TSK’YI İTİBARSIZLAŞTIRMA TEZGÂHI
ABD arzu etmesine ve AKP hükümeti istemesine rağmen, Suriye’nin işgaline ve bölünmesine, TSK öncülük yapmayınca, bu sefer orduyu itibarsızlaştırma girişimleri yoğunlaşmıştı. İzmir merkezli “Askeri Casusluk ve fuhuş” operasyonları da acaba bu tezgâhın bir parçası mıydı? Hem de YAŞ toplantısı ve terfi kararları öncesine denk getirilen bu tutuklamalar bize iki önemli konuyu hatırlatmıştı:
1. ABD’nin keyfine ram olmayan, NATO’nun gönüllü lejyonları gibi davranmayan ve Milli çıkarlarını kollayan bir TSK’nın hangi tertiplerle karalanıp itibar katliamına uğratılacağı, bir kez daha ortaya çıkmıştı. Hala Batı diyenlerin, hala NATO’ya güvenenlerin, hala ABD’yi stratejik müttefik görenlerin, artık uyanması ve gerekli tedbirleri alması lazımdı. Çünkü yıpratılan bir ordu, yıkılacak Türkiye’nin ilk aşamasıydı.
2. “Askeri Casusluk ve fuhuş operasyonları” bize, İslami inanç ve prensiplerden, Milli ahlak ve manevi disiplinden uzaklaştırılan subayların hangi rezalet çirkeflerine kolaylıkla batacağını da hatırlatmıştı. Kur’an ve türban düşmanlığının, İmam Hatip ve Ezan gıcıklığının Laiklik ve ilericilik diye adlandırıldığı, karı ve rakı düşkünlüğünün Atatürkçülük diye anlatıldığı ortamlarda yozlaşan, manevi bunalım ve boşluğa yuvarlanan insanları şehvet tuzağına düşürmek artık çok kolaydı. Ve zaten bir Milleti ve askerini, son sistem silahlardan ve çok güçlü ordulardan önce, onları ahlaki zafiyetlere ve manevi dejenere ve disiplinsizliğe uğratarak yenmek, daha etkili ve köklü bir yöntem olmaktaydı.
Hz. Muhammed’i “çöl bedevisi”, İslamiyet’i “ortaçağ prensipleri”, Milletimizi ise “örümcek kafalı Anadolu gericileri” gören ve Müslüman halkımıza müsamaha gösteren hükümetlere karşı ihtilaller tertipleyen kafaların hizaya getirilmesi ve ordumuzun bu yapıdan temizlenmesi elbette lazımdı. Ancak bu bahane ile TSK’nın topyekûn hedef alınması ve askere karşı psikolojik bir savaş açılması, hiçbir iyi niyet ve cesaret girişimiyle açıklanamazdı. Çünkü bütün darbeleri, mafyavari çeteleri ve bozuk tıynetli bazı generalleri tertip ve teşvik eden asıl MASON LOCALARI’na, sinsi ve Sabataist cuntaya hala hiç dokunulmamıştı, hatta bunlar AKP döneminde daha da etkinlik kazanmışlardı. Bu ülkede, ihtilallerin icazesinin de, anarşinin vizesinin de ABD’den ve Amerikan derin devleti olan Yahudi Lobilerinden geldiğini artık bilmeyen kalmamıştı. Oysa ve nasıl oluyorsa, AKP de aynı odaklarca Erbakan’dan koparılıp iktidara taşınmış ve bu nedenle boyunlarına cesaret madalyası asılmıştı.
Irak’ı işgal edip Barzani Kürdistanını oluşturan da, şimdi Suriye’nin kuzeyinde PKK+PYD bölgesini kurdurtan da yine Amerika’ydı. Bizim kafamızı karıştıran; kendi başına buyruk, milletten kopuk, ama Haçlı NATO’ya kuyruk ve de bazı kuduruk paşaların yakasına yapışılması ve hesap sorulması değil; bütün bunların malum ve mel’un ABD desteği ve denetimi altında yapılmasıydı. Çünkü bu gâvurlardan adalet ve insaniyet beklemek ya ahmaklıktı veya alçaklıktı. Çünkü ABD, İsrail ve AB’nin, kendilerinden bağımsız ve her bakımdan caydırıcılık gücü kazanmış bir TSK istemediği kesin ve açıktı. Ve zaten Milli Çözüm Dergisi olarak bir yıldır yazıp uyardığımız, ama maalesef komplo kurguları olarak suçlandığımız: “Irak Kürdistanı petrolünü Akdeniz’e taşıyacak bir Suriye koridoru oluşturmaya ve Suriye parçalanmaya çalışılıyor” saptamalarımız sonunda aynen çıkmıştı.
İşte Türkiye sınırı boyunca uzanan Suriye’nin kuzeyini PKK’ya peşkeş çeken Amerika (-ki bunun suçu hala Beşşar Esad’a yıkılmakta ve nice Ahmak buna inanmaktadır) hemen ardından Barzani üzerinden ve MOSSAD üssünden desteklenen PKK sürülerini ağır silahlarla Şemdinli’ye saldırtıp “Türkiye’de kurtarılmış PKK bölgeleri” oluşturmaya çalışmaktaydı.
Şemdinli’ye yakın yörelerde ve köylerde patlattığı mayınlar ve hedef şaşırtıcı saldırılarla, güvenlik güçlerimizi kırsala çekip ilçeyi savunmasız bırakmak ve ardından resmi kurumları ve karakolları işgale kalkışıp fiili durum oluşturmak isteyen PKK+ Amerika, çok şükür ki akıllıca ve kahramanca direniş karşısında şimdilik bunu başaramamıştı. Ama bizi asıl düşündüren, dışarıda ABD’nin, içeride AKP’nin bu tazyik ve tertiplerine daha ne kadar dayanılacaktı?! İşte, çirkef kurbağaları gibi koparılan onca yaygaradan sonra, “askeri casusluk ve fuhuş davası” dayanaksız çıkmış ve tutukluları serbest bırakılmıştı. Ama bir kere çamur atılmış ve izi kalmıştı..
PKK’nın Şemdinli’de planladığı: “Kurtarılmış bölge stratejisi”nin asıl hedefi de ordunun prestijini bozmak, askerle halkımızı karşı karşıya bırakmaktı.
Evet, Suriye’de yaşanan gelişmeler PKK’nın (ve tabi hala Lozan’ı yani Türkiye’nin bağımsızlığını tanımayan ve SEVR’e sahip çıkan Amerika’nın) ‘halk ayaklanması’ stratejisini gündeme taşımıştı. Örgütün uzantısı PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde bulunan birçok yerleşim yerinde kontrolü ele geçirmesi, bu yeni taktiğin uygulamaya konulmasına zemin hazırlamıştı. Örgüt doğu ve güneydoğu da halkı ayaklandırarak, güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirmeye çalışacaktı. Bunun ilk uygulaması PKK tarafından pilot bölge seçilen Hakkâri’de başlatılmıştı. Amaç uluslararası kamuoyunun ilgisini bölgeye çekmek ve desteğini sağlamaktı.
300 kişilik PKK’lı grubun Hakkari şehir merkezine sızarak, yapacağı büyük provokasyon son anda engelleniyor, PKK’lılar amacına ulaşamıyor ve ağır kayıplar vererek kaçıyordu. Buna rağmen PKK’nın benzer yollara başvuracağı belirtiliyordu.
Bazı kaynaklar 150 kadar PKK’lı teröristin öldürüldüğünü yazıyor, ama Ruşen Çakır: “PKK’nın Şemdinli saldırısına uzun zamandır hazırlandığını, yani Suriye’deki gelişmeleri bir fırsat saymadığını ve PKK’nın Şemdinli’den sonra daha neler yapacağının belli olmadığını” (Gazete Vatan, 5 Ağustos 2012, Dört Şemdinli Yanlışı) söyleyip PKK ve Amerika ağzıyla, TSK’ya uyarıda bulunuyordu!
“PKK yapacağı eylemlerle ordumuzla halkımızı karşı karşıya getirmeye çalışacaktır” diyen uzmanlar: “PKK Suriye’de yaşananlara paralel olarak eylemler yapacaktır. Son zamanlarda eylemlerini daha da arttırarak gündemde kalmayı sağlayacaktır. Yapacağı eylemlerde ise nihai hedefi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Şırnak, Hakkâri, Şemdinli, Yüksekova gibi yerlerde güvenlik güçlerinin etki ve yetkilerini azaltmaya yönelik olacaktır. Bu amacının gerçekleşmesi için de elinden geleni ardına koymayacaktır. PKK yapacağı tüm eylemlerde halk ve askeri karşı karşıya getirmeye çalışacaktır.” Kanaatinde birleşiyordu. Ama bu zevatın, PKK’nın arkasındaki ABD ve İsrail’den hiç bahsetmemeleri ise dikkat çekiyordu.
Şırnak, Şemdinli, Hakkâri ve Yüksekova gibi yerlerin PKK için pilot bölgeler olduğunu herkes biliyordu. PKK kendi mücadelesini her zaman bir halk ayaklanması haline getirmek istiyordu. Ordu ve polisi tahrik etmek için birçok eylem gerçekleştiriyordu. Yaptığı eylemlerde kadın gibi, çocuk gibi, yaşlı gibi kişileri öne sürükleyerek bir tahrik politikası güdüyordu. Hatta bazen pilot şehirlerden olan Şırnak, Şemdinli ve Hakkâri gibi yerlerde PKK polis kıyafeti giyerek halka faşist bir şekilde davranarak halkı kışkırtmayı amaçladığı bile görülüyordu.
PKK dış güçlerin maşasıdır
Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Birol Akgün: “PKK terörü Türkiye’nin kanayan yarasıdır. Ne zaman Türkiye dış ilişkilerde bazı ülkelerin çıkarına ters davransa hemen PKK devreye sokulmaktadır. Bu son baskınları ise Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkilere bağlamak lazımdır. Türkiye Suriye’de bir özerk bölgenin oluşumuna sıcak bakmadığını söylemesi üzerine bu saldırı yapılmıştır. Bu saldırılar ve ilerde yapılması muhtemel saldırıların ana mesajı dışarıyı bırakın kendinize bakın anlamındadır” diyerek asıl tehlikeye dikkat çekiyordu.[1]
Bütün bunlar yaşanırken, 2012 YAŞ toplantısının Ramazan orucuna denk gelmesi nedeniyle, Başbakan ve GKB tarafından YAŞ üyelerine, öğlen yemeği verilmesi yerine, iftar sofrası sunulması ve toplantı sırasında masalara su ve meşrubat konulmaması gibi, bu aziz milletin inancına ve kutsal ayına asgari saygının ifadesi olan bu davranışları bile, hala “dincilerin devleti kuşatması ve laikliğin laçkalaşması” olarak kışkırtan masonik medya ve Bazı Kemalist Mostralar ise, aslında AKP’nin reklâmını yapmakta ve TSK’yı güdükleştirme projesine katkı sunmaktaydı.
E. GKB. Hilmi Özkök’ün acı itirafı ve aciz tavrı:
E. GKB Hilmi Özkök, Ergenekon davası kapsamında yaptığı şahitlik sırasında:
“Irak müdahalesi öncesinde, tezkerenin Meclisten geçmesi için, dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in yoğun baskı yaptığı, ama kendilerinin hükümete ve milletvekillerine yönelik herhangi bir talep ve teklifte bulunmadıkları” anlamında bir itirafta bulunmuşlardı.
Şimdi “Bir ülke için; muhtemel tehdit ve tehlikeleri, önem ve öncelik sırasına koymak”, milli siyaset ve stratejinin birinci kuralıydı. Ama Türkiye’yi yönetenlerin, aydın ve demokrat geçinenlerin düştükleri şu vahim vaziyete bakınız ki:
Yabancı bir ülkenin bakan yardımcısı haddini aşıp, hatta küstahlaşıp Türkiye Cumhuriyetinin GKB’nına: “Milletvekillerine ve parti yetkililerine gözdağı verip tezkerenin geçmesini sağlayın!” diye talimat verir gibi devamlı ve ısrarlı baskılar yaptığını Sn. Hilmi Özkök mahkeme huzurunda açıklamaktaydı. Bunun üzerine “Yahu biz ABD’nin sömürgesi miyiz, bu ne haysiyetsizliktir?!” diye yer yerinden oynaması gerekirken, maalesef bazıları hala hangi basit ve suni gündemlerle uğraşmaktaydı.
İşte bu itirafı duyar duymaz: Ülkemizin içişlerine açıkça müdahaleye yeltenen Yahudi Wolfowitz’ler ve bu ısrarlı baskılara fırsat ve cesaret veren Sn. Hilmi Özkök’ler hakkında hemen soruşturma açacak duyarlı ve cesur savcıların çıktığı gün, Türkiye bağımsız sayılırdı.
Sn. Hilmi Özkök, kendisine “Meclis’i ürkütüp etkilemek” hususunda çok baskı yaptığını itiraf ettiği Wolfowitz’e karşı herhangi bir tepki verdiğini açıklamamıştı. Acaba Türkiye Cumhuriyetinin koca GKB, kendisini Wolfowitz’in emir eri mi saymaktaydı? Wolfowitz’e haddini bildiremeyen, milli haysiyet ve hassasiyetlerimizi gâvurlara çiğneten bir GKB’na başka konularda nasıl itimat ve itibar olunacaktı? Ama aynı Wolfowitz Yahudisi, önceki GKB ve mert tavırlı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun haysiyetli azarlamasını asla unutmayacaktı. Bu olay bize 16 Temmuz 2002 tarihini hatırlatmıştı.
Türkiye’yi ziyareti daha önce üç kez ertelenen ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, resmi temaslarda bulunmak üzere gece geç saatlerde Ankara’ya varmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Başbakan’ı Ecevit, Genelkurmay Başkanı ise Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu. Gezi basında günlerce abartıldı; ziyaretin hayati önem taşıdığı sayfa sayfa anlatıldı. Uçaktan inen Wolfowitz’in canı sıkkındı. Görüşmek istediği tüm isimlerden randevu almış ancak biri kendisini kabule yanaşmamıştı. Kara Kuvvetleri Komutanıyken Kıbrıs’taki çadırda suikasttan kurtulan Kıvrıkoğlu bir türlü kendisini kabul etmiyordu. ABD Büyükelçiliği ve diğer makamlar araya girdiyse de Paşa, şahsiyetli tavrından caymamıştı.
Bunun üzerine Washington devreye girip Başbakan Ecevit’e “aracı olması” talimatını yollamıştı. Kıvrıkoğlu Paşa, Ecevit’e de kibarca “Hayır” diyerek görüşmeye yanaşmadı. Kriz giderek büyüyünce rahmetli Ecevit tekrar telefona sarılarak “En azından iki-üç dakika görüşün bari” şeklinde yalvarınca Paşa hiç de istemeyerek “Peki” demek zorunda kalmıştı.
Randevu baskıyla alınmıştı. Görüşme başlamış ama suratlar asıktı. Birkaç dakika içinde elektriklenme tüm odaya yayılmıştı. ABD’li konuk Irak işgalini masaya taşımıştı. Peş peşe akıl almaz istekler sıralamıştı. Kıvrıkoğlu Paşa, Wolfowitz’in GENEL VALİ gibi konuşması üzerine: “Kerkük’ü de içine alan bir Kürt Devleti kurulması söz konusu olursa, doğrudan ve açıkça oraya, bölgeye gireceğimizi, müdahale edeceğimizi biliniz” diye çıkışmıştı.
Ne yapacağını şaşıran Wolfowitz “Ben, ABD Savunma Bakan Yardımcısıyım, benimle böyle konuşamazsınız” deyince Orgeneral Kıvrıkoğlu’dan “Ben de Türk Ordusunun başıyım ve üstelik de Türkmen asıllıyım” karşılığını almış ve kovulmuş gibi salondan çıkmıştı.
Irak işgalini Ankara’ya açıkça anlatan Wolfowitz ülkesine dönmüş, kısa bir süre sonra Kıvrıkoğlu yerini Hilmi Özkök’e bırakmıştı. Ardından Türkiye’nin gündemine 1 Mart Tezkeresi taşınmıştı. Amerikalılar karar çıkacağından emindiler, ancak sonuç öyle olmamış, Tezkere Meclis’e takılmıştı.
Wolfowitz’e göre, “Türk Ordusu, siyasiler üzerinde gerekli baskıyı yapmamıştı. Tezkere’nin geçmemesinin arkasında da Kıvrıkoğlu’nun parmağı vardı.” Ankara’da kovulmaktan beter olan Wolfowitz, Pentagon’da sık sık “Türkler, ABD’ye kafa tutmanın ne demek olduğunu anlamalı” deyip durmaktaydı. Bu aşağılanmanın faturasını ödetmek için aradığı fırsatı tam bir yıl sonra yakalamıştı. 4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak’taki Türk Birliği basılmış, ABD askerleri ve çok sayıda Peşmerge karakolun etrafını sarmıştı. Silahlarını kullanmayan 11 Türk askerinin başına çuval takılmıştı. Operasyonun emrini Wolfowitz’in verdiği anlaşılmıştı.[2]
Ama ne yazık ki, milli onurumuzu yaralayıcı bu küstah tavır karşısında, ne demokrat Genelkurmay Başkanımız Hilmi Özkök’ün, ne de dindar Başbakanımız Recep T. Erdoğan’ın kılları bile kıpırdamamıştı?!
Kaldı ki temelinde Sarıkız ve Ayışığı planları bulunan ve 2003–2004 yıllarında hazırlanan “darbeye teşebbüs altyapısı oluşturma niyet ve alametleri” merkeze konularak bir soruşturma yapılsaydı:
a) Hem bu dava çoktan karara bağlanmış olacaktı
b) Hem asıl suçlu ve sorumlu olanlar sorgulanacak, hayali hedefler, vehimler ve bahanelerle Ergenekon bu denli dallanıp budaklanmayacak, nice alakasız insan mağduriyet yaşamayacaktı
c) Hem de TSK’daki general ve Albayların nerdeyse tamamını töhmet altına sokan bir itibar katliamına fırsat doğmayacaktı. Şu çelişkiye bakın ki, “hükümete muhtıra verelim” diyen Aytaç Yalman hala dışarıda, ama nice beşinci derecede ve de emir komuta zinciri içinde mecburen alakalı insanlar yıllardır içeride tutulmaktaydı.
Oysa Sn. Hilmi Özkök, en başından dinlense, bu dava en az iki yıl önce bitmiş ve bunca mağduriyet çekilmemiş olacaktı. Çünkü zaten yaptığı açıklamalarla bu davanın başlamasını da bir nevi Sn. Hilmi Özkök sağlamıştı. Ve asıl kafaları ve olanlarda vicdanları kurcalayan soru: Ergenekon senaryolarının, Wolfowitz gibi ABD’li yetkililerin “yoğun baskısı” ile uydurulup uygulanmadığını kim kanıtlayacaktı? Ve yine “Bunları boş yere dört yıl içeride tuttuk. Şimdi bir ceza vermezsek biz suçlu duruma düşeriz!” psikolojisiyle karar alınmadığından toplum nasıl emin olacaktı?
“Katıra güç yetiremeyip ve gözü kesmeyip, palanına saldırmak” atasözümüzü, artık “Cartır’a ve Bush’a işbirlikçilik yapıp, kendi paşalarına horozlanmak” şeklinde değiştirmek lazımdı.
İşte burada, ömrü boyunca, Wolfowitz gibi Siyonist Lobilerine ve onların güdümündeki ABD ve AB’ye büyük bir dirayet ve cesaretle karşı koyan, ama bu odakların etki altına aldığı paşalar ve maşalarla uğraşma ahmaklığına ve ucuz kahramanlığına tenezzül buyurmayan ERBAKAN HOCA’yı şükranla ve pişmanlıkla anmanın ve prensiplerine sahip çıkmanın tam zamanıydı.
Ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun GKB olması için en çok çalışan şahsiyet de, yine Refah-Yol Başkanı Rahmetli Erbakan’dı. 28 Şubat sürecinden hayli zaman sonra bir özel sohbetinde kendilerine yöneltilen: “Malum Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ardından hem istifa etmeniz ve işin gidişatı belli olduğu halde diretmemeniz daha uygun olmaz mıydı?” sorusunu Erbakan Hoca şöyle yanıtlamıştı:
“O Takdirde, altyapısı hazırlanan D-8’lere resmiyet kazandırılamazdı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi milli hassasiyet sahibi bir Paşamız Genelkurmay başkanlığına taşınamazdı. Böyle tarihi kararlar için bizim zamana ihtiyacımız vardı.”
Ahmet Takan tarihi önemde bilgiler aktarmıştı:
ABD’nin New York Times Gazetesi’nin “Evcilleşen ordu” diye yorumladığı ve bazılarının “tarihi tasfiye” saydığı YAŞ kararlarına daha gerçekçi yaklaşabilmek adına, konunun gerçek uzmanlarından biri olan Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri olarak görev yapmış ve bu işlerin iç yüzünü bilen emekli kurmay Albay Ümit Yalım ile konuştum. Yalım’a emeklilikleri ve terfileri sordum. İlk tespit çok dikkat çekici;
“YAŞ Kanunu’na göre, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı ile birlikte her Orgeneral/Oramiral’in bir oy hakkı var. Yani, terfi, uzatma ve emeklilik konularında oy çoğunluğu asker üyelerde. Ancak kanunda gözükmemekle birlikte Başbakan’ın elinde çok önemli bir koz var. O da imza yetkisi. Başbakan’ın imzalamadığı şura kararı geçerli değil. Şura sonucunda, halen yargılaması devam eden 40 general ve amiral emekliye sevk edildi. Demek ki YAŞ’ın asker üyeleri Tayyip Erdoğan’a direnemedi.”
Asker üyeler direnseydi ne olurdu?
“Asker üyeler 2012 YAŞ’ında direnseydi, Tayyip Erdoğan imza kozunu kullanabilir, YAŞ kararlarını imzalamaz ve 1 Eylül 2012 tarihini bekleyebilirdi. Bu durumda, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, K.K.K. Hayri Kıvrıkoğlu, Harp Akademileri Komutanı Aslan Güner ile birlikte rütbe ve bekleme sürelerini dolduran ve temditli olan yaklaşık 118 general ve amiral (sivil mahkemelerde yargılaması devam edenler dahil) otomatik olarak emekliye ayrılacaklardı. Böyle bir uygulama da TSK’nın komuta kademesinde önemli ölçüde zafiyete yol açardı. Demek ki YAŞ’ın asker üyeleri bu riski göze alamadılar.”
Sn. Ümit Yalım, YAŞ’ın yargılamalar nedeniyle terfi değerlendirmesine dâhil etmediği komutanlarla ilgili ince ve hassas bir noktanın da altını çizdi:
“Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu Md. 65’e göre: terfi sırasına girenlerden; açıkta bulunanların, tutuklu bulunan ya da tahliye edilmekle beraber kovuşturma veya duruşması devam eden veya hakkında verilen hüküm henüz kesinleşmemiş bulunanların, terfileri ve kademe ilerlemeleri yapılmaz. Ancak TSK Personel Kanunu’nun bu hükmü CMK 3 gereği kanunen görevli olan mahkemelerin yaptığı işlemler ile ilgilidir. Yoksa, CMK 7 gereği, görevli olmayan hâkim ve mahkemelerin yaptığı işlemler hükümsüz olduğundan, terfi sırasında olan ve Balyoz, Andıç, askeri casusluk v.b. çeşitli davalardan yargılamaları devam eden general/amiral ve albayların YAŞ terfi değerlendirmesine dâhil edilmesi gerekirdi. Tayyip Erdoğan, Anayasa’nın 125’inci Md.ne göre dava açılamayacağını zannediyorsa yanılıyor. Çünkü davaya konu olacak sorun, YAŞ’ın terfi işlemleri ve kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma kararları değil, görevli ve yetkili olmayan sivil mahkemelerde yargılanan, terfi sırasındaki tüm asker kişilerin (albaylar dâhil) YAŞ’ın terfi değerlendirmesine alınmaması ile ilgilidir.
Anayasa’nın 37’nci maddesine göre, hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Yani; ’Kanuni Hâkim Güvencesi’. 9 Temmuz 2009 tarihinde AKP tarafından gece yarısı çıkartılan bir yasa ile sivil mahkemelere devredilmiş, CMK 250’de belirtilen toplam 33 suçtan, barış zamanında, asker kişileri soruşturma ve yargılama görevi yüklenmiştir. 21 Ocak 2010 tarihinde, Anayasa Mahkemesi yasayı iptal ederek anılan suçlardan dolayı asker kişileri soruşturma ve yargılama görevini tekrar ve tamamen askeri mahkemelere vermiştir. 12 Eylül 2010 tarihinde Anayasa’nın 145 ve 148’inci maddelerinde değişikliğe gidilmiştir, ancak aradan 23 ay geçmesine rağmen uyum yasaları hala çıkarılmış değildir.
Peki, AKP torbalar dolusu yasa çıkartırken, 3’üncü Yargı Paketi’ni çıkartırken, Anayasa’nın 145 ve 148’inci maddelerine uyumlu yasaları 23 aydır neden çıkarmıyor, çıkaramıyor? Çünkü uyum yasaları çıkarıldığı anda 28 Şubat dalgası birilerine de ulaşacak, E-Muhtıra yargılanacak, Dolmabahçe görüşmeleri açığa çıkacak, birilerinin maskesi düşecek ve gerçek darbecilerin kim olduğu ortaya çıkacaktır.”
Bu arada son bir not olarak şunu söylemek istiyorum. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bir gazeteciye 1 Mart tezkeresi ile ilgili bazı ayrıntılar hakkında bilgi vermiş. Çok doğrucu olduğunu iddia eden Özkök’ün o dönemdeki gelişmeleri, tüm gerçekleri ve özellikle kendisinin ve Dışişlerindeki bazı isimlerin; nelerden dolayı ve kimleri Başbakan’a şikâyet edip rapor ettiklerini de açıklamasını bekliyorum. Ayrıntılarla milletin gözü boyanıp yine gerçekler saklanmasın diye…[3]
ABD’nin iddiası: Genelkurmay Erdoğan’ı beceriksiz göstermeye çalışmaktaydı!
ABD Dış İlişkiler Konseyi’nden Steven Cook, Suriye ile yaşanan uçak krizinde, Erdoğan’ın çelişkili açıklamalar yaparak inanılırlığını yitirmesinden Genelkurmay’ı sorumlu tutmuşlardı. Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce köşe yazısında, CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu ise düzenlediği basın toplantısında, kaynak göstermeden, Cook’un görüşlerini tekrarlamışlardı.
CFR sitesinde TSK kışkırtması
ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Türkiye sorumlusu Steven Cook, CFR’nin sitesinde 12 Temmuz’da yayınlanan raporunda, Genelkurmay’ın son açıklamasında “Suriye’nin düşürdüğü” ifadesi yerine “Suriye tarafından düşürüldüğü iddia edilen” ifadesini kullanmasının ardındaki niyetin, “başbakanı beceriksiz ya da hilekâr durumuna düşürmek” olabileceğini yazmıştı.
Cook, yazısının devamında geçmiş olayları hatırlatıp TSK’yı “dize getirme süreci”nde Erdoğan’ın orduyu “beceriksiz ya da hilekâr” göstermeye çalıştığını vurgulamıştı.
Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, Cook’un raporunun yayınlanmasından bir gün sonra, “Sahi jetimiz neden düştü?” başlıklı yazısında Yahudi Cook’la aynı dili kullanmış, Genelkurmay’ın söylem değişikliğine vurgu yapıp, orduya güvenerek acele açıklamalar yapan hükümeti “askeri konularla ilgili gelişmelerde zikzak çizdirildiği” konusunda uyarmıştı.
CHP’li Loğoğlu ile ABD’li Cook irtibatı!
Steven Cook’un yazısını twitter’da paylaşmasından 15 saat sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Cook’a “Steven, Türkiye üzerine raporunu okudum. Mümkünse, e-mail adresine ihtiyacım var” diye yazmıştı.
Loğoğlu “Suriye’nin düşürdüğü iddia edilen uçak” ifadesinin kullanılmaya başlanması üzerine düşüncelerinin sorulunca şu yanıtı aktarmıştı: “Birbiriyle tutarlı olmayan açıklamalar bu konuda hükümetin çok ciddi bir yanlış çizgide ve yolda olduğunu gösteriyor. Bizde askeri konuların askerden alınıp sivil makamlara devredilmesinin ciddi bir yanlış olduğu herhalde bu Suriye olayı nedeniyle ortaya çıkmış bulunmaktadır.”
Loğoğlu’nun bu yanıtı, “Hükümet askerden aldığı bilgiler nedeniyle yanıldı” sonucuna vardığını ve TSK’yı suçladığını çağrıştırmıştı. Yani CHP’li Loğoğlu ABD’li Yahudi Cook ile aynı kafadaydı.
TSK tuzağını “eskort kızlar” mı kurmaktaydı?
Türk ordusunun uçak ve radar sırları, uçaklara ait yazılımları pilotlara ait tüm bilgiler, mühimmat depoları, askeri üs ve araçların konumları, vs. vs. Hep “eskort kızlar aracılığıyla kurulan seks tuzağı ile ele geçiriliyor” iddiaları dolaşmaya başlamıştı.
İzmir merkezli “askeri casusluk ve fuhuş” operasyonu kafa karıştırıcıydı. Sanırsınız ki Türk subayları sıraya girmişler, “şu eskort kızlardan biri karşıma çıksa da askeri sırları versem” diye! Beş, on değil. 10 Temmuz günü itibariyle 51’i muvazzaf asker olmak üzere toplam tutuklu sayısı 85’e çıkmıştı. İzmir polisinin açıkladığı şüpheli sayısı 300. Demek ki “dalgalar” daha artacaktı.
Soruşturmayı İzmir KOM şube yürütüyordu. Açıklamalara göre her şey 2010 yılında İzmir emniyetine gelen isimsiz-imzasız bir ihbar e-postası ile başlıyordu. İki yıl süren araştırmadan sonra geçen mayıs ayında özel yetkili savcının talimatıyla düğmeye basılıyordu. Ne zaman? Yüksek Askeri Şura toplantısına birkaç ay kala ve özel yetkili mahkemelerin tartışıldığı bir dönemde olması dikkat çekiyordu.
İstanbul özel yetkili cumhuriyet savcısının talimatıyla İstanbul emniyeti KOM şube müdürlüğünün yürüttüğü soruşturmada 16 muvazzaf ve emekli subay ile TÜBİTAK personeli tutuklandığında tarih 29 Ekim 2010’u gösteriyordu. Soruşturma İstanbul emniyetine 28 Nisan 2010 ve 4 Ağustos 2010 tarihlerinde gelen isimsiz bir e- posta ile başlamıştı. İhbarda “TSK içerisindeki bir fuhuş çetesinden” söz ediliyordu. Soruşturma daha sonra “Askeri casusluk” olarak adlandırıldı. Gölcük Donanma Komutanlığı’na bir baskın düzenlendi. “Ele geçirilen” belgeler yandaş medyaya sızdırıldı. Neler yazılmadı ki? Aramalarda “darbeden sonra Yassıada’ya sürüleceklerin listesi” bile çıktı!
Peki, bu dava ne oldu? Önceki hafta savcı Celâl Kara, esas hakkında mütealalarını açıkladı. Tutuklu sanıkların tahliyesini istedi. Mütealada ne askeri casusluktan ne de fuhuştan suçlama vardı. Evet, kesinlikle bir tuzak vardı. Türk ordusunu itibarsızlaştırmayı, saygınlığını yok etmeyi amaçlayan bir tuzaktı. Fakat bu tuzağı “eskort kızlar” değil de bir başka “örgüt” kuruyor olmasındı! diyenler haksız mıydı?
Casusuluk operasyonları terfi alacak subayları mı hedef almıştı?
“Askeri casusluk” soruşturması kapsamındaki operasyonların Haziran ayından bu yana arttığına dikkat çeken avukat İhsan Nuri Tezel “Tutuklanan muvazzaflardan 20’den fazlasının Askeri Şura’da rütbe alması beklendiğini” açıklamıştı.
Askeri casusluk ve itibar katliamları!
Hatırlayın 30 Haziran 2012 günü görülen askeri casusluk davasında mütalaa veren savcı, “Casusluk tespit edilemedi” diyerek tahliye talebinde bulunmuşlardı. Oysa bir yıl önce casusluk ve fuhuş ithamıyla tutuklanan emekli ve muvazzaf askerlerin tamamı bütün Türkiye’ye ırz düşmanı ajan diye sunulmuşlardı. İşte bu davadan iki ayrıntı:
Birincisi, fuhuş yapmakla itham edilen genç bir hanımın bakire olduğunu mahkeme heyetine ağlayarak sağlık kurulu raporu ile ispatlamak zorunda bırakılmasıydı. İkincisi de, sapık ve ajan diye topluma sunulan mühendis albayların milli silah sanayinde milli projeler geliştiren ünitelerde görevli olmalarıydı!
Yoksa amaç basit anlatımla “çamur at izi kalsın” mantığı ile Pentagon’un yörüngesinden çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni soğuk savaş günlerindeki çizgisine çekmek için itibarsızlaştırarak ellerini kollarını bağlamak ve bu şekilde teslim almak ve de buna paralel olarak milli itirazı ya da başkaldırıyı temsil eden siyasi önder, akademisyen, aydın ve gazetecileri esir alıp topluma korku salmak mıydı? Soruları giderek haklılık kazanmaktaydı.
“TSK’nın elinde kimyasal silah var mı?” diye soranlar, kimin savcısıydı?
Genelkurmay Başkanı Org. Özel, iki savcıyı Erdoğan’a şikâyet ediyordu. Özel’in görüşmede bir savcının TSK’ya, “elinizde kimyasal silah var mı?“ diye sorduğunu ilettiği belirtiliyordu. CNNTürk’ün haberinde, Özel’in, Erdoğan ve Ergin ile görüşmesine dikkat çekerek, askerin Uludere ve Kazan vadisi soruşturmalarına bakan savcılardan duyulan rahatsızlığın dile getirildiği belirtiliyordu. Kazan vadisi operasyonuna bakan savcının olayla ilgili olarak yazı ile “TSK’nın elinde kimyasal silah var mı?” diye sorması askerin tepkisine neden oluyordu. Öldürülen PKK’lıların otopsilerinde kimyasal silah izine rastlanılmadığı halde savcının TSK’ya kimyasal silah sorusu yöneltmesi kasıtlı ve kafa karıştırıcı bulunuyordu.
TESEV’in yeni görevi Kıbrısı karıştırmak mıydı?
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı yani kısa adı TESEV, malum bir SOROS ve dolayısı ile CIA kuruluşu olmaktaydı. Amacı, benzerleri gibi ABD çıkarları lehinde zemin hazırlamaktı. Başka bir anlatımla TESEV açıktan tetikçilik ve dezenformasyon ajanlığına soyunmaktaydı. İşte bu TESEV güya bir araştırma yaptırmıştı:
Buna göre Kıbrıslı Türkler, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne tepki duyuyor ve onları topraklarında istemiyorlarmış! Keza Kıbrıslı Türkler pasaportsuz girişe karşı imişler ve şımarık çocuk gibi görülmekten şikâyet ediyorlarmış! Bitmedi, Türk Büyükelçisi’nin, elçiliğin ötesinde davranmasına karşı imişler ve KKTC polisinin Genelkurmay’a bağlı olmasını protesto ediyorlarmış!
Peki, bayram değil seyran değil bu anket nereden çıkmıştı?
Bakın CIA pardon TESEV’de bu tür şeyler tesadüfen olmazdı. Belli ki bir görev söz konusudur ki bu da TSK’yı yıpratmakla ilgili olarak bazı hazırlıkların yapıldığını ortaya koymaktadır. Ve heyhat bizim Kılıçdaroğlu bu TESEV’in 82 no’lu kurucusudur ve bu da “bu vakfa girilir ama çıkılmaz” bulunmaktadır.[4]
Tam böyle bir süreçte: Rus savaş gemileri Güney Kıbrıs’ta ne aramaktaydı?
Rus filosuna ait bir firkateynin Güney Kıbrıs’ın Limasol Limanı’nda ikmal yaptığı; üç Rus savaş gemisinin daha Suriye ile Kıbrıs arasında seyrettiği Kıbrıs Rum Kesimi basını tarafından açıklanıyordu. Kıbrıs Rum Kesimi’nde yayınlanan gazetelerden Alithia, “Rus Filosuna Bağlı Firkateyn Limasol’da… 3 Gemi Kıbrıs-Suriye Arasında Seyrediyor” başlığıyla yansıttığı haberinde, Türklerin İsrail’in Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerini yakından izlediğini, Rusların da kendilerini gittikçe daha çok gösterdiklerini ve siyasi tansiyonun yükselmekte olduğunu yazıyordu.
Alithia’nın haberinde şu bilgilere yer veriliyordu: “Yine aynı bilgiler; 3 Rus savaş gemisinin daha Suriye ile Adası arasında seyir halinde olduğunu söylüyor. Bu arada Karadeniz Filosuna bağlı Rus savaş gemisi Ege’de seyrediyor. Gemi, Suriye’ye gönderilen tamirden geçmiş Mi-25 helikopterlerini taşıyan Alaed isimli geminin güvenliğini sağlamak için Doğu Akdeniz’e ve Suriye sahillerine doğru yol alıyor. Savaş gemileri Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesi çevresinde toplanmaya devam ediyor. İsrail kaynaklarına göre son 24 saat içerisinde Doğu Akdeniz ve İran Körfezi’nde 4 Amerikan uçak gemisi ve ‘Charles De Gaulle’ isimli Fransız uçak gemisi bulunuyor. Aynı bilgiler birkaç gün içerisinde Suriye kıyılarında olacak toplam Rus savaş gemisi sayısının 11 ile 15 arasında olacağını söylüyor. Halen mevcut olanlara, halen üssünden hareket eden ve Cebelitarık üzerinden Doğu Akdeniz yönünde seyreden Rus Kuzey Deniz donanmasına bağlı filo da eklenecek. Bu arada en az 5 İsrail gemisi Suriye kıyıları açıklarında devriye gezmeye devam ediyor. Edinilen bilgiler, Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesi yanındaki deniz bölgesinde aylardır 4 Türk savaş gemisi bulunduğu yolunda. Ankara’nın yalnız Kıbrıs yakınlarında değil, Ege’deki varlığını da sürekli takviye eden İsrail’in hareketlerinden endişe ediyor görünüyor. Türk medyası, İsrail savaş gemilerinin Ege’de Milos’un kuzeyinde, Yunan silahlı kuvvetleri radarlarıyla da eş güdümlü icra edeceği planlı tatbikattan söz ediyor.”[5]
Yani Türkiye her yönden kuşatılıyor ve buna rağmen TSK’nın kolu kanadı kırılmaya çalışılıyordu! Bu kapsamda, artık Emniyetin mermiyi Makine Kimya Endüstrisi’nden değil yurt dışından alması kararlaştırılıyordu.
MKE’yi batırma hazırlıkları yoğunlaşmıştı!
Emniyet Genel Müdürlüğü, ihtiyacı olan mermileri, ilk kez Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) yerine yurt dışından almaya karar veriyordu. Bu durumun bir ilk olduğunu belirten MKE işçileri bu yolla özelleştirmenin önünün açıldığını belirtiyordu.
Atatürk fişek fabrikasını kurarken yabancılar maliyetinin yarı fiyatına mermi vermek istemişlerdi, ama Atatürk kabul etmiyor ve bu fabrikayı kurduruyordu. Şimdi adım adım fabrika yok edilmek isteniyordu.
Bir an önce mermi ithaline son verilmesini isteyen işçiler, “Körfez Savaşı sırasında yaşananlar derstir. Yabancılara güvenen, Irak savaşı sırasında dışarıdan tek mermi bile satın alamadı. Kıbrıs savaşında biz de aynı şeyi yaşadık. Dışa bağlı olunca savaşta eliniz kolunuz bağlanıyor. Türkiye’nin etrafı ateş çemberi iken devletin bir savunma sanayi kuruluşu olan MKEK yok edilmek isteniyor” diye konuşuyordu.
Vatan hainliğine “TEŞVİK” paketi çıkmıştı!
AKP’nin, 3. yargı paketiyle yaptığı değişiklik, “vatan hainliği” olarak tanımlanabilecek suçlara indirim getiriyordu. Düzenlemeyle, tutukluluk süresi inen suçlardan bazıları şöyle: “Halkı askerlikten soğutma, Askerleri itaatsizliğe teşvik, Savaşta yalan haber yayma, Düşmandan unvan ve benzeri payelerin kabulü.” Yani böylece TSK’nın ve Milli Savunmanın dibine dinamit konuyordu.
Evet, Türkiye çok çetin bir hayat-memat mücadelesi veriyordu ve bütün milli unsurlarıyla dirilip-derlenip bu badireyi atlatması gerekiyordu!
[1] 31 Temmuz 2012 Milli Gazete, Mustafa Kılıç
http://www.millicozum.com/mc/eylul-2012/tskyi-itibarsizlastirma-