MEZHEP TAASSUBU VE MEDENİYET UMUDU
İslam coğrafyasındaki SÜNNİ ve Şİİ ayrımını tarih boyunca sürekli kaşıyan ve birbirine kışkırtıp kırdırarak, her iki tarafı da kendine mahkûm ve mecbur bırakan şeytani odaklar bugün aynı tezgâhı farklı metotlarla yine ortaya koymaktadır. İşte Yemende Şii Husileri silahlandırıp isyana kalkıştıran da, arkasından güya Sünni cephesi diye Suudi (Amerika!) öncülüğünde Yemeni kurtarma orduları hazırlayan da aynı Siyonist ve emperyalist mihraklar olduğunu anlamayanlar, bunlara alet olmaktan kurtulamayacaktır. Türkiyedeki gafil AKP iktidarı sözde Sünni Bloğunda yer almakla övünüp halkı avuta dursun, maalesef İranın da Şii mazlumlara yardımcı olmak ve ABD emperyalizmine karşı durmak kılıfı altında aynı Siyonist senaryoda bilerek-bilmeyerek rol aldıklarını hatırlatmak zamanıdır. IŞİD vahşetine Sünnilik, İranın girişimlerine Şiilik yaftası vuranları artık iyi tanımalıdır. Rahmetli Erbakan Hocamızın, tarihi D-8 oluşumuna, en başta İranı katması, yüzyıllardır boğuşturulan Şii-Sünni Müslümanları kutlu amaçlar ve ittifaklar altında buluşturması örnek alınmadan hiçbir hayırlı sonuca ulaşılamayacaktır. Başbakan baş danışmanı Ermeni Yazar Etyen Mahcupyan: Türkiye IŞİDe komşu olmaktansa, Kürdistanla komşu olmayı tercih etmektedir sözleri IŞİD ve HUSİleri kışkırtanların asıl Kürdistanı kurmak ve Türkiyeyi parçalamak hesabında olduklarının itirafıdır.
Bugün Yemende iç ve dış mihrakların petrol kavgasına ve stratejik alan kapmasına Mezhep Çatışması kılıfı sarılmıştır.
Mezhep çatışmasının yaşandığı Yemende İranın desteklediği Şii Husiler, Sünnilerin oluşturduğu hükümetle çatışırken, Suudi Arabistanın liderliğindeki 10 Arap ülkesi hava operasyonu başlatmıştır. Bir Müslüman ülkenin daha karışmasını fırsat bilen ABD ve Avrupadan çatışmaları körüklemek için lojistik ve istihbarat desteği yağmaktadır. Bu bağlamda Suudi Arabistan cephesine 10 ülke katılmış, Mısır, Sudan ve Pakistan kara operasyonuna destek vereceklerini açıklamıştır. İranın, Yemene askeri operasyonun derhal durdurulması çağrısı haklıdır, ama kışkırtıcı tavırdan da sakınılmalıdır.
Suudi Arabistan ile İranın Yemendeki esas kavgasının sebebi Babul Mendeb Boğazı üzerinden Amerikanın çıkarlarıdır. İranın boğaz üzerindeki emelleri Husi ilerleyişi ile sonuca ulaşmak üzereyken gelen müdahale, Babul Mendebi tekrar gündeme taşımıştır. Kızıldenizi Aden Körfezine bağlayan Babul Mendeb, aynı zamanda Afrika ile Arap Yarımadasını da birbirinden ayıran stratejik konumdadır. Kuzeydoğu kıyısında Yemen, güneybatı kıyısında ise Somali ve Cibutinin yer aldığı boğazdan bir yıl içerisinde dünya genelinde gemi ile taşınan petrolün yüzde 28i geçiş yapmaktadır. Ayrıca boğaz, Afrika Boynuzu ülkeleriyle birlikte Mısır ve Sudan gibi ülkelerin de üzerinde güç oluşturmak noktasında da kritik bir yerde bulunmaktadır.
Petrol Savaşı Yemeni Yakacaktır!
Arap Yarımadasının en fakir ülkesi Yemende şiddet giderek artmıştır. Mezhep çatışmasının yaşandığı Yemende Şii Husiler, Sünnilerin oluşturduğu hükümetle çatışmaktadır. Yemen El Kaidesi ise hem orduyla hem de Şii gruplara saldırmaktadır. Yemendeki son aktör de IŞİD militanlarıdır. Yemeni şiddet girdabına sürükleyen ABD ve İsrailin tahrikiyle bu ülkede güç çatışmasına giren Suudi Arabistan ve Ona karşı Şii Husilere sahip çıkan İran tarihi sorumluluk altındadır. BMnin verilerine göre, Yemende her iki kişiden biri açlık sınırında yaşamaktadır. Yaklaşık 10 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bugünlerde Yemende eksikliği çekilmeyen tek şey ise maalesef silahlardır. Araştırma kuruluşu Small Armys Surveyin raporuna göre, Yemende her yetişkin erkekte en az bir tane ateşli silah bulunmaktadır. Yemendeki açlığa, ayrımcılığa çare bulmaya çalışmayan Suudi (Amerika) ve İranın mezhep çatışmalarını kızıştırması kimin işine yarayacaktır?
Nasrullah Allahın yardımı ve maneviyat orduları (cündullah)
Yakın tarihimizde Çanakkalede, Milli Mücadelede ve Erbakanın özel gayret ve cesaretiyle başlatılıp başarılan şanlı 1974 Kıbrıs Zaferinde, nurani ve ruhani varlıkların Şanlı Ordumuza destek verdiklerine, hem bizim asker ve subaylarımız, hem de düşmanlarımız bizzat şahit olmuş ve bunları hatıralarında yazmışlardı. Yani biz Millet ve asker olarak elbette gerekli ve yeterli tedbirleri aldıktan ve Yüce yaratıcıya sığındıktan sonra, hiçbir süper güç bizimle başa çıkamazdı!
Türklerin yüzde 73ü ülkesi için her an savaşmaya hazırdı!
63 ülkede bir araştırma yapılmıştı. Katılımcılara, Ülkeniz için Savaşır mısınız diye sormuşlardı. Diğer ülkelerde Savaşırım diyenler ortalama yüzde 56 iken, Türkiyede ankete katılanlardan yüzde 73ü savaşırım çıkmıştı. Hayır, bu ülke için savaşmam ve orduya katılmam! diyen yüzde 27lik kansız kesimin çoğu herhalde BDP ve AKP taraftarıydı! Araştırma kuruluşu BAREM global ortağı WIN/GIA, Birinci Dünya Savaşının 100. yıldönümünde yaptıkları bir araştırma sonucunu yayımlamıştı. Türkiye halkası BAREM tarafından yapılan araştırmaya göre, ülkeleri bir savaşa girerse savaşmaya gönüllü olanların oranı diğer 62 ülkede ortalama %56 iken Türkiyeden katılımcıların yüzde 73ü Ülkem için Savaşırım demesi onları şaşırtmıştı. Dünya genelinde 63 ülkede yapılan anket sonuçlarına göre katılımcıların ABDde yüzde 44ü, İngilterede yüzde 27si Fransada yüzde 29u ve Almanyada yüzde 18i ülkeleri için mücadele edebileceğini vurgulamıştı. Yaygın olarak tarafsız kalmayı seçen İsviçre halkı ise yüzde 39da kalmıştı. İkinci Dünya savaşından sonra uzun yıllar askeri faaliyetleri sınırlanan Japonyada ise bu oran yalnızca yüzde 11de kalmıştı. Ülkesi için savaşmaya en az istekli olan ülke ise yüzde 68 hayır cevabı ile İtalyaydı.
Yani gâvurların ve yerli figüranlarının bütün tahribatlarına rağmen; Aziz Milletimizin cihat ruhu, Vatanını ve kutsalını savunma şuuru hala canlıydı ve her an savaşmaya hazırdı. İmanından, bağımsızlık ve kahramanlık damarından kaynaklanan bu ruh söndürülmedikçe, Şanlı Ordumuz gerekirse yeni destanlar yazacaktı!
Haydar Baba Hazretleri Tepecikli Mehmet Baba Hazretlerinden aktarmış, Molla Ahmet (Hacıbekiroğlu) Hocamız da bir tefsir sohbetinde bizlere anlatmıştı:
Ben askerdim ve savaştaydık. Savaş sırasında düşman saldırıları sonucu yoğun bir şekilde askerimiz zayiat veriyordu. Ben nöbetçiydim, gece vakti bir ara dikkatimi çeken nurlu ve aydınlık bir çadıra vardım. Çadırda garip ve acayip üç kişi bulunuyordu. Sanki hiç savaş olmuyor ve biz asker kaybetmiyormuşuz gibi davranıyor, sürekli önlerinde bulunan Kuran-ı Kerimin tefsiriyle uğraşılıyordu. Bu durum sabaha kadar devam etti. Bir ara çadırda bulunanlardan birisi diğerine:Bir araştır bakalım şehit var mı? diye sordu. Dışarı bakan kişi Henüz şehit yok! diyordu, hâlbuki o anda yoğun asker kaybı hala davam ediyordu. Belli bir süre geçtikten sonra çadırdaki ilginç Zat gene sordu: Bak bakalım şehit var mı? diye tekrar sordu, diğeri tek tük şehit var!dedi. Bir süre daha geçince o şahıs diğerine tekrar sordu: Git bak bakalım şehitler var mı?deyince diğeri: Evet şehitler artmaya başladı! cevabını verdi. O şahıslar bana dönüp üzerindeAyetel Kürsi olan bir mühür verdiler ve bunun bana hediye olduğunu belirttiler. Ve bana Biz dönünceye kadar sakın bu çadırdan ayrılma ve dışarı çıkma! diye tembihte bulunup çadırdan ayrıldılar.
Ama ben dayanamayıp merakla çadırdan dışarı bakınca o üç şahsın düşmanlara karşı o güne kadar hiç görmediğim silahlarla saldırmaya başladıklarını ve düşman saflarını hezimete uğrattıklarını gördüm ve galibiyet sevinciyle yanlarına yaklaşıp olanları izlemeye başladım. Görünürde askerimiz savaşıyor ve galip geliyor zannediliyordu, ancak düşman saflarına bütün zayiatları o üç Zatın verdiğini izliyordum. Sonunda o gizemli Zatların yardımıyla ordumuz zafere ulaştı, düşman beklenmedik bir hezimete uğramıştı. Galibiyet sevincinden unutup terk ettiğim çadırı hatırlayıp acele geri döndüğümde yerinin bomboş olduğunu gördüm ve şaşkınlığım geçince manevi görevlilerin (Meleklerin ve Ruahanilerin) imdadımıza geldiğini anladım.
Rahmetullah Hacı Haydar Baba Hazretleri O Ayetel Kürsi mührünün hala Muhammet Babada bulunduğunu da vurgulamıştı.
ESAM’ın tarihi bir toplantısında çağın Fatihi, Erbakan Hocamız: dönüşüm projelerini şöyle açıklamıştı:
27 Mayıs 2006da İstanbul Ali Sami Yen stadında muhteşem bir katılım ve coşkuyla kutlanan İstanbul’un Fetih yıldönümü şöleninden bir gün sonra: Grand Cevahir Kongre Sarayında ESAM tarafından düzenlenen ve İslam dünyasından yüzlerce devlet adamı ve ilim erbabının katılımı ile gerçekleşen Müslüman Toplulukları ve Sorumlulukları konulu ilmi konferansta Çağımızın Fatihi;
İslam dünyasının ve insanlığın temel problemlerini ve sebeplerini,
Kurtuluş çarelerini ve çözüm projelerini,
Bunlarla ilgili yeni fikir önerilerini, fiili tatbikat örneklerini ve başarılı pratiklerini, çok akıcı bir dille ve çarpıcı misallerle anlatmıştı ve bunlar Milli Çözüm Dergimizde defalarca yazılmıştı:
Pilotsuz uçaklarımız hazırdı!
Baykar Makine Sanayi ve Teknoloji Araştırma Şirketinin ürettiği pilotsuz uçaklar uzaktan kumanda ile uçurulmuş ve istenilen hedefe ulaştırılmıştır. Simülatör sistemiyle, bu uçakların kendisine zarar vermeden çok çeşitli denemeler rahatlıkla yapılmıştır. Bütün bunlarda seri imalat safhasına gelinmiş durumdadır. Her türlü silah ve teknolojik araç ve gereçler üretilip savunma ihtiyaçlarımız için hazırlanmıştır. Bütün bu özgün başarı ve birikimler, şanlı ordumuzun hizmetine sunulmuş bulunmaktadır.
a- Pilotsuz uçakların ve her türlü bilgisayarlı araç gereçlerin,
b- Duvardan, kapıdan, mayınlı ortamdan, tel örgülü ve elektrikli manialardan aşan ve hedefine ulaşıp görevini yapan yürüyen teknolojik böceklerin,
c- Ulusal ve uluslararası her türlü stratejik konuşma ve yazışmaları dinleyecek ve değerlendirecek, ama kendisi asla çözülmeyecek son sistem iletişim aletlerinin,
d- Bilgisayar sistemlerini, teknolojik projeleri, hıyanet ve saldırı girişimlerini, çok özel ve gizli casusluk şebekelerini takip ve tahrip edici, sentetik ilaç kapsülleri benzeri, uzaktan kumandalı ve fark edilmesi imkansız; bir nevi suni cin modellerinin:
Bunların hepsinin:
e- Tasarım ve proje başlangıçlarını, f- Model ve deneme safhalarını, g- Seri üretim ve geliştirme aşamalarını gerçek ve örnek video çekimleriyle gösteren tanıtım filmi, hayret ve hayranlık uyandırmış ve: Ahir zamanda ve Hz. Mehdi’nin Deccal’e karşı kutlu savaşında barut ateş almayacak, silahlar patlamayacak mealinde müjdelenen haberlerin nasıl hakikat olacağı böylece ispatlanmıştır.
Elbette bu kutlu gerçeklerin ve mutlu gelişmelerin, İsrail de farkındaydı ve telaşındaydı. O dönemde Hizbullah’ın kullandığı ve İsrail savaş gemilerini batırdığı ve Siyonistlerin paniğe kapıldığı pilotsuz uçakların nereden geldiğini ve asıl sahibini tanımaktaydı..
Siccil füzeleri İsraili telaşlandırmıştı!
Tahran Cuma İmamı Ayetullah Muvehhidi Kermaninin, “Siccil füzeleri İsrail’in nükleer merkezlerini ve ABD’nin bölgedeki üslerini vurabilecek kapasiteye sahiptir ve İsrail’in bu füzelere karşı savunma tedbiri yetersizdir” ifadeleri Siyonistleri telaşlandırmıştı. İran resmi haber ajansı İRNA’nın haberine göre, Kermani, “Siyonist rejiminin gizli nükleer tesisleri ve füzeleri İran füzelerinden emniyette değildir” sözleri büyük yankı uyandırmıştı. Öte yandan, İran devlet televizyonunda yayınlanan “Tel Aviv’e 7 dakika” adlı belgeselde konuşan savunma uzmanı Mehdi Bahtiyari, saniyede 4 bin 300 metre yol kat eden 700 kilogram ağırlığındaki Siccil füzesinin 7 dakikada İsrail’i vurabileceğini hatırlatmıştı. Bahtiyari, İran füzelerinin İsrail’e verebileceği zarara işaret ederek, söz konusu füzenin menzilinin 300 ile 2 bin kilometre olduğunu, 800 kilometre uzaklığı hedefleyen “Kıyam” füzesinden sonra İsrail’e karşı üretildiğini gündeme taşımıştı. İran, 2008 yılında sıvı yakıt kullanılan “Siccil-1” füzelerini ürettikten bir yıl sonra katı yakıtla çalışan “Siccil-2” füzelerini ürettiğini açıklamıştı. Bu konuyla ilgili uzmanlar, Rahmetli Erbakanın hazırladığı teknolojik harikaların bir kısmını İranla paylaştığını vurgulamaktaydı.
Kuran nizamı ve takdir programı
Bu dünyadaki bazı zahmet ve musibetler, gizli hikmetler içeren ilâhi rahmettir, yeniliklerin ve iyiliklerin müjdecisidir. Kur’an hakiki manada onlara yani O’nun yolunda mücadele edenlere müjde ver demektedir. İnsanlık ıstırap çekecek, birtakım sıkıntılar görecek ama üçüncü bin yıl uygarlığı yani “Adil (Ekonomik) Düzen Medeniyeti” doğuverecektir. Evet, insanlık sosyalizmle/komünizmle çok acı çekmiştir. İnsanlık âlemi çok ağır bir bedel ödemiş ve -diğer zulümler bir yana- tam kırk milyon insan hayatını kaybetmiştir. Ama o acı sayesindedir ki insanlık uyanmıştır ve “Adil (Ekonomik) Düzen”e ihtiyaç duyar hale gelmiştir.
Marks; toprak kapitalizmi, sermaye kapitalizmi, sanayi kapitalizmi ve banka kapitalizmi safhalarını irdelemiştir. Aslında Sosyalizm de bir “banka kapitalizmi”dir. Bugün karşılıksız para (Dolar) gücünü elde eden Siyonist sömürü merkez dünyayı yönetmeye girişmiştir. Marks bunları anlatırken bunun da çözüm üretmediğini, ardından komünizmin geleceğini söylemektedir. Marksen sonunda Yahudilerin sermaye gücüne dayanan merkezî bir devletin geleceğine işaret etmekte ise de bunun nasıl işleyeceği hakkında bir şey söyleyememektedir. Oysa asıl çare “Adil (Ekonomik) Düzen”dir. Marks’a göre “ailesiz, dinsiz, devletsiz, mülkiyetsiz” bir dünya hayal edilmektedir. Bize göre ise tam tersine “ailenin merkeze alındığı, özel mülkiyete imkân sağlandığı, uluslardan oluşan, dine bağlı ve ahlaklı” yeni bir dünya gereklidir ve gelecektir. “Adil (Ekonomik) Düzen” cennetine gidebilmek için sosyalizmin ve komünizmin cehenneminden ve vahşi kapitalizmin zulüm sürecinden geçmek gerekirdi ve nitekim öyle takdir edilmiştir.
Maalesef insanların çoğu hür irade ve gayretleriyle kendilerini ve düzenlerini yenilemekten acizdir, zoru görmedikçe, musibet gerçekleşmedikçe, afet gelmedikçe, yani “Sosyal Tufan”la ezilmedikçe yola gelmemektedir. Sadece sadık ve sağlam müminler gayba iman etmekte, görmeden inanıp İslami hedeflere hizmet etmektedir. Bunlar da maalesef çok az bir kesimdir. Mü’minler yakın ve kesin bir inanç sahibidir, İslamın barış ve bereket prensipleri ve Adil Düzen hâkim olsun diye “cihat” etmektedir, bu nedenle onlar dünya ve ahrette “elim azab” çekmeyecektir. Tekrar hatırlatmamız gerekir ki bu durum topluluklar için geçerlidir. Yoksa topluluk içindeki kişilerden elbette mümin ve mücahit kişiler ve kesimler her dönemde görülecektir. Şayet ayetleri dikkatlice okuyup incelemez, “topluluk” için söylenen sözler ile “kişiler” hakkında söylenenleri ayırt etmezsek Kur’an’ı anlayamayız ve Kur’an’ın rehberliğinde ilerleyemeyiz.
Kuran-ı Kerimin açıkça haber verdiği gibi Kesinlikle, her (türlü) zorluk ve sıkıntıyla beraber, (ardından) mutlaka bir kolaylık ve rahatlık vardır. (İnşirah: 6-7)
Sizler hoşlanmadığınız halde (zalim güçlerle cihat edip) çarpışmak size farz kılınmıştır. Oysa sizin kerih karşıladığınız (pek çok durumlarda) sizin için hayır (saklıdır); ve yine sevip arzuladığınız nice şeyler de sizin zararınızadır. (Belki özünde şer ve kötülük barındırmaktadır). (Bakara: 216)
İşte son bir yüzyılda ülkemizde yaşananları bir hatırlayalım:
Tarihimizde pek çok üzücü olaylar olmuştur. Biz Viyana’yı kuşattık, tam fethedecek durumda iken Kırım Hanlığı ihanete kalkıştı, karşı tarafa geçti ve Viyana bozgunu yaşandı. Ondan sonra geriledik ve Sakarya’ya kadar çekilmek zorunda kaldık. Bu olay bizim için kötü bir olaydır. Ne var ki biz Viyana’yı fethetseydik belki de bugünkü Avrupa uygarlığı doğmayacaktı, Avrupa ortaçağ dönemini yaşayacaktı. Bunun gibi Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmeseydik belki de şimdi kukla bir sultanın zavallı halkı durumunda bulunacak, cumhuriyete kavuşamayacak, saltanat düzeni içinde bocalayacak ve sonuç olarak “Adil (Ekonomik) Düzen” çalışmasını yapamayacaktık.
1900’lerde Meşrutiyet geldi, İslâmiyet’e alenen saldırdılar ama içtihat kapısı açıldı. 1910’larda Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Sevir’i dayattılar ama Kuvayı Milliye ruhu şahlandı. 1920’lerde (Batılılar ve Sabataycılar) inkılâpları dayattı (ve devrimleri dejenerasyon aracı yapmaya çalıştı) ama Türkiye halkı İslâm olarak saflaştı, Anadolu Müslümanlaştı. 1930’larda dünya krizi yaşandı, ama Türkiye’de KİT’ler ortaya çıktı. 1940’larda İkinci Cihan Savaşı çıktı ama bu dönemde Türkiye demokrasiye geçmek zorunda bırakıldı. 1950’lerde Türkiye’yi borca soktular ama Türkiye “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne adım attı. 1960’larda darbe yaptılar ama Türkiye çok partili anayasa ile tanıştı. 1970’lerde 71 müdahalesini yaptılar ama Millî Görüş iktidara ortak olmaya başladı. 1980’de müdahale yaptılar ama Türkiye resmen İslâm siyasetine kaydırıldı. 1990’larda suni krizler ortaya çıkardılar ama Refah Partisine iktidar yolu açıldı diyen Süleyman Karagülle hikmetli bir hakikati ortaya koymaktaydı.
Belki de işte bu hikmetler içindir ki, Elazığın meşhur evliyalarından Şeyh Ali Sebti Hz.lerinin halifesi Harputlu İmam Efendinin ise mürşidi olan Mahmud-u Samini Hz.lerinin ileri gelen talebelerinden Mustafa Naci Hz.lerine, isyana katılmak üzere gönderilen Gökdereli Şeyh Şerife Şeyhimiz Mahmud-u Samini Hz.lerinin bize vasiyeti ve tavsiyesi:İleride kurulacak Cumhuriyet hükümetine bağlı kalmak ve düşman ülkelerin devletimiz ve milletimiz aleyhine kışkırttıkları fesatlıklara alet olmamak şeklindedir yanıtını vermiştir.[1]
Çünkü bu zevat, bir takım istismarcı ve fırsatçı hainlerin yanlış yorumlarına ve haksız uygulamalarına rağmen, Cumhuriyetin ileride hangi kutlu ve mutlu neticelere zemin hazırlayacağını sezmişlerdir. Mustafa Kemale karşı Beyzade Efendinin (KS) halifesi Alişamlı Bekir Efendinin de aynı tavrı sergilediğini, akrabası olan büyüklerimiz bize rivayet etmişlerdir. Son dönem Elazığ evliyasından olup, Muhyiddini Arabi Hz.leri meşrebinden sayılan Musa Kazım Efendinin de (KS) (D. 1.7.1905, Ö. 25.3.1967) Bu yönde kanaatler beyan ettiği bilinmektedir. Çok iyi derecede Fransızca, Farsça, Zazaca, Ermenice ve Kürtçe bilen Musa Kazım Efendinin 1950 yılında özel bir sohbet esnasında:
Çok uzak olmayan bir gelecekte, bu yeni kurulan İsrailin süper devletlerin himayesinde iyice şımarıp Suriyeye saldıracağını Hatay-Amik ovasına ve Türkiye sınırına kadar işgal altına alacağını… Ancak sabrı taşan Türkiyenin İsraili ve gâvur güçlerini hezimete uğratacağını haber vermesi de O zatın önemli bir keşfi ve müjdesidir.[2] Hatta Musa Kazım Efendinin sohbetlerine katılan ve sadık bağlılarından olan komşumuz Hacı Kaya Efendi, O Zatın Mehdiyet inkılâbının en önemli görevlisinin Elazığdan çıkacağını bildirdiğini bize nakletmiştir.
Başka ibretli ve hikmetli bir olay Şeyh Musa Kazım Efendinin oğullarından ikisinin aynı dönemde, aynı ilde ve farklı partilerden Milletvekili adayı olmasında görülecektir.
1957 seçimlerinde, büyük oğlu Hâkim Bedri Agel CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisinden) diğer oğlu Mustafa Fevzi Efendi ise DP (Demokrat Partiden) Elazığ adayı olarak seçime girmişler, babaları hiçbirine müdahale etmemiş, hiçbirinin tarafını çekmemişlerdir. Seçim sonucunda DP adayı 34. 433 oy, ağabeyi CMP adayı ise 3.085 oy alabilmiş ve aynı seçimde 36.630 oy alan CHP Elazığdan silme götürmüştür. Oysa iki kardeşin toplam oyu 37.518 olup CHPyi geçecek ve birlikte hareket etmeleri halinde bütün Milletvekillerini DP götürecektir. Bu işin hikmeti, hatta niye himmet etmediği Musa Kazım Efendiye sorulduğunda: Evladım takdir böyledir. Sizin işinize kazanmak, bizim işimize kaybetmek gelir. Sabredin bakalım, Allah neler gösterir yanıtını verir. Ve bundan 2.5 yıl sonra 27 Mayıs ihtilali gerçekleşir. Bunun üzerine bir himmet ehli şunları söyleyecektir: Gafiller o iki kardeşin, birbirlerinin Millet Meclisine girmesine engel olduğunu zannetmektedir. Oysa kader onların ceza evine girmesini ve nice hakaretler görmesini engellemiştir.
Umut, imanın canıdır ve Allaha itimadın nişanıdır!
Sosyal hayat “her şey”i bünyesinde barındırmaktadır: Adaleti de, zulmü de, düzgünü de, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de! Güzeli de, çirkini de! Nuru da, kiri de bir arada bulundurmaktadır. Kirin, kötünün ve çirkinin penceresinden bakınca, “batsın bu dünya” demek kolaycılıktır. Bu yüzdenKusur arayan göz, güzelliği görmekten mahrum kalacaktır. Bilerek ve bilmeyerek karamsarlık rüzgârları estirmek, insanın umutlarını kararttığı gibi mücadele ruhunu, yaşama sevincini ve heyecanını da boğmaktadır. Bu tür olumsuzlukları yelpazelendirerek çevreye umutsuzluk yaymak hiç de doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Bu bağlamda, sizinle kurbağaların yarışı hikâyesini paylaşmak isterim.
“Kurbağaların birbirleriyle yarışları varmış… Hedefleri de, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Diğer kurbağalar da yarışacak olan arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Beklenen an gelmiş ve yarış başlamış… Seyircilerden hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Yarışmacı kurbağalar seyircilerden gelen:“Zavallılar! Hiçbir zaman kuleye çıkmayı başaramayacaklar!” seslerini duydukça moralleri bozuluyor ve manen yıkılıyormuş. Yarışmacı kurbağalar kulenin tepesine çıkamayacaklarını anlayınca, teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece biri inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırmaya devam ediyorlarmış: “… Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!” Sonunda biri hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar; fakat kalan son kurbağa büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayretler içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmeye çalışmış. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve bu işi nasıl başardığını sormuş, ama bir türlü yanıt alamamış. O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!Bu nedenle olumsuz düşünen ve ümitlerini yitiren insanları duymayınız. Onların kalbinizdeki başarı azmini ve sorumluluk gayretini köreltmesine fırsat tanımayınız.[3]
Ekonomik ve ahlaki tahribat son safhasına ulaşmıştır!
Dokuz Eylül Üniversitesinden Prof. Dr. Yaşar Uysala göre, Türkiyede 2002de 15 milyar dolar olan sıcak para, 2015 Ocak sonu itibariyle 147 milyar dolara ulaşmıştır. Prof. Uysal, sıcak para ile ilgili olarak bu para Türkiyeye uyuşturucu etkisi yaptı diyerek Dışarıdan gelen kaynaklarla, taşıma suyla değirmen döndürmeye alışmış bir ekonomiyi dışarıdan istediğiniz şekilde yönlendirebilirsiniz ve istediğiniz anda 5-10 milyar dolarlık bir çıkışla Türkiyeye zarar verebilirsiniz diye uyarmaktadır. Evet, 2001 krizinden sonra bağımlısı olduğumuz sıcak parayla ve borçla, hak etmediğimizi tüketmeye ve üretimimizin karşılığı olmayan bir hayatı yaşamaya başladık. Küresel konjonktür gereği bu paranın bitmesi, bizim için denizin bitmesi yani ekonominin çökmesi anlamını taşır.
2001 krizinin ardından Türkiyenin uygulamaya başladığı ve AKP hükümetinin de harfiyen uyduğu düşük kur-yüksek faiz politikasının neticesi budur ve her şey tıkanmıştır. Bugünkü iktidar kanadı ile Merkez Bankası kavgasının ana ekseninde de siyasi iktidarın günü kurtarma telaşesi vardır. Yaklaşan seçim öncesi sıkışan ve durgunlaşan piyasaların canlandırılması, tüketimin arttırılması gayretkeşliği ile Merkez Bankası sıkıştırılmakta, aynı zamanda da hareket alanı kısıtlanmaktadır. Prof. Uysala göre:Türkiyenin bir potansiyel büyüme hızı var, yüzde 45. Daha hızlı büyümek istediğimizde daha çok ithalat yapıyor, daha çok dış ticaret açığı, daha çok cari açık veriyor, daha fazla dış kaynak bağımlısı oluyoruz. Oysa Türkiyenin, büyümesini dış kaynaklara değil, üretime, yatırımlara bağlaması kaçınılmazdır yani Adil Düzene ve Erbakanın Milli-yerli modeline dönüş şarttır.
Gerçek ve sözü geçerli devlet olmak şu şartlara bağlıdır:
1. Nominal değeri Türk Lirası ile tanımlanmış Bono Senedi çıkarılacaktır… Banka kooperatif adına Buğday, Demir, Yapı ve Altın ile tanımlanmış varlıkları piyasa değeri ile alıp satılacaktır… Bu değer nominal değerden yüksek olacak… Bu Bono Senedinin değeri reel değerinden aşağı tutulmayacak, böylece Merkez Bankasının (ve bağlı olduğu FEDin ve onun sahibi sermaye baronlarının) para oyunları bizim bonomuzun reel değerini bozamayacaktır…
2. Banka Faiz almayacak, sadece bu ortaklık işletmelerinin cirosundan bir pay alacaktır; dolayısıyla maliyetlere faiz nedeniyle çoğalan maliyetler katılmayacak, iş/üretim olunca cirodan bir pay aktarılmayacaktır… Bugünkü faizli sistemde alınan kredi karşılığı bankalara faiz borcu artmakta, faiz ve ona bağlı/bağımlı diğer etkenler sebebiyle gittikçe pahalılaşan mal satılmadığı için üretim yavaşlamaktadır… Oysa ortaklık sisteminde faiz yükü olmayacağı için üretim hızlanacak, stoklar artacaktır; stokların artması, malların ucuzlamasıyla, yani refahın artmasıyla sonuçlanacaktır.
3. Mallar ucuzlayınca ihracat yapılacak, dolar/döviz akacak, böylece doların değeri düşmüş olacaktır… Vakıflar Bankası, Merkez Bankasının yapamadığını yapacak… Emek boşa harcanmayacak, hem Türkiyenin hem dünyanın servetine servet katılacaktır…
4. Bir devletin Devlet olabilmesi için iki şeye sahip olması şarttır:
Birincisi; devletin silahlı gücü olacak, etkin ve yetkin ordusu bulunmayan, gerçek haysiyet ve hürriyete ulaşamayacaktır. Bunun İslâmiyette ve tarihimizdeki temsili adına hutbenin okunmasıdır. Hutbede halife olarak kimin adı geçerse o silahlı güce sahip anlamındadır, yani biat edilen kişi devlet başkanı sayılması için her yönden güçlü ve güvenilir bir ordusu bulunması lazımdır.
İkincisi ise; devletin sağlam para çıkarmasıdır. Merkez Bankası, devlet ekonomisinin direksiyonu konumundadır. Merkez Bankasının Hükümet politikalarından bağımsız olması, millî hâkimiyetin parçalanması anlamını taşır. En büyük yanlışlık buradadır. TCMB, özellikle Siyonist sermaye güdümlü FED para politikalarına bağlı ve bağımlıdır. Bu durum Anayasaya da aykırı bir durumdur ve büyük suçtur. Merkez Bankasının gücünü ve imkânlarını ancak Hükümet kullanır ve bunu bir başkasına devretmesi en büyük yanlıştır ve yıkılıştır.[4]
Artık Yeni Medeniyet Projesi yapmak farzdır ve Adil Düzen kaçınılmazdır!
Yeni Medeniyet Modeli yapmak ve Adil Düzen projeleri farzdır ve bu iş için şeref Erbakanındır. Allah insanı medenileşecek yani uygarlaşacak şekilde yaratmıştır. Uygarlaşma her gün ilim üzere yenilik içinde (yani cihat içtihatla) mümkün olmaktadır. Uygarlıklar bir çocuk gibi önce bir aşiret/ocak (yani on kadar aile topluluğu) içinde döllenip temeli atılır. Nasıl anne babadan gelen hücreler birleşir bir hücre olurlarsa, benzer şekilde iki insan bir araya gelir ve bir ortaklık kurmakta, bunlardan biri geçici başkan olmaktadır. Bunlar boş zamanlarında yani dünya meşgalesinden artırabildikleri zamanlarında bir araya gelerek yeni uygarlığın ilk hücresini oluşturmaktadır. İnsan türünün bir özelliği vardır. Fertler bir araya gelerek, kendileri resmi olmayan fiili sözleşme yapmakta ve yeni bir topluluk oluşturmaktadır. Böylece meleklerin bitki ve hayvanlar üzerinde yaptıkları ameliyeyi insanlar kendi kurdukları topluluk üzerinde uygulamaktadır. İki kişi ile başlayan proje hazırlama yeni katılanlarla sürekli artmaktadır. Başlangıçta sırayla yahut en layık olan başkanlık yapmaktadır. Bu durum o topluluk esas başkana ulaşıncaya kadar böyle yapılanır. Asıl başkana ulaştıklarında artık topluluk oluşmuş durumdadır. Böylece kendilerine en layık olanı başkan yapmış ve yeni medeniyet inkılâbının temeli atılmıştır.
Buraya kadar anlatılanlar, Necmettin Erbakanın 60 (altmış) yıllık mücadelesini, mücadelesinin her merhalesini ve her merhaledeki topluluklarda başkan seçilmesini düşünerek bir kere daha dikkatle okunduğunda milli görüş devrimi daha iyi anlaşılacaktır. Seçilen başkanın sadece kendisinin âlim-bilgin kişi olması yetmez, ayrıca kendisinin de âlimleri dinlemesi ve bilginlere kıymet vermesi lazımdır. Mesela, Necmettin Erbakan böyle yapmış, Adil Düzen Çalışanı âlimleri dinlemiş ve değerlendirmiş, kendi ilim, irade ve dirayetiyle Yeni Medeniyet Projelerini olgunlaştırmıştır. Böylece yalnız Türkiyede değil bütün dünyada tarihi inkılâpların programını, alt yapısını ve kurumlarını hazırlamıştır.
İktidar partisi, 13 yıldır Erbakanın diktiği yeni medeniyet ağacının meyvelerini yiyor ama onun yararlandığı kaynaklardan yararlanmıyor, AB ve Amerika sokaklarında sürünüyor! Doğu-Batı sentezi yapıp yeni medeniyet kurmak yerine, Batı bataklıklarında debelenip duruyor, batmakta olan Batı uygarlığının muhafazakârlığını yapıyor! Birileri bir yerlere savrulmuşsa; o zaman yeni medeniyeti kurma bizlere farz-ı ayndır.
[1] İhsan Uğur, Mülakatla Alınan Bilgiler
[2] Şeyh Musa Kazım Efendi, Bünyami Erdem, Çıra yy. Sh. 210
[3] İhsan Alperen
[4] Milli Gazete, Reşat Nuri Erol
http://www.millicozum.com/mc/haziran-2015/mezhep-taassubu-ve-med