KENDİLERİ AHMAK OLANLAR, HERKESİ DE MANYAK SANIRMIŞ!_
Siyonist odakların, ABD ve AB kolundan birine sarılmak,kahramanlık gibi sunuluyordu!
“Terör hayatta kalmaya çalışırken, PKK'ya yakın durmakta direnenler tasfiye olmak üzereyken, yıllarca oyun kuran medya havlu atıyorken, muhalefet sallanıyorken, Avrupa'ya vizeler kalkıyorken, İstanbul sermayesi kazandığı halde şikâyet ediyorken Türkiye nereye gidiyordu? İçeride kişilerin ismiyle girişilen birçok tartışma yaşanıyordu. Benim ilgi alanım bu değil. İyi ya da kötü içerideki kişilere hiç bakmam! Sadece uluslararası kimlik taşıyanlara, dışarısıyla ilişkili olanlara dikkat kesilirim. Gerisi boştu! Türkiye'de bu vasıflarda isimler vardı. Ankara'da da, İstanbul'da da vardı! Peki neden yabancılar bu kadar rahat operasyon yapıyordu? Galiba üzerinde durmadığımız nokta buydu! Ama cevap kesin ve basit: “Derin Devletimiz yoktu!” Oysa Osmanlı'da kocaman bir Derin Devletimiz bulunuyordu. Şimdi Erdoğan'la birlikte bu olmaya başlıyordu.”[1]
Bu, gerçekleri saptıran saptamalar, çağlar boyunca gelişip kökleşen Şeytan şebekesi Siyomizm'i ve sinsi projelerini en iyi bilen, en etkin kurtuluş çarelerini gösteren ve tarihi tedbirleri geliştiren ERBAKAN Hoca'yı hiç hesaba katmama, hatta yok sayma kasıtlıydı. Çünkü Siyonist odaklar halâ Erbakan'ın bütün izlerini silme yani kendi ifadeleriyle“Mezarına beton dökme” telaşındaydı. Elaziz zırvacıları gibi, Bu Ergün Diler kiralıklarını okuyup heyecanlanarak: “Erbakan'ın talebeleri(!) olan AKP'li kahramanlar şimdi O'nun projelerini bir bir hayata geçiriyorlar!” safsatalarını sallayadursunlar, Ergün Diler'in Erbakan'ın aziz hatırasını ve talihli programlarını unutturmak için kullanıldığının bile farkına varamamaktaydı!
“Mağlubiyetle birlikte, (Siyonist odakların) istedikleri şekilde yaşamaya mecburduk. Artık ne Batılıydık, ne Doğuluyduk… Gücümüz neydi, nereye gidiyorduk, ne amaçla yürüyorduk bilen yoktu! Bakın iş başına gelenlere. (Erbakan dahil tüm iktidar içinde Siyonizm'i tanıyan ve tedbir alan hiç çıkmıyordu!?) Ya da darbe ile ülkeyi düze çıkaracaklarını sananlara… Hepsi hayal kırıklığıydı.. Hiç biri oyunu anlamıyordu. Güç merkezlerinin ne tasarladığı ve bize nasıl bir elbise biçtiğini anlayan yoktu. Anlayan olmadığı için değiştirme amacıyla çabalayan da bulunmuyordu! Erdoğan'a kadar! (çok şükür bilge lider artık her şeyi biliyor ve gerekli önlemleri alıyordu!?) Sevseniz de sevmeseniz de gerçek buydu!”
O'nun kaypak talebelerini kahramanlaştıranlar, neden Erbakan'ı yok sayıyordu?
“İçeride bizi neyin beklediğini görmek ve anlamak için öncelikle bazı başkentleri iyi anlamak lazımdı. Washington, Londra, Moskova, Berlin ve Tel Aviv… Türkiye sınırları içinde ve etrafında ne zaman önemli bir adım atmaya kalksa birileri hemen karşısında ve yanında yer alırdı. Ama önce bir not! e-Muhtıra ne zaman verilmişti? 27 Nisan'da… Bursa Ulu Camii'ndeki patlama ne zaman olmuştu? 27 Nisan'da Peki Abdülhamit Han ne zaman tahttan indirilmişti? 27 Nisan'da! Tesadüf yoktur! Büyük devletler kavgalarında her zaman mesajlarla konuşur. Pek çok kez bunu görmeyiz! Abdülhamid Han'ı tahttan indiren AVRUPA ve İngilizlerdi! Acaba 27 Nisan'da birileri de çıkıp aslında Avrupa'ya mı mesaj veriyordu? Çünkü 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da, dünyadaki büyük kavganın bizdeki ayak izleriydi! Düşünün! Özellikle aktörlere iyi bakın! Ya o dönem görev alan askerler Erdoğan'a değil de belli bazı isimlere tepki gösterdiyse! Tepkinin asıl amacı AK Parti değil de Avrupalı güçleri yanına alan birileriyse… Yani Osmanlı'yı yıkanlarla artık yan yana duranlar istenmiyorsa!”[2]
Yani asıl duyurmak, daha doğrusu yumurtlamak istenen safsata şuydu: Yeryüzünde ve bölgemizde gelişen bütün olayların arkasında Avrupa ve Amerika'nın gizli hâkimiyet kavgası varmış… (Oysa her ikisini de, yani Avrupalı Rothschild'lerin de AmerikaRockefeller'in de aynı Siyonist sermayenin sahipleri olduğunu bilmeyen ahmak kalmamıştı. Ama Ergün Diler gibi yalakaları hariç tutmak lazımdı.) Ve Türkiye'nin bu güçlerle başa çıkması imkânsızmış… Öyleyse Avrupa'nın değil Amerika'nın yanında yer almak stratejik bir akılmış ve bunu yapan Erdoğan haklıymış… Abdullah Gül ise İngiltere'deki Chatham House bağlantılı Avrupa'nın adamıymış… İşte Genelkurmay'ın meşhur 27 Nisan tarihli e-muhtırası, Amerikan yanlısı generaller tarafından, Avrupa yanlısı Abdullah Gül'ü hedef almışmış… Yoksa Recep T. Erdoğan'la TSK, aynı kulvarda, yani Amerikan safındaymış…!? Şimdi Erbakan'ın İslam Birliği ve Lider Ülke Türkiye projelerini rafa kaldırıp “Ya Avrupa'nın ya da Amerika'nın bölgesel kuyruğu olmaktan başka çıkar yol kalmamıştır” şeklindeki aşağılık ve uşaklık mantığını, sanki kahramanlıkmış gibi sunan ve zırvalayan bu figüranları hikmet ve hakikat kaynağı sananlar ne kadar zavallıydı..
Üstelik fikren ve fiilen Sn. Erdoğan'ın güdümündeki AKP iktidarı sürekli ABD'den icazet ve izin alırken, bir yandan da AB'ye resmen teslimiyet hazırlığındaydı. SözdeAvrupa'da serbest dolaşım ve vize kaldırılması karşılığı Türkiye'ye dayatılan ve aslında Suriye'den hatta Irak, Pakistan, Afganistan ve Bangladeş'ten gelecek tüm mültecilerin Avrupa'ya geçmeyip ülkemizin bir genel göçmen kampına çevrilmesini sağlayacak olan 72 maddelik kölelik şartnamesinin şu bölümlerini dikkatle okuyanlar ne demek istediğimizi daha kolay anlayacaktı:
Madde: 8- Ülkenin tüm sınırlarında, özellikle de AB üye ülkelerine komşu sınırlarda, Türkiye sınırlarını yasadışı olarak geçmek isteyen kişilerin engellenmesi için yeterli sınır kontrolleri ve sınır gözetimlerinin yapılması.
Madde: 9- ABnin dış sınırlardaki kişilerin dolaşımını düzenleyen yasal mevzuat kabul edilip fiilen uygulanmalı; aynı zamanda da sınır yetkilileri ve birimlerin işleyişi ile ilgili yasalar, Türkiyenin Entegre Sınır Yönetimi Stratejisinin yürütülmesine ilişkin Ulusal Eylem Planı ile bağlantılı olup, 27 Mart 2006 tarihinde Türk yetkilileri tarafından onaylanan ve de AB Schengen Sınır Kodu ile AB Schengen Kataloğunda bulunan prensiplerin uygulamaları ile örtüşmesi.
Madde: 10- Başta sınır komşusu AB üye ülkeleri olmak üzere, ülkenin bütün sınırlarında, sınır kontrol noktalarında, gerekli mali ve idari tedbirlerin alınabilmesi için iyi eğitimli güvenlik personelinin, verimli altyapının, araç ve bilişim malzemesinin sağlanması.
Madde: 11- Sınır idaresi ile ilgilenen personel ile birimler, gümrük hizmetleri ve diğer yasa uygulayıcıları arasında işbirliği ve bilgi paylaşımı geliştirilmeli; böylece istihbarat toplanma kapasitesinin artırılmalı; sınır yönetiminde insani ve teknik kaynakların daha verimli bir şekilde kullanılarak, koordine bir şekilde hareket edilmesi.
Madde: 12- Sınır idaresi ile ilgilenen sınır siperleri, gümrük ile diğer yetkililere yönelik yeni eğitim programları geliştirilmesi ve sınır yönetiminde yolsuzlukla mücadeleye ilişkin etik kuralların belirlenmesi.
Madde: 13- FRONTEX ile imzalanan Mutabakat Zaptınının etkin bir şekilde yerine getirilmesi, ortak işbirliği inisiyatifleri ile bilgi ve risk analizlerinin paylaşılması.
Madde: 28- AB ve Avrupa Konseyi standartlarına uygun, yabancıların ve ailelerinin giriş, çıkış, kısa veya uzun dönem konaklamaları ile ilgili aynı zamanda Türkiyeye yasal olmayan yollarla giriş yapan yabancılarla ilgili etkin göç yönetimini sağlamak için yasal düzenlemelerin yapılması ve uygulanması.
Madde: 17- Özellikle AB için yüksek göç ve güvenlik riski oluşturan ve AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşlarına sınırda vize verme uygulamasının kaldırılması.
Madde: 20- AB için yasadışı göç potansiyeli taşıyan ülkelerden gelen vatandaşların Türkiye Cumhuriyeti topraklarına girişlerinin daha sıkı kurallar ile değiştirilmesi ve böylece AB topraklarına yasadışı bir şekilde giriş yapmayı amaçlayan üçüncü ülke vatandaşlarının Türkiye sınırlarına girmeden engellenmesi.
Madde: 21- Özellikle AB için yasadışı göç potansiyeli taşıyan ülkelerin vatandaşlarına ilişkin Türk vize politikası mevzuatının ve idari kapasitesinin, AB müktesebatı ile uyumlu hale getirilmesi.
(Yani bütün Suriyeli mülteciler kesinlikle Türkiye'de kalacaktı. Avrupa ülkelerine sığınanlar bile Türkiye'ye yollanacaktı.)
Madde: 22- Tüm AB üye Devletlerin vatandaşlarına, Türkiye Cumhuriyeti topraklarına girişlerinde eşit davranılması.
Madde: 14- Sınır yönetimlerinin, uluslararası göç hukukuna uygun şekilde yapıldığının güvence altına alınması, bunun yanı sıra mülteci statüsüne kabul isteyen ve uluslararası korumaya ihtiyacı olan kişilerin fiili kabulü ve sınır dışı edilmeme prensibinin tam olarak uygulanması.
Madde: 24- AB müktesebatı ve 1951 tarihli mültecilere ilişkin Cenevre Konvansiyonu ile aynı Konvansiyonun 1967 tarihli protokolüne uygun olarak ulusal mevzuatın kabul edilmesi ve yürürlüğe girmesi; böylece herhangi bir coğrafi kısıtlama olmadan ve sınır dışı edilmeme prensibine uygun bir biçimde uluslararası korumaya ihtiyacı olan kişilerin iltica talebinin kabul edilmesi; Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Türkiye Cumhuriyeti topraklarında görevini kısıtlamalar olmadan yerine getirebilmesi.
Madde: 25- Sığınmacılar ile mültecilerin haklarının ve itibarlarının teslimi için yeterli altyapıların, insan kaynaklarının ve fonların sağlanması.
Madde: 26- Mülteci statüsünden sağlanan kişilerin, kendi kendini geçindirmeleri, kamusal hizmetlerine ulaşımları, sosyal haklardan yararlanmalarının ve Türk toplumu ile bütünleşecek şartların oluşturulması.
(Yani PKK'lıların Avrupa'ya sığınmaları ve meşru siyasi mülteci statüsü kazanmalarına kolaylık sağlanacaktı.)
Madde: 36- 21 Haziran 2012 tarihli AB-Türkiye Geri kabul Anlaşmasının onaylanması.
Madde: 64- Vatandaşların serbest dolaşımının; cinsiyet, ırk, etnik veya sosyal köken, kalıtsal özellik, dil, din, inanç veya herhangi başka bir fikir, bir azınlığa mensubiyet, engel, cinsel yönelimi veya ayrımcı nitelikteki başka bir sebepten ötürü sınırlamalara maruz kalmamasının garanti altına alınması. İhtiyaç halinde, gerekli tüm soruşturmaların yetine getirilmesi.
Madde: 27- Mülteci statüsünün belirlenmesi ile ilgili uzman bir yapılanma oluşturulması ve bu yapıya personel sağlanıp, eğitimlerinin gerçekleştirilmesi.
Madde: 37- Tüm üye ülkelerine ilişkin geri kabul işlemlerinin düzgün bir şekilde çalışması yönündeki durumun eksiksiz bir şekilde kayıt altına alınabilmesi için, anlaşmanın bütün hükümlerinin tam ve etkin şekilde yerine getirilmesi.
Madde: 38- Bir üye ülkenin topraklarına giriş, konaklama, ikamet veya transit geçiş için gerekli şartları taşımayan Türk vatandaşlarının, üçüncü ülke vatandaşlarının veya vatandaşlığı olmayan kişilerin, hızlı ve etkin şekilde tanımlanması ve geri iadelerinin iş birliği dâhilinde sağlanması için gerekli iç hukuk düzenlemelerinin oluşturulması.
Madde: 39- Geri kabul başvurularının belirlenen zaman içinde yapılmasını sağlamakla ve beklemede olan geri kabul başvurularının sayısını azaltmakla yükümlü yetkili makamların kapasitelerinin güçlendirilmesi.
Madde: 40- Geri kabul başvurularının uygulanmasının yurtiçi ve AB veri koruma standartları ile uyumlu olması.
Madde: 42- Yasadışı olarak Türkiyede ikamet eden ya da Türkiyeden geçiş yapan üçüncü ülke vatandaşlarının sınır dışı edilmesinde yeterli altyapının sağlanması, görevli birimlerin güçlendirilmesi ve sınır dışı edilecek kişilere yasal, sosyal ve psikolojik tüm yardımların sağlanması.
Madde: 44- Avrupa Konseyi İnsan Ticareti ile Mücadele Sözleşmesinin onaylanması ve İnsan Ticareti ile Mücadele alanındaki AB müktesebatı ve söz konusu Sözleşmeye uyumlu yasal mevzuatın oluşturulması.
Madde: 50- Cezai meselelerde adli işbirliğine ilişkin uluslararası sözleşmelerin yürürlüğe koyulması ve onaylanması (Suçluların İadesine ilişkin Avrupa Sözleşmesi; Hükümlülerin Nakline ilişkin Avrupa Sözleşmesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Adli Yardıma ilişkin Avrupa Sözleşmesi ve ilgili Protokolleri).
Madde: 55- Karşılıklı bilgi ve istihbarat paylaşımı yolu ile özellikle sınır polislerinin, polis teşkilatının, gümrük memurlarının ve adli yetkililerin kurumlar arası etkin ve verimli işbirliği sağlaması için gerekli adımların atılması.
Madde: 58- Avronun sahteciliğe karşı korunmasına yönelik olarak OLAF ve Europol ile etkili işbirliğinin sağlanması.
Madde: 68- Türkiyede ikamet eden mültecilerin ve vatandaşlığı olmayan kişilerin, nüfus belgelerine tam ve etkin erişimlerinin sağlanması.
Madde: 69- Türkiyede ikamet etmek isteğindeki yabancıların başvuru koşullarına ilişkin bilgilere ulaşımının ve bu alandaki yasal mevzuatın herkese eşit ve şeffaf uygulanmasının sağlanması.
Madde: 71- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 4 ve 7 Numaralı Protokollerinin onaylanması.
Madde: 4 Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı
b) Askeri nitelikli herhangi bir hizmet veya vicdani reddin meşru sayıldığı ülkelerde vicdani reddi seçen kişilere zorunlu askerlik hizmeti yerine gördürülebilecek başka bir hizmet imkânı sağlanması.
Madde: 7 Kanunsuz ceza olmaz!
1. Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. (Yani PKK'lıların İsyan ve katliamları bir bağımsızlık mücadelesi sayılacaktır.)
Oysa bunların girmeye can attığı Avrupa'nın iki ittifak kaynağı: 1- Yaygınlaşan ahlaksızlık 2- İslam Düşmanlığıydı. Bakınız, Siyonistleri Nazi'ye benzettiği için İsveç'teki Türk asıllı Bakan görevinden alınmıştı.
İslam düşmanlığının had safhaya çıktığı Avrupa ülkelerinde ve İsveç'te Yeşiller partili Şehircilik ve İskân Bakanı Mehmet Kaplan Terörist İsraili eleştirdiği ve Milli Görüş Teşkilatı mensupları ile görüştüğü için ırkçı, faşist, aşırıcı ve yer altı örgütlerine katıldığı(!) sözleriyle kin odaklarının hedefi yapılmış ve görevden alınmıştı. İsveç Başbakanı Stefan Löfven yaptığı basın toplantısında İsveç Koalisyon hükümetinin Yeşiller Partili Konut Bakanı Mehmet Kaplanın hükümetteki görevinin sona erdiğini açıklamıştı. Konut Bakanı Mehmet Kaplan İsveç televizyon kanalı SVT'nin yayınladığı haberlerde kamuoyunda radikal diye yaftalanan Milli Görüş Teşkilatı mensupları ile birçok kez görüştüğü, bunun yanı sıra Türk Bozkurtlar Örgütü yöneticileri ile de iftar yemeği yediği ortaya çıkmıştı. Konut Bakanı Mehmet Kaplan'ın 2009 yılında bir seminerde yaptığı konuşmada İşgalci Siyonist İsraillileri 1930 yıllarındaki Nazilerle karşılaştırması suç(!) kapsamına alınmıştı. Kaplan, Somali Star isimli açık TV kanalında da yayınlanan konuşmasında ''İsrailliler bugün Filistinlilere 1930 yılları Almanya'sında Yahudilere davranıldığı gibi muamele ediyorlar'' diye konuştuğu için Yahudi Lobisinin yönlendirmesiyle kin oklarının hedefi yapılmıştı.
Avrupada Türk ve Müslüman örgütlere kin ve öfke vardı!
Kaplan'ın, IGMG tarafından düzenlenen “Maide-i Kur'an” etkinliğindeki fotoğrafı da “Kaplan radikal İslamcıların programında” başlığıyla okurlara yansıtılmıştı. Bakan Kaplanın, Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD) tarafından farklı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin davet edildiği bir iftardaki fotoğrafları, bazı gazetelerde “Kaplan, yeraltı örgütü üyeleri ile aynı yemekte” başlığı ile yayımlanmıştı. Bu görüşmelerin ortaya çıkmasından sonra Mehmet Kaplan hem Sosyal Demokrat Başbakan Stefan Löfven hem de Yeşiller Partili Kültür Bakanı Alice Bah Kuhnke tarafından sert bir şekilde uyarılmış, birçok ırkçı politik çevre tarafından istifaya çağrılmıştı. Başbakan'ın Mehmet Kaplan'ı çağırarak uyarmasından sonra politik yorumcular, bakanın bir skandalının(!) daha ortaya çıkması durumunda bakanlık ve politik geleceğinin riske gireceği yorumunda bulunmuşlardı. Devlet televizyonu SVT ve ülkenin önde gelen ırkçı gazeteleri Aftonbladet ve Expressen dahil olmak üzere İsveç medyasının önemli yayın organları Türk STK'lar için “ırkçı”, “faşist”, “aşırıcı” ve “yeraltı örgütü” şeklinde tanımlamalar kullanmışlardı.
Kutül Ammare kutlamalarıyla hangi müsamere oynanıyordu?
Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşında çarpıştığı cephelerden biri de, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesi oluyordu. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamyayı (Verimli Hilal) içine alıyor ve Bağdatın 150 Km. Güneyinden Basra Körfezine kadar uzanıyordu. Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkarıp saldırıya geçiyordu. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutül Ammareyi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriyeyi işgal ediyordu. 23 Kasım 1915de ileri harekâta geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kutül Ammarede çember içerisine almayı başarıyordu. Kutül Ammareyi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalıyor, Türkler, Kutül Ammarede İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir alıyordu. Tarihe Kutül Ammare zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybediyordu. Kutül Ammare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli görevler yapıyor, keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman ediyordu. 26 Nisan 1916da Kutül Ammaredeki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürülüyordu. Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk Ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917de işgal etmesine engel olamıyordu. Irakın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler, ancak Mart 1917de Bağdata ulaşarak kenti işgal ediyordu. Kutül Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkaleden sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zafer oluyordu. Enver Paşanın amcası Halil Paşa, Kutül Ammare zaferinden sonra 6ncı Orduya yayınladığı mesajında şöyle sesleniyordu:
Arslanlar! Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkalede, ikinci zaferi burada görüyoruz.
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kutül Ammare Zaferi, İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşında yediği en büyük darbe olarak yorumluyordu.
Bazı zavallılar şimdi Kutül Ammareyi canım neye yaradı, zaten 1 yıl sonra İngilizler Bağdatı aldı diye kendi tarihimizi küçültmeye çalışıyordu. Oysa, sonunda Rusların eline geçti diye Şanlı Plevne Savunmasını hafife almakla bu yaklaşım aynı marazlı mantığı sergiliyordu. Bazıları da AB uşaklıklarını ve ABD taşeronluklarını unutturmak için Kutül Ammare Zaferini hatırlayıp istismar ediyordu. Üstelik bu zaferin kutlanmasını CHP değil, sizin örnek kahramanınız Adnan Menderes kaldırmıştı.
Hatırlanacak olursa 2012 yılında İhlâs Holding'ten TGRT'yi satın alıp, ismini FOX TV olarak değiştiren dünya medya imparatoru Yahudi Rupert Murdoch, ATV'yle Sabah'ı da almak için Ankara'ya gelip Sn. Erdoğanla buluşmuş, baş başa görüşmüşlerdi, Murdoch hatıra olarak da John Philby'nin kitabını hediye etmişti. Murdoch, TGRT'yi Ahmet Ertegün aracılığıyla alıvermişti. Ertegün'ün dedesi Üsküdar Özbekler Tekkesi'nin şeyhiydi. Babası, Washington büyükelçimizdi. Beyaz Saray'ın pek kıymet verdiği bir aileydi, babası görev başında vefat etmiş, cenazesi Missouri zırhlısıyla gönderilmişti. Murdoch'ın babası ise, 1915'te Melbourne Age gazetesinin muhabiri olarak Çanakkale savaşını takip eden Avustralyalı bir Yahudi gazeteciydi. Cephede gözlemler yapmış, sonra da sekiz bin kelimeden oluşan meşhur Gelibolu mektubunu yazarak, gizlice Avustralya başbakanına göndermişti. İngiliz istihbaratı Londra'ya yalan raporlar gönderiyor, Çanakkale geçilemez, boşuna ölüyoruz demişti.
Murdoch'ın Sn. Erdoğana hediye ettiği The Empty Quarter isimli kitabın yazarıJohn Philby, İngiliz istihbarat ajanıydı. Anadili gibi Arapça biliyordu, güya Müslüman olmuş, Şeyh Abdullah ismini almıştı. Biz Çanakkale'de İngilizlerle boğuşurken, Osmanlı'ya isyan bayrağı açan Mekke Şerifi Hüseyin'e yardımcı olması için Arabistan'a yollanmıştı. Bir yandan Osmanlıya karşı Arapları organize etmiş, bir yandan İngiliz petrol şirketlerine imtiyaz toplamış, bir yandan da tarihi eserleri araklayıp İngiltere müzelerine satmıştı. İngiltere'ye dönünce, siyasete atılmış, ama başaramayınca ikinci dünya savaşında saf değiştiren bu Yahudi kendi ülkesini satmaya başlamış ve açıkça Hitler'e çalışmıştı. Sonra yakalanmış, bir süre tutuklanmış, sonra ev hapsine alınmış, savaş bitince İngiltere'den kaçıp Lübnana kapağı atmıştı.
İşte bu Siyonist ajan arkadaşın bir oğlu vardı, Kim Philby O da babası gibi Cambridge'ten mezundu, o da sular seller gibi Arapça biliyordu, o da casustu. 1947'de konsolosluk sekreteri ayağıyla İstanbul'a gönderiliyordu. CIA ve MI6'in irtibat görevi için Washington'a tayin ediliyordu. Soğuk Savaş tarihine asrın casusu olarak geçiyordu. Çünkü çift taraflı çalışıyordu. Sovyet gizli servisi tarafından devşiriliyor, Moskova'ya bilgi satıyordu. (Zaten kapitalist Amerika ile komünist Rusya aynı Siyonist odakların güdümünde bulunuyordu) Şüphelenildi, takip edildi, bir türlü suçüstü yapılamadı, ama sonunda kovulmuştu. O da gitti, babası gibi Beyrut'a taşınıyordu. Ardından Kim Philby, Suriye üzerinden Ermenistan'a, oradan Rusya'ya kaçıyordu. Daha önce hepsi Yahudi asıllı olan bir İngiliz, bir Amerikalı eşinden boşanmıştı, bu sefer Polonya Yahudilerinden Rus yazar Rufina Pukhova'yla evleniyordu. Hayatı roman oldu, Hollywood'da film oldu. Alkolik oldu. İki defa intihara kalkışıyordu. Rusya, onun hatırasına posta pulu bile bastırıyordu. İşte bu casusun kendisi gibi ajan olan babası John Philby, bir yandan Suudileri şekillendirirken, diğer taraftan Irak'ın örgütlenmesi işini Gertrude Bell isimli bir kadınla yürütüyordu. Gertrude casustu, Oxford mezunuydu. Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe dahil, şakır şakır yedi lisan biliyordu. Çok güzel bir kadın olduğu söyleniyordu. Arkeolog ayaklarıyla Mezopotamya'yı karış karış geziyor, aşiretleri örgütlüyordu. 1919'da Paris Konferansı'na delege olarak katılıyor, haritalar çiziyor, Kürt, Arap, Türkmen bölgelerine ayırıp bugünkü Irak'ın sınırlarını elleriyle çiziyordu. 1924'te Türkiye'yle İngiltere arasında imzalanan Irak sınırı, onun eseri oluyordu.John Philby'nin kankası Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı, kukla olarak Irak tahtına oturtuyordu. 1926'da, 58 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak, intihar ediyor ve Bağdat'a İngiliz mezarlığına gömülüyordu.
Kendini öldürmeden önce, gene arkeolog ayaklarıyla defalarca Anadolu'ya geliyor, hatta istediği gibi kurcalasın, memlekette cirit atsın diye, yanına rehber bile veriliyordu. Ne Diyarbakır bırakıyordu, ne Adana, ne Konya, ne Kayseri, ne Kapadokya Cudi'ye bile tırmanıyor. Kürt köylerini listeliyor, hangi aşiret devletten yanadır, hangi aşiret ihanete müsaittir, şeceresini çıkarıyordu. Nereler kuytudur, nerelerden nerelere geçilir, (Bugün PKKnın kullandığı) haritaları çiziyordu.. Mesela bir mektubunda Zaho kampında konakladım diyordu. Ayrıca Antakya'ya gidiyor, Karkamış'ta kazılar yapıyordu. Bugün ne hale geldiğini gördüğümüz Suriye sınırında kiliseleri geziyorum dümeniyle, ahalinin etnik kökenini, mezheplerini raporluyordu. Öldüğünde, kendisinden geriye, el yazısıyla 16 günlük, iki bine yakın mektup, yedi bin fotoğraf kalıyordu. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkınca, Gertrude dört ay sonra Anadolu'ya sızıyor, Malatya'ya gidiyor, Kürt aşiretlerini devşirmeye çalışan İngiliz casusu binbaşı Noel'le buluşup, Elazığ'a geçmek isterken yakalanıp hak ettiği cezaya çarptırılıyordu. Bu casus Yahudi kadınınmanevi oğlum dediği birisi vardı: Yarbay Thomas Edward Lawrence Arabistanlı Lawrence diye tanınıyordu. Lawrenceyi evladı gibi yetiştiriyor, yol gösteriyor, akıl hocalığını yapıyor ve nüfuzlu kişilerle tanıştırıyordu. Arabistanlı Lawrence, kendisinden 20 yaş büyük olan bu kadın için annemden farksız, bildiğim her şeyi ondan öğrendim diyordu. Tayyip Erdoğan'la Abdullah Gül'ü kaldığı oteline, ayağına getirtip madalya takan Suudi kralı var ya İşte bu Lawrence'in Cidde'de yaşadığı evi restore ettirip, kapısına da kocaman harflerle Bu ev Türklere karşı savaş vermemize yardımcı olan Lawrence'in karargahıdır diye plaket astırıyordu! 1953'de henüz 46 yaşındayken motosiklet kazasında ölen Arabistanlı Lawrence'ın hayatı da film oluyordu. 1962'de vizyona giren bu film, en iyi yönetmen dahil, yedi dalda Oscar kazanıyordu. ABD Kongre Kütüphanesi tarafından, tarihi değeri nedeniyle, Ulusal Film Arşivi'nde koruma altına alınıyordu. Ve derken manevi annesi ve Yahudi asıllı Gertrude Bell'in hayatı da film oluyordu. Çöl Kraliçesi isimli filmde, efsane kadın casusu Oscar ödüllü Nicole Kidman canlandırıyordu. Bazı şeyleri anlamak için herhalde bu filmi dikkatle izlemek gerekiyordu. Mesela, Mısır doğumlu İslam Teşkilatı sekreteri Ekmeleddin efendinin, neden yeni CHP tarafından tıpış tıpış cumhurbaşkanı adayı ilan edildiğini, bu arkadaşın neden MHP tarafından TBMM başkanlığına aday gösterildiğini, İngiltere Kraliçesinin dindar cumhurbaşkanımıza neden şövalye madalyası verdiğini, Genelkurmay Başkanımızın neden Suudi kralının yanına oturtuluverdiğini, Sn. Cumhurbaşkanımızın Suudi kralına madalya takmaya neden özen gösterdiğini, Suriye batağına neden dahil edildiğimizi, Rus uçağını neden düşürdüğümüzü, Kürdistan kuran Barzani'nin AKP kongresinde neden onur konuğu olarak getirildiğini, Katar'a neden nöbetçi askeri üs yerleştirdiğimizi, laiksiz anayasayı, 14 senedir iktidarda olmalarına rağmen hiç hatırlamayıp, 14 sene sonra aniden Kut'ül Ammare'yi anmaya yeltenmelerini ve Suudi ile Türkiyenin İslam Askeri İttifakını nereden akıl ettiklerini daha iyi kavramak için bu film önemli mesajlar içeriyordu![3] Bu tarihi ve gizemli gerçekleri hatırlatan Sn. Yazar, doğru saptamalar yapıyor, ama maalesef bunları yanlış maksatlar için kullanıyordu.
Türkiye suni ve sahte kahramanlar elinde bir kaos ve kargaşa dönemini yaşıyordu!
PKK temsilcisi HDP Meclis'te meydan okuyordu!
HDP milletvekilleri, dokunulmazlık teklifinin görüşüldüğü Meclis Anayasa Komisyonu'ndan APO lehine sloganlar atarak ve Kürtçe özgürlük marşları okuyarak ayrılıyordu. Dokunulmazlıkların görüşüldüğü TBMM Meclis Anayasa Komisyonunda AKP'li ve HDP'li milletvekilleri arasında yine kavga çıkıyor, uçan tekme ve yumruklarla birbirlerine giriyordu. Kavgada bazı vekiller yaralanıyor, gündemi sarsan kavgadan sonra HDP milletvekilleri, dokunulmazlık teklifinin görüşüldüğü komisyonu Kürtçe marşlar ve sloganlarla terk edip devlete meydan okuyordu.
Selahattin Demirtaş: “Arkadaşlarımız tutuklanırsa bağımsız parlamentomuzu kurarız” tehditleri savuruyordu
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP'li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla ilgili grup toplantısında küstahça mesajlar veriyor: “Halkımız isterse birden fazla parlamento da kurar'' diye çıkışıyordu. Demirtaş “vekiller tutuklanırsa, vekillikleri düşecek olursa parlamentoları halk kurar, halk isterse birden fazla parlamento da kurar” demekten sakınmıyordu. Amerika'dan döndükten sonra Meclis'te HDP Grup Toplantısı'nda konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP'li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve bazı arkadaşlarının hapse atılması durumunda bağımsızlık tehditleri savuruyordu.
AKP'nin girmeye can attığı AB heyeti İmralı'da Öcalan ile görüşüyordu!
Avrupa Konseyi sözde İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi'nden bir heyetin İmralı Adası'nda PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüştüğü ortaya çıkıyordu. (CPT) heyeti 28-29 Nisan günleri İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan ile buluşuyordu. Deutsche Welle Türkçe'den Kayhan Karaca'nın haberine göre üç kişilik AB heyeti İmralı'ya ziyaret gerçekleştiriyordu.
İŞİD'i de PKK'yı da Avrupa ve Amerika kışkırtıyordu!
İçişleri Bakanı Efkan Ala Bursa ve Gaziantep'teki saldırıların faillerini açıklarken, Bursa'daki saldırıyı PKK'lı Eser Çali'nin, Gaziantep'teki saldırının ise DEAŞ bağlantılı bir kişinin gerçekleştirdiğini söylüyordu. Oysa PKK'nın da İŞİD'in de arkasında Batılı dostlarımız(!) çıkıyordu.
Kürdistan, AKP sayesinde ve tabi ABD ve AB himayesinde kuruluyordu!
ABD Başkan Yardımcısı Joe Bidenın Irak ziyaretinde Bunlar tarihte suni sınırlar çizdiğimiz, birbirinden tamamen ayrı etnik, dini, kültürel gruplardan suni devletler yarattığımız, Bunu alın. Birlikte yaşayın dediğimiz yerler diyerek ülkenin bölünmesine mazeret hazırlıyor ve New York Timesta yayınlanan haberden de öğreniyoruz ki, ABD artık açık açık Irakın bölünmesinden ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasından söz ediyordu. 2014 yılında rafa kaldırılan Erbil milli kimlik müzesi projesinin tekrar hayata geçirilmesi de bunun adımlarından birisi oluyordu. Yani Kırmızı çizgi tehditleri artık hiçbir işe yaramıyordu ve AKP'nin İslamcı gençlik havaları, Osmanlı rüyaları ve Müslüman Kardeşler Federasyonu hülyaları ile inşa edilen Irak, Mısır, Suriye politikaları çöküyordu.“Kuzey Irakta bağımsız veya federal bir Kürt devleti Türkiyenin aleyhine değil lehine bir durumdur. Bağımsız bir Kürt devleti veya federal bir çözüm bizim için de uygundur” diyen sözde iktidar muhalifi ve Hürriyet Fedaisi Ertuğrul Özkök açıkça AKP projelerine arka çıkıyordu.
Halâ Ahmak yandaş takımı büyük ve kof hülyalar kuruyordu!
“İsrailli işadamı Haim Saban'ın, Demokratlar'ın başkan aday adayı Hillary Clinton için toplanan bağışları organize ettiği ortaya çıkmıştı. ABD'de ABC'nin dışında 25'in üzerinde yayın şirketi olan, Almanya'da Pro7 ve Sat1 gibi kanalların dahil olduğu Kirch grubunun en büyük ortağı Haim Saban, gazetelere ilan verip Hillary Clinton'ın başkan seçilmesi için adımlar attı. Rothschild ailesinin en güvendiği isimlerden biri olan Haim Saban, Bill Clinton'ın kurduğu Clinton Vakfı'nın da en büyük bağışçısıydı. Amerikan medyası, Haim Saban'ın desteklediği her adayın ABD Başkanı seçildiğini yazdı. Haim Saban'ın ayrıca Las Vegas'ta da kumarhaneleri vardı. Yani Hillary'i getirmeye çalışan Rothschıldler olmaktaydı. Bunu aynı zamanda İngiltere şeklinde anlamak lazımdı. Kraliyet ailelerinin temsilcisi ve mutemedi olan ailenin Kraliçe adına sahneye çıkmasıydı. Peki Hillary'nin yani Rothschildler'in karşısında kim vardı? Donald Trump… Geçtiğimiz gün Trump'ın bizim basında yer almayan çok ilginç bir çıkış yapmıştı. Aslında bu çıkışı hiçbir Batılı basın görmemiş, yazmamıştı. Trump şöyle horozlanmaktaydı:
“Çin, sürekli ABD'ye tecavüz ediyor. Çin sık sık, ihracatını artırmak için kur manipülasyonu yapıyor. Bu da ABD için büyük kayıp anlamına geliyor. Ancak bunu Washington'da anlayan tek senatör çıkmıyor. Bu tecavüzü Çin devleti olarak görmemiz de hata olur. Çünkü Çin bir devlet değildir, İngiliz görünen bir ailenin hegemonyasında bir bölgedir. Başkan olduğum zaman birileri çok daha rahatsız olacak. Çin'e gereken dersi vereceğim.” (Hani Avrupa ile Amerika kıyasıya savaşıyordu?) Trump'ın “Washington'da bunu anlayacak tek senatör yok!” dediği gibi bizde de Rothschildler'i anlayan pek kişi bulunmazdı. Osmanlı'dan beri nasıl bu topraklara girdiklerini, Osmanlı'yı nasıl bitirdiklerini bilen kaç kişi vardı? Osmanlı'yı yıktıktan sonra perde arkasından bizi yönettiklerini fark eden kim vardı? Oysa hem parayı hem ideolojileri üzerimize salıp bizi dağıtan bunlardı…
Ama tabii bu sadece Amerika'nın baş edeceği bir sorun değil. Sadece onların problemi de değilmiş.. Şu anda Amerika içinde Hillary ve Trump üzerinden giden savaş bütün dünyanın sorunu! Türkiye bu sorunun yaşandığı en önemli merkezlerden biriymiş. Çünkü Amerika'yı kullanarak Ruslar'ı karşımıza iten yapı şu an merkezini ABD'ye taşımak niyetindeymiş.. İngiltere adına dünyaya oradan yön verme derdindeymiş.. Bunu bizim gibi kafa yapısı olanların anlaması hiç kolay değilmiş.. Hillary ve arkasındaki gücün Türkiye'de sayamayacağım kadar destekçisi olduğu belliymiş.. İstanbul sermayesinin çok önemli isimleri bu ailenin kontrolündeymiş.. Amerika'nın ne olacağı aslında bizim ve Avrupa'nın da ne olacağı ile yakından ilgiliymiş… Ama şu an Ankara'da kılık kıyafet değiştirmiş Lawrence'den geçilmiyor vaziyetteymiş.. Kapitalizm'i icat eden İngilizler (Siyonist Yahudiler diyemiyor!?) daha sonra Sovyetler'in içine girerek Komünizm'i yönetmiş… Sonra da çökertmişti… Bizim bu oyunları yapacak ne gücümüz, ne de aklımız oldu, Abdülhamid'den sonra!” (Yani dünya çapındaki Siyonist projeleri Ergün Diler'e kadar hiç kimse fark etmemişti ve biraz da Sn. Recep Erdoğan artık devreye girmişti!?)
İngiltere bile Siyonist lobinin kıskacındadır, kurtulmaya çalışırken bizimkiler ABD ve AB kuklalığına kılıf uyduruyordu!
İngilterede Filistinli gruplar ile ilişkileri nedeniyle medyanın ve Siyonist Lobinin kıskacı altında alınan İşçi Partisinin lideri Jeremy Corbyn anti-semitizm kampanyasının hedefi yapılmıştı. Corbyn, İsrail karşıtı olarak yaftalanan milletvekili Naz Shah ile eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingston'a karşı 'geç harekete geçmekle' suçlanmıştı. Neden, İngiltere'de ana muhalefetteki İşçi Partisi'nin lideri Jeremy Corbyn, parti içi muhalefetin ve medyanın başlattığı antisemitizm kampanyasının hedefi yapılmıştı?
Filistinli gruplar ile ilişkileri nedeniyle medyanın ve İsrail Lobisinin merceği altında bulunan Corbyn, milletvekili Naz Shah ile Eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingston'ın son açıklamalarıyla birlikte bir kez daha antisemitizm suçlamasına uğramıştı. Shah ve Livingston'ın parti üyeliklerini askıya almak zorunda bırakılan Corbyn, şimdi geç harekete geçmekle suçlanmaktaydı. Medya ve parti içi muhalefet, antisemitizmle suçladıkları iki ismin partiden atılmaları için kampanya başlatmıştı. Gölge içişleri bakanı ve Corbyn'in geçen yıl yapılan genel başkanlık yarışındaki rakiplerinden Yahudi asıllı Andy Burnham, “Bu iddialar ortaya atıldığında gereken şekilde ve hızla ele alınmadı” derken, Yahudi kuruluşu The Board of Denuties of British Jews Başkanı Jonathan Arkush da Corbyn'i parti içindeki antisemitler ile mücadele iradesinden yoksun (!) olmakla suçlamıştı. İngiltere Eski Başbakanı David Cameron da tartışmaya katılarak “İşçi Partisi'nin bir antisemitizm problemi olduğu açık” ifadesini kullanmıştı.
İsrail'i eleştirme hakkı olamazdı!
İşçi Partisi, 2014'te Facebook sayfasında “İsrail'in ABD'ye taşınması” önerisi yapan bir paylaşımı dolayısıyla Pakistan asıllı milletvekili Shah'ın üyeliğini askıya almıştı.? İngiliz kamu yayım kuruluşu BBC'de katıldığı bir programda Shah'ı savunan eski Belediye Başkanı Ken Livingston'ın üyeliği de askıya alınmıştı. Livingston, Shah'a yöneltilen antisemitizm suçlamalarına karşı çıkmış, İsrail devletini eleştirmek ile antisemitizmin birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurgulamıştı. Shah'ın söz konusu paylaşımı yaptığı günlerde “İsrail'in Filistin'e yönelik vahşi bir saldırı başlatmış olduğunu” hatırlatan Livingston, paylaşımın bu bağlam içinde değerlendirilmesi çağrısını yapmıştı. İsrail lobisinin İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn'i Hitler'e benzeterek bir propaganda kampanyası yürüttüğünü belirten Livingston, “Corbyn parti lideri olduğu andan itibaren kendisi ve çalışma arkadaşları antisemitizmle suçlanmaya başladı. Basit gerçek şu ki Filistinlilere muamelesi ile dünyadaki en vahşi rejimlerden birini eleştirme hakkına sahibiz” değerlendirmesini yapmıştı.
Medyanın kahrına uğramıştı!
Geçen eylül ayında yapılan seçimle İşçi Partisi liderliğine seçilen Corbyn, göreve geldiği ilk günden itibaren İsrail meselesindeki Filistin yanlısı tutumu nedeniyle bazı çevrelerin öfkesini kabartmıştı. Corbyn'in Hamas ile Hizbullah gibi örgütlerin temsilcileriyle ilişkileri sık sık medyanın gündemine taşımıştı. İngiliz medyası da genel başkanlığa geldiği günden bu yana düzenli olarak Corbyn'in Filistinli grup ve kişiler ile ilişkilerini haber yapmaktaydı. Corbyn'in seçim kampanyasına bağış yapanlar arasında yer alan Filistinliler, katıldığı toplantılar ve mitingler, İşçi Partisi liderinin “terör”le bağlantısına (!) kanıt olarak sunulmaktaydı.
İngiliz askeri bile kışkırtılmaktaydı!
Sunday Times gazetesinin 20 Eylül nüshasında adı açıklanmayan “üst düzey bir komutan”nın, Corbyn'in bir gün başbakan olması ihtimaline karşı şu sözleri aktarılmıştı: “Ordu bunun yanında yer almayacaktır. Kurmaylar bir başbakanın bu ülkenin güvenliğini tehlikeye atmasına karşı çıkacaktır ve ellerindeki bütün imkânları kullanıp öyle veya böyle(!) buna engel olacaktır. Ülkenin güvenliğini bir asiye emanet etmek sakıncalıdır.” Adı gizli askeri yetkili, Corbyn'in muhtemel başbakanlığında orduda toplu istifalar yaşanacağını ve bunun bir isyana kadar varacağını da vurgulamıştı.
Anayasamız hangi medeniyeti temsil ediyordu, ama halkımıza hangi medeniyeti yaşaması dayatılıyordu?
Meclis Başkanı İsmail Kahramanın laklakı ve boş lakırdı cinsinden laiklik açıklaması Yeni Anayasayı hem gündemimize hem de manşetlere yeniden taşımıştı. Meclis Başkanının Yeni Anayasada laiklik olmamalı açıklaması Laiklik elden gidiyor şeklindeki linç kampanyalarını da başlatmıştı. Kimine göre nabız yoklanmış, kimine göre de dindar anayasa için bir adım atılmıştı. Yine iki kesim vardı: Bir kesime göre İsmail Kahraman, gerçek bir kahramandı.. Bir diğer kesim ise Onu hedef tahtasına oturtmuşlardı. Masonik Kemalistlerin ve CHPnin hangi tavrı ortaya koyacağı açıktı. Türkiye laiktir laik kalacak sloganları eşliğinde hemen kılıç kalkan kuşanılmıştı. Kahraman AKP'den ise İsmail Kahramanın bu kof çıkışları ve sosyal medyadan yükselmeye başlayan dindar anayasa mesajları apar topar bastırılmıştı. Oysa, önce Türkiye Cumhuriyeti kurulurken laik bir devlet olarak kurulduğu algısı tamamen yanlıştır. Çünkü Türkiye, laik bir devlet olarak değil bir İslam devleti olarak kurulmuştur. Zira ilk iki Anayasa metninde de devletin İslam devleti niteliği sarih bir şekilde vurgulanmış ve Devletin dini İslamdır ibaresi hem 1921 hem de 1924 Anayasa metinlerinde yer almıştır. Daha anlaşılır olsun diye kronolojik süreci birkaç adımla hatırlatmakta fayda vardı:
1921 Anayasası: Türkiye Cumhuriyetinin dini İslamdır.
1924 Anayasası: Türkiye Cumhuriyeti'nin dini İslamdır.
1928 yılında “Devletin dini İslam'dır.” ibaresi Anayasadan çıkarıldı.
1937 yılında ise laiklik ilkesi anayasaya yazıldı.
İsmet İnönü ve 120 arkadaşının teklifi ile TBMM 10 Nisan 1928 tarihli toplantısında Anayasanın ikinci maddesinde yer alan “Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır” fıkrası kaldırıldı. Aynı değişiklikle; Cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yaptıkları yeminlerde “Allah” üzerine yeminin yerine, namus üzerine ant içilmesi şartı yasalaştı.
Beşeri doktrinler, fikirler eskir, değişmeyen ise Hakktır
“Laiklik kavramı, Türkiyede uzun yıllar inandığı gibi yaşama derdinde olan insanımıza karşı sindirme ve yıldırma politikalarında etkin bir silah olarak kullanıldı. Din düşmanlığı adına atılan her adımın zemini laiklik kavramıydı. Laiklik bir din gibi takdim edildi, bir din gibi dokunulmaz kılındı. Laikliğe söz söylemek zinhar dinden çıkmak gibi sayıldı. Malum; düşünceler, fikirler, doktrinler zamanla eskir. Hatta zamanı gelir tedavülden kalkar, ya da kendiliğinden artık anlamsızlaşır. Eskimeyen, değişmeyen şey Hakktır zira. Diğer her şey zamana, şarta, konjonktüre hatta kişiye göre değişmektedir. Zamanında doğru da olsa, öyle zaman gelir ki artık suni teneffüs yapsanız bile ölmüş o fikri, anlamını kaybetmiş bir doktrini ayağa kaldırmanız mümkün olmaz. Beşerin ortaya koyduğu bilimsel doğrular bile zamanla başka bilimsel doğrularla çürüyor ve yürürlükten kalkıyorsa Beşeri fikriyat da zamanın akışında aynı akıbetle karşı karşıya kalmaya mahkum olmuştur asırlar boyunca” şeklinde doğru ve olumlu tespitler yapan kardeşimiz Mustafa Kurdaş'ın: “Aslında bugün tartışılmakta olan laiklik meselesi de bu gerçeğin tam da merkezindedir. Batının temsil dünyasında bile laiklik ilkesini doğuran şartlar değişmiş, laiklik kendi içerisinden çıktığı toplumlarda bile kendiliğinden hükümsüzleşmiştir” tahlilleriyse bir yanılgıydı ve yararsızdı. Her şeyden önce bu tür yaklaşımlar önce Erbakan Hoca'nın Adil Düzen programlarına ve LAİKLİK yorumlarına aykırıydı. Çünkü Laikliği kaldırmak değil, izahını yapmak ve bu tür kavramların ISLAHINA çalışmak lazımdı.
[1] 04.05.2016, Takvim, Oyun Hızlandı
[2] 03.05.2016, Takvim, Asıl kavga
[3] Bak: http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/kutul-ammare-1213317/