Anasayfa » MİT TIRLARI VE FITTIRANLARI (Ya da) Demokrasi Uğruna FEDA OLSUN YURDUMUZ!

MİT TIRLARI VE FITTIRANLARI (Ya da) Demokrasi Uğruna FEDA OLSUN YURDUMUZ!

Yazar: yonetici
0 Yorum 80 Görüntüleyen

 

MİT TIRLARI VE FITTIRANLARI (Ya da) Demokrasi Uğruna FEDA OLSUN YURDUMUZ!

 

Abdurrahman Dilipak: “Kim nerede olursa olsun, ya iyilerden en iyiye, ya da mümkün olan en iyiye, en az kötüye oy vermelidir. Eğer ortada oynanan bir seçim oyunu varsa ve ona karşı çıkmak istiyorsanız, eğer o tercih, çoğunluk şeklinde kendini gösterebilecekse neden olmasın… En iyi ve ideal olanı seçme imkanım yoksa, o zaman daha kötü birinin seçilmesini önleme noktasında bir tercihte bulunurdum. Seçimde, oy kullanabileceğiniz siyasi veriler belli.. 20 parti var. Barajı aşacak partiler belli.. Aslında siz oyunuzu A partisine verirken, bundan kazanacak olan parti, B partisi olabilir.. Burada bilardo oyununa benzer bir durum söz konusu. Vurduğunuz toptan çok, onun vurduğu topu görmek gerek”[1] diyerek açıkça AKP’ye oy verilmesi gerektiğini vurguluyordu. Yani kendi itirafıyla (dış güçlerin ve Siyonist merkezlerin) bir projesi olan AKP için “bezeneklik” yapıyordu. Her ortamda ve her fırsatta istismar ettiği Kur’an’ın, Resulüllahın ve İslam ulemasının “oy vermek” konusundaki kurallarını ve müminlerin sorumluluklarını nedense hiç hatırlamıyordu.

Cumhurbaşkanı, cumhurun (halkın) oylarıyla ve anayasal görev ve yetkilerini kullanmak koşuluyla seçilip o makama taşınır. Ama 11 yıl koyu bir Erdoğan yalakalığı yapan, şimdi cemaat yazarı olarak muhalefet bayrağı açan şahsın dediği gibi; “Sn. Cumhurbaşkanına tanınanyetkiler arasında kimseyi küçük görme, kimseyi hizaya çekme, hiç kimseye “sen kim oluyorsun?” deme ve hakaret etme hakkı bulunmamaktadır. Yani Cumhurbaşkanı olsa da yine haddini, yani anayasayla sınırlanan hududunu bilip, ona göre davranacak, hukuki ve ahlaki sorumluluklarını kuşanacaktır. Türk milletinin birliğini ve Türk devletini temsil makamında (m.104); toplumu inançlarına göre farklılaştırmak, birini dindar diğerini ateist olarak ayırıp kayırmak, insanların mezheplerini ima ederek kutsal kitaplara bağlılığını sorgulamak, ülkede fitne ve fesat çıkarmaktır. Anayasa’nın 10. maddesinde emredildiği üzere şahsında temsil ettiğin devlet adına kimseyi “siyasî düşüncesi, felsefî inancı, din ve mezhebi”ne göre ayırıma tabi tutmak açık bir kışkırtıcılık ve karıştırıcılıktır. Dinî kuralları, kurumları ve kutsalları kafana göre yorumlayıp yeni din anlayışları oluşturamazsın. Dinî alanda en küçük bir yorumda, farklı yorumlar arasında tercihte bulunamazsın. Herhangi bir konuda şer’î hüküm, yani fetva uyduramazsın. Diyanet İşleri Başkanlığını, Papalık gibi bir “dinî liderlik” makamı sayamazsın. Geçmişte Şeyhülislâmlık makamı da böyle anlaşılmamış ve çalışmamıştı. Kaldı ki sen padişah veya halife değilsin, olamazsın. Papa ile Diyanet İşleri Başkanı arasında mukayeseler yaparak Müslümanların zihnini bulandıramazsın…”[2]

Fetullahçı Mümtaz’er Türköne gibileri, acaba: dünyanın fiziki olarak şekillenmesi; BOP çerçevesinde haritaların yeniden çizilmesi, kısaca İsrail’in topraklarını genişletmesi için altyapının tamamlanmasına AKP’nin taşeronluk yaptığını “İsrail’in yayılmacılığına karşı durabilecek, direnç gösterebilecek tüm İslam ülkeleri yöneticilerinin teker teker ortadan kaldırıldığını AKP’nin de maalesef bu noktada bu değişikliklerin meydana gelmesinde en büyük rolü oynadığını niye konuşmaz ve kınamazdı?

Türkiye’nin İslam âlemiyle Erbakan’ın tarihi projeleriyle ilgili olumlu tek bir adım atmadığını… İran’la da aramızın kasıtlı bozulmaya çalışıldığını, Irak’taki zulme destek çıkıldığını, Suriye’deki bu kargaşanın temelinde AKP’nin tavırlarının yattığını, Mısır’daki zulmü kışkırttığını, Libya’nın cehenneme çevrilmesine önayak olduklarını, şimdi de Yemen’de meydana gelen hadiselerde yine maalesef emperyalist güçlerle aynı cephede yer aldığını niye sorgulamazlardı?

Eski AKP milletvekili Mehmet Dülger, Demokrat Partili Bahadır Dülger’in oğluydu. Zaman Gazetesi’ne verdiği beyanatta, 27 Mayıs’ı, AKP’nin, siyasi hesaplarından dolayı sahiplenmesinden rahatsız olduğunu söylüyordu. Bin bir şaibeyle kirlenen insanların, tutup da Adnan Menderes’e sığınmalarını çok yanlış buluyordu.

Mehmet Dülger’e göre: “Aydın Menderes’e Demokrat Parti’nin başına geçmeden önce ‘Senin babanın ne kadar toprağı vardı’ denildiğinde, ‘40 bin dönüm’ cevabını veriyordu. ‘Yassıada’ya gittiğinde ise ne kadardı’ diye sorulduğunda ise, ‘3 bin’ diyordu. Yani Adnan Bey, böylece kendi malını satmış; siyasetin gerektirdiği harcamalarda kullanmış oluyordu. Bunun neresi Tayyip Erdoğan’a benziyordu?” derken bir gerçeği ya bilmiyordu, ya kasten saklıyordu. Çünkü Adnan Menderes, Atatürk’ün planladığı toprak reformunu kısmen uygulamak isteyen İsmet İnönü CHP’sinden, zaten bu arazilerin ellerinden alınması kuşkusuyla ayrılıyordu. Ancak Sn. Mehmet Dülger tarihi bir itirafta buluyor ve şunları söylüyordu: “Olsa olsa Demokrat Parti iktidarının son yıllarındaki bazı yanlış uygulamalar ve baskıcı davranışlar bugünkü (AKP’yi) andırabilirdi. Demokrat Parti, Tahkikat Komisyonu’nu kurmamalıydı. Muhalif düşünceye daha müsamahakâr davranmalıydı.”Acaba bu tespit ve tavsiyelerle, AKP’nin de DP’nin akıbetine doğru sürüklendiğini mi söylemeye çalışıyordu?

“Ülkemizdeki yargı kurumu suçu ve suçluları değil, bunları açığa çıkaran gazetecileri yargılıyor. Bu durum, mevcut mekanizmanın bir yargı kurumu olmaktan çıkıp, ağır suçları örten, suçluları koruyan hukuk dışı bir yapıya dönüştüğünü gösteriyor. Böylesi bir yapının yaptığı işlemler, hukukla ve yasayla açıklanamaz. O halde artık yürütme gücünün tasarruflarının hukuki denetiminden, yasadışına çıkanların soruşturulmasından söz etmenin bir anlamı da kalmıyor… Ülke ve yargısı bakımından zavallı ve sefil bir durumla karşı karşıyayız. Yasadışı iş ve işlemlerin meşru gösterilmeye çalışıldığı ara dönem de geride kaldı, çünkü artık mızrak çuvala sığmıyor. Devlet yetkileri kötüye kullanılarak işlenen suçların açık ve somut kanıtlarını herkes görüyor… Artık açık açık ‘ben yaptım oldu’ dönemi yaşanıyor… Siyasi iktidarın herhangi bir tasarrufuna karşı çıkan herkesin casus ya da düşman diye yaftalanarak hapse gönderilmesi mevsimine geçmiş bulunuyoruz… Durum, harfiyen budur ve iktidar sahiplerinin “Yeni Türkiye” adıyla topluma benimsetmek istedikleri duruma bir başka isim bulmak gerekirse “Alaturka faşizme geçiş dönemidir” en uygunu görünüyor” diyenler doğru söylüyordu; Ancak bu AKP’yi Milli Görüş’ten koparıp pohpohlayıp iktidara taşıyanların ve Erbakan’a yönelik 28 Şubat’ı hararetle alkışlayanların da bizzat kendileri oldukları ne çabuk unutuluyordu.

“Cumhuriyet Gazetesinin paralel örgütle bağlantısı daha doğrusu örgütün Cumhuriyet üzerindeki sahipliği iyice ortaya saçılmıştı. Örgütün TSK kanadı üzerinden Suriye’ye yardım götüren MİT TIR’larına çektiği operasyonun görüntülerini yayımlayan gazetenin doğrudan Pensilvanya’dan emir aldığından zerre şüphem kalmamıştı. (Paralel Yapının) Sırf kendilerine rahatsızlık veriyor diye kumpaslarla hücrelere tıktığı TSK mensuplarının ve solcu takımının elinden düşürmediği Cumhuriyet üzerinden onları da kafa kola alma çabası için böyle bir yolun tercih edilmiş olması zekice bir davranıştı. Gelelim şimdi örgütle gazetenin (Fetullahçı Cemaatle Cumhuriyet Gazetesinin) ilişkisinde kimin anahtar olabileceği sorusunun cevabını aramaya. İddia edilen o isimler ama benim emin olduğum tek bir isim var; O da Can Dündar’dır. Meğer Dündar’ın bir müneccimlik yanı da varmış. Öyle ki 17 Aralık darbesinden kısa bir süre önce (Türkiye’de) neler olacağının, siyasetin nasıl ve kimlerin rüzgârının etkisiyle yeni şekil alacağının işaretlerini sıralamıştı”[3] diyen Sabah Yazarı ve iktidar yalakası bayanlara sormak lazımdı: daha düne kadar 11 yıl boyunca Cemaat’le Hükümet ortaklığının bereketlerini yazıp alkışlayan ve Fetullah Hoca’nın yüksek keramet ve faziletlerini anlatan sizler değil miydiniz?

Hüseyin Gülerce’den Gülen-Erdoğan uzlaşmasının engellendiği iddiası!

Beyaz TV ekranlarında yayınlanan Türker Akıncı’nın sunduğu Ortak Akıl programında gündemi değerlendiren Gazeteci-Yazar Hüseyin Gülerce çok çarpıcı açıklamalar yapmıştı. Eski Zaman Yazarı Hüseyin Gülerce, “Cemaatten üç kişi Sayın Erdoğan ile sulh için görüşmeye kalkıştı, bunu öğrenen Fetullah Gülen bu görüşmeyi yaptırmadı ve o üç kişi hizmetten atıldı” iddiasını ortaya atmıştı.

“Benim dışımda hizmetin çok önemli iki ismi sulh için Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmeye çalıştı” diyen Gülerce, “Bu arkadaşlardan biri Sayın Erdoğan’ın evinde uzun bir görüşme yaptı. Hava çok güzel yumuşatıldı. Fakat bu arkadaş bu görüşmeyi Fetullah Gülen’den saklamıştı. Onun telefon dinlemelerinden bu görüşmenin farkına varılmıştı. ‘Sonra yanına ikinci arkadaşı alıp Sayın Erdoğan ile randevulaştı. Onunla görüşmeye katılacaktı, o arada Pensilvanya’dan talimat alındı Yanlarına bir arkadaş daha sokulacaktı, o da Zaman’da bir yıl kadar genel müdürlük yapmıştı. Bu üç kişinin Erdoğan ile görüşmeye gideceği telefon görüşmelerinden öğrenildiği için Pensilvanya’dan gelen talimatla, üçü de hizmetten atıldı.”

Şimdi Pensilvanya’nın talimatını, aslında CIA’nın talimatı olarak okumak lazımdı. Yoksa Fetullah Hoca’ya kalsa Erdoğan’la barışmaya dünden razıydı ve bunu birkaç defa açığa vurmuşlardı. Ancak Amerika (ve Siyonist odaklar) her iki tarafı da çarpıştırıp bunları kendi avucunda tutmak ve daha rahat ve rantabl kullanmak hesabındaydı.

Başbakan Ahmet Davutoğlu Ankara mitinginde ‘Devlet sırrını ifşa edenlerle iş birliği yapılmaz, bu bir casusluktur, ihanettir. Bu yardımlar, çekinmeden söylüyorum, Suriye Bayırbucak Türkmenlerine gidiyordu’ açıklamasını yapıyordu. Bu açıklamayla aslında suçu kabullendiğini, ancak hükümetin hedef şaşırttığını aklı ve vicdanı olan herkes anlıyordu. Çünkü bir devletin kolluk güçlerini birbiriyle çatışma noktasına getiren o gizli dümeni çevirenler suçluydu. Birbirine “paralel” iki devlet oluşturup birinin güçlerini diğerininkine silah çeker hale getirenler sorumluydu. Komşudaki kanlı dalaşa taraf olup silah gönderenler ve bu ülkeyi ve halkını, savaşın hedefi haline getirenler Meclis’e, halkına, medyaya, dünyaya yalan söyleyenler asıl sorundu!”. diyenler yeni mi uyanıyordu? Yaşar Nuri Öztürk gibi, tam bir Siyonist ağzıyla ve kin kusan gayzıyla hala “Dincilik saltanatı, mercümek talanları” diyerek Erbakan’a sataşma şeytanlığını kusanlar bu Erdoğan ve AKP iktidarını, Milli Görüş’ten koparıp parlatanların kendi Siyonist patronları olduğunu bilmiyor muydu? Aynı şaşkın ve sapkın adam, 14 Haziran 2015 akşamı Ulusal Kanalda:

“Türkiye’de halkın %99 buçuğunun güya Müslüman olduğu söylenir. Yahu, ne 99’u, hatta bunların, buçuğu bile Müslüman değildir! Ben bunların bulunduğu mabette Kur’an’ın emrettiği secdeyi yaparsam şerefsizim. “Hükmi domuzlarla” (Hükmen domuz sayılan %99 Müslüman halkla) aynı safta secdeye gitmekten iğrenirim” Şeklinde, haddini bin kere aşan ve iç dünyasını yansıtan hakaret ve hezeyanlar savuruyordu. Acaba Yaşar Nuri, hamdolsun %99’u Müslüman olan halkımızın şahs-ı manevi aynasında “Domuz” diye yoksa kendi fotoğrafını mı görüp saldırıyordu? Ve korkaklıklarından Din düşmanlıklarını gizlemeye çalışan bu kanal da, böylesi tipleri konuşturup kusturarak gerçek ayarlarını ve amaçlarını ortaya koyuyordu.

Kırşehir’de “Başıbozuk Çeteleri” Eğit-Donat (Ortadoğu’yu kana bulat) hazırlığı başlamıştı.

Sözde Suriyeli muhaliflerin eğitimini amaçlayan Eğit-Donat projesi Kırşehir’de sessiz sedasız başlamıştı. Proje kapsamında Türkiye’de yaklaşık 2 bin muhalif eğitilecek ve donatılacaktı. Böylece AKP iktidarı Müslümanı Müslümana kırdırtacak ABD tezgâhına taşeronluk yapmaktaydı. Türkiye ile ABD arasında, mutabakat muhtırasıyla imzalanan Eğit-Donat projesi resmen başlatılmıştı. İki ülke arasında, eğitilecek muhaliflerin seçimi ve öncelikli olarak kime karşı savaşacakları konusunda yaşanan kriz, “Suriyeli Türkmen” formülü ile şimdilik aşılmıştı. Suriye’deki Beşar Esad karşıtı silahlı grupların eğitilip donatılarak IŞİD’e karşı savaşmasını öngören Eğit-Donat, elemanlarının muhaliflerin haklarında hazırlanmış olan istihbarat raporları doğrultusunda Türkiye-Suriye sınırında mülakat yöntemiyle seçilmesi karara bağlanmıştı. Eğitilip donatılacak Suriyeliler öncelikli olarak İskenderun’da kurulan bir kampta toplanmıştı. Ardından da Kırşehir Hirfanlı’daki Jandarma Eğitim Birliği’ne taşınmıştı. Muhaliflere verilecek silahlar da İncirlik üzerinden Türkiye’ye yollanmıştı. Türkiye’de 2015 yılı içerisinde yaklaşık 2 bin muhalifin eğitilmesi planlanmıştı.

İsrail’in Nusra ve ÖSO’yla ilişkisi AKP Türkiye’si üzerinden yürütülüyordu! Suud ile AKP’ye 3. ortak İsrail oluyordu!

İsrailli Gazeteci Arad Nir, ülkesinin Suriye’de savaşan terör gruplarıyla Türkiye üzerinden ilişki kurduğunu açıklıyordu. İsrail’in Esad’a karşı savaşan güçlere engel çıkarmama yönünde onlarla bir anlaşması olduğunu yazan Nir, “Bu süreçte Türkiye ve İsrail arasındaki iletişim kanallarının aktif olduğunu” söylüyordu. İsrail’in en büyük haber kuruluşu Kanal 2’nin Dış Haberler Müdürü ve Uluslararası İlişkiler Yorumcusu İsrailli Gazeteci Arad Nir, 18 Mayıs’ta Al Monitor’da yayımlanan yazısında İsrailli bir güvenlik yetkilisinin Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili anlatımlarını gündeme taşıyordu.

Seyfullah Sami Filiz’in çevirisiyle “Yakındoğuhaber” sitesinde yayımlanan yazıda, İsrailli güvenlik yetkilisi, İsrail’in Suriye’de savaşan terör gruplarıyla Türkiye üzerinden ilişki kurduğunu açıklıyordu. Nir yazısında şu ifadelere yer veriyordu: “İsrailli güvenlik görevlisi bize: Nusra Cephesi ve Özgür Suriye Ordusu tarafından İsrail’e karşı hiçbir saldırı girişiminin olmadığını; buna karşın İsrail’in de Esad’a karşı savaşlarında onlara bir engel çıkarmadığını aralarında bu yönde bir anlaşma olduğunu aktardı. Güvenlik görevlisi, İsrail ordusu ile Golan Tepeleri’nde Esad’a karşı savaşan güçler arasında ‘anlaşma yapacak’ seviyede bir iletişimin nasıl kurulduğuna dair detay bir açıklamada bulunmaktan kaçınsa da bu süreçte Türkiye ve İsrail arasındaki iletişim kanallarının aktif rol oynadığı iddiasını doğruladı.”

Nir, AKP-Suudi yakınlaşmasıyla oluşan cephenin Suriye’de Beşar Esad yönetimine karşı atağa geçtiğini ve bu cepheyle İsrail’in Beşar Esad’ın devrilmesi konusunda ortak tutum içinde olduğunu hatırlatmıştı. Aynı zamanda İsrail’in Beşar Esad yönetimine karşı savaşan ÖSO ve Nusra gibi gruplarla Türkiye üzerinden kurulan ilişkilerin aktif rol oynadığını vurgulamıştı. “İsrail ve Türkiye’nin stratejik çıkarları her zamankinden çok daha fazla ortaklık ve paralellik teşkil ediyor” diye yazan Nir, İsrail ile Türkiye’nin ABD-İran nükleer anlaşması konusunda da kendi cephelerinden benzer kaygılar içinde olduğunu hatırlatmıştı. Nir, buna kanıt olarak Bülent Arınç’ın İsrail Kanal 2’ye verdiği röportajda, “Türkiye’nin İran’dan beklentisinin İran’ın sahip olduğu nükleer kapasiteyi askeri amaçlarla kullanmayacağına dair garanti sunması” yönündeki sözlerini anımsatmıştı.

IŞİD’in önü bilerek açılmış, ABD ve AKP ortak tavır almıştı!

ABD askeri istihbaratının, 2012 yılında IŞİD’e yönelik bir rapor hazırladığı ortaya çıkmıştı. Raporda, örgütün kısa süre içinde büyüyerek halifelik ilan edeceği öngörüsü de yer almıştı. Rapor, Türkiye ile de paylaşılırken Obama yönetiminin, IŞİD’in önünü bilerek açtığını ortaya koymaktaydı. Söz konusu rapor, Ankara ile Washington arasında terörle mücadele işbirliği kapsamında yapılan istihbarat değerlendirme toplantısında da gündeme taşınmıştı. ABD yönetiminin, 2012 yılından IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği 2014 yılı Haziran ayına kadar önemli bir tavır sergilemediği anlaşılmıştı. ABD’nin Musul’a sadece 95 kilometre uzaklıktaki Erbil’de Başkonsolosluğu’nun bulunuyor olmasına karşın, IŞİD tehdidine yönelik bu durumu uluslararası kamuoyunun dikkatine taşımamış olması hayret uyandırmıştı. Washington yönetimi IŞİD’i görmezden gelme eğiliminde olduğu için, AKP’nin tutumu Obama’nın yaklaşımı ile uyuşmaktaydı. Böylece IŞİD’in bir yıl içinde hızla büyümesinin önü açılmıştı. Öte yandan, bir başka rapor, ABD istihbaratının Bingazi’den Suriye’ye giden silahlardan tamamen haberdar olduğunu kanıtlamaktaydı. 5 Ekim 2012 tarihli raporda, silah yüklü gemilerin Bingazi’den Banyas ve Burc İslam limanlarına götürüldüğü belirtilirken gemilerdeki yükün ayrıntılı bir dokümantasyonu da raporda yer almıştı.

AKP’nin Yenikapı’daki Fetih mitinginde özel kiralanıp ayarlandığı sırıtan bir vatandaş “Davutoğlu’na başkanlığın Hz. Muhammed tarafından verildiğini”iddia edecek kadar şapşallaşmış ve şuursuz kalabalıklarca alkışlanmıştı.

AKP İstanbul Yenikapı’daki mitingde mikrofonu kapan (daha doğrusu hazırlanan senaryoda figüranlık yapan) bir şahıs ettiği ‘dua’ esnasında sarf ettiği itiraf kılıflı iftiralar tartışmaya yol açmıştı. Güya Kâbe’de ders yaparken Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın, manen kendisine göründüğünü ileri süren kişi, söylediklerine âmin diyen kalabalığa, “Davutoğlu’na başbakanlığın Hz. Muhammed tarafından verildiği” safsatasını aktarıp tam bir sahtekârlık yapmıştı. AKP’ye oy vermeyenlerin, CHP ve HDP seçmenlerinin imanından şüphe ettiklerini vurgulayarak “AKP’ye oy vermeyenlerin ahiretteki hesabı çok ağır olacaktır” diyen şahıs, Saadet ve MHP’ye ise doğru yolu bulmaları çağrısı yapmıştı. Şimdi bu şarlatanlara ve onu alkışlayanlara sormak lazımdı:

Hâşâ, Hz. Peygamber Aleyhisselam, iman kardeşliğinden ve İslam ülkeleri birliğinden vazgeçip Haçlı Avrupa Birliği safına mı geçmişti ki, Ahmet Davutoğlu’nu Başbakan, Recep Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı atamıştı? Hz. Peygamber Efendimizin, zina serbestliğini ve eşcinsellik rezilliğini suç olmaktan çıkaran AKP’yi desteklediğini söylemek ne çirkin bir iftiraydı. “Bakara-makara” diyerek Kur’an’la küstahça dalga geçen E. AB Bakanı Egemen Bağış şimdi Cumhurbaşkanlığı danışmanı yapan Sn. Recep T. Erdoğan’ı aklamaya bu tür safsatalar yeterli olacak mıydı?

Acaba, TIR’lardaki cephane nereden geliyordu ve kime gidiyordu?

MİT TIR’larındaki silahlar nereye gidiyordu? Önce TIR’larla Türkmenlere insani yardım gönderildiği iddia ediliyor, ama Suriye Türkmen Meclisi başkan yardımcısı bunu yalanlıyordu. Daha sonra Ahmet Şık’ın eriştiği bir dava dosyasında, aralarında konuşan Bayır Bucak Tugay Komutanı ile bazı Türkmen dernek yetkililerinin, TIR’ların kendilerine gelmediğini söylediği ortaya çıkıyordu. Dosyadaki Türkmenler, TIR’ların Ansar el İslam örgütüne gittiğini söylüyordu. Cumhuriyet’te yayımlanan haberde Adana’da durdurulan TIR’ların içinde bolca askeri malzeme olduğu görüntüleriyle ortaya konmuştu. Habere göre, bazı sandıkların üzerinde Tripoli yaniTrablus yazıyor ve cephaneler Rus malı oluyordu. Bu durumda MİT TIR’larındaki silahların nereye gittiği kadar nereden geldikleri sorusu da önem kazanıyordu. Sandıkların üzerinde Tripoli yazdığına ve malzemeler Rus malı olduğuna göre, akla haliyle Libya geliyordu. Kaddafi rejimi çökeli beri Libya’nın Batı güdümlü, ama İslamcı görünümlü terörist yapılar için bir cephane ve insan kaynağı olduğu biliniyordu.

2012 Eylülü’nde The Times’da, bir Libya gemisinin 400 ton ağırlığında, içinde omuzdan atılan Rus SA-7 füzelerinin de bulunduğu cephaneyi bir Türk limanına getirdiğini iddia eden bir haber çıkıyordu. Kasım 2011’de The Telegraph’ta çıkan bir başka haber ise Abdülhakim Belhadj’ın İstanbul ve Suriye sınırında Özgür Suriye Ordusu yetkilileriyle cephane tedarik etmek üzere görüştüğü ileri sürülüyordu. Abdülhakim Belhadj, Taliban’a katılmış, El Kaide’yle bağlantılı bir CIA elemanıydı ve “Arap Baharı”na öncülük yapmıştı. O geminin geldiği ve Türkiye’de temaslarda bulunduğu sırada Trablus Askeri Konseyi’nin başkanıydı. 2012’de Bussinesinsider sitesinde yer alan bir analizde Abdülhakim Belhadj ile temas kurmak üzere ABD büyükelçisi Chris Stevens’ın görevlendirildiği yazıyordu. Chris Stevens daha sonra 2012’nin Eylül ayında Bingazi’de öldürülüyordu. Foxnews’a konuşan bir kaynak, Stevens’ın Bingazi’ye gitme sebebinin cephanenin yanlış ellere geçmesinin engellenmesi olduğunu açıklıyor; Bussinesinsider’da yer alan bir haber ise Stevens’ın son görüşmesinin bir Türk diplomatla olduğunu aktarıyordu.”[4]

Velhasıl, iktidarın elebaşları dâhil, hiç kimse kimin safında yer aldığını ve kimin adına savaştığını bile bilmiyordu; küresel şebekenin figüran şebekleri gibi davranmaktan kurtulamıyordu.

• Hatırlayınız, Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Mayıs’ta Almanya gezisinden dönerken uçakta gazetecilere “Hiç kimse kalkıp ‘MİT, El Kaide’ye silah gönderdi’ diye iftira atarak, istihbarat teşkilatımızı zan altında bırakamaz. Eğer haysiyetleri varsa, ispatla mükelleftirler”buyurmuşlardı ve Türkmenlere “insani yardım” yollandığını savunmuşlardı.[5] Buna rağmen MİT’in silah yolladığı görüntülerle kanıtlanınca neden, dava açılması için talimatı vermeye kalkışmıştı?

• Bu haberin çıktığı 29 Mayıs günü, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kayseri’de Fransız Haber Ajansı’na “Yardım, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye halkı içindi”[6] açıklamasını yapmıştı. Ama ertesi gün Ankara’daki mitingde, “O yardımlar Suriye Bayırbucak Türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltmeye kalkışmıştı.[7] Peki arada ne oldu da Başbakan fikir değiştirmek zorunda kalmıştı?

• Davutoğlu’nun genel başkan yardımcısı ve AKP Siirt Milletvekili Yasin Aktay, 18 Mayıs günü Siirt’te “O silahlar Özgür Suriye Ordusu’na gidiyordu”[8] itirafında bulunmuşlardı. Peki yalan mı konuşmuşlardı?

• Silahlar Türkmenlere gidiyordu ise neden Tırlar Türkmenlere yakın bir sınır kapısı yerine o dönem Nusra Cephesi’nin kontrolündeki Reyhanlı kapısından çıkış yapmıştı?

• Devlet yetkililerinin kendi halkına, Meclis’e, devlet kurumlarına ve bütün dünyaya yalan söylemesinin altında hangi korku ve kuşkular yatmaktaydı?

• Bu Tırlar ve silahlar kime giderse gitsin, yapılan işlem ulusal ve uluslararası hukuka göre bir suçsa, bu suçu işleyenler mi, deşifre edenler mi sorgulanmalıydı?

• O görüntüler doğru olmadığı için mi sansüre uğramıştı, yoksa doğru olduğu için mi (toplumdan saklanıp) yasaklanmıştı? soruları haksız mıydı ve neden hala yanıtlanmamıştı?

• CIA’nın teşvikiyle; Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını ama Başbakanın ve MİT Başkanının kendi adamlarından birinin yapılmasını teklif edecek kadar şımaran Fetullah Hocanın ayarını..

• Geçen sene Selahattin Demirtaş’ı Washington’a davet ettirip ardından Kanada’ya geçirterek meşhur Siyonist stratejist GRAHAM FULLER ile görüştürüp talimat aldıran Cemaatin aracılık uşaklığını.

• Pensilvanya’ya sokulan ve yabancı istihbaratla çalışan bir TÜRK ajanın “Fetullah Hoca dâhil buradakilerin tamamı “Beyinleri yıkanıp kafaları kiralanmış kukla-robot gibi kullanılan zırdeli takımıdır” itiraf ve ifşaatını bilip yazanlar[9] niye acaba 11 yıl boyunca avutulup aldatılan Sn. Recep T. Erdoğan’ı hiç uyarmamışlardı?

Yıllarca Erdoğan ve AKP iktidarına övgüler yağdıran, ama bugün kalkıp “Türkiye’nin tek problemi Recep Tayyip Erdoğan’dır. Ondan kurtulmanın yegâne şansı ise Selahatttin Demirtaş’tır” diyen Mason Cemal Paşa’nın torunları mı, CIA güdümlü Cemaat’in kiralık yazarlarıydı, yoksa Cemaat mi bunların fitne ve fesatçılık aracıydı?

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan’ın “örgütün artık korucuları hedef almayacağını” açıklaması seçim vaadi olarak değerlendiriliyordu.

Hürriyet gazetesi yazarı ve bir zamanlar koyu Erdoğan yalakası Akif Beki, 2015 genel seçimlerine sayılı günler kala PKK’nın koruculara karşı silah kullanmayacağını açıklamasını seçim vaadi olarak yorumlamıştı. Sterk TV’ye konuşan Murat Karayılan’ın korucularla ilgili açıklaması yankı uyandırıyor, PKK’nın HDP’ye oy toplamak için bu çıkışı yaptığı konuşuluyordu.

67 bin korucu bulunuyordu

PKK ile mücadelede güvenlik güçlerinin yanında yer alan ve çoğunlukla bulundukları köyleri korumakla görevli olan yaklaşık 67 bin geçici ve gönüllü köy korucusu bulunuyordu. Köy Korucuları ve Şehit Aileleri Konfederasyonu Başkanı Ziya Sözen, 30 yılı aşkın süredir devam eden çatışmalarda şimdiye kadar 1660 köy korucusunun şehit olduğunu söylüyordu. Aileleri ve akrabalarıyla birlikte korucular hatırı sayılır bir orana ulaşıyordu.

PKK eşkıyası Karayılan: “Biz artık korucuları hedef almıyoruz… Bu durumu değiştiriyoruz. Korucu, düşmanın silahını kaldırdığı için eleştirilmelidir. Ancak korucuyu fiziki olarak tasfiye etmek doğru değildir. Koruculara karşı silah kullanmayacağız” diyerek, aslında “korucular bizdendir, gözetilmelidir; ama asker ve polis öldürülmelidir” mesajını veriyordu.

HÜDA-PAR Amerika’yı suçlarken ağzından baklayı çıkarıyordu!

Şırnak’ın Kozluca köyünde HDP’liler ile HÜDA-PAR’lılar arasında çıkan kavga sonucu maalesef iki kişi ölüyordu. HDP’liler tarafından ateş açıldığı ve iki kişinin yaşamına kıyıldığı olayla ilgili açıklama yapan HÜDA-PAR Genel Başkanı Hüseyin Yılmaz, en ufak olayla eli silaha gidenlerden topluma bir fayda gelmeyeceğini belirterek ABD Adana Başkonsolosu’nun Diyarbakır’a geldiğini ve bu adam ne zaman bölgeye gelse Kürt kanının döküldüğünü söylüyordu. Partisinin Diyarbakır’daki İl Başkanlığında basın açıklaması yapan HÜDA-PAR lideri Yılmaz, “HDP/PKK cenahının 6-8 Ekim’de düzenlediği saldırılarda 9 üyelerinin öldürüldüğünü” hatırlatarak şöyle konuşuyordu:

“Tarihsel süreç içerisinde insan ve toplum yaşamında belli bazı kırılma noktaları vardır. O kırılma noktalarına dikkat etmek lazımdır. Sabırları zorlamamak lazımdır. Bizim bu kaçıncı ‘Son olsun’ deyişimiz. Onların da bu kaçıncı ‘bir daha olmayacak deyişleri’. En küçük bir olayda eli silaha uzanan (PKK’lı) insanlardan bu topluma bir hayır gelmez. Kürtlerin barış ve huzuru için bu anlayış bir fayda sağlamayacaktır” sözleriyle aslında HÜDA-PAR’ın da PKK’nın da yularının Amerika’nın elinde olduğunu dolaylı itiraf ediyordu.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin merhum Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in oğlu, AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Kutalmış Türkeş’in, AKP’den istifa etmesi, büyük bir depremin öncü sarsıntısı olarak değerlendiriliyordu!

Ahmet Kutalmış Türkeş istifasını açıklarken “Seçim beyannamesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasası’ndan “Türk” adının çıkarılacağı, ‘Başkanlık Sistemi’ adı altında 92 yıllık devletimizin bölünerek, ‘federasyon ve özerk’ alanlara dönüştürüleceği tuzağını fark ettiğim için ayrılıyorum” diyordu.

Abdullah Gül Fetih Kutlamalarına niye katılmıyordu?

Bir soru üzerine İstanbul’da yapılacak fetih kutlamalarına katılmaması konusunu değerlendiren Gül’ün: “Cumhurbaşkanlığımdan ayrıldığımdan sonra vakıflar ile çalışmalarımı paylaşacağım. Aktif siyasette yer almayacağım için mitinge katılamayacağım. Bunu başka yere çekmenin anlamı yok. Tecrübelerimi, bilgilerimi yeri geldiğinde arkadaşlarımla paylaşıyorum” demesi de AKP’de beklenen sarsıntıların ön hazırlığı olarak yorumlanıyordu.

Bütün bu yüksek olasılıkları gören ve panikleyen iktidar medyası, toplu halde, ölümü gösterip sıtmaya razı eder gibi, “koalisyon tehlikesi” ile korkutup Erdoğan’a boyun eğme seçeneğini dayatmaya çalışıyordu. Halkın nezdinde hangisinin daha tehlikeli görüldüğü konusunda çok fena yanılıyor, toplum da yanıltılmaya ve yamultulmaya uğraşılıyordu.

Türkiye nereye kaydırılıyordu?

İktidar bu derin korku ve kuşkularla en yüksek yargı kurumlarını ele geçirmeye ve pervasız bir din istismarıyla halkı yanına çekmeye yelteniyordu. Böylece AKP iktidarının devamı çok daha karanlık ve karmaşık tehlikeli bir geleceğe gebe bulunuyordu.

AYM dini nikâh kıyan din görevlisine öngörülen hapis cezasını kaldırıyor, böylece resmi nikâh yerine dini nikâh iyice yaygın ve geçerli hale getiriliyor ve Türkiye çok yönlü bir kaosa doğru sürükleniyordu.


[1] Abdurrahman Dilipak, Yeni Akit, 30.05.2015

[2] 29.05.2015, Zaman

[3] http://www.sabah.com.tr/yazarlar/yukselir/2015/05/31/pensilvanyanin-altin-cocugu-can-dundar

[4] Bak: Özgür Mumcu, Cumhuriyet

[5] Bak: http://www.yenisafak.com. tr/gundem/o-gorusmedenimvardi- 2140531

[6] Bak: http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/29154186.asp

[7] Bak: http://www.milliyet.com. tr/davutoglu-o-yardimlarbayirbucak/ siyaset/detay/ 2066874/default.htm

[8] Bak: http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/29036154.asp

[9] 02 Haziran 2015, Ergün Diler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/temmuz-2015/mit-tirlari-ve-fittiran

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi