Yeni Şafak yazarı Kemal Öztürkün saptırmaları!
Sorumuz şu: Müslümanların insanlığa önerdiği ütopya nedir? Bu soruyu Erbakan Hocanın Adil Düzen kavramı etrafında tartışmaya açıyorum bu yazıda. İlgi gösterenler buyursun.
Bu dünyada insanlığın mutluluğu ve huzuru için üretilmiş ütopyalar vardır. Bu ütopyaları üreten insanlar, aslında kaybettiğimiz cenneti bize yeryüzünde vadediyor bir anlamda. Ütopya bir hayal, bir fikirdir. Sonra bu somut önermeye, sisteme ve modele dönüşür. Modern ideolojiler böyle doğar. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm modern insanın ürettiği ütopyalardır ve bize yeryüzünde cenneti vadeder aslında. Rusyada, Çinde, Kübada komünizm ve sosyalizm, İranda İslam Devrimi ile insanlara huzur ve selamet bulacakları bir cennet önerildi. Bu cennete nasıl ulaşacaklarını gösteren bir de planları (sistem önerisi) vardı. Sonuç: Rusyada sistem çöktü. Çin baş düşmanı kapitalizmi, komünizmle evlendirdi, ortaya prematüre bir sistem çıktı. İranda yüzbinlerce insan, İslamda haram olan faizci bankerler tarafından zarara uğratıldığı için isyan etti, Kübada açlık ve sefalet had safhaya ulaştı İnsanlar bu yönetim biçimlerinden, bu düzenlerden mutlu olmadı, hatta mutsuz oldular. Yani ütopya hayal kırıklığına dönüştü.
İddiam şudur: Adil Düzen bir ütopya olmalıydı. Müslüman dünyasının ortak bir hayali, yeryüzü cenneti ve gelecek tasavvuru bu kavramlaştırmayla hayat bulabilirdi. Aynı zamanda Adil Düzen kavramının içi bilimsel olarak, reel politiğin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde doldurulmuş olsaydı, bu tez bugün dünyanın umudu olacak bir sistem önerisi olabilirdi. Yapmadılar. Milli Görüş hareketi bu büyük ütopyayı kısır bir siyasi harekete dönüştürdü. Ne içini doldurabildi, ne de dünyaya tanıtabildi. Ancak gücü bu kadardı. İnsan kaynağı ve kapasitesinin yettiği kadarını yaptı. Buna itiraz eden AKP ise hareketten koptu ve sistem partilerine benzer bir parti kurdu. Reel politiğin gereğini yaptı ve başarılı oldu siyasette. Ancak dünyaya alternatif bir ütopya önermedi. Rahmetli Erbakanın tezini yeniden incelemek ve üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak şimdi daha kolay. Zira AKPnin devlet tecrübesi, bilim adamı sayısının artması, bu tezi sağlıklı bir şekilde incelemeye yarayacaktır. Bugünlerde kilit parti olan Saadet Partisi, dar siyasi tartışmalardan kurtulabilirse, belki bu konuyla da ilgilenir.[1]
Aynı yazar bundan birkaç gün önce de sapla samanı, hıyanet kahramanlarıyla Erbakanı aynı ayarda ve aynı safta gösteren bir makale yazmıştı:
Erbakan Hocayı Anlamayanlara İsyan Ediyorum!
Dün ölüm yıldönümüydü. Adil düzen diyerek, tüm adaletsizliklere, tüm ahlaksız düzenlere, batının hegemonyasına isyan eden adamı özlüyorum. Bana ne Amerikadan diye isyan ettiğinde grup toplantısında, Onu anlamayan ama bugün Onun dediği yere gelen siyasi anlayışımıza isyan ediyorum. Menderesi, Özalı, Erbakanı anlamayan, karalayan, dışlayan ve şimdi de aynı şeyleri Erdoğana yapan anlayışa isyan ediyorum. Tüm hatalarına, yanlışlarına, eksikliklerine rağmen, bağımsız, özgür ve adil bir düzen savunan bu insanlara, dünyada uygulanan ve Türkiyede karşılık bulan haksız ablukaya isyan ediyorum.
28 Şubata İsyan Ediyorum
Bizi bir silindir gibi ezmeye çalışan, ülkenin ana damarını yırtmaya uğraşan, post modern darbenin yıl dönümünde, halâ bu ahlaksız darbe kurbanlarının hapislerde olmasına isyan ediyorum. Tüm çağrılara, hukuksuz uygulamaların varlığına, tüm bağrı yanıkların varlığına rağmen, onlarca insanın suçsuz yere hapislerde kalmasına isyan ediyorum. Adil bir hukuk düzeni, hakkaniyetli bir adalet sistemi, insanların canı gönülden güveneceği hukuk adamlarının olduğu bir dünyayı arzu ediyorum, talep ediyorum.[2]
Yeni Şafak yazarı ve Erdoğan yandaşı Bay Kemal Öztürke önce şunu hatırlatmak lazımdı: Adil Düzen, iddia ettiği gibi bir ütopya değil, ciddi, gerçekçi ve orijinal bir programdı. Ütopya; Hayali ve hamasi kurgular olarak tasarlanan ve erişilmez bir ideal olarak ortaya konan uydurmalardır. Yunanca yok olan, ortada bulunmayananlamındaki Eu ile yer, ülke anlamına gelen topos sözcüklerinden türetilen bir kavramdır. Aslında gerçekleşmesine imkân bulunmayan ideal ve sistemler için kullanılır. Oysa Adil Düzen hayali ve hamasi olarak zihinlerde ve hayal gücüyle üretilmiş bir tasarı değil; İlmi, İslami ve İnsani bir proje durumundadır. Adil Düzeni ütopya olarak tanımlamak, bunun hayali ve gerçekleşme imkânı bulunmayan bir tasarı olduğu kanaatini çağrıştırdığı için yanlıştır. Bunun yerine dayanağı nakil (Kuran ve Sünnet) ve akıl olan, orijinal bir umut kaynağı demek lazımdır. Bay yazar Erbakan Hocayı, öyle yüzeysel değil, biraz derinlemesine tanımış olsaydı, Onun İslami hakikat ve kuramlar, yine ancak İslami kelime ve kavramlarla anlatılır ve anlaşılır. Batılı kavramlarla İslami hakikatleri anlatmaya kalkışmak yanlıştır ve yanıltıcıdır. sözlerini hatırlayacak ve böyle bir hataya kaymayacaktı. Bay yazarın, kulaktan dolma yarım yamalak şeyler dışında, Adil Düzenle ilgili; yeterli, gerekli ve ciddi bir bilgiye de sahip olmadığı sırıtmaktaydı. Yok eğer içeriğini bildiği halde böyle bir çarpıtmaya kalkışmışsa, bu daha beter bir sahtekârlıktı. Ve hele Kemal Öztürkün Menderesi, Özalı ve Erbakanı aynı kefeye koyması ve Erdoğanı da başa oturtması ve hepsini de Adil Düzen savunucuları olarak sunması, tam bir saptırmacaydı. Oysa Özal ve Erdoğan Adil Düzeni ve Milli Görüş istikametini bozmak karşılığı iktidara taşınmış ve korkunç tahribatlar yapmışlardı. Menderes ise zaten Siyonist sistemin bir parçasıydı. Şimdi kalkıp AKPlilerden Adil Düzen kavramını öne çıkarmalarını ve uygulamalarını istemek, eşyanın tabiatına aykırıydı. Zira zaten AKP, Adil Düzen projelerini askıya almak ve yozlaştırmak karşılığı bir dış proje olarak iktidara taşınmıştı. Kemal Öztürkün bu yöndeki çağrısı: Erbakanın Adil Düzen programlarını da, artık bol keseden istismar ve suiistimal etmeye bakın! şeklinde okunmalıydı.
Bir ara rahmetli Bülent Ecevitin DSPsinin Genel Başkanlığını da yapan Masum Türker, Milli Görüşten ayrılan AKPlilerin riyakârlık ve münafıklığını ortaya koyan ilginç şeyler anlatmışlardı.
Bülent Ecevit, Refah-Yol yıkıldıktan sonra kurulan Mesut Yılmaz ve Bahçeliyle birlikteki koalisyon iktidarı sürecinde kayıp trilyon teranesi bahanesiyle cezalandırılmak ve partisi kapatılmak istenen Erbakan Hocanın hüküm giymesini ve Fazilet Partisinin kapatılıvermesini önleyecek netlikte bir kanun değişikliği teklifi hazırlamış ve çeşitli komisyonlardan sonra oylamak üzere meclise taşımıştı. Oylamadan sonra; o süreçte Fazilet Partili, ardından AKPli olacak arkadaşlara rastlayınca Gözünüz aydın partinizin kapatılmasını ve Hoca'nın ceza almasını önleyecek kanun değişikliğini Meclise getirip oylattık!.. deyince, Bana: Yahu biz bu teklife evet oyu vermedik ki cevabını verince şaşırmıştım. Bu sinsi hıyanetin nedenini ise şöyle açıklamışlardı: Biz Fazilet Partisinin kapatılmasını ve camiamızın artık Erbakandan kurtulmasını istemekteyiz. Çünkü parti açık bulunduğu halde ayrılırsak hain ve ayrılıkçı konumuna düşeceğiz. Ama Fazilet kapanır ve Erbakan ceza alıp yasaklanırsa, biz yeni bir parti kurmak için hazır gerekçe üreteceğiz ve daha rahat hareket edeceğiz! demekten utanmamış ve sakınmamışlardı. Gerçekten Erbakanı rahatlatmak üzere verdiğimiz kanun teklifiyle ilgili oyların sayımında bu kişilerin (AKPlilerin) hayır dedikleri anlaşılmıştı, çünkü normal hesaplara göre, bunların evet demeleri halinde teklifin Meclisten geçmesi lazımdı. Evet artık Erbakanın devamı ve sadık adamları rolü oynayan AKPlilerin gerçek ayarı, iğrenç tavırları ve istismarcılık sahtekârlıkları böylece ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştı.
Şimdi Yeni Şafak yazarı Bay Kemal Öztürke soruyoruz: Davasına ve Hocasına böylesine hıyanet ve hakaret karşılığı iktidara taşınmış ve 15 yılda maddi ve manevi akıl almaz tahribatlar yapmış ucuz dindar kahramanlarımız mı Adil Düzene sahip çıkıp uygulayacaklardı? Bunu yapacaklarına inanacak kadar saf mıydınız, yoksa onlara yeni bir istismarcılık ve halkın umutlarını avlayıcılık fırsatı mı sağlayacaktınız?
Kemal Öztürk gibi yandaşlar istismarcı, Taha Akyol gibi tarafsızlar iseistisnacıydı!
Kemal Öztürk gibi yandaş takımının, İslami değerleri ve Milli Görüş geleneğini pervasızca istismar ve suiistimal etmelerine karşılık; Taha Akyol gibi tarafsız ve duayengeçinen masonik demokrat takıntılı yazarlar da, İslamın devlet düzeninden tamamen istisna tutulması, sadece bir gelenek-görenek şeklinde ve aksesuar cinsinden uygulanmasına göz yumulması kanaatini taşımaktaydı. Taha Akyol Siyasal Din başlıklı yazısında şunları yazmıştı:
Nitekim bütün dinlerin ve milletlerin tarihlerinde insanların kanlı siyaset ve iktidar kavgaları vardır. Tarihten dersler çıkarılarak büyüklerin yanılması, hata etmesi, yanlış yola gitmesi gibi olayları denetleyip dengelemek ihtiyacı duyuldu, modern zamanlarda bunun için kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi değerler ve kurumlar geliştirildi Siyasete sağdan veya soldan bizler ve onlar diye ayırarak yahut ideolojik kavramları öne çıkararak bakarsak, zihinlerimizde kuvvetler ayrılığı gibi ilkelere yer kalır mı?! Herkes adil devlet, adil düzen gibi soyut kavramları benimser ama bunun içeriği önemlidir. Bunun içeriği yöneticilerin Kim? olması değildir. Yönetimin Nasıl? yani denetlenebilir, dengelenebilir, eleştirilebilir olmasıdır. Dini siyasallaştırmak kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi değerleri ezmekle kalmaz, dinin özü olan yüksek ahlaki değerleri de araçsallaştırır, içini boşaltır. Dinden soğumaya bile yol açabilir. Merhum Hocam Prof. Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri adlı kitabında çeyrek asır önce bu uyarıyı yapmıştı: İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır.[3] İslamcı aydınlar artık kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge gibi modern anayasal kavramları düşünce dünyalarına almalıdır.[4]
Kısaca, Din asla sisteme ve siyasete karışmamalı, dindar insanlar ve din alimleri de siyasetle ve sistemle uğraşmamalıydı. Bunların demokratlığı ise; Batıya (Yahudi ve Hristiyan ahlakına ve ahkâmına) bağımlılık ve masonik elit tabakasının gizli hükümranlığı anlamındaydı. Çünkü Taha Akyol, malum ve melun 28 Şubat sürecinde güya tarafsız ve tutarlı bir aydın tavrıyla, Erbakan Hocaya ve Refah-Yol iktidarına yönelik antidemokratik ve despotik tavırları hep haklı bulmuşlar ve hiç utanmadan sürekli Erbakanı suçlamışlardı
Erken seçim yerine, Erbakanın tasfiyesine taraftar olan Taha Akyol, Bülent Ecevitin: Erken seçim, RPnin çok istismar edeceği bir ortamda yapılmış olur, Erbakanın ekmeğine yağ sürer sözlerine destek çıkacak kadar ham demokrattı.[5]
Din-Laiklik kutuplaşmasını arttıracak hükümet formüllerinin (yani koalisyon protokolü gereği Başbakanlığın Tansu Çillere devredilip, Refah-Yolu devam ettirmenin) ülkeye büyük zararlar vereceğini ve bu nedenle Refah-Yol Hükümetinin mutlaka sona erdirilmesi gerektiğini [6] söyleyecek kadar demokrat (Şeytanlık idaresi taraftarı) Taha Akyol, ABD derin devleti sayılan Siyonist mahfillerin tezgâhında rol alarak dönemin Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğanın: Bu ortamda seçim olsa bütün partiler geriler, RP ise yüzde otuzları geçer [7]uyarılarını köşesine taşımaktaydı.
Bu Bay Masonik Demokrat Taha Akyol, Siyonist odakların, seçimler yoluyla ve halkın hür iradesine başvurularak Erbakanı yönetimden uzaklaştırma imkânı kalmadığını anlayıp, postmodern darbe ile devre dışı bırakma senaryolarında figüran olarak kullandıkları isimlerden TİSK Başkanı Refik Baydurun, Mesut Yılmaza aktardığı: Fazilet Partisi Sayın Erbakanın dizginiyle devam ederse, (yani Fazilet Partisi Erbakandan kurtarılıp işbirlikçi yenilikçilere devredilmezse) rejim yine tehlikeye girecektir. Ancak FP kendi (yeni) kişiliğini ve ılımlı çizgisini oluşturabilirse (yani sonradan AKPyi kuracak kadrolara fırsat verilirse) rejim rahatlayacaktır.[8]sözlerini köşesine taşıyıp, bu sinsi tertiplere ve şeytani tekliflere sahip çıkarak gerçek ayarını ve demokratlığını defalarca ortaya koymuşlardı.
27 Mayıs 1960 darbesini yapan 28 kişilik Milli Birlik Komitesinin üyesi Orhan Erkanlı, 1972de yayınlanan Anılar-Sorunlar-Sorumlular isimli eserinde emekli bir Amirale atfedilen şu cümleyi aktarır: Geri kalmış ülkeler kendi ordularının işgali altındadır. Türkiyenin en önemli sorunlarının başında Ordu-İktidar ilişkilerinin geldiğini kaydeden Erkanlı, TSKnın siyasi hayata etkileri konusunda şunları aktarmıştı:
Elli yıldır (1972 itibariyle) Türkiyeyi Ordudan gelen kişiler yönetmiştir. Bu tesadüfün neticesi değildir, tarihi gelişimimizin bir eseridir. Beş Cumhurbaşkanından dördü askerdir. Sivil Cumhurbaşkanı bir tane gelmiş, o da Ordu tarafından 27 Mayısta iktidardan indirilmiştir. 1950ye kadar başkanlardan sivil veya asker olmalarının bir önemi yoktu, zira bütün güç Milli Şefin elindeydi. 1950den sonra iki defa sivil başkanlar görüldü; birisi on yıl sonra, ikincisi beş yıl sonra Ordu müdahalesiyle ayrılmaya mecbur edildi. Halen içinde yaşadığımız dönem bir askeri yönetimdir (Erim Hükümeti dönemini kast ediyor), başkanların sivil olması veya olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Adeta memlekette askeri bir hanedan mevcutmuş gibi, Cumhurbaşkanlarının bir General olması geleneği yerleşmektedir.
Evet bu sözlerde haklılık payı vardı, ama gerçek eksik anlatılmış ve yarım bırakılmıştı. Çünkü uzun yıllar Türkiyeyi yöneten asıl gizli güç ve iktidar, Masonik yapı ve Siyonist odaklardı. Bunlar özellikle Ordu içinde kadrolaşıp, baskı rejimlerinde askeri kullanmakta ve bütün suçların ve kahredici sonuçların bütün sorumluluklarını askerin sırtına yıkıp kendilerini saklamaktaydı.
MAKALENİN
TAMAMI İÇİN: http://www.millicozum.com/mc/ozel-yazilar/islamcilar-arasinda-en-yaygin-riyakarlik-ve-sahtekarlik-erbakan-istismari-ve-yeni-safakin-sarlatanligi