SURİYE SAVAŞI VE ARMAGEDDONUN BAŞLAMASI
Not: Bu yazı 28 Mayıs 2013 tarihinde Dergimizde yayınlanmıştır.
Başbakan Recep T. Erdoğanın her ABD ziyareti sonrasında, ülke ve bölge dengelerini etkileyecek önemli değişimler yaşanmaktaydı. Bütün bunları Sn. Erdoğanın planlayıp, ABDnin aklına yatırıp uyguladığını sanmak saflıktı. Erdoğan maalesef daha önce sırtı sıvazlanan ve kahraman rolüyle komşu İslam ülkelerine saldırtılan Saddam Hüseyin konumundaydı ve maalesef ikbal ve iktidar hırsıyla, nasıl bir akıbete sürüklendiğini bile fark edemeyecek kadar havalardaydı. Aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurması değişmez bir sünnetullahtı. Anlaşılan ABD ve İsrail, kahraman Erdoğan üzerinden, TSKyı Suriyeye sokmaya, bir müddet pohpohladıktan sonra da, Türkiyeyi işgalci pozisyonuna sokup sıkıştırmaya, hatta saldırmaya hazırlanmaktaydı. Çünkü Siyonist Hristiyan olan NEOCONlar, Armageddona inanmakta, bunun Hatay merkezli Türkiye-Suriye topraklarında yaşanacağı kanaatini taşımaktaydı ve patriotları, Türk askerine karşı kullanmak üzere Hatayın çevre illerine konuçlandırmışlardı. İşte Sn. Erdoğan, Batılı gâvurların ve özellikle ABDli Yahudi odakların beklediği fırsatı sunmak ve Suriye işgaline taşeronluk yapmak üzere Beyaz Sarayda ağırlanmak şerefine layık bulunmuşlardı. Rahmetli Erbakan Hocanın tabiriyle Hidayetleri kararanların, artık feraset gözleri de kapanıyor ve önlerini-sonlarını göremiyorlardı.
Suriye ve Irak sınırlarımız fiilen kaldırılmış bulunuyordu!?
Son 2 yıl içinde 350 bin Suriyeli Türkiyenin kucağına atılmıştı. Resmi rakamlara göre çadır kentlerde 192 bin, kendi imkânlarıyla evlerde kalanlar 160 bini bulmaktaydı. Sığınmacıların çoğu Hatay gibi sınır illerine yığılmıştı. Bu kontrolü imkânsız başıboş kalabalığı, Recep Erdoğanın sırtını sıvazlayan Avrupa ve Amerika başımıza sarmıştı. 870 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırı fiilen kaldırılmış, yarısı PKK/PYD, yarısı da El Kaide/El Nusra Cephesinin denetimine bırakılmıştı.
Dış destekli eski komünist artığı ve radikal İslamcı örgütlerin bütün lojistiği, silah ve milis dahil Türkiyeden sağlandığı iddiaları hâlâ yanıtsızdı. Hava limanlarımız milislerin sevk merkezi konumundaydı. Amerikan gazeteleri bile sürekli bunları yazıp durmaktaydı. Fakat, “Ana Haber Merkezi”nin otomatiğine bağlı yalaka ve yandaş medyamız hâlâ “Suriye Arap baharı manşetleri atmaktaydı. Hatay fiilen işgal altındaydı. Gaziantep'te Suriyeli muhalif militanların 13 bomba imalathanesi olduğu konuşulmaktaydı. Hatırlarsınız, birinde “iş kazası” olmuş, fakat üstü kapatılmıştı.
Reyhanlı'da Suriyeli nüfusu Türkleri aşmıştı. Kendi döviz bürolarını, lokantalarını, işyerlerini kurmaya başlamışlardı. Adeta “kurtarılmış bölge” oluşturmuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti'nin yasaları işlemiyordu. Sağlık kuruluşlarımız Suriyeli milisler için sahra hastanesine dönüşmüştü ve yurttaşlarımız gitmeye çekiniyordu. PYDli teröristlerin, yabancı selefi çetelerin bölge halkına pervasız tehditleri ve son eylemler daha büyük riskleri besliyordu.
AKP hükümeti Reyhanlı'da “bütün zamanların şüphelisi”ni açıklıyor, El Muhaberat deyip çıkıyordu. Haydi velev ki Muhaberat yaptı! Yahu bu kargaşa ve katliamcıların asıl sebep olanları da önleyemeyerek sorumluları da kendileri olmuyor muydu?
CIA-MOSSAD bombası ve AKP'nin sorumsuzluğu
Hatay-Reyhanlıda yabancı ajanslara göre 150 yurttaşımızı katleden bombalı terör saldırısından sonra ekranlara fırlayanlar yine zamanlamaya dikkat çekiyor, yineTürkiyenin büyümesini hazmedemeyenler adres gösteriliyordu Hatta Banyas katliamını kim yaptıysa, Reyhanlıdaki saldırıyı da o yaptı diyenler bile oluyordu. Sonradan hepsi Suriye istihbarat örgütü El Muhaberatın yönlendirmesiyle THKP-C Acilcilerin yapmış olabileceğinde birleşiyordu. F4ümüzün hâlâ nasıl düşürüldüğünü, neyle vurulduğunu saptayamayanların Reyhanlı saldırısının adresini bir kaç saat içinde belirlemesi, haliyle gayri ciddi görünüyordu. Bu tip saldırılarda bizi adrese götürecek ilk soru, saldırının kime yaradığı konusuydu. İçeride batı destekli silahlı teröristlerle uğraşan, güneyinde İsrailin saldırılarına uğrayan zalim ve hain Esad rejiminin Türkiyeye saldırması için süper ahmak olması gerekiyordu. Oysa Türkiyenin Suriyeye savaş açmasını Esad değil, Esad karşıtları istiyordu!
Saldırının zamanlaması
Saldırının adresini doğru tespit edebilmemizi sağlayacak ikinci parametre ise saldırının zamanlaması oluyordu. Nedense medyada zamanlama açısından öncelik, Erdoğanın Washington ziyaretine veriliyordu.
Oysa asıl zamanlama, ABDnin geri adımlar atarak ilk kez Suriye konusunda Rusyanın çizgisine geldiğini duyurması ve Cenevre Bildirisini esas alacak bir çözüm anlaşmasıydı. Dolayısıyla kimin işine yarıyor ve saldırının zamanlamasıincelemelerinden çıkacak sonuç şudur: Reyhanlıda bomba patlatanların hedefi, ABDyi ve dolayısıyla Türkiyeyi Suriyeye müdahaleye zorlamak ve Washington-Moskova uzlaşmasını baltalamaktır! Bu durumda bombaları patlatanlar CIA-MOSSADdır diyen Mehmet Ali Güller gerçekleri yansıtıyordu.
Tayyip Erdoğanın NBC televizyonuna röportajda ABD karadan girerse destekleriz sözlerinin basına yansımasının ardından Başbakanlık çeviri hatası olduğuna dair bir açıklama yapıyordu. Açıklamada Erdoğanın uçuşa yasak bölge konusundaki soruya şöyle yanıt verdiği belirtildi: Biz tabii başından itibaren bu işe olumlu bakıyoruz: Şu anda Birleşmiş Milletler Konseyi (bunu) masaya yatırır(sa); böyle bir kararı Birleşmiş Milletler Konseyi alacak olursa biz buna olumlu bakarız. Ve üzerimize düşeni de yaparız. Burada Birleşmiş Miletler Konseyinin üzerinde çok önemli bir görev var. Özellikle de Rusya ve Çin. Bu açıklamada aslında Erdoğanın Suriyeye savaş ilanı sayılabilecek sözleri söylediğini ortaya koyuyordu. Erdoğan, röportajda Suriye hükümetini kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmakla suçlarken, ABDden de daha sert bir tavır sergilemesini istiyordu. Rejimin kimyasal silahlar ve füzeler kullandığı ortada diye konuşan Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obamanın eyleme geçmek için gerekli gördüğü kırmızı çizginin aşıldığını ileri sürüyordu. Üstelik Başbakan Erdoğanın Suriyede uçuşa yasak bölge istemesi tepkiyle karşılanıyordu. Başbakanın bu teklifi, Iraktaki film tekrarlanıyor. Irakın kuzeyinin bölünmesi gibi Suriyenin kuzeyi de bölünüyor şeklinde yorumlanıyordu. Erdoğanın önerisinin savaş ilanı olduğu yabancı basında da tartışılıyordu. Erdoğanın teklifi diplomatik ve siyasi çevrelerde Iraktaki film tekrarlanıyor Irak şu an bölünmüş durumda. Bu süreç Irakın kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturularak başladı. Suriyede de aynı yol izlenmek isteniyor şekilde değerlendiriliyordu.
Kerry, Suriye peşrevi için Moskovaya gidiyordu
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, G-8 zirvesi öncesinde Moskovada meslektaşı Lavrov ve Devlet Başkanı Putinle görüşmek üzere Moskovaya gidiyordu. Gündemin ağırlıklı konusunu Suriye oluşturuyordu. 7 Mayısta 2 günlük ziyaretle Rusyanın başkenti Moskovaya giden Kerrynin Moskova ziyareti, Putin ile ABD Başkanı Barack Obamanın 17-18 Haziran 2013 tarihlerinde Kuzey İrlandanın Lough Erne tatil merkezinde yapılan G-8 toplantısındaki ikili görüşmesinin hazırlığını yapma amacını taşıyordu. Putin-Obama görüşmesinin en önemli iki konusu, ABDnin füze savunma sisteminden Rusyanın duyduğu rahatsızlık ve Suriyedeki çatışma olacağı konuşuluyordu. Putin ve Obamanın, her iki konuyu 5-6 Eylül tarihlerinde San-Petersburgda düzenlenecek G-20 Zirvesi kapsamında da görüşecekleri bekleniyordu. Rusya yönetimiyle tam ve sağlam ikili diyalogu kurma zamanının geldiğini söyleyen Kerrynin Moskova gezisi öncesinde ABD yönetiminin Suriye konusunda yaptığı açıklamalar, zirve toplantısının hazırlığı olarak değerlendiriliyordu. Bu arada ABD, İngiltere ve Fransa ile birlikte Birleşmiş Milletlerin (BM) Suriyenin bütününde kimyasal silah incelemesi yapması için bastırıyordu. Suriye, BM Genel Sekreteri Ban Ki Munun görevlendirdiği inceleme heyetine izin vermeyince, ABD yönetimi önce Suriye yönetiminin kimyasal silah kullanmış olabileceği yolunda doğruluk derecesi kesin olmayan bilgiler olduğunu açıklıyordu. Irak işgalinin dayandırıldığı Saddamın kitle imha silahları bulunduğu yalanı hatırlatılınca, Obama, Suriyede kimyasal silah kullanıldığını, ancak hangi yönetimin kullandığına ilişkin kanıt bulunmadığını söylüyordu. Oysa Recep T. Erdoğan Esad güçlerinin kimyasal silah kullandığının kesin olduğunu savunuyordu!?
Silahlar, ABDden İncirlike, İncirlikten ÖSOya gidiyordu.
ABD, Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) Türkiye üzerinden ilk muharebe malzemesini göndermeye başlıyordu. Sekiz milyon dolarlık asker karavanası ve ilkyardım malzemesi TIRlarla Halepe taşınıyordu. Washington merkezli Suriye Destek Grubu (SSG) tarafından yapılan yardımın, ABD Dışişleri Bakanı John Kerrynin daha önce İstanbulda açıkladığı, muhaliflere yapılacak 123 milyon dolarlık yardımın ilk partisi olduğu belirtiliyordu. SSG yetkililerinin verdiği bilgiye göre, Amerikan Hava Kuvvetlerine ait kargo uçağıyla taşınan yardım, daha sonra TIRlara yüklenerek Halep bölgesinde muhaliflerin kontrolündeki bir bölgeye gönderiliyordu. İsrailin pazar günü sabaha karşı Suriyeye yaptığı hava saldırısının ayrıntıları da ortaya çıktıkça, Suriyeye dış askeri müdahalede bulunma zeminini yaratmak isteyen ABD ile İsrailin birlikte planladığı netleşiyordu. Saldırı konusunda ABDnin bölgedeki başlıca müttefiklerinin bilgisinin bulunduğu öne sürülüyordu. Saldırıyla eş zamanlı olarak, Suriye içindeki terör grupları da eşgüdüm halinde her yönden Şama saldırıya geçiriliyordu. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Mayıs başında, Ortaklarımızın Suriyeye dış askeri müdahale niyetinde olduğunu sezinliyoruz diyerek, ABDnin İsraille birlikte planladığı saldırıya işaret ediyordu.
Kimyasal yalanına kimyası bozuklar inanıyordu!
Saldırı için, Irak işgalinde başvurulan Saddam Hüseyinin kitle imha silahları var yalanına benzer, Suriye yönetimi kimyasal silah kullandı yalanı tekrar ortaya atılıyordu. Dışişleri Bakanı John Kerry, Savunma Bakanı Chuck Hagel gibi ABD üst düzey yöneticilerinin yanı sıra İngiltere, İsrail ve Fransa yetkilileri de bu yönde açıklamalar yapıyordu. Açıklamalara katılan ABD Başkanı Barack Obama, bir yandan Suriye yönetiminin kimyasal silah kullanmış olabileceği kuşkusunu yayarken, bir yandan da Irak yalanının tekrarı suçlamasından kurtulmak için, Yeterli kanıt yok açıklamaları geliyordu.
Başbakan Erdoğan uzunca bir süredir Suriye ve Esada yönelik saldırılarını hafifletmiş görünüyordu. Ama İsrailin Suriyeyi vurması ile birlikte Başbakan Erdoğanın saldırıları da hızlanıyordu. AKPnin Kızılcahamam kampında Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad için Vallahi billahi yaptıklarının hesabını verecek diye kükrüyordu. Arkasından da, Meta nasrallah, Allahın yardımı ne zaman diye soran Suriyeli kardeşlerime bir kez daha sesleniyorum; Ela! İnne nasrallahi karib. Hiç kuşkusuz Allahın yardımı yakındır ayetlerini okuyup çirkin bir istismarcılık yapıyordu. Erdoğanın İsrailin Suriyeye yönelik hava saldırısı ile eş zamanlı olarak Esad yönetimine sert ifadelerle yüklenmesi, hatta daha da ileri giderek yemin etmesi anlamlı bulunuyordu. Yine eş zamanlı olarak Dışişlerinden Müsteşar başkanlığında üst düzey bir heyetin İsraili ziyaret etmesi de dikkat çekiyordu. Çünkü Erdoğan 16 Mayısta Amerikaya gidiyordu. Öncesinde, AKP Hükümeti-İsrail-PKK işbirliğinde yeni adımlar atılıyordu.
Akiller neden PKKya hiç laf etmiyordu?
Akil adamlar polis ordusuyla dolaşıyordu. Halkı ikna etmek için görevlendirilen Akiller halktan korkuyor ve korunuyordu. Bütün çabalara rağmen akiller protesto edilmekten kurtulamıyorlardı. Akil dinleyici sıkıntısı çekildiği için genellikle çok küçük gruplarla toplantı yapılabiliyordu. Merak edip araştıranlar, Akil adamlardan PKKyı uyaran, eleştiren tek bir kişiye bile rastlamıyordu. PKKyı uyarmadıkları gibi hepsi PKKyı ve Öcalanı korumaya çalışıyordu. Fetullah Gülenin onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı olan Akil adam Cemal Uşşak, Öcalana bebek katili denmemesi için çırpınıp duruyordu. Şimdi soruyoruz; bu Fetullahcılar ve AKP yandaşları PKKya gösterdikleri hoşgörünün onda birini, niye TSKdan esirgiyordu?
Suriyeye cihada götürülen Türk gençlerini kim ayartıyordu?
Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz hükümetin yanlış politikalarının faturasının kabardığını belirtiyordu. Eryılmaz, Türkiyeden Suriyeye cihada götürülen çocukların durumu ile ilgili TBMM İnsan Hakları Komisyonunda alt birim kurulmasını istiyordu. Avrupanın değişik ülkelerinden ve Türkiyeden küçük yaştaki çocukların cihada götürüyoruz diye kandırarak Suriyeye savaşa yollandıkları yönünde çok sayıda ihbar bulunuyordu.
Çocukları kandırılan bazı aileler bize başvurup bu konuda kendilerine yardımcı olmamızı talep etmiştir. Suriyeye savaşmaya giden ve çatışmada ölen gençlerimiz olmuş ve bunların bir kısmının cenazeleri Türkiyeye getirilmiştir. Muhammed Hüseyin Girişen Diyarbakır, Ahmet Zorlu- Yalova, Emin Çelik-Sivas, Burak Yazıcı-Rize gibi Hâlâ Suriye cezaevlerinde çatışmalarda yakalanıp tutuklanan yüzlerce Türk vatandaşının olduğu da ifade edilmektedir. Ahmet Gül (Batman), Serhat Türk (Batman), Sıraç Çoban (Batman), Yüksel Taşan (Gercüş), Zekeriya Gün (Batman), Ferit Alişam (Hatay), Helal Yumuşak (Hatay), İdris Çanakçı (Konya), Mersal almaz (Hatay), Şakir Uci (Almanya), Sinan Aydın Kuban (Almanya) ve daha bir sürü gencimiz şu anda Suriye ceza evlerinde bulunmaktadır diyen Eryılmaz; Vatandaşlarımız Suriyeye kimin kanalıyla nasıl götürüldüğü, hangi illerimizden ne kadar kişinin Suriyeye savaşmak üzere götürüldüğünün tespit edilmesi ve Suriyeye gittikten sonra tutuklanan ve öldürülen vatandaşlarımızın akıbetinin araştırılması bir zorunluluk haline gelmiştir diyerek hükümeti uyarıyordu.
BM uzmanı Del Ponte, Suriyenin terör grupları kimyasal silah kullandı iddiasını doğruluyordu! Suriye ise kimyasalı Erdoğan gönderdi diyordu.
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Suriyede yürütülen soruşturmada, terör gruplarının sarin gazı adlı kimyasal silahı kullandığı belirlenirken, Suriye Enformasyon Bakanlığı, Kimyasal silahı teröristlere Başbakan Tayyip Erdoğanın bilgisi dahilinde gönderildiğini iddia ediyordu.
Halen BM Bağımsız Soruşturma Komisyonu üyesi olan eski BM Savaş Suçları Başsavcısı Carla Del Ponte, İsviçrenin RSI (Radiotelevisione svizzera) Televizyonuna yaptığı açıklamada, komisyonun yerel sağlık görevlileri ile mağdurlardan aldığı numuneler ve topladığı tanıklıklar doğrultusunda, Suriyede terör gruplarının sarin gazı kullandığı sonucuna vardığını söylüyordu. Elde ettiğimiz tanıklıklara göre, isyancılar sarin gazına başvurarak kimyasal silahlar kullandı diyen Del Ponte, Suriyeye komşu ülkeleri ziyaret ederek mağdurları, sağlık görevlilerini ve seyyar hastanelerin personelini sorgulayan komisyon üyeleri tarafından geçtiğimiz hafta hazırlanan raporun içeriğini aktardığını belirtiyordu.
İncirlikteki askeri tatbikat neyin nesi oluyordu?
Türkiye geçtiğimiz 6 Mayıs 2013te İncirlik/Adana merkezli 10 gün süreli bir tatbikat başlatıyordu. Türker Ertürkün yorumlarına göre tatbikatın hedefi Suriye ve bu ülkedeki gelişmeler/beklentiler oluyordu. Tatbikatta askerin hazırlık durumu ile seferde ve savaşta bakanlıklar, devlet kurumları ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki koordinasyon ve işbirliği hususlarının deneneceği belirtiliyordu. Bu tatbikat Türk Silahlı Kuvvetlerinin planlı faaliyetlerinden sayılmıyor, belli ki böyle bir tatbikatın yapılması isteği ABDden geliyordu. Tatbikatın sevk ve idare edildiği merkezin Suriye sınırına yaklaşık 100 km mesafede bulunan ABDüssünde gerçekleşmesi ilginç görülüyordu. Tatbikat eğer milli endişelerle yapılmış olsaydı tatbikatın yönetildiği merkez İncirlik yerine 2. Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı / Diyarbakır veya2. Ordu Komutanlığı / Malatyada bulunan harp karargâhında kurulurdu.
Ama Suriyeye karşı Türkiye tarafından sürdürülen örtülü savaş (örtülü hali kaldıysa) gayri milli ve vekâleten olunca bu savaşın açık ve yaygın hale getirilmesine yönelik tatbikat ve hazırlıkların yönetileceği yerinde vekâleti verenin karargâhında yapılması gerekiyordu. Muhalif olarak adlandırılan fakat Batı kaynaklarına göre bile yüzde 95i yabancı teröristlerle Suriyede yapılan bu savaşta ne yazık ki AKP liderliğinde ülkemiz ABD-İsrail senaryosunda başrol oynuyordu. ABD tarafından verilen bu destekle İsrail 3 Mayıs 2013te uluslararası hukuku hiçe sayarak Suriyeye iki sefer saldırıyordu. Bu tip saldırıyı geçtiğimiz Ocak ayı içinde de yapıyordu. İsrail bu saldırılar için Lübnan Hizbullahına gönderilmek istenen silah ve cephaneyi bahane gösteriyor bu transfere müsaade etmeyeceğini söylüyordu. Sanırsınız ki İsrail Lübnana silah ve cephane intikal ettiren konvoyları vuruyordu. Gerçek tamamen farklıydı! İsrail Şamda bulunan askeri üsleri, silah depolarını ve özellikle 250 km menzile sahip Fatah-110 füzelerinin saklandığı yerlere taarruz ediyordu. Yani Türkiye ve İsrail arasında eşgüdüm seziliyordu! Hal böyle iken İncirlik Amerikan Üssü merkezli tatbikat gösteriyor ki Suriyeye karşı yapılan savaşta Türkiye ve İsrail arasında eşgüdüm bulunuyordu.
Ülkemizi Bölmenin Kılıfı Türkiyeyi Kürtlerle Büyütmek oluyordu.
Yandaş yorumculardan Fuat Keyman, Çözüm süreci Türkiyeyi zayıflatıyor mu? başlıklı makalesiyle, Akil Adam olarak görev yaptığı Ege bölgesinden gelen bu yöndeki sorulara yanıt veriyordu:[1] Çözüm süreci, Türkiye içinde, belli bir kesim tarafından, Türkiyeyi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışındaysa, Türkiyeyi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor diyordu ve doğruydu. Çünkü Haçlı ve Siyonist odaklar bu süreci elbette destekliyordu.
Keyman bu saptamasını son bir ayda çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABDdeki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin şu iki başlıkla özetlenen görüşlerine dayandırıyordu: Türkiye ve Kürtler işbirliği yapmalı ve Ortadoğuda değişen denklemi birlikte kurmalı, Türkosfer: Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı oluşturmalı diyen haçlı gâvurların ve Siyonist baronların Türkleri ve Kürtleri niye bu kadar sevip sahiplendikleri ise hiç sorgulanmıyordu.
Nitekim içerideki aktörler de çözüm sürecini zaten benzer şekilde,Türkiyeyi Kürtlerle büyütmek, Ortadoğudaki sınırları anlamsız hale getirmek gibi sözlerle savunuyordu.
Yahudi David Phillips ismini anımsayacaksınız. Birincisi Kürt Açılımı için Ankaraya hazırladığı 2007 ve 2009 raporlarıyla, ikincisi de Ermeni Açılımının mimarı olarak Türkiye-Ermenistan uzlaşma toplantılarına liderlik yapmasıyla gündeme geliyordu. Hürriyetten Tolga Tanış, kendisiyle çözüm sürecini konuşmuştu. Phillipsin çözüm sürecinin mimarlarından biri olduğunu, sık sık Ankaraya geldiğini, AKP Hükümetine akıl hocalığı yaptığını özellikle belirtmemiz gerekiyordu. Zaten kendisi de Hürriyetle söyleşisinde hem hükümetle hem de Akil Adamlarla düzenli temasta olduğunu açıklıyordu. Yani kendisi Baş Akil Adam oluyordu. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK çözüm sürecinin sonucunu ilan ediyor ve Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013) diyordu.
Büyük Kürdistan diye Küçük Türkiye amaçlanıyordu!
Kuşkusuz buraya kadarıyla baktığınızda ve ortada hiç engel olmadığını varsaydığınızda, teknik olarak AKP sözcülerinin de belirttiği gibi Türkiye Kürtlerle büyümüş oluyordu! Çin, Rusya ve İranın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriyenin topraklarına el konulmasını sessizce izlediğini varsayarsak, 780 bin km karelik ülke toprakları bize katılacak Irakın kuzeyi ve Suriyenin kuzeyi ile hızla genişlemiş sayılıyordu! Haydi diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğudaki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKPnin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu Peki ya sonrası? İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillipsin şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra gündeme geliyordu: Türkiyeyle konfederasyon kuracak olan Irak ve Suriye ve bizim Güneydoğu Kürtlerinin, ardından Büyük Kürdistan olarak bağımsızlık ilan edecekleri belirtiliyordu!
Yani, Türkiye önce Kürtlerle teknik olarak büyüyecek, ama sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistanın kopmasıyla küçülecekti! Barış, çözüm, terörü bitirmek gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir! tespitleri bazı zavallı zırvacılara niye batıyordu?
Abdullah Gül, silah bırakmaları halinde olacakları şöyle açıklıyordu: PKKyla resmen masaya oturacağız
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, PKKnın silah bırakması halinde masaya oturacaklarını söylüyordu. Gülün, Kuveytte yayınlanan El Ray Gazetesinde verdiği röportaj Cumhurbaşkanlığının internet sitesine de konuluyordu. AKPnin Abdullah Öcalanla başlattığı müzakerelere değinen Gül, Silah bıraktıkları ve terör faaliyetlerinden uzak durdukları zaman onlar ile oturup konuşacağız çünkü silahın olduğu yerde barış olamaz diyerek PKKya resmiyet ve meşruiyet kazandırılacağını ilan ediliyordu. Gazetenin, Öcalanın silah bırakma çağrısından sonra dünkü düşmanınız olan Kürt asiler bugünün dostu olabilir mi? sorusuna, Sn. Abdullah Gül şu yanıtı veriyordu.
Bundan önce de Türkiyede Kürt sorunu olduğunu söylemiştik. Ancak hak talebinde bulunmakla ve terör faaliyetine katılmak kavramlarını ayırmamız gerekir. Biz her zaman teröre karşıyız. PKK, Türkiyede bulunan bütün Kürtleri temsil etmiyor sadece bir kısmını temsil ediyor. Biz ülkemizde barışın ve istikrarın sağlanmasını istiyoruz. Silah bıraktıkları ve terör faaliyetlerinden uzak durdukları zaman onlar ile oturup konuşacağız. Eskiden demokrasi ve insan hakları konusunda bazı sorunlarımız vardı ancak biz bu sorunları çözdük. Artık ülkede barışın sağlanmaması için neden kalmadı
Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün bu sözleri, PKKnın silah bıraktıktan sonra her türlü itibarını kazanacağını, resmen muhatap alınıp uzlaşma masasına oturulacağını, özerklik dahil her türlü hak ve taleplerinin karşılanacağını gösteriyor; daha doğrusu Batılı güçlerin dayattığı barış sürecinin Türkiyeyi hangi badirelere sürükleyeceğinin işaretlerini veriyordu.
[1] Milliyet, 11 Mayıs 2013