NATO; Koruyucu Kalkanımız mı,YIKICI DÜŞMANIMIZ MI?
Pariste, daha önce Hz. Peygamberimize yönelik hakaretleriyle tanınan bir mizah dergisine yapılan ve 15 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısını, acaba kimler tezgâhlamıştı? Bütün Hıristiyanları ve Avrupayı İslam dini ve dünyası aleyhine kışkırtmayı, NATOyu bu amaçla kullanmayı ve dolayısıyla İsraili rahatlandırmayı amaçlayan odakların şeytani bir planı olduğu açıktı. Bu olay sonuç itibariyle en çok kimlerin işine yarar? sorusu, bizi en isabetli yanıta taşıyacaktı.
Amerika ve NATOnun yönlendirmesiyle asıl düşman İran, ön düşman ise Suriye yapılmıştı. Suriye canciğer kuzu sarması dostluk durumundan, gene Erdoğan tarafından birden can düşmanı ilan edilmiş durumdaydı. Yani; İsrailin düşman konumundan çıkarılmasına karşın, alternatif düşman olarak Suriye tanıtılmıştı. Bu da yetmedi… Erdoğan döneminde; İsraile yaptığı bütün diklenmelerine karşı sanki özür mahiyetinde, İsrailin korunmasına yönelik füze rampalarının, yani Patriotların Türkiye sınırına konuşlandırılmasına razı olunmuş, İsraille ticaretimiz artmıştı Ve son olarak da NATOda İsrailin gözlemci üyeliğine onay çıkmıştı. Çoğu gazetenin sütunları arasında kalan, Jerusalem Post gazetesinin yayınlayıp Dışişleri Bakanlığı kaynaklarının doğruladığı habere göre, Türkiyenin de onayıyla İsrail bundan böyle NATOnun ortak üyesi olarak ittifakın seminer ve çalışmalarına katılacaktı. (Radikal 24.12.2012) Böylece İsrailin resmi müttefikimiz olması sağlanmıştı. Her ne kadar 2013teki NATO tatbikatları konusunda bir plânlama yapılmadığı belirtilse de, NATO üyesi olmayan İsrail, bundan böyle NATOnun bütün askerî programlarına katıldığı gibi NATO nezdinde daimî temsilcilik kuracaktı. Türkiye, ilişkilerde doğrudan bağlantılı olarak İsraille daha güçlü bir ortaklık ve dayanışma içinde olacak One minutenin yerini Yes! Allright! (Evet, tamam, Peki) almış olacaktı! Yıllardır, Türkiye tarafından veto edilen ve NATOya üye olamayan İsrail, artık AKP sayesinde NATO üyesi olup çıkmıştı. Yani bundan sonra İsrailin düşmanı bizim düşmanımızdı! Bunu bir sol hükümet yapsaydı kim bilir neler olacaktı. Cuma namazı sonrası ne gibi eylemler yapılacaktı. Yani artık İsraile saldırana karşı İsrail ile beraber karşı koyacağız..! NATOdan dolayı müttefikimiz olan İsraile bir saldırı olursa İslam ülkeleri karşısında bizi bulacaktı. Kısaca uluslararası sularda Türk bayraklı Mavi Marmara gemisine saldırıp dokuz sivilimizi öldüren, yüzlercesini günlerce fizikî ve psikolojik işkenceye tâbi tutan İsrail, Türkiyenin özür dileme ve maktullerin yakınlarına tazminat ödeme şartlarını yerine getirmediği halde, Türkiye tarafından ödüllendirilip müttefik yapılmıştı. Tek Müslüman üye ülke olarak, İslâm dünyasından ve Filistinden gelen bütün uyarılara rağmen, İsrailin OECD üyeliğini veto etmeyip onaylayan da Erdoğandı.[1]
Çoğu İngilizceden çevrilmiş, ders notları olarak kullanılmaya elverişli, muhtemelen ABDde basılmış kitaplar hala Ordumuzda okutulmaktaydı. Eğitim ve doktrin kitaplarını Amerikalıların yazdığı bir ordunun ulusal olma niteliği tartışmalıdır. Maalesef ittihatçı mason kadroların gafletiyle I. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında da Almancadan çevrilmiş eğitim ve doktrin kitapları kullanılmıştı. Acaba kendi toprakları dâhil 3 kıtada yüzyıllarca savaşmış bir ordu kendi askeri doktrinini ve eğitim kitaplarını kendi ihtiyaç ve hedeflerine göre yazamaz mıydı? Ancak asıl soru şu: Soğuk Savaş sonrası Türkiye, Kuzey Atlantik askeri ittifakı içinde kalmak zorunda mıdır? Soğuk Savaş dönemi bir dereceye kadar anlaşılırdı. Sovyet ordularının taarruzuna karşı NATO bir ihtiyaçtı. II. Dünya Savaşının strateji mantığına göre kurulan, fakat günümüzde sadece ABDnin emperyal çıkarlarını koruyup kollayan NATO teşkilatında hala durmamıza ne lüzum vardı? İran, Suriye, Rusya ve Çin bize mi saldıracaktı? Antlaşmanın 5. Maddesi olmasa, İranın Şahap, Rusyanın Topol, Yunanistanın S-300 füzeleri başımızda mı patlayacaktı? Çin füzesi bile alamayacak mıydık? Bir Genelkurmay Başkanı (Doğan Güreş) televizyon ekranlarından 1992 yılında PKKye yardım malzemesi taşıyan bir ABD helikopterinin vurulması için emir verdiğini söylemişti (elbette emekli olduktan sonra!). O sırada ufukta ne AKP iktidarı, ne de Ergenekon ve Balyoz kumpasları görünüyordu. Her şey adım adım gelişti. ABDnin Çizgi dışına çıktılar dediği subayların çok basit, hatta ahmakça komplo düzenekleriyle tasfiye edilmiş olmaları (bunun başarılabilmiş olması), son tahlilde, Pentagonun TSKya derinlemesine nüfuz etmiş olduğunun bir kanıtı mıydı? Ordumuza yönelik kumpasa karşı ABDden en ufak bir fiili direniş olmadı. TSKya karşı sistematik bir psikolojik harp yapıldığı söylendi, fakat taarruz eden düşmanın adı ağıza alınmadı. Sanki bir Genelkurmay Başkanı, bizim çocukluğumuzdan beri bağırdığımız gibi Kahrolsun Amerikan emperyalizmi! diye bağırsa, sanki büyü bozulacak, ülke kâğıttan bir şato gibi yıkılacak, yerden kaynar sular fışkıracak, süpürgeye binmiş cadılar gökten ateşler saçacaktı!? Evet, Türkiye paramparça olmamak ve başka ülkelerin askeri stratejilerinin aracı yapılmamak için NATOyla yolunu ayırmalıdır. Gözlemci üye olup statü kaybetmek, tam üye kalarak her şeyi kaybetmekten daha yararlıdır. Biz istesek de bırakmazlar yaklaşımı, psikolojide kullanılan öğrenilmiş çaresizlik terimini hatırlatmaktadır.[2]
Barzaninin petrolü İsrailde depolanmaktaydı!
Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin Ceyhana gönderdiği petrol burada AKP hükümeti aracılığıyla satılmaktaydı. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldızın 25 Ekimde gazetelere yansıyan açıklamasında, Ceyhan üzerinden 19,2 milyon varil petrol satıldığını, bunun da yaklaşık 2 milyar dolarlık ticaret anlamına geldiğini ifade ederek petrolden tahsil edilen 700 milyon doların Halkbanka yatırıldığını açıklamıştı. Oysa Ceyhanda petrol dolumu yapılan 23 tankerden 11inin İsraile gittiği anlaşılmıştı. ABD basınında çıkan haberde İsraildeki Petrol Rafineri Limited (ORL) fabrikasında bu petrolün büyük kısmının işlendiği ve işlenen petrolün de mazot, benzin ve kerosen (uçak yakıtı) olarak kullanılmaya başlandığı yazılmıştı. Arkasından Hürriyetten Merve Edilin Kürt petrolü İsrailde depolanıyor başlıklı haberinde ilgi çekici ayrıntılar yer almıştı. Haberde, gemi hareketlerini takip eden New York merkezli Clipper Datanın kurucularından Abudi Zeinin, yayımlanan bir makalesinde Kürt petrolünün İsrailde depolandığına ikna olmuş durumdayız ifadelerini gündeme taşımıştı.
ABD, KDPyi terör listesinden çıkarmıştı!
ABD Kongresi, Mesut Barzaninin lideri olduğu Kürdistan Demokrat Partisinin (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliğini (KYB) üçüncü sınıf terör örgütleri listesinden çıkarmıştı. ABDnin Irak ve İrandan sorumlu Müsteşar yardımcısı Bret McGurk, resmi twitter hesabından yaptığı açıklamada, ABD Kongresi, KDP ve KYByi üçüncü sınıf terör örgütleri listesinden çıkardı. Adil olmayan bu tanımlama, Amerikayı ziyaret etmek isteyen Kürtler için engel çıkarıyordu. Bu sorunun çözülmüş olmasından memnuniyet duyuyorum ifadelerini aktarmıştı.
Peşmergeyi eğiten Türkiye Kürdistanın mimarı olacaktı!
Hatırlayacaksınız Başbakan Ahmet Davutoğlu, Irakın kuzeyini ziyareti sırasında iki önemli mesaj ağzından kaçırmıştı: 1) Kürdistanın güvenliği Türkiyenin önceliğidir. 2) Bu öncelik gereği TSK Peşmergeyi eğitecektir.
Bu sözler ABD heyetiyle yapılan ve belli bir mutabakata varıldığı söylenen eğit-donat konusunu açıklığa kavuşturmaktaydı. Şöyle ki kamuoyuna yansıyan haberlere göre Genelkurmay karargâhında yapılan Türk-Amerikan heyetleri görüşmesinde eğit-donat konusu masaya yatırılmış ve şöyle sonuçlanmıştı: TSK değil PYDyi, Peşmergeyibile eğitmeyecek, sadece ÖSOyu eğitecek! Hatta ABD heyeti ÖSOnun eğitileceği Kırşehirdeki askeri bölgeyi bile ziyaret etmişti. Gerçi kimi askeri kaynaklar konu masaya geldi ama anlaşma olmadı dediyse de, ÖSOnun eğitilmesinin önünde gerçekte bir engel yoktu. Zira ÖSOyu kuran zaten AKP iktidarıydı. İşte Davutoğlunun açıklamasıyla eğit-donat konusunda sadece ÖSOnun değil, Peşmergenin de eğitileceği anlaşılmıştı.
Hiç lafı dolandırmadan söyleyelim: Niyetiniz ne olursa olsun, ÖSOyu eğitmek pratikte Suriyeyi bölmeyi amaçlamaktadır, Peşmergeyi eğitmek de pratikte Irakı bölmek anlamındadır. Bu iki ülkeyi bölmek ise sonuçları itibariyle Kürdistanı kurmaktır. Olan budur:ABD IŞİD stratejisi kapsamında Türkiyeye Kürdistanın ebeliğini yaptırmaktadır tespitleri elbette doğruları yansıtmaktaydı.
Kuzey Iraktan sonra Kuzey Suriye parçalanacaktı!
Türkiyemize ve İslam ülkelerine yönelik sömürgecilerin hesapları adım adım uygulanmaktaydı. Ufak parçalara ayırmak için harekete geçtikleri Müslüman ülkelere özgürlük ve demokrasi vaadiyle geliyor, adeta kendilerini kurtarıcı gibi takdim ediyorlardı. Söz gelimi ABDnin Iraka müdahalesinin gündeme geldiği günlerde bu ülkenin parçalanacağı, Kuzeyde bir Kürt devleti oluşturulacağı defalarca yazılmış, hatırlatılmıştı. Bu sebeple uzun yıllar Türkiyeyi yönetenler hangi partiden olurlarsa olsunlar Kuzey Irakta yeni bir oluşuma izin vermeyeceklerini açıklamıştı. Ama sonuçta Türkiyenin tüm karşı çıkmalarına rağmen stratejik müttefiki(!) ABD Siyonistlerin arzusuna uyarak Kuzey Irakta bir oluşumun temellerini atmıştı. Bununla da kalınmadı güya özerk bir bölge oluşturulmasına karşılık Türkiye bu oluşumu muhatap olarak kabul etmek zorunda bırakılmıştı. Peki, ABD ve yandaşlarının Irak, Suriye, İran ve Türkiyeye yönelik hesapları böylece kapanmış mı olacaktı? Bu soruya evet karşılığı vermek ya gelişmeleri doğru okuyamamak ya da bilerek kabullenmek anlamını taşırdı. Çünkü Büyük Ortadoğu Projesinin nihai hedefi öncelikli olarak Irak ve Suriyenin parçalanmasıydı. Ardından plana Türkiye ve İran da katılacaktı.[3]
IŞİD, üretilmiş bir bahaneydi, asıl hedef, kuzeyi Şamdan koparmaktı
ABDnin IŞİDe yönelik stratejisi Haziran ayı başında örgütün Irakın Musul kentini işgal etmesinden itibaren tartışılmıştı. ABD IŞİDin Musulu işgaliyle başlayan süreçte, uzun vadeli planını hayata geçirmeye çalışmaktaydı. Planın özü, Irak ve Suriye Kürt bölgelerinin merkezi Irak ve Suriye yönetimlerinden koparılmasıydı. IŞİDin Musul işgalinin ilk sonucu Kerkükün Barzani tarafından ele geçirilmesi kafaları karıştırmıştı. İkinci önemli sonucu da PKKnın resmen Amerikan müttefiki olduğunun ilan edilmesi olarak karşımıza çıkmıştı. ABD operasyonun başlangıcından itibaren Peşmerge güçlerine ve Peşmerge ile ortak savunma anlaşması yapan PKKya doğrudan askeri ve lojistik destek vermeye başlamıştı. Şimdi asker ve sivil, akıl ve vicdan sahibi, herkese soralım: ABD ve NATO bize dost muydu, düşman mıydı?
Donanmamızın Doğu Akdenize çıkışı olumlu ve onurlu bir adımdı!
Doğu Akdenizde son aylarda tırmanan gerginliğin perde arkasındaki egemenlik mücadelesi ön plana çıkmıştı. Türk Donanması, yıllar sonra ilk defa bölgede güç gösterisi yapmış, Kıbrıs Rum Kesimini ve İsraili destekleyen güçleri telaşlandırmıştı. Erbakanın özel cesaret ve dirayetiyle başlatılan 1974deki şanlı Kıbrıs harekâtımızdan bu yana Türkiye, Doğu Akdeniz bölgesinde ABDnin başını çektiği ve İsrailin de içinde bulunduğu Batı ittifakına kafa tutması tarihi bir olaydı. Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Türkiyenin bu politikasını sürdürmesi gerektiğini belirterek, Bir an önce Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmeli diye uyarmıştı. Kıbrıs Uzmanı Gözde Kılıç Yaşın da, TSKnın Ergenekon ve Balyoz tertiplerinin çökmesiyle bölgede ağırlığını artırdığını hatırlatmıştı.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensipler Başkanı E. Tümamiral Cem Gürdeniz, Doğu Akdenizdeki gelişmeleri Türkiye, 2011 öncesi pozisyonuna döndü sözleriyle açıklamıştı. Devletlerin jeopolitik çıkar kayıplarının hesabını gelecek kuşaklara veremeyeceğinin altını çizen Gürdenizin, Devlet, Doğu Akdenizde gerçek oyunun ne olduğunu çok net gördü ona göre bir girişimde bulundu. Kıbrıs, 2003 yılında tek taraflı uluslararası hukuku göz ardı etti. Buna şu an ABD, AB ortak oluyor. Türkiye bir an önce Doğu Akdenizde Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmeli. Bunu yapmamız şart. Yunanistan ön alıp Meis Adasını göz önüne alarak bir ilanda bulunursa, bizi Antalya Körfezine sıkıştıracaktır. Türkler Barbar, işgalci olarak anılacak ve Yunanistana destek verilecektir. Onlar devreye girmeden Türkiye, deniz yetki alanını ilan etmelidir. Aksi takdirde Türk denizciliği çok büyük darbe alır çağrısı haklıydı.
Kumpasçılar gizli tanık safsatasıyla TSKya savaş açmışlardı!
Ergenekon Davasında tanıştık gizli tanıklarla. Savcıların Osmanımı, suç makinesi Osman Yıldırımı herkes hatırlayacaktır. Sincan Cezaevinden çıkarılıp tanık yapıldıktan sonra onca mahkûmiyetten beraat ettirilip salıverilmesi unutulamayacaktır. Tuncay Güney, Şemdin Sakıkrezillikleri hukuk tarihimizin yüzkarasıdır. Şimdi, Güneye yakalama kararı çıkarılmıştır. Bir deİlker Çınar, Tuncay Güneyin Zirve şubesi gibi kullanılmıştır. E. Tuğg. Ersöze attığı/attırılan iftirası nedeniyle açılan Özalı zehirleme davası 25 Kasımda beraatla sonuçlanmıştır. Görüntüde paralelciler üzerine gidildiği yazılıp konuşulmaktadır. Ancak, Zirve davası sanıkları Gizli Tanık Koruma Birimlerine henüz el atılmadığı anlaşılmaktadır.
Tatarın ölümü F tipinin suç dosyasına aktarılacaktı!
Deniz Yarbay Ali Tatarın ağabeyi Ahmet Tatar, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen Poyrazköy kumpası soruşturmasında ifadeye çağrılmıştı. Ahmet Tatar aynı zamanda kardeşinin ölümüyle ilgili eski emniyet müdürleri Yurt Atayün ve Ömer Köse hakkında da suç duyurusunda bulunacaktı. Deniz Yarbay Ali Tatar, Amirallere Suikast Davası nedeniyle 10 gün tutuklu kalmış serbest bırakıldıktan sonra hakkında yeniden yakalama kararı çıkınca başına tek el ateş ederek hayatına kıymıştı. Ali Tatarın ağabeyi Ahmet Tatar konuyla ilgili şikâyet dilekçesinde, Bugün ortaya çıkan gerçekler, kardeşimi bu sona getiren sürecin çok önceden kurgulanmış olduğunu ortaya koymaktadır diye yazmıştı. Tatar dilekçesinde şu taleplerini sıralamıştı:
Devlet içerisinde paralel bir yapı oluşturan ve Fetullah Gülen cemaati talimatları doğrultusunda AİHS, Anayasa ve yürürlükteki kanunlara aykırı olarak belgeler düzenlemek suretiyle kardeşim Ali Tatarın tutuklanmasına ve haksız tutuklamalar nedeniyle psikolojisinin bozularak ölümüne neden olan Emniyet Müdürü Yurt Atayün, Emniyet Müdürü Ömer Köse, Emniyet Müdürü Hüseyin Işıldak, Emniyet Amiri Halim Pehlivanlar, polis memurları Ferdi Uz, Lezgin Biter, soruşturma savcısı Süleyman Pehlivan; 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt, üye Ali Efendi Peksak, üye Murat Üründü, 11. Ağır Ceza Mahkemesi heyetini oluşturan Başkan Şeref Akçay ve üye Metin Özçelik, Bülent Akasmanın suç işlemek amacıyla kurulmuş örgütün üyesi olmak, örgüt faaliyetleri çerçevesinde görevlerini kötüye kullanmak, tehdit, şantaj, suç atmak, adil yargılamayı etkilemek ve kasten adam öldürmek suçlarını işledikleri hususunda kuvvetli emareler bulunduğundan haklarında soruşturma yapılmasını arz ve talep ederim.
AKP iktidarı, TSKnın PKKya karşı inisiyatif almasına niye karşıydı?
27 Kasım 2014 günü yapılan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) Sonbahar toplantısı ve toplantı sonrasında yapılan açıklama kafaları karıştırmıştı. Geçen yıllardan farklı olarak gündeme gelen konulardan biri teröristle mücadelede kolluk kuvvetlerinin desteklenmesi konusunda sorunlar ve TSKnın alınmasını istediği tedbirler ile ilgili hususlardı. Oysa, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinin iç güvenliğin sağlanmasında TSKya kolluk güçlerini destekleme görevi verdiği açıktı. Ancak bu desteğin yapılışı ve destekleme esnasında TSK birliklerinin statüsü konusunda yasal düzenlemeler yapılmamıştı. TSKnın kolluk kuvvetlerine yapacağı destek 5442 sayılı il idaresi kanununu 4 d maddesinde Valinin talebine bağlanmıştı. Ancak bu kanunda ne destekten önceki hazırlık durumu, koordinasyon ne de destek esnasındaki TSK birlik ve komutanlarının statüsü maalesef ortaya konulmamıştı. İktidarın, PKK ve diğer terör örgütlerine karşı mücadelede TSKnın inisiyatif almasını istemediği gibi bir kanaat oluşturmaktaydı.
Başbakanlık Yalanla demiş, Genelkurmay aldırmamıştı!
Başbakanlık koridorlarında yankılanan olaya göre, bir Hükümet yetkilisi Genelkurmaydaki muadilini arayarak: TSKnın çekinceleri haberlerini yalanlayın talebini aktarmış, ama TSK yetkilisi ise bunu takmamıştı. Başbakanlık yetkililerinin Bedelli askerlikle ilgili çekince haberlerini yalanlayın talebini Genelkurmay Başkanlığının reddettiği ortaya çıkmıştı. Bedelli askerlikle ilgili TSKnın çekincelerinin yansıdığı haberler Başbakanlık koridorlarını karıştırmıştı. Haberlerde, Başbakan Ahmet Davutoğlunun, 27 Kasımdaki YAŞ toplantısında gündemde olmadığı halde kendisine konuyla ilgili yöneltilen soruya Net bir şey yok diye yanıtlamıştı. Ancak aynı Davutoğlu, 5 gün sonra partisinin grup toplantısında uygulamayı müjde gibi açıklamıştı. YAŞ toplantısındaki diyaloğun ortaya çıkması ise hükümeti zor durumda bırakmıştı. Davutoğlu, Atinaya gitmeden önce kızgın bir şekilde Genelkurmay Başbakanlığa bağlıdır. Konu YAŞ gündeminde vardı diyerek çıkışmıştı. Ancak yapılan tüm araştırmalarda YAŞ gündeminde bedelli askerlik olmadığı ortaya çıkmış. İşte Başbakanlık koridorlarında konuşulan olay da bu fırtınanın koptuğu cuma günü yaşanmıştı.
Genelkurmay sansüre de uymamıştı!
PKK ile açılımı hızlandıran ve özerklik görüşmeleri yapan hükümetin, örgüt eylemlerinden değil, bu eylemlerin kamuoyuna yansımasından rahatsız olduğu ortaya çıkmıştı. AKPnin valiliklere, Genelkurmay Başkanlığına ve ilgili güvenlik birimlerine özellikle Bayrak yakma eylemlerini duyurmayın talimatı gönderdiği anlaşılmıştı. Ancak Genelkurmay konuyla ilgili açıklamalarını ve kuşkularını ilgili sitelerinde duyurmaktaydı. Hükümetten iyi bilgi alan ve açılım sürecini yakından takip eden kaynaklara göre son dönemlerde özellikle bayrak yakma, hendek kazma, Atatürk büstlerine saldırı gibi eylemlerin haberlerinin kamuoyunda tepkilere neden olması hükümeti kaygılandırmıştı. Hükümet, valilikler, Genelkurmay Başkanlığı ve ilgili güvenlik birimlerine Bu eylemleri kamuoyuna duyurmayın, karartma uygulayın talimatı yollamıştı. Kaynak valiliklerin bu talimata uyduğunu belirtirken, Genelkurmay Başkanlığının bu tür eylemleri açıklamaya devam ettiğini hatırlatmıştı.
TSKya göre: Paralı askerlik, halk-ordu birliğini bozardı!
Başbakan Ahmet Davutoğlunun, Mümkün olduğu kadar profesyonelce askerliği meslek olarak benimsemiş insan unsuruna ağırlık vermek lazım sözleri, AKP hükümetinin paralı-profesyonel askerlerden oluşacak bir ordu planını ortaya koymaktaydı. Oysa 2001 yılında Genelkurmay Başkanlığı profesyonel orduya çekince koyan bir rapor hazırlamıştı. TSKnın itirazlarına rağmen bedelli askerliği çıkaran hükümet, profesyonel-paralı ordu konusunda da aynı tutumu almıştı. Türk ordusunu tamamen NATOya ve siyasal iktidara daha bağımlı hale getirecek olan ve TSKnın milli ordu özelliğini yok edecek adımlara karşı çıkanları da AKP, Ordu günün ileri teknoloji ürünü silah, araç gereç ve sistemlerini kullanmasın mı? argümanıyla savuşturmaktaydı. Hükümet, NATOnun önerisiyle önce kısa vadede zorunlu askerlik yapanlar ile profesyonel askerlerden oluşacak karma bir sistem, ardından orta ve uzun vadede de sadece profesyonel askerlerden oluşacak bir ordu kurulmasından yanaydı. Buna karşın TSK ise; makineli tüfek nişancısı, tank nişancısı ve tank şoförü, hudut birlikleri gibi zor ve uzun eğitim süreçlerinden geçerek uzmanlaşılan kritik noktalarda görev yapacak askerlerin profesyonel olmasını, ancak ordunun bel kemiğini oluşturan avcı askerlerin halen mevcut olan uygulamadaki gibi kalmasını hayati önemde bulmaktaydı.
Oysa AKP kurmayları kırk gün önce, Fakir çocuklarının askere gitmesi, zengin çocuklarının ise bedel ödeyerek askere gitmemesi olmaz diye horozlanmışlardı. Kırk gün sonra, Bir müjdem var diye kürsülere çıkılacak ve bedelli askerliğin yolunun açıldığı duyurulmaktaydı! Türkiye kırk gün önce söylediklerini, kırk gün sonra adeta tekzip edercesine ortadan kaldıran bir tutarsızlıkla karşı karşıyaydı. Madem öyleyse bedelli askerlik talebi ile kamuoyunun karşısına çıkanlar yara kaşımakla niye suçlanmıştı? AKPnin açılımını Aklı Karışıklar Partisi olarak yapanları haklı çıkarmaya başlamıştı.
Nereye kadar, NATOya katlanılacaktı?
Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politikada başta ABDyle olmak üzere, Batı ile yaşanan sıkıntılar ve derin hayal kırıklıkları üzerine yeni denge arayışlarını gündeme getiren Türkiyenin başına PKK terör örgütünün musallat edilmesi oldukça manidardır. Muavenet zırhlısının yanlışlıkla vurulmasına kadar giden süreçte Türkiyenin Irak sınırında yaşananlar ortadadır. Türkiyeyi ayrılıkçı/bölücü terör üzerinden kulüpte kalma noktasında terbiye/ikna etmeye çalışan Batının ülkemizde gerekirse bir iç savaş çıkartabileceği 6-8 Ekim olayları ile ortaya çıkmıştır. Kobani gerekçesi ile Türkiyeyi istikrarsızlaştırmaya yönelik bu eylemlerin önümüzdeki süreçte tekrar gündeme gelmesi ise halen olasıdır. Özellikle de Putinin ziyaretinin hemen sonrasında Çeçenistanda patlatılan bombalar ve Gaziantep noktasında yapılan uyarılarla birlikte bu ihtimal daha da artmış durumdadır. Bu bağlamda ABDnin tüm ülkeleri Rusya ile iş bağlantısı yapmamaya çağırmaması ve yapılacak yeni kontratları takip edeceğini duyurması oldukça anlamlıdır. Umuma yapılan bu çağrı, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anlaatasözünü hatırlatmıştır?
Bu arada ABD kongresinin Iraktaki Mesut Barzani tarafından kurulan KDP ve Celal Talabani tarafından kurulan KYBnin terör listesinden çıkarılmasını öngören tasarıyı kabul etmesi Türkiyeye bir gözdağıdır. Başta KDP ve KYP olmak üzere bölge Kürtlüğü ile uzun bir süredir çok boyutlu bir işbirliği geliştiren ABDnin bu hamlesi canavarın diş göstermesi şeklinde okunmalıdır. Tam da bu noktada DTK Eş Genel Başkanı Hatip Diclenin yaptığı açıklama büyük bir önem taşımaktadır. Dicle süreçte gelinen aşamayı anlatırken, Öcalanın 1999 yılında Türkiyeye teslim edilmesinin altında yatan nedenin Türkiyede bir iç savaş çıkartmak olduğunu savunup şunları aktarmaktadır: Sayın Ecevit de demişti; Öcalanı bize niye teslim ettiler anlamıyorum diye. Anlamadan da vefat etti. Öcalanı Türkiyeye teslim edip, Türkiyede korkunç bir savaşı başlatmak için bu komployu kurdular. Sayın Öcalan doğru yolu gösterdi ve Türkiyeyi bu savaş ve korkunç kavganın içine düşmekten kurtardı. Aksi takdirde bugün sonuçlarının düşünülemeyecek durumda olduğu, belki de NATOnun müdahalesini gerektiren bir süreçle karşı karşıya kalınabilirdi. NATOnun 5inci maddesinin B şıkkı var; Eğer NATOya bağlı bir ülkede iç savaş çıkar ve o ülke bu iç savaşı bastıramazsa NATO müdahale eder diye. Bu madde 1952de konulmuş ve Türkiye de bunun altına imza atmış…
PKKlı Hatip Diclenin bu aba altından gösterdiği sopa: Ya Güneydoğuya özerklik tanıyın, ya da NATO müdahalesine hazırlanın! anlamındadır.
ABDnin 4-5 Eylülde İngilterede yapılan NATO toplantısından sonra Rusyaya, Çine ve Türkiyeye karşı soğuk savaşı başlatmış olduğu sırıtmaktadır. Bu NATO toplantısından önce soğuk savaşın ABDdeki iç fikri temelleri hazırlanmıştır. Bu konuda elimizdeki somut belge, ABD Barış Enstitüsü (US Intitute of Peace-USİP) tarafından hazırlatılan Gelecekte güçlü bir ABD savunmasını garantiye almak (Ensuring a Strong US Defense for the Future) başlıklı raporda yazılıdır. Raporu hazırlayanlar arasında, Hagelin yerine Pentagonun başına gelmesi düşünülen Michele Flournoy da vardır. USİP raporu geri çekilmeciliğine karşı, ABDnin müttefikleriyle birlikte bir cephe savaşının yanı sıra birden fazla küçük çarpışmayı yürütmesini esas almaktadır. Bu da NATOyu yeniden savaş düzenine sokmak anlamındadır. 4-5 Eylül toplantısından bu yana Avrupaya ABDden tank ve zırhlı araç sevkiyatı hızlanmıştır. 2015 yılı boyunca Avrupa çapında kesintisiz askeri tatbikatlar planlanmıştır.[4]
Bölgemizle ilgili NATOdan ‘geçici güç’ kararı çıkmıştır
IŞİDe karşı koalisyon adı altında toplanan NATO dışişleri bakanları, kriz ve tehdit halinde müttefiklere hızla konuşlandırılabilecek geçici güç kurulması konusunda uzlaşmıştır. Müttefiklerin başında da elbette Türkiye bulunmaktadır. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, İttifakın Galler zirvesinde kararlaştırdığı, 2016 yılında aktif hale gelecek öncü güç oluşturulana dek bu ihtiyacı karşılayacak geçici gücün 2015 başında Almanya, Hollanda ve Norveçin katkısıyla aktif hale geleceğini açıklamıştır. Dışişleri bakanları ayrıca İttifakın doğusunda gelecek yıl boyunca daimi NATO varlığı bulundurulmasını onaylamıştır. Özetle Türkiye ya NATOnun jandarması olacak veya saldırıya uğrayacaktır.
Sam Amca Gaziantepi kaşıyıp durmaktadır!
ABDnin Ankara Büyükelçiliği, aşırı uç grupların Gaziantepteki Suriye Geçici Hükümet binasına saldırı düzenleyebilecekleri yönünde istihbarat alındığını belirterek, vatandaşlarını bu bölgeden uzak durmaları konusunda uyarmıştır. ABD Büyükelçiliği, yaptığı açıklamada Gaziantepte Fevzi Çakmak Parkı ve Kalyon Kavşağı yakınındaki Suriye Geçici Hükümet binasına aşırı gruplar tarafından saldırı hazırlığı olduğu yönünde bilgi alındığını açıklamıştır. Vatandaşlarına çağrıda bulunan Büyükelçilik, ABD vatandaşlarını Suriye sınırına yakın bölgelerden uzak durmaları için uyarmıştır. ABD Ankara Büyükelçiliğinin, aşırı grupların Suriyeli muhaliflerin Gaziantepteki merkezine saldırı gerçekleştirebileceğine dair ihbar aldığını açıklaması Gaziantepli esnafı tedirgin edip kuşkulandırmıştır. ABDnin yaptığı açıklamadan sonra daha da tedirgin olduklarını belirten şehirdeki esnaf, Suriyeli geçici hükümet yetkililerinin kaldıkları binayı bekleyen polis sayısının daha da arttığını hatırlatmıştır. Acaba bütün bunlar Türkiyeyi karıştırmanın ön hazırlıkları mıdır?
NATO Güney sınırımıza 615 bin mayını döşeyip 10 bin insanımızı öldürdükten sonra, şimdi de İsraillilere söktürüp para kazandırmaktaydı!
Son 55 yıldır Güney sınırımızdaki NATOnun mayınlarıyla başımız sürekli beladaydı. Hatay-Kilis-Gaziantep-Şanlıurfa-Mardin-Şırnak illerini kapsayan 600 kilometrelik Suriye sınırı boyunca NATO İkmal ve Bakım Ajansı (NAMSA) tarafından döşenmiş 615 bin adet mayınları temizlemek için görünürde Milli Mayın Faaliyet Merkezi kurulmuş, ama gerçekte İsrail’e fırsat sağlanmıştı. Bakan İsmet Yılmaz ise şu anda toprağa döşeli 975 bin mayın olduğunu açıklamıştı. Bedelli askerlik tartışmalarının gölgesinde kalan 109 maddelik Tasarı TBMM Milli Savunma Komisyonunda itirazlar arasında kabul edilmişti. Başbakan Ahmet Davutoğlu imzasıyla TBMM Başkanlığına sunulan Milli Mayın Faaliyet Merkezi Kurulmasına İlişkin Kanun tasarısı Genel Kurula inmeye hazırdı.
Tasarı ile Bakanlar Kurulu kararıyla görevlendirilmesi halinde yurtdışında da olmak üzere Türkiye sınırları dâhilinde gerçekleştirilecek insani amaçlı mayın veya patlamamış mühimmat temizliğine yönelik Milli Mayın Merkezi kurulacaktı. Merkez, mayın veya patlamamış mühimmat tehdidini ortadan kaldırmak amacıyla, ilgili bakanlıklar, kurum ve kuruluşlar ile işbirliği yaparak, milli politika, strateji, öncelikler ve iş planlarını içeren milli mayın faaliyet planını oluşturacak ve Bakanlar Kurulunun onayına sunacaktı. Böylece ABD ve NATO, hem Türkiyenin güney komşularıyla dostluğunu mayınlamıştı, hem de çok kıymetli arazilerimizi 50 yıl boyunca tarıma kapatmıştı. Dahası, resmi olmayan verilere göre mayınlı arazilerde Türkiye-Suriye geçişi yapmak isteyen 10 bin kişinin hayatına kıyılmıştı. 20 bin kişi de sakat kalmıştı. İşte şimdi NATO ve Batı İttifakı, bu mayınları NAMSAnın gösterdiği şirketlere temizletin diyordu. Mayın temizleme işi ise bir hayli pahalıydı. Bu alanda da tekeli İsrailli şirketler ellerinde tutmaktaydı. Tabi söz konusu olan, Siyonizmin sözde Arz-ı Mevud sınırları içindeki Güneydoğumuz olunca, İsrailli firmaların iştahı daha da kabarmaktaydı.
Türkiye, 12 Mart 2003te imzaladığı Ottowa sözleşmesi gereği, sınırlarındaki anti-personel mayınları 10 yıl içinde temizlemek zorundaydı. Peki, bu mayınları kim ne zaman döşeyip ülkenin başına bela sarmıştı? Türkiye 1952 yılında NATOya üye olunca, üç yıl sonra Türkiyenin sınırlarını bizzat NATO mayınlamıştı. Mayınlar, Menderes hükümetinin kararıyla 1955-1959 yılları arasında NATO İkmal ve Bakım Ajansı NAMSA tarafından döşenmişti. Şimdi nasıl ki Batılı Müttefiklerimiz! Suriyeden, IŞİDden, Iraktan, PKKdan, İrandan gelecek tehditler var. Patriot yerleştirin. İncirliki kullandırın! diyorsa, o zaman da Menderes döneminde NATO, daha 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriyeden, güneyden gelecek bir saldırı hayali dayatarak, Suriye sınırını mayınlamıştı.
Alman komutan Korgeneral Naskrent ellerini kollarını sallayarak Kahraman şehrimizi teftiş buyurup Maraşımızın güven içinde olduğunu açıklama küstahlığında bulunmaktaydı Sen rahat uyu Ankara! Amerikan Büyükelçiliği de Gazi şehrimize yakın ilgi duymaktaydı Kahramanmaraş Almanların, Gaziantep Amerikalıların himayesine alınmıştı!..
Türkiyenin son dönemlerde kritik ziyaretçileri sıklaşmıştı. ABD Başkan Yardımcısı Bidenin ve ABD Dışişleri Bakanı Kerrynin yaptıkları ziyaretlerin ardından; K. Maraş ve G. Antep için yapılan açıklamalar kafaları karıştırmıştı. Maraştaki Patriot Birliğini ziyaret eden Alman Hava Kuvvetleri Komutan Yardımcısı Naskrent, Maraş halkı için tehlike yok derken, ABDnin Ankara Büyükelçiliğinden yapılan açıklamada ise Antepte aşırı uç grupların saldırı planladığına ilişkin duyumlar alındığı vurgulanmıştı. Türkiyenin sınırları içindeki şehirlere dair bu açıklamalar, Türkiyeyi kim yönetiyor? sorusunu gündeme taşımıştı. Sütçü İmamın şehri Kahramanmaraşlılar, artık daha rahat uyuyacaktı. NATOnun Patriotlarını Maraşa kurduran Türkiye, kendi şehrinin güvenliğini de Alman birliğine emanet bırakmıştı. Maraşın Patriot ziyaretçisi eksik olmazken, Patriot Birliğini bu sefer de Alman Hava Kuvvetleri Komutan Yardımcısı Korgeneral Dieter Naskrent Gazi Kışlasında konuşlu Alman Patriot Birliğinde incelemede bulunarak, Kahramanmaraştaki işbirliğinden çok memnun olduğunu ifade edip, Türk askerlerle uyum içerisinde çalışıyoruz buyurmuş ve Kahramanmaraş halkı için şu an tehlikenin olmadığını vurgulamıştı.
Taliban da IŞİD gibi bir ABD-İsrail planıydı.
Yaşları 9-18 arasında değişen çocukların Pakistanda bilinçli olarak bir intikam eyleminin parçası haline getirilmesi, Talibanın ruh halini ortaya koymaktaydı. Bu saldırı, bundan sonraki süreçte belki de görevi tamamlanan Talibanın sonunu hızlandıracak bir eylem olarak şimdiden tarihe geçmiş bulunmaktaydı ve tabi eğer Pakistan buna yönelik adımlar atarsa… Nasıl mı? Burada iki önemli husus vardı: Birincisi Yeni Afganistan süreciyle alakalıydı. Afganistan ile bağlayıcı anlaşmalar yapan ABD, şimdi tüm gücüyle Pakistana yüklenme imkânı yakalamış durumdaydı. Bu bağlamda öncelikle Pakistanın Afganistan üzerindeki etki arayışlarını sonlandırmak ve İslamabadı kendi çizgisine çekmek için Talibanı kullanmaktaydı.
Bu noktada ABD Başkanı Barack Obamanın verdiği ince mesaj oldukça anlamlıydı. Söz konusu saldırıyı iğrenç ve adice olarak nitelendiren Obama aynen şunları sıralamıştı: Bu adi saldırıda, öğrencileri ve öğretmenleri hedef alan teröristler, bir kez daha günahkâr ve ahlaksız olduklarını ispatlamışlardır. ABD olarak Pakistan halkının yanındayız, bölgede barış ve istikrarı sağlamaya çalışan Pakistan hükümetini terörizm ve aşırılıkla olan mücadelesini sürdürüp destek olacağız. Burada kilit mesaj son cümlede saklıydı!
İkinci husus ise, Çinin Pakistan dış politikasında ön plana çıkan önemi ve Pakistanın ŞİÖ üzerinden Batı kampından Doğu kampına sıçrama arzuları frenlenmiş olmaktaydı. İki ülkenin (Çin ve Pakistan) karşılıklı stratejik işbirliği-ortaklık anlaşmaları da açıkçası ABDyi telaşlandırmıştı. Çini hedefine koymuş olan ABDnin nükleer güce sahip tek İslam ülkesi Pakistanı göz göre göre kaybetmesi elbette imkânsızdı. Dolayısıyla bu saldırı sonrası ABD, İslamabad yönetimini terörle mücadele adı altında daha derin işbirliğine zorlayacaktı. Mesaj alınana kadar da bu eylemlerin devam edeceği aşikârdı. Dostu ve Müttefiki Türkiye’ye karşı PKKyı, Pakistana karşı Talibanı kışkırtan Amerikanın dostluğu başımıza belaydı.
[1] ishakbeyazay@hotmail.com / Milli Gazete / 30 Aralık 2014
[2] alogan@aydinlikgazete.com / Aydınlık Gazete / 23.12. 2014
[3] akozkan1942@gmail.com / Milli Gazete / 23.12.2014
http://www.millicozum.com/mc/nisan-2015/nato-koruyucu-kalkanimiz