Ruhi Bir Hastalık Olan;
TEMBELLİKTEN KURTULMA ÇARELERİ
Tembellik; uyuşuk davranma, rahatına düşkün olma, zorluktan ve sorumluluktan kaçma, başkasının sırtından geçinmeye çalışma, kolaycılığa ve bedavacılığa yanaşma halidir ve çok yaygın bir hastalıktır. Okuyup bilgilenmekten, düşünüp değerlendirmekten, sorup öğrenmekten, yeni ve gerekli çareler ve projeler üretmekten uzak insanlar; Beyin Tembelliğine Çalışmaktan, araştırmaktan, yorulmaktan ve bir işe yaramaktan uzak insanlar ise; Beden Tembelliğine müpteladır.
Bazılarında ise ilim var, amel yoktur. Bilgi var, beceri yoktur. Oysa; asıl amaç öğrenmek değil, üretmektir. Bilgisini, beceri ve berekete dönüştürmektir. Atalet, rehavet, miskinlik, pasiflik, yavaşlık, yılgınlık, durgunluk ve yorgunluk olarak karşımıza çıkan tembellik: Bedende (fiziksel olarak); hareketsizlik, gayretsizlik, geciktirmecilik, girişimsizlik şeklinde kendini göstermektedir. Beyinde (zihinsel olarak) ise; ilgisizlik, isteksizlik, gayesizlik, mevcutla yetinmecilik, kötümserlik ve ümitsizlik şeklinde tezahür etmektedir. Yeni şeyler öğrenmeye… Bilgi ve becerilerini geliştirmeye… Bildiklerini pratiğe dönüştürmeye… Öğrenmesi ve yerine getirmesi gerekenleri, önem ve öncelik sırasına yerleştirmeye çalışmayan insan, görünüşte yaşasa da, gerçekte ölmeye başlamış, fikren ve fiilen devre dışı kalmış kimse demektir.
Çok zeki ve yetenekli, çok güçlü ve becerikli olmak da önemli değildir. İnsan; bu yeteneklerini geliştirmeye, hayırlı ve yararlı yönde değerlendirmeye çalışmıyorsa, çok zeki ve çok çevik olması ne ifade edecektir. Çünkü ne zekâvet ne de kuvvet, tek başına karın doyurmaya veya ihtiyaçları karşılamaya yetmemektedir. Tembel tilki değil, yürüyen kirpi hedefine erişecektir.
Yazın sıcakta çalışanın, kışın ocakta aşı olacaktır.
Yazın gölge hoş diyenin, kışın hamur teknesi boş kalacaktır.
Yuvarlanmayan taş yosun tutacak, ama işleyen demir paslanmayacaktır.
Öyle ise; önce, eksiğimizi bilelim ve olgunlaşmak için sürekli öğrenmemiz gerektiğini kabul edelim. Sonra, öncelikle ve özellikle neleri ve ne kadar öğrenip yerine getirmemiz gerektiğine karar verelim… Ardından, hayatta lazım olacak her konuda bir şeyler bilmenin ve genel kültürümüzü geliştirmenin güzelliğini kabul etmekle beraber, asıl kendi meslek ve marifetlerimiz alanında, özel yetenek ve becerilerimiz sahasında yetişmeye ve ayrıntılarına kadar her şeyi bilmeye yönelelim.
Ne yapması gerektiğini bilmeyen gafil… Nasıl yapması gerektiğini bilmeyen cahil… Bunları öğrenmeye ve öğrendiklerini tatbik etmeye yanaşmayan ise; tembeldir. Yapması gerekenleri değil de, hoşuna gidenleri tercih edenler… Zor ve riskli işlere değil, kolay ve zevkli işlere girişenler ise, sefildir. Güçlü ve gerçekçi insan, eksiklerini ve zayıf yönlerini görüp kabul eden ve bunları düzeltmeye ve dizginini nefsin elinden alıp vicdani iradesine verebilendir. Olgun ve rehber insanlar ise; kendisini başkalarının yerine koyabilen ve onların duygu ve düşüncelerini doğru okuyabilen… Kendi arzularını ve tutkularını denetleyebildiği gibi, başkalarının da kötü yanlarını değiştirebilen… Kendisini ve çevresini olumlu yönde etkileyip isteklendirerek motive edebilen kimsedir.
Yapması gerektiği halde yapmadıklarını… Yapmaması gerektiği halde yaptıklarını belirleyip, bu zafiyet ve esaretten kurtulmak üzere:
a- Yararlı işler için kendisini gayret ve harekete geçirebilmeye,
b- Zararlı işler ve isteklerde de nefsini frenleyebilmeye başlayan kimse, başarıya doğru ilk adımı atmış demektir.
Bir konuda; ●Başarılı olacağına inanan, ●Kendisini bu işe adayan, ●Ümit ve iyimserliği elden bırakmayan kişi, olgunlaşma sürecindedir.
Bunun için, önce öğrenmeye ve yerine getirmeye karar verdiğimiz işleri sıraya koymamız gerekir:
1- Önemli ve öncelikli (acil) işler,
2- Önemli ama acil olmayan işler,
3- Önemli olmayıp, acil olan işler,
4- Hem önemsiz hem de gereksiz işler.
En büyük bilgelik, neleri önemsemek ve geciktirmemek gerektiğini bilmektir.
Rahatından ve konforundan fedakârlık etmesini… Basit zevk ve isteklerini ertelemesini… Gerektiğinde risklere, hatta tehdit ve tehlikelere göğüs germesini beceremeyenler, silik ve sıradan biri olarak kalmaya mahkûm kimselerdir.
Tembelliğin önemli bir nedeni de: Mademki en güzelini ve en mükemmelini yapamayacağım, öyle ise çabalamam boşunadır düşüncesidir. Hâlbuki bizim görevimiz, her şeyin en şaheserini yapmak ve zirveye ulaşmak değil, imkân ve fırsatlarımızı en verimli şekilde değerlendirmektir. En küçük iş bitirici, en büyük hayalciden daha çok saygı görecektir.
Hoşumuza gitmeyen ama başlamamız ve başarmamız gereken işleri öne almak,
Bu işe münasip bir tarih belirleyip, o takvime uymak,
Vaktinde ve verimli şekilde bitirilen işlerden sonra, kendimizi ödüllendirmek ve kutlamak,
Geciktirilen ve gevşetilen çalışmalarımızdan… Ve yine terk edilmesi gerektiği halde tekrar edilen yanlışlıklarımızdan dolayı kendimizi cezalandırmak gibi, nefis terbiyesi ve nefis muhasebesi de bizi tembellikten kurtarabilecek yöntemlerdir.
Çünkü cefasını çekmeyen, sefasını süremeyecektir. Tohumun sağlamını ekmeyen, somunun hasını yiyemeyecektir. Ve unutulmasın ki, demir nemlilikten, insan tembellikten çürüyecektir.
Üşenmek, ertelemek ve başladığını yarıda bırakıp vazgeçmek, tembellerin genel karakteridir. Bilmediğini öğrenmeyenler ve hiçbir eyleme geçmeyenler, hantal… Bildiği halde yerine getirmeyenler, tembel… Bilgisiz ve bilinçsiz olarak gayret edenler, hamal… Bilerek iş görenler ise, mükemmeldir.
Evet tembellik; ruhi ve bedeni bir hastalık cinsidir. Bu tipler, geciktirmecilik ve gevşekliğin, kendilerine nasıl kötü bir gelecek hazırladığını düşünmezler… Şevksizlik ve gayretsizliğin, insanın şahsiyet ve şerefini düşüreceğini dert edinmezler… Uzun vadeli ve geçerli bir nimet ve fazilete erişmek için, kısa vadeli ve geçici zahmetlere katlanmak gerektiğini bilip, fırsatlarını değerlendirmezler… Kısaca, ödülü hak etmek için bedel ödenmesi ve sıkıntı çekilmesi gerçeğini kabullenmezler… Mayasız yoğurt, hayâsız öğüt tutmaz cinsinden bu tipler, yapılan uyarıları da dinlemezler…
Ama yapması gerekeni bilen ve işine ciddiyetle sarılan… Ağaç yaş iken eğilir. Demir tavında dövülür. atasözlerimize uygun, her işi zamanında yapan… Sıkıntı ve sorunlar karşısında pes etmeyip sağlam duran kimseler ise, önemsenecek, benimsenecek, sevgi ve saygı görecektir. Çünkü bir insana olanlar değil, onun içinde olanlar önemlidir. Yani karşımıza çıkan zorluklar, sorunlar, üzücü olaylar ve iftiralardan ziyade, içimizdeki kuşkular, karamsarlıklar ve kararsızlıklar bizim için en büyük engeldir.
Sabırlı, kararlı, ahlaklı, azimli ve ümitli insanlar, her türlü engeli rahatlıkla aşabilecektir.
Derslerine vaktinde bakmamak ve imtihanlara hazırlanmamak… İlim ve ibadete vakit ayırmamak… İhtiyacı olduğu halde; mesela, bilgisayar öğrenmeye yanaşmamak… Vücudundaki rahatsızlıklara rağmen, doktora başvurmamak… Elektrik, su ve telefon faturalarını yatırmayıp, hep cezaya bırakmak… Yeni kitap almamak, aldıklarının kapağını açmamak… Spor yapmamak, sağlık kurallarına uymamak… Akıtan muslukları, kırılan camları, sökülen çamaşırları, bozulan makinaların tamirini savsaklamak gibi yaygın tembellikler yanında… Bir türlü sigarayı bırakmamak… Savurganlıktan vazgeçip, geleceğe yatırım yapmamak… Dost ve akraba ziyaretlerini geciktirip, hep daha sonraya atmak… Kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmamak gibi gevşeklikler de insanı ruhen ve bedenen çürütecek ve çökertecektir.
Acaba bir kişi; iyi, güzel ve gerekli olduğuna aklı yattığı ve inandığı halde, bir görevi, gayreti, ibadet ve hizmeti niye yapmaz, niye savsaklar?
a- Acelesi yok, daha sonra başlarım ve başarırım gibi yanlış bir düşünceye kapılmış olabilir.
b- Hep nefsinin hoşuna gidenleri seçip, asıl yapması gerekenleri erteliyor olabilir.
c- Bunları başarabileceğine inanmıyor ve kendisine güvenmiyor olabilir.
ç- İradesi ve iç disiplini zayıf olduğundan; riskli, sistemli ve sürekli işlere girişemiyor olabilir.
d- Yapması gerekenlerin; önem, özellik ve öncelik sırasını doğru tespit edemediğinden, hep basit uğraşlarla boşa kürek çekiyor olabilir.
e- Sevdiği ve güvendiği bazı kişi ve arkadaşların, yanlış yönlendirmesine veya itiraz etmesine aldanıyor ve hatıra boğuluyor olabilir. Çevre baskısı, sosyal ve siyasal etkenler ağır basıyor olabilir.
f- Veya bir bunalım ve depresyon dönemi geçiriyor olabilir.
Ve yine, acaba; tekrar etmemesi ve terk edip vazgeçmesi gerektiğine inandığı bazı yanlışlık, haksızlık ve hayâsızlıkları, bir insan niçin yapar ve bırakmaz?
a- O işlerin geçici zevklerine ve dünyalık getirilerine esir olmuştur.
b- Sorumluluk duygusu ve hesap verme kaygısı kaybolmuştur.
c- Kendisini hayırlı ve yararlı yönde ispatlayamayacağından, böylesi sivri ve kirli işlerle gündeme çıkmak ve göze batmak arzusunda boğulmuştur.
d- Küfür ve kötülükten hoşlanacak, iyilik ve ibadetten nefret duyacak şekilde, ruh dünyası ve ahlak ayarı bozulmuştur. Bu denli yozlaşmış ve yoldan çıkmış kimselere, artık söz ve nasihat kâr etmez olmuştur.
Madeni ve mayası çürük, ayarı ve ahlakı düşük kimseler, bazı doğruları ve değerleri, kötü emelleri için istismar ve suistimal etmeye bile kalkışırlar.
Evet, Ağaçtan maşa, ahmaktan paşa olmaz. Darı unundan baklava, çalı odunundan oklava yapılmaz. Çoban koyundan, çocuk oyundan usanmaz… Arsız; tövbesini bozar, boyundan uslanmaz!.. Ahlaksız, kötü huyundan utanmaz!.. Ne yapalım, çürük tahta çivi tutmaz… Çorak toprağa, kürek batmaz… Taş kafalara öğüt yatmaz!.. Gözü namazda olmayanın, kulağı ezanda olmaz.
Uyarılardan, ancak ayarı sağlam olanlar ders alır ve yararlanır.
Görmez misin; dut yaprağını tırtıl yer, ipek yapar!.. Katır yer, kepek yapar!.. Çiçeklere ve çimenlere arı böcek konar, bal yapar!.. Aynı yörede eşek otlar, yal yapar!.. (Yal; boyun, gerdan demektir. Yani eşek otlayınca, sadece boyun beden şişirir.)
Bazen şu duygular da tembellik ve atalete sebep olabilir:
Aşırı yorulma ve zaman darlığı sonucu oluşan bıkkınlık,
Yakınlarının veya başkalarının ilgisizliğinden veya kıymet bilmezliğinden kaynaklanan incinme, içerleme ve alınganlık,
Bile bile yaptığı yanlışlık ve haksızlıklar nedeniyle düştüğü suçluluk duygusu, vicdan azabı ve pişmanlık,
Aşırı üzüntü, korku ve hayal kırıklığı,
Hastalık, yangın, trafik kazası, imtihanı kaybetme gibi beklenmedik musibetler karşısında düşülen çaresizlik ve şaşkınlık,
Engellendiğine, önemsenmediğine, hakaret ve hıyanet edildiğine şartlanmanın getirdiği küskünlük ve yılgınlık,
Bütün bu durumlarda, tembellik ve çaresizlik tuzağından kurtulmak için:
1- Allaha iman ve itaat,
2- Kadere rıza ve kanaat,
3- Kendisine özgüven ve itimat,
4- Hayatın, bir imtihan ve olgunlaşma süreci olduğunu hatırlamak,
5- Yeniden toparlanıp, hırs ve heyecan kazanmak,
6- Hastalık ve başarısızlık gibi bazı hallerin; sınıf atlamak, dayanıklılığını ve sabrını artırmak ve daha dikkatli ve tedbirli davranmak için birer fırsat olduğunu bilerek, daha ciddi ve cesaretli bir kararlılıkla yola koyulmak,
7- Yakın çevresini, sevenlerini, sevdiklerini ve kendisine ümit besleyenleri mahcup bırakmamak gibi düşünce ve dürtüler insana yararlı olabilir.
Çünkü tembelliği ve uyuşukluğu atmak için en gerekli olan şey; motivasyondur. Yani iradesini, isteklerini, iç dinamiklerini yeniden harekete geçirmek… İlgi ve ihtiyaçlarını kamçılayıp diriltmek… Ve kendisine olan özgüvenini ve başarabileceği hissini ve kanaatini güçlendirmektir. Evet, insanın arzuları uyanınca ayakları hafifleyecektir.
İnsanı yüreklendirip, hayra ve başarıya yönlendirme… Cesaret ve ciddiyet damarlarını canlandırıp, korku ve kuşkularını, umut ve coşkuya döndürme… anlamlarını da içeren motivasyon:
Hem tembellik ve çaresizliğe düşmeyi önler,
Hem oluşan atalet ve meskeneti yok eder,
Hem eksik kapasite kullanımını engeller,
Hem de kesin başarıya götüren en maliyetsiz manevra gücünü ve moral enerjisini insana yükler.
Tembellik ve isteksizliğin nedenleri farklı olduğu için, bunların hepsini bir seferde aşmaya çalışmak yerine, bunları tespit edip teker teker uğraşmak, daha tutarlı bir yöntemdir.
Niçin atalet ve meskeneti (tembellik ve miskinliği) yenmeliyiz?
Çünkü tembellik, başarısızlık ve mutsuzluk sebebidir.
Tembellik, kişisel gelişmemizi ve yücelmemizi engelleyecektir.
Tembellik, eksik kapasite ile kendi kabiliyet ve karakterimizi köreltecektir.
Tembellik, toplumdan giderek dışlanmamızı ve ahlaken dejenere olmamızı netice verecektir.
Tembellik, tabii bir üyesi bulunduğumuz topluma ve tüm insanlığa karşı da bir haksızlık ve asalaklık demektir.
Peki, bu denli kötü ve ürkütücü sonuçları olan tembelliği neden aşamıyoruz?
Ya tembelliğimizin ve eksik kapasite ile hareket ettiğimizin farkında değiliz.
Ya başkalarının sırtından rahat ve risksiz yaşamayı bir gözü açıklık zannetmekteyiz.
Ya bu hastalığın mikroplarını kendi içimizde değil, dışarıda ve başkalarında aramak gafletindeyiz.
Ya da, kendimize olan özgüveni yitirmiş ve yaratılış gayemizi ve görevimizi unutmuş birisiyiz.
Çocuklarımız, yakınlarımız, ortaklarımız ve dava arkadaşlarımızın, atalet ve meskenetini niçin kıramıyoruz?
Çünkü örnek yaşantımız ve insani yaklaşımlarımızla onlara güven veremiyoruz.
Uyarılarımızla davranışlarımız arasında uygunluk kuramıyoruz. Örneğin, onlara sigaranın kötülüğünü anlatırken, kendimiz içiyoruz.
Sadece korkutarak veya umut dağıtarak değil, peşin imkânlar ve fırsatlar tanıyarak yaklaşmıyoruz.
Onlara, sadece edebi laflar ve resmi sloganlar yerine, bizzat yardımcı ve yararlı olmaya yanaşmıyoruz.
Onların geçici duygularını coşturmak, his ve heyecanlarına konuşmak yerine; paradigmalarını, ruhi ve psikolojik dünyalarını değiştirmeye çalışmıyoruz.
Onları hayali ve hamasi hedefler yerine, gerekli ve gerçekçi gayret ve rekabetlere sevk etmiyoruz.
Şu sözler, kendi kuruntu ve kuşkumuzu ve uyuşukluğumuzu yenmek için, ibret ve hikmet doludur:
Bugünü düne eşit olan aldanmıştır. Yarını bugünden kötü olan ise hüsrandadır. (Hz. Muhammed sav)
Şu koca evrenin, geliştirebileceğimizden emin olabileceğimiz bir tek noktası vardır: Kendimiz!.. (T. Henry Huxley)
Antrenmanların her dakikasından nefret duyardım. Ancak kendi kendime; Sakın vazgeçme! Hayatının geri kalanını şerefli bir şampiyon olarak geçirmek istiyorsan, bunlara katlanmalısın dedim ve kazandım! (Muhammed Ali)
Sonunda acı getirecek zevklerden uzaklaşmayan… Ve sonunda şeref ve mutluluk getirecek acılara katlanamayan, gerçek huzur ve onura ulaşamaz! (Montaigne)
Her şeye olumsuz bakan ve homurdanan kimse, bir gün şans kapıyı çalınca, yine gürültüden yakınır ve fırsatı kaçırır. (Conidences)
Hayat, bir bisiklete binmek gibidir. Pedalını çevirmeye devam ettiğiniz müddetçe, düşmezsiniz. (Claude Pepper)
Evet,
İçinizdeki karamsarlık, kararsızlık, kolaycılık ve kaytarmacılık gibi, kendinize ait kuruntu ve kuşkular dışında, hiçbir güç sizi durduramaz! Öyle ise;
1- Önce, sizi gayret ve hizmetten geri koyan, bâtıl ve bozuk inanç ve düşünceleri bırakın.
2- Bugün yapmadıklarınızın, gelecekte ve sonsuzluk ülkesinde, size neleri kaybettireceğini hesaba katın. Arpa ekenin, buğday biçemeyeceğini unutmayın.
3- Tembelliğinizdeki peşin ve gizli çıkarları saptayın ve çalışarak bunların daha güzeline, mükemmeline ulaşabileceğinize inanın. Başkasının sırtından yaşayanın tez yaşlanacağını, komşudan gerdanlık çalanın, ancak geceleri takınacağını hatırlayın…
4- Kendinizi motive edecek kitapları okumaya ve yararlı arkadaşlar bulmaya çalışın.
5- Canınızın istediklerini değil, yapmanız gerekenleri tespit edin ve onlarla uğraşın.
6- Geniş düşünün, dar başlayın ve çabuk bitirmeye bakın.
7- Neleri mutlaka yerine getirmeniz ve neleri kesinlikle terk etmeniz gerektiğine karar verin ve uygulayın.
8- Rüzgârın hangi yönden estiği ile oyalanmayın. Siz, yelkenleri nasıl açmanız ve o rüzgârdan ne şekilde yararlanmanız gerektiğini araştırın!.. (Vera Peiffer)
9- Duygulu olun; şefkat ve merhamet güzeldir. Duyarlı olun; çevrenizdeki, ülkenizdeki ve yeryüzündeki haksızlık ve ahlaksızlıkları anlamak, perde arkasındaki suçluları tanımaya çalışmak ve sorumluluk bilinciyle bunları önlemede kendisini de görevli saymak erdemdir!..
Ama duygusal olmayın. His ve heyecanlarınıza kapılmayın. Vicdanınızın, aklınızın, inancınızın ve insanlığınızın gereğini yapın.
Bütün bunları yaparken de sakın kibirlenmeye, böbürlenmeye, kendinizi dev aynasında görmeye kalkmayın.
M. Kemal Atatürke atfedilen şu anlamlı ve önemli sözle, bu konuyu bitirmiş olalım;
Muvaffakiyetlerde (zafer ve başarılarda) gururu ve kibri yenmek… Felaketlerde (hezimet ve başarısızlıklarda) ise ümitsizliğe direnmek lazımdır. Çünkü bu ikisi, yarışı kazanmanın ve olgunlaşmanın anahtarıdır.
Farklılık Fantezisi ve Gösteriş Hevesi
Herkes tarafından övülmek, hürmet ve rağbet görmek, şöhret olup dillere düşmekamacıyla yapmacık davranışlarda bulunmaya ve gösteriş yapmaya riyakârlık denir. Allah için olmak ve sevabını ondan ummak yerine, sırf nefsi ve dünyevi maksatlar için, hayır, hizmet ve ibadet yapmak ve gösteriş meraklısı olmak, Efendimizin (sav) diliyle “Gizli Şirk” sayılmıştır. Cenab-ı Hak da (c.c) “(De ki: Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa o salih ameller işlesin, (fakat sakın yaptığı hizmet ve) ibadetlere (gösteriş katarak) hiç kimseyi Rabbine ortak etmesin (gizli şirke girmesin)![1] buyurmaktadır.
Riyakârlığın en yaygın hâli de “herkesten farklı görünmek” şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bulunduğu her yerde, “herkesten daha bilgili ve görgülü ve daha ileri görüşlü” olduğu havasına girmek… “Sıradan, sade insanlardan biri olmadığı” izlenimi vermek… Entel geçinmek… Camide, tekkede, ev sohbetinde; herkesten farklı olduğunu göstermek… Seçildiğini, sivrildiğini belli etmek… Kılık kıyafetleriyle, davranış ve adetleriyle; mutlaka başka Müslümanlardan ve diğer insanlardan farklı olmayı bir meziyet ve fazilet göstergesi zannetmek… Evet, bütün bunlar yaygın bir riyakârlık ve farklılık fantezisidir.
Elbette hayır ve hizmet yarışı yapmak gereklidir, Rablerine rağbet (ve ibadet) etmeye,[2] takvada ileri geçmeye çalışmak[3] güzeldir… Ama bütün bunları gösteriş için, farklı görünmek için yapmak yanlış ve yersizdir. Evi ve mobilyası herkesten farklı olacak… Arabası herkesten farklı olacak… Hareketleri ve havası(!) herkesten farklı olacak… Her yerde ve her halde sırıtacak… Devamlı gündemde kalacak!.. İşte bütün bu düşünce ve davranışlar, aslında şuur altına yerleşmiş bir aşağılık kompleksinin üstünlük duygusu” şeklindeki tezahüründen başka bir şey değildir.
Evet riyakârlık, farklı olmaya çalışmaktır!..
Hâlbuki insana yakışan yapmacıklık değil, tabiiliktir… Sivrilik değil, sadeliktir. Aleyhisselatü vesselam Efendimizin meclisine yeni giren bir insan, O'nu (sav) diğer Sahabelerden kolaylıkla seçemez ve tanıyamazdı… Zira Hz. Peygamber Efendimiz; ne oturduğu yeri, ne kılık kıyafeti, ne de diğer vaziyetleriyle Ashabından ve içinde yaşadığı toplumdan farklı olmaya ve göze batmaya çalışmazdı. Zaten Efendimiz (sav) kılık kıyafet hususunda yeni, farklı ve köklü bir değişiklik ve devrim de yapmamıştı… Sadece; mümin hanımların sıradan kadınlardan ayırt edilmesi ve rahatsız edilmemesi için, başlarını örtmeleri ve vücutlarını saklayacak bir dış elbiseye bürünmeleri emredilmişti. Zira kılık kıyafet; iklim şartları, coğrafi yapı farklılıkları, toplumun genel geçim kaynakları ve hayat standartlarının etkisinde ve uzun zaman içinde örf ve âdetlerle oluşur ve medeniyetlerle olgunlaşır… Böyle tabii olarak oluşmuş bir kıyafeti, kökünden değiştirmeye yeltenmek yersiz ve yararsızdır… Dikkat edilirse; Ebu Cehil'in kılık kıyafetiyle, Hz. Ebubekir'in (ra) kılık kıyafeti arasında, ne cahiliyede ne de Asr-ı Saadette mühim bir farklılık görülmeyecektir. İkisinde de aynı geniş ve uzun fistan, aynı cübbe, aynı sarık… Sadece bir tanıtım işareti olsun diye, Müslümanların sarığı biraz arkadan sarkık… Elbette İslam Medeniyeti, kendi modasını da geliştirecek, bu konuda da öncülük edecektir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da tabiilik, tedricilik ve sadelik esas alınacaktır. Zaten Hz. Peygamber Efendimizin (sav) sünnetlerinin bir kısmı temel ve genel kural ve kaideler hükmündedir. Her zaman ve her yerde gerekli ve geçerlidir. Bir kısmı mana ve mahiyet olarak önemli ve devamlıdır… Ama şekil ve kılıf olarak geçici ve değişkendir. Bir kısmı ise genel değil “özel”dir, evrensel değil “bölgesel”dir.
Şimdi bazı yaşlıların ve sakatların, zaruri ihtiyaç olarak kullanmaları gereken bastonlar dışında, bu sünnettir diyerek herkesin elinde uzun bir sopa ve asa ile dolaştığını düşünün!.. Bu tür asaların nice fazilet ve faydasını sayanları düşünün!.. İşte şekilcilik, kuru ve şuursuz taklitçilik ve de böyle ucuz ve kolay kahramanlıklarla “farklı görünme”cilik… Böyle değişik görünmeye çalışmak, göze batmaya ve gösteriş yapmaya uğraşmak, ruhi bir rahatsızlık alametidir… Hamlık ve çiğlik işaretidir… Farklılık fantezisidir.
Özellikle önem verilmediği, hürmet edilmediği, alkışlanıp övülmediği için üzülmek… Bunları elde etmek için didinmek… Hakka değil, halka tapınmaktır… Halık'a değil, mahlûka yaranmaktır!..
Oysa Resulûllah (sav) Ashabının; arkasında yürümesinden ve kendisine krallar gibi muamele edilmesinden asla hoşlanmaz, sevgi ve saygının içten ve samimi olmasını isterdi. Kendimizi göstermeye, farklılığımızı belli etmeye, nefsimizi yüceltmeye gerek yoktur. Kim muttakidir, kim kıymetlidir, Allah bilmektedir. Ve zaten insanların bize olan zannı, Allah'ın bizim hakkımızdaki kararını ve kıymetimizi asla değiştirmeyecektir.
Ama davanın izzetini ve cemaatin şevketini göstermek, şer güçleri ve şeytani çevreleri ürkütmek ve gönül erlerini cesaretlendirmek için gerektiğinde gövde gösterisine ve güçlü görünmeye çalışmak… Cemaat ve teşkilatın Şahs-ı Manevisi olan Zâtı, yine davamızın izzeti ve selameti adına alkışlamak yerinde olabilir… Bu nefs-ü hevamızın değil, mukaddes davamızın hatırına yapıldığı için güzel ve gereklidir. “Siz kendiniz (nefsiniz ve aileniz) için istediğiniz şeyleri başkaları için de arzu etmedikçe kâmil mü'min olamazsınız.” Hadis-i Şerifini de hatırlayarak, herkesten farklı olmak, üstünlük taslamak ve riyakârlık yapmaktan sakınmak, edep ve erdem alametidir.
İslam büyüklerinden Fudeyl Bin İyaz Hazretlerinin, bu konudaki çok güzel tespitini de hatırlatmadan geçmeyelim. Buyururlar ki:
“Evinde ve kendi halinde iken devamlı yaptığı bir ibadet ve hareketi; cemaat huzurunda iken, insanlar beni kınar ve riyakârlıkla suçlar korkusuyla terk etmek, riyakârlık ve sahtekârlıkişaretidir. Ancak başka zaman devamlı işlemediği ve âdet haline getirmediği bir sünnet ve ibadeti, sırf insanlara gösteriş olsun diye yapmak ise şirktir.”
Sadece gündemde kalmak, dikkatleri toplamak ve farklılığını ortaya koymak ve ispatlamak hevesiyle, gündelik âdet ve hareketlerinde olsun, söz ve fikirlerinde olsun, kılık kıyafetinde olsun, güya orijinal, sivri ve suni davranışlar sergilemek belki serbesttir ama her halde sersemliktir.
Yine bu arada bize hiç gerekmeyen ve üzerimize düşmeyen işlerle ilgilenmek, boş ve lüzumsuz sözler söylemek de, çok yanlış ve yaygın olan bir davranıştır. İnsi ve cinni şeytanlar, asıl öğrenmemiz ve yerine getirmemiz gereken hususlardan bizi alıkoymak, en azından birinci derece önemli ve öncelikli olan hizmetlerimizi geri bıraktırmak için böyle malayani şeylerle bizi uğraştırır ve “boşboğazlar sınıfına ve sıfatına” yaklaştırır.
“Rahmanın (makbul) kulları, yeryüzünde mütevazı ve ağır başlı şekilde gezerler. Cahiller kendilerine yakışıksız laflar ettiklerinde ise “Selâmet olsun” der (geçerler).”[4]
“(Gerçekten tevbe edenler) Yalan ve yararsız sözler (konuşulan yerde) durmazlar. Böyle boş ve çirkin söz (ve işlere) rastladıklarında bakar ve ciddiyetle oradan uzaklaşıp giderler.”[5]
“(Felaha ve kurtuluşa erişecek müminler) Boş ve lüzumsuz şeylerden yüz çevirirler.”[6]
Mealindeki nice ayetler, bizlere vazifemiz olmayan ve yararı bulunmayan söz ve işlerden sakınmamız gerektiğini bildirmektedir.
Hâlbuki bizim mutlaka öğrenmemiz ve yerine getirmemiz gereken görevlerimiz çoktur ve sorumluluğumuz büyüktür… Buna karşılık, günlerimiz sayılı, ömrümüz kısadır… Boşa geçirecek ve lüzumsuz şeylerle bitirecek vaktimiz yoktur.
Misafirliğe gitmek ve hatta dinlenmek ve eğlenmek için bir araya geldiğimiz yerde bile, ya hizmet ve tebliğle ilgili, başkalarına anlatmamız gereken bir konuyu müzakere etmeli veya giderek yoğunlaşan siyasi ve ekonomik zulümlerle ilgili çareleri ve bizlere huzur ve şuur verecek Ayet ve Hadis mealleri okuyup dinlemeli, kısaca zikir ve istiğfar etmeden orayı terk etmemelidir.
Unutmayalım ki “Herkes (kendi) kazandığıyla (kurtulmak üzere Allah katında) rehindir.[7]
Kıyamet günü cennet ehli, cehenneme giren suçlulara sorarlar:
“Sizi şu yakıcı ateşe ve azaba sürükleyen sebep nedir?” Onlar şöyle cevap verirler: “Biz (doğru dürüst) namaz kılanlardan değildik. Yoksulları da yedirmez (ve giydirmez)dik. Boş ve batıl şeylere dalanlara katılır (vaktimizi boşa geçirirdik).”[8]
Ne kendisine ne de hazır dinleyenlere hiç faydası olmayan lüzumsuz sorular sormak ve bilgiçlik taslamak da ayrı bir boşboğazlıktır. Daha önemli ve gerekli sorular ve cevaplar konuşulmasın diye, maksatlı olarak basit teferruat sorularıyla gündemi işgal etmek ise kasıtlıdır ve fesatçılıktır. Müslümanlar cihat ve teşkilat gayreti taşımasın… Siyaset ve hürriyet şuuruna varmasın… Tağutların zulmüne karşı çıkmasın diye hep tarihi kahramanlık hikâyeleriyle ve heyecanlı konuşmalarıyla cemaati avutan ve oyalayan kimselerin yaptığı da “Lağviyat”tan başka bir şey değildir ve maksatlı olarak, insanlara açıklamak üzere gönderilen Kur'ani gerçeklerin bir kısmını örten ve gizleyenlere her şey lanet etmektedir…[9] Ve zaten geçmişteki mümin veya münkir kavimlerin hayatı, ancak ara sıra ibret ve hikmet dersi çıkarmak için okunur ve anlatılır. Yoksa hep onların hayali ve hatırasıyla yaşamak ve avunmak doğru değildir. Çünkü “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, bizim kazandıklarımız ise bizimdir. Biz onların yaptıklarından sorulmayacağız (kendi yaptıklarımızla tartılacağız).”[10]
Bir Hadis-i Kutside ise Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Şayet siz kalbinizde bir kasavet ve katılık bulursanız… Vücudunuzda bir ağırlık ve rahatsızlık duyarsanız… Rızkınızda bir darlık ve kıtlık, malınızda bir noksanlık olduğunu anlarsanız… Muhakkak biliniz ki, bu durum yararsız ve hayırsız söz ve işlerle uğraşmanızdan dolayıdır.” Mü'min, dinini ve davasını ciddiye alan insan demektir. Öyle sadece laf olsun diye konuşmaz ve gösteriş yapılsın diye işe karışmaz…
Yıllardır, konferanslar, sohbetler ve seminerler şeklinde anlatıldığı, bantlar ve kitapçıklar halinde çoğaltıldığı halde, “Ülkemizin sorunları ve çözüm yolları” gibi önemli konulardan hâlâ ilgisiz ve yetersiz bulunup da, bunları anlamaya ve öğrenmeye gayret etmeyip, kahramanlık hikâyeleri, İsrailiyat tefsirleri veya edebiyat sohbetleriyle vakit öldüren bizler!..
Çevresinde, köyünde ve mahallesinde, hâlâ ülkemizdeki ve yeryüzündeki zulümlerden ve bunlara karşı Milli girişim ve gelişmelerden habersiz yaşayan ve bâtıl düşüncelerin tuzağında çırpınan insanlar varken; ve hâlâ kurtuluş davamızın siyasi sinir sistemi olan, teşkilat ve irtibat şuuru oturmamışken, “camileri güzelleştirme ve çevre kültürünü geliştirme” derneklerinde hizmet gören bizler!..
Bir milyonluk koca şehirde Milli basın hâlâ 100 tane satarken, “Tarikat dergilerini, hikâye ve ilahi bültenlerini” kapı kapı dağıtıveren bizler!..
Ve bütün bunlara rağmen hâlâ “şuurlu Müslüman ve huzurlu insan” geçinen bizler!.. Yani, nafilelerle meşgul olmaktan, farzlara fırsat bulamayacak kadar kendisini gayretli zanneden bizler!.. Bilmem, bu yanlışlıklarımızın, bu yersiz ve yararsız davranışlarımızın farkına ne zaman varacağız ve bu gafletten nasıl kurtulacağız?.. Hâlbuki “iyilikleri yürütme, kötülükleri önleme” gibi farzların ifasını engelleyecek sünnetlerin, terk edilmesi vacip sayılmıştır.
Ya Rabbi! Kolayımıza geleni değil, bize emredileni yapmaya gayret ver!.. Yersiz ve yararsız söz ve hareketlerden bizleri uzak tut! Öncelik ve özellikle bilmemiz ve yerine getirmemiz gereken; gayret, ibadet ve hizmetlerden geri koyacak, fantezi işlerden bizi kurtar Allah'ım!.. Amin!..
Bu makaleyi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
[1] Kehf: 110
[2] İnşirah: 7-8
[3] Furkan: 74
[4] Furkan: 63
[5] Furkan: 72
[6] Müminun: 3
[7] Müddessir: 38
[8] Müddessir: 40-45
[9] Bak. Bakara: 159
[10] Bakara: 134