İran tarafının rehineleri 1980 yılı başlarında serbest bırakmasıyla, ABD yönetimi bir yenilgi daha aldı. Yeni Başkan olan Reganın İrana iade etmek mecburiyetinde kaldığı 8 milyar dolar da ABDyi dünya halkları nezdinde bir kez daha aşağılamıştı. Ayetullah Humeyninin Büyük Şeytan olarak nitelendirdiği ABD, İran karşısında kaybetmenin acısını nasıl çıkaracaktı? En az 5 kere İran karşısında hezimete uğrayan, üstüne üstlük Başkan Jimmy Cartere seçim kaybettiren bir ülkenin karşısına dikilmek, ancak büyük bir cahillik olacaktı ve pahalıya patlayacaktı! Bu ve benzer nedenlerden dolayı Trumpun İrana müdahaleye yanaşmayacağı kanaati ağır basmaktaydı. Bazı İran yöneticilerinin gereksiz çıkışları ve kışkırtmaları da sanki bunu biliyor gibi davrandıklarını hatırlatmaktaydı. İşte ABDnin son dakikada İrana müdahaleden vazgeçmesi, bu doğrultuda atılmış bir adım olarak yorumlanmıştı.
Ancak, İran konusunda tehlikenin tamamen geçtiğini söylemek de imkânsızdı. ABD, bölgedeki yığınağını ve askeri varlığını artırarak tansiyonu yükseltmekteydi. ABD-Çin arasında yaşanan, şimdilik, ekonomik savaş, ABD-Türkiye arasında yaşanan S-400 gerilimi, akıllara; noluyoruz sorusunu taşımaktaydı.[4]
Trumpın tehdidini, Tahran yanıtsız bırakmamıştı!
İran Dışişleri Bakanı Zarif, ABD Başkanı Donald Trumpın; İranı yok ederiz tehdidine karşılık ABDnin İranı yok etme kapasitesi yok ve Trump, 18inci yüzyılda yaşamadığımızı anlamalıdır. çıkışını yapmıştı. Cevad Zarif, başkent Tahranda CNN muhabirinin sorusu üzerine, ABD Başkanı Trumpın; İranı yok ederiz tehdidini değerlendirirken. Trumpın İran hakkında kesinlikle yanıldığını söyleyerek, ABD, İranı yok edecek konumda değil. Yasaklanmış silahlar (kitle imha silahları) kullanmadan bunu yapacak kapasiteleri yok. diye çıkışmıştı. İranın herhangi bir saldırıya karşı hazırlıklı olduğunu belirten Zarif, Buna karşın biz savaş veya çatışma istemiyoruz. Başkan Trump, 18inci yüzyılda yaşamadığımızı ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasına göre savaş tehditlerinin yasa dışı olduğunu hatırlamalıdır. ifadelerini kullanmıştı.
Rusya ve ABD gizli bir ittifakla, Türkiyeye karşı Suriye rejimini mi meydana sürüyorlardı?
Son zamanlarda Suriye İdlibde, Türkiyenin gözlem noktalarına rejim güçleri tarafından saldırılar yoğunlaşmıştı. Bu saldırıların sonuncusunda bir askerimizin şehit olduğu, iki askerimizin yaralandığı açıklanmıştı. Bu arada, pek çok sivil de saldırılardan mağdur olmaktaydı. Dikkat edilirse, Suriye rejiminin gözlem noktalarımıza saldırıları ve bu saldırılar sonunda can kayıplarının yaşanması karşısında, Suriyedeki güçlerini her gün artıran ve yeni askeri üsler oluşturan ABD ve Rusya, bu gelişmelere kayıtsızdı. Suriye rejimine karşı ciddi bir tepki sergilemiyorlardı. Belli ki her iki güç de Suriye rejimi ile aralarında özel bir anlaşma yapmışlardı ve bu anlaşmanın esasını da ABD ve Rusyanın, bu ülkedeki güçlerini kalıcı olarak artırmaları oluşturmaktaydı. Bu anlaşma, isterseniz buna mutabakat da diyebiliriz, aynı zamanda İsrailin de işine yaramaktaydı. Böyle olmasaydı, Suriye rejimi ABD ve Rusyadan -açıktan olmasa da- destek görmeseydi söz konusu saldırıları göze alamazdı.
Bölgemizdeki gelişmeler değerlendirilirken İsrail dikkate alınmadan doğru sonuç almak imkânsızdı. Çünkü, Filistin ile ilgili yapılan toplantıda Suriye rejimi temsil edilirken, Türkiyenin bulunmayışı; AKP iktidarının ve Erdoğanın hesaba katılmadığının kanıtıydı.Suriye rejimi ABD ve Rusyaya İsrail konusunda teminat vermiş olacak ki, Esad yönetimi ayakta kalabilmek adına Filistin davasını da satmış durumdaydı. Bu noktada; Suriye rejiminin saldırıları sadece TSKnın gözlem noktaları ile sınırlı kalmamış, Suriyenin pek çok bölgesinde muhalif güçlere yönelik saldırılar sonucunda büyük bir bölge harabeye dönmüş, milyonlarca Suriyeli hayatta kalabilmek için gerek Suriye içinde gerek dışında güvenli bölgelere göç etmiş durumdaydı. Bu gerçeğin bilinmeyen bir yanı yoktur ama başta ABD ve Rusya olmak üzere AB ülkelerinden de ciddi bir tepkiye rastlanmamıştı. Denilebilir ki, Haçlı ittifakı Suriyede akan kandan rahatsız değil, aksine memnun görünüyorlardı.
İsrail Mescid-i Aksanın Altını Oymaktaydı!
Filistinde; Silvan mahallesinin altından geçerek, Kubbet'üs-Sahra ile Mescid-i Aksa'nın bulunduğu Tapınak Tepesi'ndeki Ağlama Duvarı'na çıkan antik bir tünel, Siyonistler tarafından resmen ve törenle açılmıştı. Yerleşimcilerin düzenlediği törene katılan ABD'nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Jason Greenblatt ile İsrail Büyükelçisi David Friedman, işgal altındaki Doğu Kudüs'te ellerinde çekiçlerle tünel kazmışlardı! ABD'nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Jason Greenblatt ile İsrail Büyükelçisi David Friedman, İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs'te Yahudi yerleşimcilerin tünel kazma etkinliğine katılmışlardı. Yani Mescid-i Aksanın altı resmen oyulmakta ve yıkılışa hazırlanmaktaydı.
Siyonist Yahudiler; 'Hacı Yolu' da denilen arkeolojik bir yolun yeniden açılışı gerekçesiyle düzenlenen etkinlikte, ABD Büyükelçisi David Friedman, elindeki 5 kiloluk çekiçle vurarak Filistinin Silvan bölgesi altından geçerek, Doğu Kudüs'e uzanan tüneli resmen ve törenle açmışlardı. Bu tünel, Kubbet'üs-Sahra ile Mescid-i Aksa'nın da bulunduğu -Yahudilerin deyimiyle- Tapınak Tepesi'ndeki Ağlama Duvarı'na çıkmaktaydı. Törende İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun eşi Sara Netanyahu, ABD'nin en büyük kumarhane şirketi Las Vegas Sands'ın sahibi milyarder Siyonist iş adamı Sheldon Adelson ve içlerinde aşırı sağcıların da bulunduğu çok sayıda İsrailli Milletvekili ile Bakan da yer almışlardı.
Söz konusu tünel, İsrail hükümetinin Yahudilerce Davudun Şehri olarak nitelendirilen Silvan mahallesi ile Doğu Kudüsün tamamında, Mescid-i Aksayı da kapsayan şekilde turistik projeler ve arkeolojik kazıları öngören 'Şalem' projesinin bir parçasıydı. Yani Hz. Peygamberimizin Hadislerinde haber verdikleri Mescid-i Aksanın yıkılışı resmen başlatılmıştı.
Friedman, törende yaptığı konuşmada, ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüsü 'İsrailin başkenti' olarak tanımasının altını çizerek şunları aktarmıştı:“Bu tünelin açılışı; Başkan Trumpın Kudüsü, İsrailin Başkenti olduğunu ilan etmesi kararını eleştirenlere en güzel bir cevaptır ve İsrail kutsal amacına ulaşacaktır![5]
Bazı insaflı Yahudi barış aktivistleri, bu kışkırtıcı karar için protesto gösterisi yapmışlardı.
İsraildeki insaflı Yahudilerin 'Barış Şimdi' (Peace Now) örgütü, bu açılış töreninin düzenlendiği alanın yakınında protesto gösterisi yapmışlar ama kahraman Erdoğan iktidarından cılız demeçler dışında hiçbir ciddi adım atılmamıştı. Filistin Yönetimi'nin başmüzakerecisi ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Genel Sekreteri Saeb Erekat, Filistinlilerin tepkisini Twitter'dan aktarmıştı: “Umarım Amerikalılar dahil tüm dünya bu yıkımı görür ve tedbirini alır. Burada gördüğünüz ABD Büyükelçisi değil, Siyonist azgınlardır!”
“Bu yıkımı, Manama toplantısına katılan herkese göstermeliyiz!” diyen Filistinli başmüzakereci, ABD'nin Bahreyn'in Başkentinde 'Refah için Barış' sloganıyla düzenlenen Manama Çalıştayı'na atıfta bulunmuşlardı. Manama Çalıştayı'nda Trump'ın damadı ve Başdanışmanı Jared Kushner, 'Yüzyılın Anlaşması' dediği kendi İsrail-Filistin barış planı için ilk yoklamayı yapmıştı. Bu Siyonist züppe, daha önce de Erdoğanın sarayında ağırlanmıştı. Geçmişte Donald Trump'ın avukatlığını yapmış David Friedman, Yahudi yerleşimleri için yılda 2 milyon dolar toplayan Bet El Kurumlarının Amerikalı Dostları'nın da eski başkanıydı.
Friedman, İsrail'in yerleşimler yoluyla Kudüs ve Batı Şeria'yı işgal-ilhak politikalarının sıkı destekçisi olarak tanınmaktaydı. ABD'nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Greenblatt da Friedman'ın İsrail'in Batı Şeria'yı ilhak girişimine dair açıklamalarını desteklediğini vurgulamıştı. İkilinin tünel açma törenindeki halleri, Trump yönetiminin İsrail'in Doğu Kudüs'teki egemenlik iddiasının yanı sıra, Doğu Kudüs'ü ilhak girişimini de desteklemesi anlamını taşımaktaydı.
İşte Siyonistlerin 50 Milyar Dolarlık Gasp Planı: Filistinsiz Filistin toplantısı!
ABD Başkanı Trump'ın Yahudi damadı ve Başdanışmanı Jared Kushner, Filistin ve Orta Doğuyu derinden etkileyecek, Filistinlilerin sürgün edilmesi ve topraklarıyla oynanması anlamına gelen Bahreyn Konferansının ekonomi planını hazırladıklarınıaçıklamıştı. Filistinin boykot ettiği toplantı resmen Filistinsiz bir Ortadoğu amacı güdüldüğünü kanıtlamıştı.
Yahudi Kushner, Körfez ülkesi Bahreyn'in Başkenti Manama'da başlayan ve Suudi Arabistan yönetiminin doğrudan destek verdiği, ancak Filistin ile Arap dünyasının genel anlamda boykot ettiği ekonomi çalıştayının açılış konuşmasını yapmıştı. Çalıştayın siyasi yönü bulunmadığını dile getiren Kushner, “Bu çalıştayın amacı, yeni yollarla mevcut zorluklar üzerinde düşünülmesidir. Birlikte çalışarak somut bir plan geliştirip, hayata geçirilmesi için girişimlerde bulunacağız.” diyerek hainliklerini açığa vurmuşlardı. Filistinli gruplar tarafından protesto edilen toplantıda, Filistin ve Ortadoğu için şu ana kadarki en kapsamlı ekonomik planı hazırladık diyen Kushner; Geçmişte sizleri söyledikleriyle hayal kırıklığına uğratanlara rağmen, Başkan (Trump) ve Amerika sizlerden vazgeçmedi. Bu çalıştay sizler için ifadelerini kullanıp küstahlaşmıştı.
Bazı Arap yöneticileri, Filistini kendi rahatları için satıyorlardı.
Kendi rahatları için Filistin topraklarını İsraile satmayı göze alan Suudi Arabistan ve Bahreyn yönetimi, İsrailin ekonomik ve fiziki işgalini bir çözüm olarak gösterme çabasındaydı. Suudi Arabistan Maliye Bakanı Muhammed el-Cedan, Batı Şeria ve Gazze Şeridindeki Filistinlilerin sözde refahını sağlayacak her planı destekledikleriniaçıklamaktan utanmamıştı. Cedan, ABD iş birliğiyle gerçekleştirilen ekonomi çalıştayında yaptığı konuşmada, Suudi Arabistanın yıllardır Filistin meselesini desteklediğini iddia ederek, Filistinliler için refah sağlayacak her planı destekliyoruzifadelerini kullanmıştı. Bahreyn Veliaht Prensi Selman bin Hamed Al Halife de, Manama Çalıştayının nitelikli ekonomik fırsatlara(!) yönelik katkısını sabırsızlıkla beklediklerini vurgulamıştı. Veliaht Prens Selman, ayrıca müreffeh bir ekonomik geleceğe ulaşmak ve bölge ülkeleri ile halkların gelişmesi için sarf edilen çabaların ortak ve uyumlu olmasının önemli olduğunu hatırlatmıştı.
Akdenizdeki kuşatmanın arkasında İsrail ve Yahudi Lobileri vardı: MOSSAD, adım adım Türkiye'yi takibe almıştı!
Savaş gemilerinin yığınak yaptığı Doğu Akdenizde, Türkiyenin her faaliyeti adım adım takibe alınmıştı. İsrail, Kıbrıs çevresinde konumlanan Fatih ve Barbaros gemilerinin net uydu görüntülerini paylaşacak kadar pervasızlaşmıştı. İsrail şirketi ISI, gemilerimizin koordinatlarını bile aktarmıştı. Bu şirketin İsrail ordusu ve MOSSADla derin bağlantıları vardı.
Gemilerimizin fotoğrafları uydudan yayınlanmıştı!
16 Mayısta Türk sondaj gemisi Fatihin Kıbrıs açıklarına hareket etmeye başladığını sosyal medyadan paylaşan Image Satellite Intelligence (ISI) adlı kuruluş,Türkiye, Kıbrısta sondaj planlarına start verdi. Lefkoşaya meydan okuyan Ankara, Fatih sondaj gemisini gönderdi. Bugün Fatih, Kıbrısın Baf kentinin 80 km batısında faaliyet gösterirken, ISInın merceğine takıldı ifadelerini kullanmış ve Fatihin koordinatlarını yayınlamıştı. 20 Mayısta bir devam paylaşımı yapan ISI, Takip: Bir Türk firkateyni Kıbrısın Münhasır Ekonomik Bölgesinden geçerek, Türk Fatih sondaj gemisine eşlik ediyor diye yazmıştı. Paylaşımın görselinde, Türkiyenin Fatih gemisi Baf şehrinin 80 km batısında hâlâ Kıbrısın Münhasır Ekonomik Bölgesi içerisinde faaliyetlerini sürdürüyor. ISI, Türk fırkateyninin sondaj gemisine refakat ettiğini tespit etti yazacak kadar küstahlaşmıştı.
Zaten 26-06-2019 (Pazartesi), ABD-Rusya-İsrail üçlü güvenlik zirvesi yapmışlardı. Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ve İsrailli mevkidaşları Meir Ben-Şabbat'ın katıldığı zirveye İsrail Başbakanı Netanyahu da katılmıştı. Üçlü zirvenin gündemi “ABD ve İran arasındaki gerginlik” olarak açıklansa da aslında söz konusu İsrail'in güvenliği ve çıkarları olacağından elbette Türkiye masaya yatırılmıştı. Bu zirvede, Suriye'deki “askeri varlıklar” da tartışılmıştı. İsrail Başbakanı: “Üçümüz de (İsrail, Rusya ve ABD) barışçıl, istikrarlı ve güvenli bir Suriye görmek istiyoruz. Bu hedefe ulaşmak için ortak bir hedefimiz var. 2011'den sonra Suriye'ye gelen hiçbir yabancı kuvvetin Suriye'de kalmaması… Bu ortak hedefe ulaşmak için yollar olduğunu düşünüyoruz. Az önce tanımladığım sonucun -2011'den sonra giren tüm yabancı güçlerin Suriye'den ayrılması- Rusya için, ABD için, İsrail için ve Suriye için iyi olacak.” diyerek, Türkiyenin Suriyeden çıkarılmasını teklif edecek kadar küstahlaşmıştı. Evet evet; ABD-Rusya ve İsrail bölgede ve Suriye özelinde Türkiyeye karşı ortak hareket ediyorlardı.
Tam da bu sırada; Siyonist-Stratejist Ortadoğu fesatçısı David Satterfield, 2 yıldır boş kalan Ankara Büyükelçiliğine atanmıştı!
Trumpın; ABDnin Ankara büyükelçiliği için aday gösterdiği Satterfield, sıkı bir BOP uzmanıydı. 2007'de, TSKnın sınır ötesine operasyon yapmasını engellemek için Türkiyeye uğramıştı ve aynı günlerde Ergenekon başlamış, terör artmış ve içeriden dışarıdan TSKya yönelik hücumlar hızlandırılmıştı.
Tarih 7 Ağustos 2003 O dönem ABD Başkanı Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, The Washington Post Gazetesi'nde şunları yazmıştı:Bugün, Amerika ve müttefikleri kendilerini dünyanın bir başka yerindeki uzun soluklu değişimlerden bir tanesine hazırlamalıdır: Ortadoğu 22 ülkeden oluşan Ortadoğu'nun dönüşümü hiç kolay olmayacak, hem de çok fazla zaman alacak. Büyük Ortadoğu Projesi'ni (BOP) böyle anlatan-kuran Rice, 2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanı yapılmıştı. İşte Rice'ın Irak'tan sorumlu kıdemli danışmanı ise; bugün ABD Başkanı Donald Trump'ın Ankara Büyükelçiliği için aday gösterdiği, Dışişleri Bakanlığı'nın Ortadoğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı David Satterfield olmaktaydı 11 Ocak 2018'de ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi'nde, DAEŞ sonrası ABD'nin Suriye Politikası üzerine gerçekleştirilen oturumda senatörlerin sorularını yanıtlayan David Satterfield, PKK/PYD'nin korunması gerektiğini hatırlatmıştı. Sıkı bir PKK dostu olan yeni Büyükelçi adayının bir başka özelliği daha vardı: 2007'de, Irak'tan Sorumlu Danışman olarak Türkiye'de görev almıştı
Hatırlayalım; Tarih 12 Nisan 2007 Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt karargâhta basın bilgilendirme toplantısı yapmış ve şöyle konuşmuşlardı: Şu soruyu bana sorabilirsiniz: Peki Kuzey Irak'a bir operasyon yapılmalı mı? Yapılmalı. Olayın iki boyutu var. Birincisi sadece asker olarak baktığım zaman, evet yapılmalı. Fayda sağlar mı? Evet, sağlar.
O sırada henüz Ergenekon kumpasına iki ay vardı. Ancak 2005'teki Şemdinli, 2006'daki Atabeyler operasyonlarıyla ordunun üzerine gidileceğinin sinyalleri yakılmıştı. İşte Büyükanıt'ın operasyon' açıklamasından bir hafta sonra, 20 Nisan'da da telaşla' Türkiye'ye gelen ziyaretçinin kimliği çok anlamlıydı: Rice'ın danışmanı, Irak Koordinatörü David Satterfield. Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ve Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun'la görüşen Satterfield, aynı gün 4 gazeteciyle Ankara Büyükelçiliği'nde bir görüşme yapmışlardı. O dönem Yeni Şafak'ta yazan Fehmi Koru ve Radikal'de yazan Murat Yetkin bunlar arasındaydı.[6]
David Satterfieldin Karanlık İrtibatları!
Sonunda, ABDnin Ankara Büyükelçiliğine Dışişleri Bakanlığının Orta Doğu işlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı David Satterfield atanmıştı. Bu Siyonist fesatçı; Mısır, Lübnan, Suudi Arabistan ve Irakta görev yapmıştı. Ortadoğudan Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi David Satterfield, İran karşıtı gruptandı. 10 Ocak 2018de Amerikan Senatosunun Dış İlişkiler Komisyonunda DAEŞ sonrası Amerikanın Suriye Politikası konulu bir oturumda, Biz Türkiye hükümeti ve güvenlik güçlerinin, PKK ve Suriye Demokratik Güçleri içerisindeki birçok güçle arasındaki ilişkiye dair kaygılarını çok iyi anlıyoruz. Bu noktada Dışişleri Bakanı Tillersonın ve Rusyanın da dile getirdiği, Suriyenin kuzeyinde yaşanacak siyasi geçiş sürecine dair Türkiyenin kaygılarını azaltma konusunda bir ortak anlayış söz konusu. demiş, bölgedeki tüm etnik grupların yer alacağı bir geçiş sürecinin öneminden bahsederken; bu geniş alanda sadece Kürtlerin olmadığını, Araplar, Türkmenler gibi birçok etnik grubun bulunduğunu ve tüm bu grupların Suriyenin geleceğinde yer almak istediklerini, yani Suriyenin parçalanması gerektiğini vurgulamıştı.
Ancak yine aynı toplantıda; ABDnin Yakın Doğu işlerinden sorumlu müsteşarı olarak görev yapan David Satterfield, Trump yönetiminin amacının, DAEŞi yok etmeye devam etmenin ötesinde, SDGnin Suriyenin kuzeyinde ve kuzeybatısında sağlamlaştırılmasını ve İran etkisine karşı koymayı kapsadığını aktarmıştı. Ayrıca ABD güçlerinin neden Suriyede kalmaya devam ettiğine dair bir soruya da İranın Suriyeye askeri malzeme taşıma konusundaki büyük becerisi dolayısıyla faaliyetlerini arttırmasından derin kaygı duyulduğunu hatırlatmıştı. Bu açıklama Trump yönetiminin, Suriyede Tahranın müttefiki Esadı devirmek için, kolayca İran ve potansiyel olarak Rusya ile daha geniş bir çatışmaya dönüşebilecek bir savaşa hazırlandığı şeklinde yorumlanmıştı.
1993-1996 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konseyi Personelinde Yakın Doğu İşleri Direktörü olarak görev yapan David Satterfield; geçici ve İsrailin güdümündeki bir Filistin devletinin kurulmasını öngören bir yol haritasıyla ilgili çalışmalar yapmıştı. David Satterfield 2008de; Amerika Dışişleri Bakanlığının Irak Özel Temsilcisiydi ve o tarihte PKKya karşı mücadelede etkin istihbarat paylaşımı için yeni bir mekanizma kuran AKP iktidarı ve Amerika, bu mekanizmayı karşılıklı ziyaretlerle daha da işlevsel kılmaya uğraşmışlardı.
David Satterfield; dışişlerindeki görevinin yanı sıra, dünyanın en büyük güvenlik firmalarından biri olan 620 bin kişinin çalıştığı ve 110dan fazla ülkede faaliyet gösteren G4Sin sözcülüğünü yapmıştı. Haziran 2016da Amerika Birleşik Devletlerinin 27. eyaleti olan Floridadaki Orlando kentinde, ABD doğumlu Afganistan kökenli 29 yaşındaki Ömer Metinin, eşcinsellerin gittiği Pulse Clup adlı gece kulübünde gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda 50 kişi hayatını kaybetmiş, 53 kişi yaralanmış, olay; ülke tarihinin en kanlı silahlı saldırısı olarak kayıtlara geçmiş ve DAEŞ, kendisine ait Amaq haber ajansı üzerinden yaptığı açıklamayla saldırıyı üstlendiğini açıklamıştı. Sıkı durun! Bu saldırıyı gerçekleştiren Afganistanlı Ömer Metin, David Satterfieldin sözcülüğünü yaptığı güvenlik firması G4S personeli çıkmıştı.
G4S Türkiyede de faaliyet gösteriyor ve İstanbul Şişlide ofisleri vardı. Tanıtımında; Teknoloji entegre güvenlik ürün ve hizmetleri, uzman kadrosu ile dünyada lider güvenlik şirketi olduğu yazılmaktaydı. Türkiyedeki müşteri portföyü oldukça geniş olan G4S; 400den fazla firma, 500ün üzerindeki iş yerinde, 5188 sayılı kanuna uygun olarak yerleştirilen 4000in üzerinde güvenlik personeli ile hizmet sunmaktaydı. Şirketin müşterilerine verdiği hizmet, güvenlik risk danışmanlığı, yakın koruma ve seyahat güvenlik danışmanlığını kapsamaktaydı. Ayrıca Radyo ve GSM frekanslarında yayın yapan gizlenmiş dinleme ve görüntü alma cihazlarının, frekans analizi yöntemi ile veya yayın yapmayan, sadece kayıt yapan cihazların, termal görüntüleme yöntemi ile tespit ettikleri anlaşılmaktaydı. Şirket ilk defa 1901de Danimarkada kurulup faaliyete başlamış. 1991de Türkiyede ilk kez güvenlik sektörüne giriş yapan G4S Güvenlik Hizmetlerinin Türkiye Genel Müdürlüğünü ise Kağan Gümüş yapmıştı.[7]
Ama şükür ki Kahraman Ordumuz görev başındaydı ve dik durmaktaydı!
Yavuz sondaj gemisi, Çanakkale Boğazından geçip Ege ve Akdenize açılmıştı (21 Haziran 2019)
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nca (TPAO) satın alınan ve Kocaeli'nin Dilovası'ndaki Belde Limanı'nda düzenlenen törenle Akdeniz'e doğru yola çıkarılan'Yavuz' sondaj gemisi, Çanakkale Boğazı'ndan gururla ve onurla geçmiş bulunmaktaydı. 'TCG Fatih' fırkateyniyle geçiş sırasında eşlik edilen sondaj gemisi, Ege Denizi'ne açılıp, buradan Akdeniz'e varacaktı. Türkiyenin ikinci açık deniz petrol platformu olan, 229.6 metre uzunluğunda ve 36 metre genişliğindeki Yavuz sondaj gemisi, saat 15.30 sıralarında, Marmara Denizinden Çanakkale Boğazına giriş yapmıştı.
TCG Fatih fırkateyniyle geçiş sırasında eşlik edilen sondaj gemisi, boğazda manevra yapılması en güç nokta olan Nara Burnunu saat 15.45te başarıyla dönmüş durumdaydı. Bu sırada Çanakkale Deniz Helikopter Grup Komutanlığından havalanan askeri helikopterle, gemi üzerinde birkaç kez sorti yapılmıştı. Çanakkale önlerinden geçiş yapan Yavuz, Kilitbahir köyü dağındaki Dur Yolcu yazısı ve Kilitbahir Kalesi önlerinde, boğaza tekneyle açılan balıkçılar tarafından Türk bayraklarıyla karşılanmıştı. Çanakkale önlerindeki geçişini yarım saatte tamamlayan Yavuza, Türk Sahil Güvenlik botuyla yakın koruma sağlanmıştı. Yavuz sondaj gemisi, boğaz geçişinin ardından Ege Denizine açılmış, buradan Akdenize ulaşmış; dostlara güven, düşmanlara ürküntü aşılamıştı.
Türkiyenin Fatihten sonra ikinci derin deniz sondaj gemisi olan Yavuz, 12 bin 200 metreye kadar sondaj yapabilir durumdaydı. 130 metrelik 2 sondaj kulesi bulunan geminin içinde; sinema ve spor salonu ile dinlenme odaları, 4 yataklı mini hastane ve tam zamanlı doktor yer almaktaydı. Yapımı 2011de tamamlanan gemi, daha önce Tanzanya, Kenya, Malezya ve Filipinler başta olmak üzere farklı ülkelerde kullanılmıştı. Dynamic positioning sistemi de olan gemide, 6 metreye kadar olan dalgalarda sondaj sorunsuz yapılmaktaydı. KKTCnin Magosa Körfezinde bulunan Karpaz-1 kuyusunda, 3 bin 300 metre sondaj derinliğine ulaşacak Yavuz ile çalışmalar, yaklaşık 3 ayda tamamlanacaktı. Gerekirse bu süre uzatılacaktı. Tüm millet ve mazlum ümmet olarak dualarımız Kahraman TSKmızın yanındaydı!
Suriye sınırına yapılan askeri sevkiyatın amacı ve TSKnın kararlılığı!
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) günlerce Suriye sınırına yoğun askeri sevkiyat yapmıştı. Komando ve Özel Kuvvet taburları, bu taburlara bağlı askeri personelle birlikte, mobilize füze rampaları, elektronik harp araçları, çok sayıda tank ve obüsle birlikte Fırat Nehrinin batı yakasına bakan bölgelere yerleştirilmeye başlanmıştı. Söz konusu askeri gücün önemli bölümü, şu an PKKnın Suriyedeki askeri kolu YPGnin ve karar mekanizmalarının tamamı YPGnin elinde olan Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) denetimindeki Kobani, Tel Abyad ve Rasulaynın karşısına konuşlanmıştı.
TSK ve TSK destekli Özgür Suriye Ordusu kontrolünde bulunan Fırat Kalkanı Bölgesine de ek askeri kuvvet yığılmıştı. Askerler, Türkiyenin uzun bir süre önce kırmızı çizgi olarak ilan ettiği ve SDGnin çıkmasını istediği Menbiç önlerindeki bölgede, ÖSO kaynaklarına göre 50 bin kişilik muharip güç bulundurmaktaydı.
Sevkiyat neden yoğunlaşmıştı?
ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Temmuz 2019 başlarında Suriye kuzeyinde bir güvenli bölge kurulacağını açıklamıştı. Güvenli bölgenin, ABD öncülüğünde kurulan IŞİD karşıtı askeri koalisyona üye ülkeler tarafından kurulacağı bilgisini veren Jeffrey, bazı ülkelerin güvenli bölgeye sessiz katılım sağlayacağını aktarmıştı. İşte Jeffreyin bu açıklamalarının ardından; ABD, Fransa, İngiltere ve Danimarka, Suriyenin kuzeyinde kurulması planlanan güvenli bölge için askeri hazırlıklara başlamıştı.
Ankaradaki diplomatik kaynaklar, ABDnin Kuzey Suriyede 6 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge için, IŞİD karşıtı askeri koalisyon üyelerini razı etmeye çalıştığını vurgulamışlardı. Suriyeden asker çeken ABD, doğan boşluğu bu ülkelerden karşılayarak güvenli bölgeyi kurmaya çalışmaktaydı. Suriye'nin kuzeyindeki YPG varlığını, varoluşsal bir tehdit olarak gören Türkiye ise; koalisyon güçlerinin farklı milletlerden askerler ile kuracağı bu güvenli bölgenin YPGyi koruyacağını, böylece Suriye Kürdistanına zemin hazırlandığını hesaba katarak tedbir almaktaydı. Fıratın batısında YPGyi istemeyen ve bölgede kurulan statükonun devamı halinde bölgeye bir operasyon gerçekleştireceğini her fırsatta dile getiren Türkiye; bu güvenli bölgenin kurulması halinde, işinin daha da zor olacağını düşünerek yığınak yapmaktaydı.
Bazı kaynaklar ise Çekiç Güçü hatırlatmıştı!
1991 yılında dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyinin, Irak Kürdistan bölgesinde yaşayan Kürtlere yönelik gerçekleştirdiği saldırıları önlemek amacıyla NATO bünyesinde kurulan Çekiç Güç, uçuş yasağı ilan edilen 36'ncı Paralele yerleştirilmiş durumdaydı. Ancak; Erbakan Hocanın Refah-Yol iktidarında, lojistik destek yolları tıkanan ve kolu kanadı kırılan Çekiç Güç çekilmek zorunda bırakılmış ama maalesef AKP iktidarının gevşek ve ürkek siyaseti sonucu bölgede yeniden canlandırılmıştı. Türkiye; ikinci bir ülkenin operasyonuna izin verilmeyen bu bölgedekiÇekiç Güç faaliyetlerinin, PKKnın güç kazanmasına yol açtığı kanaatini taşıyıp, ona göre davranmaktaydı.
Değerli okurlarımız; şimdi buyurun bu sinsi ve Siyonist kuşatmanın, AKP iktidarındaki 17 yıl boyunca; nasıl hazırlandığına, bu gaflet ve cehalet yönetimince Türkiyemizi kıskaca alma operasyonlarına nasıl sessiz ve tepkisiz kalındığına, hatta bilerek veya bilmeyerek taşeronluk yapıldığına bir göz atalım Ve geleceğimizi kurmak ve korumak adına yakın geçmişimizi tekrar hatırlayalım!
[1] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr
[2] https://www.kurdistan24.net / 29 06 2019
[3] 31 Ocak 2019 / jöntürk
[4] sadrettinkaraduman@milligazete.com.tr
[5] Kaynak: Sputnik Türkiye 14.04.2019
[6] 20 Şubat 2019 Aytunç Erkin
[7] (Bak: 19 Haziran 2019 Ömür Çelikdönmez Aydıncık)