Anasayfa » LOZAN MÜZAKERELERİ VE ATATÜRK’ÜN VASİYETİ NİYE GİZLENİYOR

LOZAN MÜZAKERELERİ VE ATATÜRK’ÜN VASİYETİ NİYE GİZLENİYOR

Yazar: yonetici
0 Yorum 218 Görüntüleyen


LOZAN
MÜZAKERELERİ VE ATATÜRK’ÜN VASİYETİ

NİYE
GİZLENİYOR

 

Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920
Cuma günü açılmasına müteakip ilk hükümet Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından
kurulmuş, 1921 yılından 19 Mayıs günkü ikinci hükümete de Fevzi Paşa başkanlık
etmiş, “Hamidiye kahramanı” ünvanıyla meşhur Rauf (Orbay) Bey’in 12 Temmuz
1922’de kurduğu üçüncü hükümette ise; Fethi (Okyar) İçişleri; Yusuf Kemal
(Tengirşek) Dışişleri Bakanı olarak girmişlerdir.

Lozan’a gidecek heyetin teşkiline
çalışıldığı o günlerde Yusuf Kemal Bey’in-kendi ifadesiyle- geçirdiği bir
ameliyat dolayısıyla bakanlıktan istifası üzerine; Dışişlerinin başına
26-Ekim–1922 günü İsmet (İnönü) getirilmiş, böylece Lozan’a gidecek heyet İsmet
Paşa başkanlığında kurulup gönderilmiştir.

Rauf (Orbay)’ın Feridun Kandemir’e
anlattıklarına göre: İsmet Paşa heyet başkanı olarak Lozan’a gidince,
müzakereler esnasında zorluklarla karşılaştığı anlarda, önceleri hükümet
başkanı olarak kendisinden fikir sorduğunu, Bakan arkadaşlar ve çok defa
Mustafa Kemal Paşa ile istişare ederek İsmet Paşa’ya yardımcı olunduğunu; ancak
sonradan İsmet Paşa’nın bir takım dış telkin ve tesirlere kapılıp huzursuzluk
ve uyumsuzluk göstererek hükümetle zıtlaşmaya koyulduğunu, söylemektedir.

Başbakan Rauf Bey’in bu anlattıkları
İsmet Paşa’nın Lozan’daki tavrının tespiti bakımından olduğu kadar, hakkında
çok yazılıp söylenen ve elbette daha da yazılıp söylenecek olan Lozan
Antlaşması’nın iç yüzünü teşhir yönünden de oldukça önemlidir.

“İsmet Paşa, bilhassa hükümetten
sorduğu konulara, sıkışık durumlarda istediği talimatı bizim pek geç cevap
vererek kendisini müşkül durumlara soktuğumuzdan şikâyet ediyordu. Bu
şikâyetleri bazen doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya yapıyordu. Hâlbuki şifre
yalnız hükümet başkanlığında bulunduğumdan çektiği telgraflar yine benden
geçiyordu” diyerek hükümetle İsmet Paşa arasındaki anlaşmazlığın sebeplerini
sayan Rauf Bey devamla diyor ki:

“― Anlaşmazlık bundan ibaret değildi.
Konferanstan çok daha önce Hariciye Vekâleti’nde hazırlattığımız sulh
esaslarımıza göre, işgal ettikleri yurdumuzun en mamur yerlerini yakıp yıkarak
harabeye çeviren Yunanlılardan tamirat bedeli istiyorduk. Bu mesele Lozan’da
Yunanlılarla hayli tartışılmıştı. Bu konuda arabulmak isteyen İtilaf devletleri
tamirattan vazgeçmemiz için bize Trakya sınırımızdaki Karaağaç’ı bırakmak
teklifinde bulunmuşlardı.

Lozan’dan İbret Sahneleri

Hükümet başkanı olarak ben, Mustafa
Kemal Paşa ile mutabık kalarak bu teklifi kabul etmeyip, “Karağaç’ın ehemmiyeti
yoktur, tamirat bedelinden, yani, tazminat istemekten vazgeçmemeliyiz”
diyorduk. Sonra, Dünya Savaşı başlarında, henüz bizim harbe girmediğimiz
günlerde yapımı tamamlanıp bedelleri de tarafımızdan tamamen ödenmiş olduğu
halde, memleketimize getirilecekleri sırada İngilizlerin el koymuş oldukları
Sultan Osman, Sultan Reşad ve Fatih adlı firkateynlerimizin, tahminen on iki
milyon İngiliz altını tutan bedellerinin geri verilmesi meselesi vardı. Bu,
İngilizlerin pek açık bir borcu idi ve bu da Karaağaç’a karşılık verilmek
istenmiyordu!..

Lozan’daki heyet başkanı İsmet Paşa,
Karaağaç’ı gözünde büyüterek, İngilizlerin ödeyeceği ve Yunanlıların vereceği
tamirat ve tazminattan da, bu gemi borcundan da vazgeçilmesi yönünde maalesef
ikna edilmiştir.Hatta sonunda “vazgeçtim, Karaağaç’a karşılık terk ettim”
dedi!..

Hükümetin Mustafa Kemal Paşa’nın da
muvafakatini alarak Lozan Müzakerelerini hassasiyetle takip etmesi ve zaman
zaman yerinde müdahale etmesi İsmet Paşa’yı sinirlendirmiş ve 26 Haziran 1923’te
Ankara’ya çektiği telgrafta kullandığı sert ve ters ifadeler Başbakanı,  bütün hükümet üyelerini ve Mustafa Kemal
Paşa’yı pek müteessir edip endişelendirmiştir… Rauf Bey bu telgraftan bahisle diyor ki:

“― İsmet Paşa’nın hepimizi üzen bu
telgrafında; “Evvelce verilmiş talimattan başka olarak bütün hatt-ı hareketimin
teferruatıyla Ankara’dan idaresi isteniyorsa ben bırakıp döneyim, siz benim
yerime gelin, İ’tilaf devletlerine istediklerinizi kabul ettirin” deyişi
karşısında benden fazla Mustafa Kemal Paşa’yı sinirlendirmiş ve hemen o gün
kendisine çektiği bir telgrafta: “Çok asabi bir halde yazmış olduğunuz
telgraftan dolayı sizi haksız buldum” demiştir.

Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’nın bu
hırçın ve haksız çıkışından duyduğum üzüntü ve ürküntüyü pek haklı bulduğunu
ifade etmekle beraber, bunu yalnız benim şahsıma ait telakki etmememi verilen
kararlarda kendisinin de oy’u olduğunu, kendisinin ve hatta bütün bakan
arkadaşların da, aynı haksız tarize uğramış olduklarını, ancak zamanın nezaketi
hasebiyle şimdilik bunu hoş görmemiz gerektiğini söyledi..

Ben; “Nasıl hoş görebiliriz? İsmet Paşa
evvelce talimat üzerine talimat isterken, şimdi adeta işi kimseye sormadan
yapmak istiyor!.. Buna nasıl muvafakat edebiliriz? Bu olmaz… Bakanlar Kurulu
da buna muvafakat edemez” diyince Mustafa Kemal Paşa da: “Evet elbette olmaz,
şimdi ona vereceğimiz son talimatı tespit edelim” dedi.

Birbirimize bakarak bir an durduk.
Sonunda kat’i kararla delegasyon başkanı İsmet Paşa’ya  “Son teklifimizi kabul ederlerse imza et,
etmezlerse müzakerelerin kesilmesini ilan edip geri dön” demeyi münasip gördük.
Mustafa Kemal Paşa biraz daha düşündükten sonra buna şu iki cümleyi ekledi:
“Neticesi ne olursa olsun, bunu silah kuvveti ile halletmeye kudretimiz vardır.
Ordumuz hazırdır ve hatta sabırsızdır.”

Yalçın Küçük, Ayşe Arman’la yaptığı bir
söyleşi de, İsmet İnönü’nün Siyonist ve sabataist şebekenin güdümüne girdiğini,
zaten bu yüzden, Yahudi kökenli Mevhibe Hanımla evlendirildiğini ve
çocuklarının da İbrani geleneklerine göre yetiştirildiğini söylemektedir ve şu
çarpıcı ifadeleri dile getirmektedir:

Ben gizli kalmayı tercih eden
sabataistleri afişe ediyorum. Çünkü onların bu ülke için zararlı olduğunu
düşünüyorum. Benim çalışmalarım ve Soner Yalçın’ın kitabı şunu ortaya çıkardı:
İslam da aslında Yahudiliğin kontrolünde. Ve pek çok şey yanlış biliniyor.

Ne gibi?

― 15 ve 16. yüzyılda İspanya ve
Portekiz’den Yahudiler kovulmadı. Din değiştirenler kovuldu. Sebebi de şu:
Tıpkı bugün bizde olduğu gibi bütün üst görevlere bunlar hakimdi. En büyük din
adamları bile Kripto Yahudi’ydi. Ama Hıristiyan görünürdü. Bunları ben icat
etmedim. Şu kitabın adı nedir? Cedid el İslam. Kripto Yahudilere İran’da
verilen ad. Yıllarca sokakta Müslüman olmuşlar, evlerinde Yahudi yaşamışlardır.
Bizde de böyle çok insan var. Sokakta Türk Müslüman bilinir evde Yahudi’dir.
[1] 

Atatürk’ün Vasiyeti ve Hilafet

Akşam gazetesinde (10 Kasım 2004) bütün
Türkiye’yi ayağa kaldırması gereken önemli bir yazı yayınlandı. “Atatürk’ün
Gizlenen Vasiyetini Açıklayın” başlıklı bu yazıda, araştırmacı-yazar Aytunç
Altındal’ın bir takım iddialarına yer verilmekteydi.

1. Atatürk bir vasiyetname hazırlamış,
ölümünden elli sene sonra bunun açıklanmasını istemişti. Bu vasiyet, “Toplum
henüz buna hazır değildir” bahanesiyle gizlenmiştir. Böylece Atatürk’ün hakları
çiğnenmiştir.

2. Altındal, Atatürk’ün elyazılı
notlarından Hilafetle ilgili fikir ve tekliflerinin yer aldığını tahmin ediyor.
Atatürk, Hilafetin babadan oğula geçecek şekilde değil de, İslam ülkeleri
arasında rotasyonla değişecek bir şekilde yeniden ihyasını istemiştir.

3. Adnan Menderes, iktidarının son
yıllarında Demokrat Parti Meclis grubunda milletvekillerine hitaben “Arkadaşlar
siz isterseniz Hilafet’i bile geri getirebilirsiniz..” bir söz etmişti. Acaba
Menderes Atatürk’ün vasiyetini biliyor muydu? Bu sözleriyle müminlerin mi yoksa
Siyonistlerin mi dikkatini çekmişti?

4. Atatürk’ün vasiyetinin açıklanmasına
ve millete duyurulmasına Kenan Evren’in engel olduğu söylenir. Acaba Kenan
Paşa, Diyalogçu ve Ilımlı İslamcıların ve Siyonist simsarların istismarını
engellemek için mi böyle hareket etmiştir?

Bir iddiaya göre, Kenan Evren zamanında
vasiyetname açıldığı vakit, İsrail’in MOSSAD casusluk teşkilatı bunun kopyasını
elde etmiş ve Tel Aviv’e göndermiştir. Yahudilerin Atatürk’le yakından ilgilendiği
zaten bilinmektedir.

Vasiyetnamede, Hilafet ile ilgili
bilgiler ve tekliflerden başka, Atatürk’ün bazı yakınlarına servetinin bir
kısmının dağıtılması konusunda da istekleri yer alıyormuş. Bu isteklerde
hasıraltı edildiği söylenmektedir.

Şu anda ABD, İsrail ve Papalık Müslüman
dünyasının başına bir Halife geçirmek için harekete geçmiştir.

Ama, nasıl bir Halife?

1.    Ya Ermeni veya Yahudi asıllı olacak.

2.    Yahut, dini bir cemaatin başkanı olup Siyonist ve Evangelistlerle
işbirliği yapacak.

3.    Ama her hâlü kârda, İslama ve Müslümanlara hizmet etmeyecek,
efendilerine, yani Amerikalılara, Siyonist odaklara ve Haçlılara hizmet
sunacaktır.

Amerikalılar, dünya siyonizmi, papalık
ve diğer İslam dışı güçler Müslümanların başını bağlamak, kendilerine itaat
edecek, kendi emirlerini yerine getirecek bir Halife seçmek için şimdiden büyük
masraflar yapmaktadır.

Dinlerarası Diyalog ve Evrensel Kardeşlik faaliyetlerinin
perde arkasında bu Hilafet aşını pişirecek kazan kaynamaktadır.

1924’ten beri Müslümanlar başsız
bırakılmıştır. Dünyada her dinin, her teşkilatın, her cemaatin bir reisi,
başkanı var da Müslümanların yoktur.

Katoliklerin Papa’sı var.

Anglikanların kendi başpiskoposları
var.

Yahova Şahitlerinin başı var.

Masonların üstad-ı azamları var.

Tibet Budistlerinin Dalay Lama’ları
var.

Yahudilerin Hahambaşıları var.

Ama maalesef Müslümanların Halifesi,
İmam-ı Kebir’i, Emirül-mü’mini bulunmamaktadır.

Böyle bir şey bir kısım dinsizlere göre
gericilik sayılmaktadır. Ve buna kesinlikle karşı çıkmaktadır.

Bu konu Müslümanların zaten gündeminde
değil.

Ama eloğlu boş durmuyor. ABD, İsrail,
Papalık, agresif Evangelistler İslam dünyasına bir Halife seçmek için kolları
sıvamıştır.
[2]

Bu sinsi ve Siyonist merkezlerin asıl amacı: Görünüşte Müslümanların
duygularını ve gururlarını okşayacak ama gerçekte kendi kuklaları olacak “bir
layt Halife” ile İslam dünyasını oyalamak ve böylece daha rahat gözlerini
oymaktır.


[1] Hürriyet / 07 06 2004

[2] Milli Gazete/ 12 11 2004 / M. Şevket Eygi


LOZAN, AZINLIKLAR VE SONRASI

 LOZAN’DA STRATEJİ SAVAŞI

 

“Lozan’ın Türk Milletinin
bağımsızlığının teminatı göstermek yersizdir. Zira Türk milleti Lozan’dan evvel
istiklalini ortadan kaldıran herhangi bir muahedeyi kabul etmiş değildir. Sevr;
aşağıda anlatılacağı üzere sadece bir projeden ibarettir. Ondan hem M. Kemal
Paşa’nın Nutku hem de İnönü’nün hatıralarında “Sevr sulh projesi” olarak
bahsedilmektedir.
[1]

İstiklalini kaybetmemiş olan bir
milletin onu Lozan’da yeniden kazanmış olduğunu iddia etmek hem tarihi
gerçekler ve hem de mantık önünde tutarlı değildir. Ülkemiz bir istilaya maruz
kalmış ve bu istila, milli bir mücadeleyle defedilmiş bulunduğu dikkate
alınırsa, Lozan’da istiklalimize karşı bir komplo mevzubahistir.

Sevr’in ortaya çıkmasına sebep olan
hadiselerle Lozan’ın imzalanmasını gerektiren hadiseler aynı değildir. Sevr,
ittihatçıların bilinen ihanetleri neticesi mağlubiyete sürüklenmiş bir devletin
delegelerince imza mecburiyetinde kalınmıştır. Lozan’a giden Türk heyetinin ise
arkasında Anadolu’da kazanılmış olan bir zafer vardır. Bu itibarla her ikisinin
şartları birbiri ile kıyaslanmayacak kadar farklıdır.”

İddiasını ortaya atanların bazı
haklılık payları bulunsa da unuttukları bir nokta vardır: İstiklal savaşı sadece milli bir diriliş ve direniş gücüyle değil;
Mustafa Kemal’in stratejik bir hilesi ile ve karşılıklı bir tavizlere dayanan
gizli anlaşmalar sayesinde kazanılmıştır. Ama her şeye rağmen Lozan Türkiye’nin
tescilli tapusu makamındadır. ABD’nin hala Lozan’ı resmen tanımaması, AB’nin
ise Lozan’ı delmeye ve değiştirmeye çalışması anlamlıdır.

Bugüne kadar üzerinde yazılıp
söylenenlerle de belli olduğu gibi Sevr; hayal edilemeyecek kadar kötü bir
anlaşma olduğuna göre; ondan daha iyi olmak, “daha az kötü olmak” anlamındadır.
Misak-ı Milli’ye dahil oldukları halde Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs,
Antakya ve Halep’in bize bırakılması istikametinde Lozan’da delegelerimizce
söylenilmiş bir tek cümleye rastlanılmamıştır. Üstelik İsmet paşa, Batı
Trakya’yı Yunanlılardan kurtarıp Bulgar’lara vermek için çalışmıştır. Sekiz yüz
metre mesafedeki İstanköy adasını talep etmezken; Romanya’da Tuna nehri içinde mevcut
olan “Adakale” adındaki kuşgözü kadar bir adacık için yararsız ve mantıksız bir
çaba harcanmıştır.

Çanakkale Boğazı’nın trafiğine hâkim
olduğu için kendiliğinden ve münakaşasız bir şekilde bize terk edilmiş bulunan
ve dört adadan biri olan “Limni” bile; Lozan’daki delegelerimizin, onu
(unutarak) kayda geçmemesi sebebiyle maalesef kaybedilmiştir. Musul için talep
ve ısrarlarda ise sayısız hatalar yapılmış ve bugüne kadar Kerkük Türklerinin
çektiği eziyete zemin hazırlanmıştır.

Ve Musul; bu öyle bir kayıptır ki,
üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler mütarekenin imzalandığını
duymadıkları iddiasıyla, ileri yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Kasım 1918’de
işgal etmişlerdir. Musul’un Misak-ı Milli’ye dahil olduğu öylesine aşikardır
ki, Türk delegeleri burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık
ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul’u da bize kaybettirmişlerdir!…
[2]   Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayım
Nahum Efendi’nin bulunduğu ve bunun İsmet paşa’ya akıl hocalığı yaptığı ve
özellikle Hilafet pazarlığının bir numaralı takipçisi olduğu dikkate alınırsa
muvaffakiyetsizliğin sebepleri biraz daha anlaşılır hale gelir.

Gerek Baş delege İsmet paşa ve ikinci
delege Rıza Nur ve gerekse heyetteki diğer şahıslar, Avrupa karşısında aşağılık
duygusuna kapılmış ve Türkiye’yi kendi milli şahsiyetinden vazgeçirerek bir an
evvel Avrupa’ya teslim olmak, her tavizi verip bir an evvel barış imzalamak ve
içerdeki Batılı inkılap hamlelerine başlamak telaşındaydı.

Hilafetin İlgası!

Hilafet
3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilga edildi. Ancak bu yöndeki en önemli adımın
Lozan’da atılmış olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır.  Lozan Müzakereleri başladığı sırada, M. Kemal
paşa halifeliğe sahip çıkmakta ve Meclis’te saltanatın ilgası müzakerelerinden
başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapmaktadır. Çünkü Atatürk
hilafetin siyasi ve stratejik değerinin farkındadır. Hatta İzmir İktisat
kongresini açmaya giderken yol boyu yaptığı sohbetler ve bu arada Balıkesir
Zağnos paşa camiindeki hutbesi ortadadır. Diğer taraftan İsmet paşa da Lozan’da
her vesile ile aynı istikamette beyanatlarda bulunmaktadır. Bunun üzerine
şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaatleri istikametinde hareket
etmeyerek, Hilafeti yıkmayacakları düşüncesine kapılan, Lord Curzon bir tuzak
hazırlamıştır. Fahrettin paşa’nın emniyet gerekçesiyle Medine’den getirttiği
“Mukaddes emanetler” in geriye iadesinin lüzumundan bahseden bir konuşma
yapmış, İnönü ise buna karşı çıkmıştır. Bu cevap M. Kemal paşa’nın hilafeti
yıkmayacağı ve bu stratejik sıfatı kendi üstüne alacağı endişelerini
güçlendirince Lord Curzon, İsmet paşa’nın müşaviri Hayim Nahum Efendiyi çağırıp
ve onun vasıtasıyla “hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını” dayatmıştır.
İsmet paşa buna kendiliğinden karar veremeyeceğini söyleyince, bu sefer
Hahambaşı Hayim Nahum efendi İzmir’e yollanıp durumu M. Kemal Paşa’ya anlatmış.
Ve hilafet kaldırılmadıkça anlaşmanın imzalanmayacağını hatırlatmıştır. Bunun
üzerine o ana kadar her vesile ile hilafete sahip çıkan M. Kemal paşa İzmir
İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu düşüncesinden taviz vererek
Hilafetin Osmanlı ailesinden alınıp, Meclisin uhdesine verilmesi gibi, Hayim
Nahum’u oyalayan bir taktikle durumu kurtarma yoluna gitmiştir. Bütün bunları
Gazi’nin mecburiyet ve mazeretleri içerisinde değerlendirmek gerekir.

Atatürk’ün;
sınırları bütün dünyaca tanınmış ve en azından resmiyette bağımsızlığını
kazanmış bir Türkiye’yi kurma hatırına katlandığı Lozan Antlaşması; aslında
maddi ve manevi yönden milletimizi pelteleştirme ve köleleştirme süreci olarak
Siyonist Yahudi Hayim Nahum tarafından gündeme getirilmiş ve
gerçekleştirilmiştir.

Türkiye; 24
Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, azınlıklar için hürriyet ülkesine,
müslümanlar için ise açık hava hapishanesine çevrilmiştir. Lozan denen
“narkozla uyuşturup sonra parçalama” antlaşmasının özellikle 37’nci maddesi,
kendisinden sonra gelen 38.39.40.41.42.43 ve 44’ncü maddelerin de garantisi
hükmündedir ve şu dayatmaları içermektedir:

“Türkiye 38 den
44'e kadar olan maddelerindeki açık hükümlerin asli kanunlar şeklinde
tanınmasını ve hiçbir sebep ve surette bu hükümlere aykırı davranılmamasını
taahüt eder”

Şimdi ülkemizi
masonlara cennet, Müslümanları ise cinnet haline sokan Lozan Antlaşması'nın
azınlıklarla ilgili maddelerine bir göz atalım:
[3]

a- Lozan
Antlaşması ile azınlıklara (Türkiye'deki Yahudi, Rum, Ermeni ve Süryani
vatandaşlara) tanınan din ve vicdan hürriyeti, dini teşkilat, dini tedrisat
(eğitimi) ve neşriyat (basın-yayın) hürriyeti Lozan Antlaşmasının temelini
teşkil eder ve hiçbir şekilde müdahale edilemez.
[4]

b- Azınlıklar her
türlü ayinlerinde ve dini merasimlerinde serbesttirler.
[5]

c- Devlet
azınlıkların Dini neşriyatlarına (Kitap, dergi, gazete, radyo ve televizyon
yoluyla dini yayın yapmalarına) mani olamaz, sınırlama ve kısıtlama koyamaz”
[6]

d- Azınlıklar
istediği şekilde hayır ve hizmet kuruluşları ve dini amaçlı teşkilatları
kurabilirler.
[7]

e- Devlet,
azınlıkların dini eğitim yapan (ilk, orta, lise, Üniversite gibi her seviye ve
statüdeki) çeşitli okullar açmalarına ve buralarda serbestçe dini eğitim
yapmalarına (Papaz mektebinde, Rahibe mektebinde olduğu gibi kendi özel dini
kıyafetleriyle dolaşmalarına) asla mani olamaz. Ve hatta bunları korumakla
yükümlüdür”
[8]

f- Devlet, gayri
müslim azınlıkların dini terbiye ve terakkileri için bütçeden gerekli maddi
yardımları yapmak ve bu hizmetlere zemin hazırlamak zorundadır.
[9]

g-Azınlıklar
kendi dini geleneklerine örf ve adetlerine göre nikah, düğün ve bayram
merasimlerini yapacak, bu amaçla vakıf ve teşkilatlar kuracak ve dini
icaplarına aykırı hiçbir kanuni muameleye tabi tutulmayacaktır.
[10] Anlamına gelen mecburiyetler getirilmiştir.

Şimdi gelelim
nüfuzumuzun %99'unu teşkil eden Müslümanların durumuna:

1- Bu ülkede
papazlarla hahamlar muharref İncil ve Tevrat’ın her hükmünü ve haberini kilise
ve havralarda açıkça konuşur, ama müftüler, vaizler ve hocalar her ayet ve
hadisin emrini ve anlamını açıklayamazlar.

2- Azınlıklar her
seviye ve statüde dini eğitim yapan okullar açar, programlarını kendileri
hazırlar, Milli Eğitim Bakanlığı bunlara asla karışmaz, ama müslümanlar tevhidi
tedrisat kanunuyla böyle bir haktan mahrum bulunurlar.

3- Azınlıklar
kilise ve havralarda istedikleri ayinleri ve dini merasimleri yapabilirler. Ama
müslümanlar bir tekkede veya evde zikir yapamazlar.

4- Onlar dini
amaçlı cemiyetler kurabilir ama müslümanlar İmam-Hatip okulunda ve Kur’an
Kursunda dini tedrisatla uğraşamazlar, Başörtüsüyle okuyamazlar.

5-
Hıristiyanların dini kurumlarına, vakıf binalarına, kilise ve havralarına kimse
dokunamaz. Ama Müslümanların vakıf malları hatta, Ayasofya gibi fethin sembolü
olmuş camiler bile, rejim tarafından gasp ve talan edilmektedir. Müslümanlar
ses çıkaramazlar.

6- T.C. devleti
azınlıkların dini gereklerine ve geleneklerine aykırı kanun yapamaz ve
uygulayamaz. Ama anayasalar ve kanunlar yapılırken Müslümanların Kur'an'ı ve
sünneti asla hesaba katılmamakta, hatta bunu teklif etmek bile en büyük suç
sayılmaktadır. Müslüman alimler ağzını açamazlar.

Evet, işte laik
ve demokratik düzenin perde arkası…

İncil'i ve Tevrat'ı
okumak açıklamak ve uygulamak serbest, ama Kur'an'ın ayetlerini açıklamak
sorumluluktur ve hele hükümlerinin uygulanması için çalışmak ise idamlık bir
suçtur!…

Örneğin:

“Her kim Allah'ın
indirdiği (Temel ve genel kurallar esas alınarak hazırlanacak bir Adalet düzeni
ve disiplini) ile hükmetmez (veya Kur'an’ın evrensel hükümlerinin uygulanmasına
karşı çıkıp fırsat vermez) ise, işte onlar kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların
ta kendileridir.”
[11]

Öyleyse sakın
“müminler müminleri bırakıp (Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen) kâfirleri
kendilerine veliler (dost ve idareciler) edinmesinler. Her kim bunu işler
(münkir ve münafıkları yönetici seçerse) artık onun Allah katında hiçbir değeri
ve dayanağı yoktur.”
[12] ayetlerini radyo ve televizyon kurumlarıyla veya basın-yayın
kanallarıyla bu müslüman topluma açıklayabilecek Diyanet İşleri Başkanından
müftülere, İlahiyat dekanlarından vaizlere kaç tane babayiğit çıkacaktır?

Cumartesi
Havrasına, Pazar günü kilisesine gidecek birisine engel olun bakalım BM’ler
derhal karşınıza dikilir. Ama bu ülkede askerlerin, polislerin talebelerin,
öğretmenlerin, işçilerin ve diğer memur ve görevlilerin büyük çoğunluğu Cuma
namazına gidememektedir. Bunlara resmen izin verilmemektedir ve hatta namaz
kıldığı için nice vatan evlatları huzursuz edilmekte ve harcanmaktadır?

Rahibeler baştan
aşağı kapalı siyah elbiseleri ile papazlar özel cübbe kıyafetleri ile okuluna
gider ve sokakta dolaşırken…

En uygunsuz
kıyafetlerle gezenler alkışlanırken, başını örten kızlarımız okuldan
kovulmakta, doktor, avukat olursa işe alınmamaktadır.

Yanlış
anlaşılmasın! Biz bu ülkede azınlıklara verilen haklara karşı değiliz.
Ülkemizin birliğine milletimizin dirliğine kast etmemek şartıyla herkesle
birlikte barış ve bereket içinde yaşamayı samimiyetle isteyenleriz…

Ama hiç değilse
azınlıklara tanınan haklar kadar biz müslümanlar da inanç, ibadet ve fikir
özgürlüğüne layık değil miyiz? İstanbul işgalinde General Hamilton’u çiçekle
karşılayıp ayağını öpen azınlıklardan daha mı talihsiz ve tehlikeliyiz?

Ey, Polis ve
asker katledenlere “Hak arıyorlar?!” diye sahip çıkan, ama anarşistlerle
mücadele edenleri ise sorgusuz infaz yapıyorlar”  diye saldıran ağzı salyalı sahtekarlar!…

Ve ey böylesi
sahtekarlara fırsat veren ve bu hain gidişatı hala destekleyen ve yürütmek
isteyen zavallılar!…

Söyleyin,
böylesine taşların bağlandığı, kudurmuş karabaşların ise salındığı başka bir
ülke daha gösterebilir misiniz?…

Ve son soru:

1923’te ki
Yunanistan’la, Türkiye arasındaki mübadele (nüfus değişim) protokolü
çerçevesinde, sadece Selanik’ten gelip İstanbul’a yerleşen yaklaşık 100 bin
Yahudi dönmesinin şu andaki yerlerini ve görevlerini söyleyebilir misiniz?

Şimdi AB, AKP
eliyle Kürtleri ve Alevileri de azınlık saymamızı dayatıyor. Zaten bizde, kimin
azınlık diye kayrılacağına hep onlar karar veriyor. Lozan’da Ermeni, Rum ve
Yahudileri azınlık saydıranda yine onlardı.

Batılıların
Lozan Sendromu…

Batılılara göre Osmanlı’nın son
dönemlerinde bir ‘Şark meselesi’ vardı. Özünde, Batının doğuya karşı olan
kompleksini ve endişesini barındıran ‘Şark meselesi’ Müslüman Türkleri,
Anadolu’nun mümbit topraklarından çıkarıp, geri kalanında küçük bir Ermenistan,
Kürdistan ve büyük Yunanistan çıkarmanın adıydı.

Batının
topyekün ittifakıyla kabul gören bu proje, Türkleri önce Balkanlardan sonra da
Anadolu’dan uzaklaştırmayı amaçladı. Siyonist Yahudiler, Batı’nın bu hayalini
kendi hesabına kullandı.

Fiili
uygulamaları, 1096 yılındaki 1. Haçlı Seferleri’ne kadar giden bu planın ismi,
açıkça 1815 Viyana Toplantısı’nda dile getirildi. Bu planın uygulamaları AB
İlerleme Raporu’nda ifadesini bulan ‘azınlıklar’ kavramı ardında halen devam
etmektedir.

Ancak,
bizden bitip tükenmeyen isteklerde bulunan AB’ciler, şunu anlayamadılar: Bu
millet tarihin hiçbir döneminde ne yapacağını önceden ortaya koymamıştır. Yani,
vurucu darbesini sezdirmemiş, her zaman teyakkuzda beklemiş, hamlesinin anlık
ve etkili olmasına özen göstermiştir. Tabi ki; kukla idareciler eliyle bazı
tavizler verilmiş, topraklar peşkeş çekilmiş, yasalar da çıkartılmıştır. Ama
son noktada söz yine milletin olmuştur.

Bunun
açık örnekleri vardır. İşte, onlardan biri;

İngiltere
Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Edward Grey yayınlanan hatıratında
1905–1906 yıllarında İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan Akabe
Krizi’ni anlattığı bölümünde, Mısır Yüksek Komiseri Lord Cromer’den duyduğu bir
anekdotu “Şarklı zihnîyetini anlamanın imkânsızlığını” ortaya koymak amacıyla
şöyle nakleder; “Bir Şarklının –yani Türklerin- ne yapacağını tahmin edebilmek
için bir Avrupalı kendisine şu soruları sormalıdır: “1. Aynı koşullar altında
kendiniz ne yapardınız? 2. Tanığınız en akıllı adam ne yapardı? 3. Şarklının ne
yapacağını düşünüyorsunuz?

Bu üç
soruyu cevapladığınızda sadece Şarklının kesinlikle yapamayacağı üç şeyi
öğrenmiş olursunuz. Niyetinin ne olduğunu bundan fazla kestiremezsiniz”…

Batı
bugün de hâlâ Türklerin ne yapacağını kestiremiyor, “Şark Sorunu” da hâlâ devam
ediyor. Kimi batılılar için de hâliyle “Lozan Sendromu” bitmiyor.

AB ile
müzakerelere “Türkiye’nin çıkarları” penceresinden bakanlar ise “Sevr
Sendromundan” kurtulamamakla suçlanırlar.

Bazıları
için “Sevr Sendromu” bir abartıdır ve batıya karşı ayıptır. Pekiyi o zaman
Türkiye’nin çıkarlarını dert edinenler “Türk tarihinin dip noktası olan” ve
bugünden sadece 85 yıl önce yaşanan bir faciayı düşünmeyecekse, 321 yıl önceki
Viyana Kuşatmasını “argüman” olarak görenlere ne demek gerekir?

“Sevr
Sendromu” yanlış ve zararlı değil, aksine her türlü konunun tahlili için
isabetli ve sıhhatli bir yaklaşımın kodudur.

Nitekim
tepkilere ve görüşlere “Sevr Sendromu” teşhisi koyanlarda da “Lozan Sendromu”
ziyadesiyle mevcuttur.

“Sevr
Sendromu” özünde “teslim olmaya başkaldırı yani reddiyetçilik” olarak
özetlenebilir. Lozan Sendromu için de buna tepki denebilir.

Her
sömürgeci devlet, çekildiği topraklarda görünürde kendisine muhalif, ama canı
ve ruhu ile fikriyatına sadık aydın tabakası bırakır. Ama sadece bununla
yetinmez ve gerçekleştiremediği hedefleri açısından mağlup olduğunu kabul
edemez, sadece “bir süreliğine geri çekildiğini” düşünür.

Aynen
Kurtuluş Savaşı sonrasında genç Cumhuriyet’in kadroları arasına sızdırılan,
uyuşmuş beyinler, kontrol altına alınmış bellekler gibi… (Sebataist dönmeler
ve Kemalist dönekler gibi)

Bizler
her ne kadar Müslüman kimliğimizi ve böyle bir bakış açısını görmezden gelsek
de, tarih boyunca uluslararası ilişkilerde Batının izlediği strateji, İslam
dünyasına karşı mücadele veren Hıristiyan Batının galip olma savaşıdır.

AB’ye
üye adayı ilan edilen Türkiye sadece bu amaca hizmet için oyalanmaktadır. Ve
Müslüman Türkler Balkanlardan, Anadolu’dan sürülene kadar, Şark Projesi’nin
neticeye ulaşmasında AB bir koz olarak kullanılacaktır.

Milletimiz,
tarihten bugüne değişmeyen Batı zihniyetini dikkate alarak, artık AB
sevdalılarından vazgeçmeli, üzerimizde oynanan oyunları bir an evvel bozacak
iradeyi iktidara taşımalıdır. Yani, Milli Görüş’ü, Saadet Partisi’ni ve o’nun
ehliyetli kadrolarını…
[13]

 “Atatürk
Hilafeti kaldırdı mı kaldırmadı mı?” sorusu önemlidir. Atatürk’ün ölümünden 50
yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir vasiyetinin bulunduğu iddiaları ile
birlikte gündeme gelen Hilafet tartışması tarihi bir gelişmedir.

İddiaya
göre Atatürk’ün ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir
vasiyeti vardı. 1988’de Kenan Evren ile Turgut Özal tarafından bu gizli vasiyet
açıldı. Ancak Evren ve Özal tarafından “Vasiyetnamedeki görüş ve fikirlere
toplumun henüz hazır olmadığına” karar verilerek gizli vasiyetnamenin
açıklanması uygun bulunmadı ve 25 yıllık yeni bir yasak konuldu. Araştırmacı
yazar Aytunç Altındal’ın iddiasına göre Atatürk’ün özellikle Hilafetle ilgili
ilginç fikirleri vardı. Altındal’ın iddiasına göre Atatürk saltanata karşı
olmasına rağmen bir müessese olarak Hilafete karşı değildi. Ve yine Altındal’ın
iddiasına göre Atatürk Hilafetin İslam ülkeleri arasında rotasyonar değişecek
bir kurum olarak canlandırılabileceğini düşünüyordu.

İşte
bu iddia gündeme damgasını vurdu. Tartışma giderek büyüdü ve nihayet
Cumhurbaşkanları düzeyine çıktı. Son olarak İstanbul Milletvekili Emin Şirin
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e mektup yazarak Atatürk’ün gizli bir
vasiyetnamesinin olup olmadığını sordu. Cumhurbaşkanlığı verdiği cevapta,
Atatürk’ün böyle bir gizli vasiyetnamesinin bulunmadığını belirtti ve konuyu
kapattı. Cumhurbaşkanlığı’nın verdiği cevapta, Atatürk’ün Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü’nde korunan ve Beyoğlu 6. Noteri tarafından onaylanmış 5 Eylül
1938 tarihli vasiyetinin dışında herhangi gizli ya da açık bir vasiyetinin
bulunmadığı” vurgulandı.

Ancak
tartışmaların asıl ilginç yanı tartışmanın en önemli dayanaklarından biri olan
Kenan Evren’in de gizli vasiyet ve Halifelikle ilgili iddiaları geçiştirmeye
çalışmasıydı. Çünkü Kenan Evren’in bazı basın organlarına “Atatürk’ün dini
konularda yazılmış el yazması kitabı bulunduğu ve bu kitabı kendisinin de
okuduğu ancak “gizli ve devlet sırrı olduğu” için açıklayamayacağı” yönünde
demeçleri yansımıştı. Emin Şirin, “Kamuoyunun henüz hazır olmadığı için” Turgut
Özal’la birlikte 25 yıllık ek yasak koyduğu iddia edilen vasiyetlerle ilgili
Kenan Evren’e de bir mektup yazdı. Şirin Evren’e yazdığı mektupta, gizli
vasiyetname ve Atatürk’ün hilafetle ilgili görüşleri konusundaki iddiaların
açıklanmasını istedi. Şirin, “Açıklamalarınız tarihe ışık tutacak fevkalade
büyük bir öneme sahiptir” dedi.

Daha
sonra ise Kenan Evren’e telefonla ulaşan ve kendisiyle görüşen Emin Şirin,
Evren’in de iddiaları ve tartışmaları yersiz ve gereksiz bulduğunu açıkladı
[14].

Ezber
bozma!

Tarihi
bir gerçek var: İngiliz-Yahudi siyasetinin en büyük hedefi, Osmanlı’dan daha
çok, “hilafet” idi.

Bunu
isbata şu bilgi yeterlidir: İngilizler masada imzaladıkları Lozan’ı onaylamak
için tam 7.5 ay beklediler. Neyi mi beklediler? Hilafetin Millet Meclisi’nce
“ilga” edilmesini… Çünkü İngiltere, 20. yüzyılın başında, sömürgeleri sayesinde
yeryüzünün en kalabalık Müslüman nüfusuna sahipti. Sultan 2. Abdülhamid’in
hilafetin gücünü kullanmaya kalkması, sömürdüğü Müslüman topluluklarla
İngilizlerin karşı karşıya gelmesine neden olmuştu. İngilizler’in Osmanlı
hilafetine karşı besledikleri niyet açığa çıktıktan sonra Hindistan’da kurulan
Hilafet Komitesi, Osmanlı’nın siyasal coğrafyası içinde yer almamış olan İslam
toplumları arasında dahi, Osmanlı Hilafeti’nin yaygın nüfuzunun göstergesidir.
Bu nüfuzun etkisi, sadece Sünni dünyada değil, en müfrit Şii fırkalara varana dek,
tüm mezhep ve mektepleriyle bütün bir İslam dünyası üzerinde görülüyordu…

Baasçılık(Hilafeti ilgaya Ankara’yı ikna eden Başhaham Haim Naum’un bu işi
hallettikten sonra Mısır’a giderek orada Baasçılığın babası Cemal Abdünnasır’a
tercüman ve danışman olması tesadüf olmasa gerek)
tabiatıyla Arap
ulusçuluğuna yaslanıyordu. Kemalist eğitimle Baasçı eğitimin ortak noktası
“Osmanlı düşmanlığı” idi. O eğitimi alanlardan biri olan Buteflika’nın
şimdilerde “Osmanlı Uluslar Topluluğu” oluşturalım teklifinde bulunması, bir
ezber bozmadır. Aynı tutum zımnen Beşşar Esed’de de görülmüştür ve Osmanlı
toprağında kurdurulan diğerleri de er geç bu tutumu alacaklardır. Tarih
kaderdir, coğrafya kaderdir. Kaçamazsınız. Arkanızdan kovalar ve sizi iki
yakanızdan tutup sarsar ve der ki: Ya kendine gel, ya da yok ol!
[15]

Atatürk ve Ermeni Meselesi

1921 yılında Vatikan'daki Papa 15.
Benova ile Mustafa Kemal Paşa arasına bir yazışma olmuştur, daha doğrusu Papa,
Mustafa Kemal Paşa'ya Kardinal Gaspari'yi göndermiş, Anadolu, Kafkasya ve Küçük
Asya Hıristiyanlarının korunmasını rica etmiştir.

Mustafa Kemal Paşa da Papa 15.
Benova'ya 12 Mart 1921 tarihli şu cevabı göndermiştir:

“Irk ve mezhep ayırmaksızın bütün
memleketimiz sakinlerinin emniyet ve refahını temin mecburiyeti,
insaniyetkârane hissiyatımızın ve dini mübini İslamın bize emrettiği bir
vecibedir. Dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin nüfuz ve hâkimiyetinin
kapsadığı bölgelerin tamamındaki Hıristiyanların tam bir sükûn içinde olmaları
için evvel ve ahir her türlü tedbirler alınmıştır. Sınırlarımız dahilinde
herhangi bir yabancı ordusu kıtal ve haraplık getirmediği yerlerde cari olan
barış ve emniyet bu beyanatımızın reddedilemez bir delilidir.” (x)

Mustafa Kemal Paşa, söylediklerinin
değişmez siyaseti olduğunu belirtiyor ve Papa'ya, 1 Mart 1921'de Meclis'te
yaptığı nutuktan bir bölümü gönderiyor:

“Anadolu'da oturan Ermenilerin ve
Rumların hükümet emirlerine ve milli emellere muhalefetleri vuku bulmadıkça her
türlü tecavüzden korunmuş ve tamamen mesut ve müreffeh bir hayata mazhariyetleri
öteden beri kabul edilmiş bir esas idi. Kilikya ve havalisinde ve doğu
sınırımız haricindeki resmi ve gayri resmi Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve
ırktaşlarımıza karşı vuku bulan cinayetkârane tecavüzleri karşısında dahi
memleketimizde yaşayan sakin Hıristiyanların her türlü taarruzdan korunmalarını
temin eylemeyi pek mühim bir medeni vazife kabul eyledik ve Anadolu'nun harici
âlem ile temasının kesik olduğu bu günlerde yüksek vatani menfaatları
hedefleyen tedbirler arasında Hıristiyan ahalinin selametini muhafaza lüzumunu
bütün makamlara bildirdik.” (xx)
[16]

(x) – (xx) Teori dergisi, Mayıs 2005 /
Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, c.3, s.183-186.

 

Ata'nın Tarihi Cevabı

Ermeni diasporasının son
zamanlarda giderek artan soykırım iddialarını, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk,
yıllar önce “Dünya efkârı, Ermeni ahâlinin tehciri hususunda almaya mecbur
kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz” sözleriyle
cevaplamıştı. Dünyanın, Ermeni tehciri konusunda Türk devletine karşı haklı bir
ithamda bulunamayacağını belirten Atatürk, o dönemde yaşananları, “Bize
karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve
bunlardan ekserisi şayet İtilâf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi
evlerine dönmüş olurlardı” sözleriyle anlatmıştı.

Atatürk, 26 Şubat 1921'de
Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit'in sorusu üzerine, Ermeni tehcirine
ilişkin şu tarihi gerçekleri dile getirdi: “Rus Ordusu 1915'te bize karşı
büyük taarruzunu başlattığı sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak
Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan
ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur
kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmâl
ve yaralı konvoylarımız acımasız bir şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler
ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu. Bu
cinayetleri işleten saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan
çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmâllerini, bazı büyük devletlerin daha sulh
zamanından itibaren kendilerine kapitülasyonların bahşettiği
dokunulmazlıklardan istifade ve bu maksada matuf olarak büyük stoklar husule
getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinde yapıyorlardı.”

Atatürk, Ermeni tehciri ve Ermeni
çetelerinin yaptıkları katliamlar konusundaki görüşlerini de şu sözlerle dile
getirmişti: “İngilizlerin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak
İrlanda'ya reva gördüğü muameleye kayıtsız şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni
ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı
bir ithamda bulunamaz.” “Gerek umumi harp sırasında, gerek
mütarekeden sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan
mezalim üzerinde durmak uzun bir hikâye olur.”

Atatürk, Streit'e, Yunanlıların
İzmir'i işgalleri sırasında yaptıkları katliamları da şöyle anlatmıştı:
“Yunanlılara gelince, İzmir'in işgali sırasında öyle cinayetler
işlemişlerdir ki, Yunanistan'ın müttefiki İtilâf Devletleri tarafından tescil
edilmiş bulunan 'İtilâf Devletleri Tahkikat Komisyonu' üyeleri bile 1919
sonbaharında bu vilayeti baştanbaşa kat ettikten sonra hazırladıkları raporda,
Yunan makamları aleyhinde son derece ağır tenkitlerde bulunmuşlardır.
Yunanlıların işgal ettiği diğer bölgelerde her yaş ve cinsiyetten on binlerce
Türk katledilmiştir.”

Ermeniler Kışkırtılmıştır:

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'nda
Osmanlı Devleti'nin aldığı yaraları saramadığını gören büyük devletler,
İstiklâl peşinde koşan Ermenilere yardım ederek Tiflis'te Taşnak, İsviçre'de
Hınçak teşkilâtlarını kurmalarına ve silahlı mücadele başlatmalarına yardımcı
olmuşlardı. Osmanlı Devleti'nin Balkan Harbi'nden de mağlup çıktığını gören
Rusya, İngiltere ve Fransa bir taraftan Türkiye'yi aralarında paylaşma plânları,
diğer taraftan da Taşnak ve Hınçak teşkilâtlarına her türlü silah ve para
yardımı yapıyordu. Bu üç devlet, Türkiye aleyhine başlattıkları çalışmaları ve
1. Dünya Savaşı'nda Türkiye'yi tasfiye etme hareketlerini kendi kamuoylarına
kabul ettirebilmek için kiliseleri de devreye sokarak propagandaya
girişmişlerdi.

Söylenenler İftiradır

Bu amaçla kitaplar yayınlayan ve
toplantılar düzenleyen ülkeler, “Müslüman Türkler, Hıristiyan halklara
zulmediyor, onları katlediyor. Hıristiyan halkları kurtarmak için Türkiye'yi ve
Türkleri cezalandırmamız gerekiyor. İşte bu maksatla Türklere karşı harp
ediyoruz” temasını işlemişlerdi. Ulu Önder, bu gerçek dışı propagandanın
öncülüğünü yapan Lloyd George ve George Clemenceau'ya şu çarpıcı sözlerle cevap
vermişti: “Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır.
Milletimizin zalim olduğu iddiası baştan başa yalandır. Hiçbir millet,
milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve adetlerine riayet
etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve
milliyetine riayetkâr olan yegane millet bizim milletimizdir. Rum Patriği,
Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategikosu gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip
oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul'un fethinden beri,
Müslüman olmayanların mezhar bulundukları bu geniş imtiyazlar milletimizin
dinen ve siyaseten dünyanın en büyük müsaadekâr ve civanmert bir millet
olduğunu ispat eden en büyük delilidir.”
[17]

 

LOZAN’DA STRATEJİ SAVAŞI

 

Lozan
Müzakereleri ve Atatürk’ün Taktikleri:

Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasına müteakip ilk
hükümet Fevzi (Çakmak) Paşa           tarafından
kurulmuş, 1921 yılından 19 Mayıs günkü ikinci hükümete de Fevzi Paşa başkanlık
etmiş, “Hamidiye Kahramanı” ünvanıyla meşhur Rauf (Orbay) Bey’in 12 Temmuz 1922’de
kurduğu üçüncü hükümette ise; Fethi (Okyar) İçişleri; Yusuf Kemal (Tengirşek)
Dışişleri Bakanı olarak girmişlerdir.

Lozan’a gidecek heyetin teşkiline çalışıldığı o günlerde Yusuf kemal
bey’in –kendi ifadesiyle- geçirdiği bir ameliyat dolayısıyla bakanlıktan
istifası üzerine; Dışişlerinin başına 26 Ekim 1922 günü İsmet (İnönü)
getirilmiş, böylece Lozan’a gidecek heyet İsmet Paşa başkanlığında kurulup
gönderilmiştir.

Rauf (Orbay)’ın Feridun Kandemir’e anlattıklarına göre: “İsmet Paşa
heyet başkanı olarak Lozan’a gidince, müzakereler esnasında zorluklarla
karşılaştığı anlarda, önceleri hükümet başkanı olarak kendisinden fikir
sorduğunu, Bakan arkadaşlar ve çok defa Mustafa kemal Paşa ile istişare ederek
İsmet Paşa’ya yardımcı olunduğunu; ancak sonradan İsmet Paşa’nın bir takım dış
telkin ve tesirlere kapılıp huzursuzluk ve uyumsuzluk göstererek hükümetle
zıtlaşmaya koyulduğunu”, söylemektedir.

Başbakan Rauf Bey’in bu anlattıkları İsmet Paşa’nın Lozan’daki tavrının
tespiti bakımından olduğu kadar, hakkında çok yazılıp söylenen ve elbette daha
da yazılıp söylenecek olan Lozan Antlaşması’nın iç yüzünü teşhir yönünden de
oldukça önemlidir.

“İsmet Paşa, bilhassa hükümetten sorduğu konulara, sıkışık durumlarda
istediği talimatı bizim pek geç cevap vererek, kendisini müşkül durumlara
soktuğumuzdan şikâyet ediyordu. Bu şikâyetleri bazen doğrudan Mustafa Kemal
Paşa’ya yapıyordu. Hâlbuki şifre yalnız hükümet başkanlığında bulunduğundan,
çektiği telgraflar yine benden geçiyordu” diyerek hükümetle İsmet Paşa arasındaki
anlaşmazlığın sebeplerini sayan Rauf Bey devamla diyor ki:

“-Anlaşmazlık bundan ibaret değildi. Konferanstan çok daha önce Hariciye
vekâleti’nde hazırlattığımız sulh esaslarımıza göre, işgal ettikleri yurdumuzun
en mamur yerlerini yakıp yıkarak harabeye çeviren Yunanlılardan tamirat bedeli
istiyorduk. Bu mesele Lozan’da Yunanlılarla hayli tartışılmıştı. Bu konuda
arabulmak isteyen itilaf devletleri tamirattan vazgeçmemiz için bize Trakya
sınırımızdaki Karaağaç’ı bırakmak teklifinde bulunmuşlardı.

İstiklal Marşımız da açıkça gösterir ki, İstiklal Savaşı, İslam ve
Hıristiyanlık savaşı idi. Daha sonra laiklik ilkesi geldikten sonra bile bu din
ayrımı devam etmiş, uzun yıllar Hıristiyanlar yedek subay yapılmamıştır.
İnkılâplarda da resmen İslamiyet’e karşı cephe alınmamıştır. Aksine Kur’an
Türkçeleştirilmiş, hutbeler Türkçeleştirilmiş, böylece halka İslamiyet’i
öğretme faaliyetleri devam etmiştir. Gerçi tekkeler ve medreseler
kapatılmıştır, ama camilere ilişilmemiştir. Bu sebeple İkinci Mecliste de
Türkiye hala İslam devletidir.

İstiklal Savaşı bir din savaşı idi. Bu savaşta İslamiyet ile
Hıristiyanlık çarpıştırılmıştı. 1400 yıllık bir savaşın son merhalesi idi…

Sonunda, Osmanlılar yenilmişler, ama Müslüman Türkler galip gelmişlerdi!

Ancak Türklerin artık savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. 1911
yılında başlayan savaşlar 12 yıl sürmüştü. Bundan dolayı da nüfus 14 milyona
inmişti. Ülke harap ve bitaptı. Lozan masasına gidilirken bu durum taraflarca
biliniyordu. Batı bir tarafından muzaffer devlete verilecek şeyleri verirken,
diğer taraftan da ilerisi için hazırlık yapıyordu. İslam alemini tamamen
çökertmek, İslamiyet’i önce Avrupa ve Anadolu’dan sürmek, sonra da İslam
ülkelerini diğer ülkeler gibi sömürmek” için İslam birliğinin sembolü olan
hilafeti kaldırmayı, anlaşmanın baş şartı olarak koymuşlardı.

Mustafa Kemal ise bunu iki bakımdan kabul etmekte mahzur görmedi: Bir
defa imkan ve iktidarı kalmamış olan bir müesseseyi yaşatmak sadece yük olur,
ülkeye ağırlık teşkil ederdi. Dolayısıyla kaldırılmasında hiçbir mahsur yoktu.
İkincisi, çürümüş ve çökmüş bir yapının enkazını kökten kaldırmadan yeni bir
bina kurma şansı bulunmuyordu.

Böylece hilafet de saltanat gibi kaldırıldı.

Hilafetin kaldırılması siyaseten de yerinde olmuştur!

Çünkü Siyonist ve emperyalist merkezleri uzun zaman avutmuştu.

Şimdi
yine Lozan’a dönelim.

Lozan’da Batılıların bize empoze ettikleri ve bizim de kabul ettiğimiz
öneri ne idi?

Bir defa ve her şeyden önce Türkiye İslam liderliğinden vazgeçecek,
hilafet ve saltanat lağvedilecekti. Ama bunların yapılması yetmezdi. Türkiye
bir İslam devleti olmaktan da vazgeçecek, laik olacak ve bütün müesseselerini
Batılıların arzusu istikametinde düzenleyecekti!…

Bunlar yapıldıktan sonra: Batı dünyası Türkiye Cumhuriyetini tanıyacak
ve kabul edecekti.

Ayrıca komşu ülkelerle hep nizalı yerler bırakılacak ve gerektiğinde
onlarla savaştırma imkanı sağlanacaktı. Yunanlılarla Batı Trakya ve Adalar
meselesi askıda kalacak, İngilizlerle Kıbrıs çıbanbaşı olarak bulunacak,.
Suriye ile Hatay, Irak ile Musul, Ermenistan ile Nahçivan, Gürcistan ile Batum
meseleleri hep sorunlu bölgeler olarak başımızı ağrıtacaktı.

Önemine binaen tekrar hatırlatalım ki: İngiliz-Yahudi siyasetinin en
büyük hedefi, Osmanlıdan daha çok “Hilafet” idi. Bunu ispata şu bilgi
yeterlidir: İngilizler masada imzaladıkları Lozan’ı onaylamak için tam 7,5 ay
beklediler. Neyi mi, Hilafetin Millet Meclisince “ilga” edilmesini!… Çünkü
İngiltere, 20. Yüzyılın başında, sömürgeleri sayesinde yeryüzünün en kalabalık
Müslüman nüfusuna sahipti. Sultan 2. Abdulhamid’in hilafetin gücünü kullanmaya
kalkması, sömürdüğü Müslüman topluluklarla İngilizlerin karşı karşıya gelmesi
demekti. İngilizlerin Osmanlı hilafetine karşı besledikleri niyet açığa
çıktıktan sonra Hindistan’da kurulan Hilafet Komitesi, Osmanlı’nın siyasal
coğrafyası içinde yer almamış olan İslam toplumları arasında dahi, Osmanlı
Hilafeti’nin yaygın nüfuzunun göstergesidir. Bu nüfuzun etkisi, sadece Suni
dünyada değil, en müfrit Şii fırkalara varana dek, tüm mezhep ve mektepleriyle
bütün bir İslam dünyası üzerinde görülebilmektedir.

Hilafeti
İlgaya Ankara’yı ikna eden Başhaham Haim Naum’un bu işi hallettikten sonra
Mısır’a giderek orada Baasçıların babası Cemal Abdünnasır’a tercüman ve
danışman olması tesadüf değildir.

“Atatürk Hilafeti kaldırdı mı kaldırmadı mı? Sorusu önemlidir.
Atatürk’ün ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir vasiyetin
bulunduğu iddiaları ile birlikte gündeme gelen Hilafet tartışması tarihi bir
gerçektir.

İddiaya göre ölümünden 50 yıl sonra açıklanmasını istediği gizli bir
vasiyeti vardı. 1988’de Kenan Evren ile Turgut Özal tarafından bu gizli vasiyet
açıldı. Ancak Evren ve Özal tarafından “vasiyetnamedeki görüş ve fikirlere
toplumun henüz hazır olmadığına” karar verilerek gizli vasiyetnamenin
açıklanması uygun bulunmadı ve 25 yıllık yeni bir yasak konuldu.
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’ın iddiasına göre Atatürk’ün özellikle
Hilafetle ilgili ilginç fikirleri vardı. Altındal’ın iddiasına göre Atatürk
saltanata karşı olmasına rağmen bir müessese olarak Hilafete karşı değildi. Ve
yine Altındal’ın iddiasına göre Atatürk Hilafetin İslam ülkeleri arasında
rotasyonar değişecek bir kurum olarak canlandırılabileceğini düşünüyordu.

“Acaba: Siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz” diyen Adnan Menderes:
Atatürk’ün vasiyetini biliyor muydu? Bu sözleriyle müminlerin mi, yoksa
Siyonistlerin mi dikkatini çekmişti?

Atatürk’ün vasiyetinin açıklanmasına ve millete duyurulmasına Kenan
Evren’in engel olduğu söylenir. Acaba Kenan Paşa, Diyalogcu ve Ilımlı
İslamcıların ve Siyonist simsarların istismarını engellemek için mi böyle
hareket etmiştir?

Bir iddiaya göre, Kenan Evren zamanında vasiyetname açıldığı vakit,
İsrail’in MOSSAD casusluk teşkilatı bunun kopyasını elde etmiş ve Tel Aviv’e
göndermiştir. Yahudilerin Atatürk’le yakından ilgilendiği zaten bilinmektedir.

Vasiyetnamede, Hilafet ile ilgili bilgiler ve tekliflerden başka,
Atatürk’ün bazı yakınlarına servetinin bir kısmının dağıtılması konusunda da
istekleri yer alıyormuş. Bu isteklerin de hasıraltı edildiği söylenmektedir.

Şu
anda ABD, İsrail ve Papalık Müslüman dünyasının başına bir Halife geçirmek için
harekete geçmiştir.

Ama, nasıl bir Halife?

1-   Ya Ermeni veya Rum asıllı olacak

2-   Yahut dini bir cemaatin başkanı olup, Siyonist ve Evangelistlerle
işbirliği yapacak

3-   Ama her hal ü karda, İslam’a ve Müslümanlara hizmet etmeyecek,
efendilerine, yani Amerikalılara, Siyonist odaklarına ve Haçlılara hizmet
sunacaktır.

Amerikalılar,
dünya siyonizmi, papalık ve diğer dış güçler; Müslümanları daha kolay
yönlendirmek üzere: kendilerine itaat edecek, kendi emirlerini yerine getirecek
bir Halife seçmek için şimdiden büyük masraflar yapmaktadır.

Dinlerarası Diyalog ve Evrensel Kardeşlik faaliyetlerinin
perde arkasında bu Hilafet aşını pişirecek kazan kaynamaktadır.

Evet 1924’den beri
Müslümanlar başsız bırakılmıştır. Dünyada her dinin, her teşkilatın, her
cemaatin bir reisi, başkanı var da Müslümanların yoktur.

Katoliklerin
Papa’sı var.

Anglikanların
kendi başpiskoposları var.

Yahova
şahitlerinin başı var.

Masonların üstad-ı
azamı var.

Tibet
Budistlerinin Dalay Lama’ları var.

Yahudilerin
hahambaşıları var.

Ama maalesef
Müslümanların Halifesi, İmam-ı Kebir’i, Emirül-mü’minini bulunmamaktadır.

Böyle bir şey bir
kısım dinsizlere göre gericilik sayılmaktadır. Ve buna kesinlikle karşı
çıkılmaktadır.

Ama eloğlu boş
durmuyor. ABD, İsrail, Papalık, agresif Evangelistler İslam dünyasına bir
halife seçmek için kolları sıvamıştır.

Bu sinsi ve Siyonist merkezlerin asıl amacı görünüşte Müslümanların
duygularını ve gururlarını okşayacak, ama gerçekte kendi kuklaları olacak bir
“layt halife” ile İslam dünyasını oyalamak ve böylece daha kolay gözlerini
oymaktır.

  Merkezi İsviçre’de bulunan “Uluslar arası
Çalışma Kurumu” ABD Irak’ı işgal edeli beri işgalci askerlerin bizzat öldürdüğü
sivil sayısı 39 bin kişi diyor ve ekliyor: “28 aylık işgal süresi içerisinde
sivil ölü sayısı 100 binin üzerindedir. Bu, ABD tarafından Irak’ın bir insan
mezbahasına çevrildiğinin kanıtıdır. Bir gece Kerkük’ün Şorca bölgesi Musalla
mahallesinde olanları şöyle anlatılmaktadır: Gecenin yarılarıdır: İşte o
saatlerde Musalla’ya bir Amerikan arazi cipi girer, içinden bir asker iner.
Elinde bir merdiven vardır. Merdivenin Musalladaki Irak Türkmen Cephesi’nin
duvarına dayar, basamakları tırmanır ve ITC’nin bayrağını indirir. Yerine Kürt
bayrağını çeker ve gecenin karanlığından istifade ederek sessizce uzaklaşır. Bu
olayı, mesleği gereği gece yarısı kalkıp sabaha işini yetiştirmek durumunda
olan bir işçi gözleriyle görür. İş orada da kalmaz: Öğrenirler ki o gece
Kürtlerin yaşadığı iskan bölgesindeki Kürt bayrağı indirilmiş yerine Irak
Türkmen Cephesinin bayrağı asılmıştır. İşte, “terörle mücadele ediyorum,
istikrar ve barış için Irak ve Afganistan’dayım” diyen ABD Türk Kürt
kışkırtmasıyla terörü kışkırtıp Kürdistan’ı kurmaya çalışmaktadır.

  Evet iktidar olan Irak hükümeti değil, işgalci
Amerika’dır ve bu sebeple Kuzey dahil, Kandil Dağları, Bağdat velhasıl Irak’ın
her noktasında dökülen her damla kan ve atılan her adım, ekilen her fitne
tohumu bu işgalcinin günahıdır. Bu sebeple öldürülen 100 bin sivilin suçlusu
Zerkavi değil Bush’tur Amerika’dır.
[18]

  Bu arada:Araplar Irak’ta Efsaneleşti!

  Savaşamazlar.
Kaçarlar. Pistirler. Petrol parası yerler. Teke gibi kokarlar. Emperyalizmin
kuklası, egemenin oyuncağı, zalimin uşağı, bölücünün aleti olurlar diye
bilirdik. Ne kadar da yanılmışız. Irak’ta bir “Arap efsanesi büyüyor… Büyüyor…
Büyüyor…” ve tarih yazıyor. Demek ki adamın vatanını işgal edersen; miskin,
tembel, umursamaz, savaşamaz, korkak, inancını vatanının önüne koyar sandığın
insanlar; dünyanın en büyük askeri gücü, dünyanın en büyük parasal gücü,
dünyanın en büyük diplomasi gücü, dünyanın en büyük teknolojik gücü, dünyanın
en büyük medya gücü, sinema gücü, üniversite gücü, dünyanın en büyük istihbarat
ve casusluk gücü, uzay araştırmaları gücü Amerika Birleşik Devletleri’nin
trilyonlarca dolar bütçeli ordusuna kök söktürür…

  Yakındır. Belki yarın. Belki yarından da
yakın. Amerikan işgalci ordusu Irak’tan “geldiği gibi gitmeye”  başlayacaktır. İnsan Savaşçı doğmuyor.
Şartlar İnsanı savaşçı yapıyor.” Ve iman cesaret kazandırıyor.
[19]

Evet, Lozan’ın dayatılan gizli şartları da vardı:

Mustafa Kemal, bütün bu sinsi ve şeytani amaçlarını bile bile onlara
uymakta ve dediklerini uygulamaktaydı. Ama asıl felsefesi ve hedefi şu iki
noktaya dayanmaktaydı:

1- Zaten koflaşmış ve yozlaşmış bazı dini kurum ve kuralların
tahribinden ve toplumu bu koyu cehalet ve taklitçilikten uzaklaştıracaktı.

2- Önce arsadaki enkaz temizlenecek sonra yeni ve görkemli bina
kurulacaktı…

AKP Eliyle Sevr’in Tatbikatı Yapılıyor!

Vatan toprakları yabancıya peşkeş çekiliyor, Lozan’ın rövanşını
alıyorlar:

Milli Gazeteye
çarpıcı açıklamalarda bulunan Tapu ve Kadastro eski Genel Müdür Yardımcısı
Orhan Özkaya, yabancıların Türkiye’de taşınmaz edinmelerine imkân sağlanması
ile ülke topraklarının çekirge sürüleri gibi yağmalanmaya başlandığını söyledi.

Yabancıların
Türkiye’de taşınmaz edinmelerine imkân sağlayan 3 Temmuz 2003 tarih ve 4916
sayılı yasa, 19 Temmuz 2003 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe
girdi. 442 sayılı “Köy Kanunu”nun 87. maddesi değiştirilerek yabancıların
belediye sınırları dışında, kırsal alanda ve köylerde arazi satın almalarının
önü açılmış oldu. Daha önce, yabancılar sadece konut, işyeri ve bağımsız bölüm
alabiliyorlardı. Bunu da belediye sınırları içerisinde gerçekleştirebiliyorlardı.
Ancak, söz konusu yasa çıkmadan önce yapılan satışlar yılda 20-30 adedi dahi
bulmamaktaydı. Bu durum resmi kayıtların incelenmesiyle kesin olarak
saptanabilir.

Adı geçen yasanın,
AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemize dayatılması sonucunda yabancılar ülke
topraklarını çekirge sürüleri gibi yağmalamaya başladılar. Adeta Lozan’ın
rövanşı alınmakta, bol dolarlı “haçlı seferi”ne çıkmışlar!.. 27 Haziran 2004
tarihine kadar 66 ülkeden yabancı gerçek kişilere satılan toprak miktarı: 61
bin 884 kişi, 388 bin 430 dekardır. Bu tarihten sonra Tapu ve Kadastro Genel
Müdürlüğü’nün Web sitesi karartılmış, hiçbir bilgi verilmemektedir. Bu rakamlar
resmi makamlardır.

Peki, kim nerede ne aldı?

Yunanlılar, 14 bin
425 kişiyle, 12 bin 544 adet ve 4 bin 175 dekar miktarındaki araziyi İzmir,
Dikili, Kuşadası, Çanakkale, Trakya, İstanbul ve Güney sahillerinde
almışlardır. Almanlar, 12 bin 300 kişiyle 11 bin 405 adet ve toplam 7 bin 037
dekar araziyi, Alanya, Kaş, Datça, Anamur ve diğer sahil şehirlerinde
almışlardır.

İngilizler, 6 bin
614 kişiyle, 5 bin 114 adet ve 32 bin 002 dekar toprak parçasını Fethiye,
Didim, Kuşadası (İrlandalılar ağırlıkta), Kaş-Kalkan ve Datça’da kitlesel
olarak almaya devam etmektedirler. Hollandalılar 2 bin 170 kişi ile bin 710
adet,  613 dekar; Fransa 752 kişi, 701
adet, 818 dekar; İtalya, 963 kişi, 1003 adet, 457 dekar; ABD, 736 kişi, 970
adet, 2 bin 701 dekar; Avusturya, 775 kişi, 915 adet, 704 dekar; İsrail, 100
kişi, 136 adet, 79 dekarlık bir alanı almışlardır. Bu ülkeler en çok toprak
alan ülkelerdir. Ancak toplam 66 yabancı ülkenin 61.884 vatandaşı 388.430 dekar
toprak parçasını ülkemizden almışlardır.

Ege’de tapular İngilizlere verilmek üzere bekletiliyor!

AKP’liler
“sırtlanıp mı gidiyorlar, topraklar burada kalıyor!…” demekle, aslında tarihi
bilmiyorlar. Zaten, gelenler, sırtlanıp gitmiyorlar, gelip yerleşiyorlar, bizi
çıkarmak üzere. Tıpkı, Afrika’da olduğu gibi. Bu rakamlar, Tapu Kadastro Genel
Müdürlüğü’nün Web sitesindeki 27 Haziran 2003 tarihli verilerinden alınan
rakamlardır. Ancak bu rakamlar gerçek rakamlardan çok düşüktür. Gerçek
rakamların açıklanması hiçbir zaman yapılmamaktadır. Şu anda da site tamamen
bilgi akışına kapalıdır. Bakın, İsrail gösterilen rakamlardan daha büyük bir
arazi parçasını bazı yerli holdinglerle ortaklıklar kurarak kapatmıştır. Bunu,
Ceylanpınar, GAP bölgesi, Diyarbakır yöresindeki yerel basın organlarında çıkan
haberlerde saptamak mümkündür. Ancak, Anadolu’daki gezilerde halkımızın
aktardığı rakamlar son derece endişe verici boyuttadır. Zilyetlik (kullanma hakkı)
devirleriyle, yani noter ve muhtar sözleşmeleriyle yapılan anlaşmalarda 30 hektar sınırı çok
büyük miktarda aşılarak, 30-40 bin dekarlık alanların İsrailliler tarafından
kapatıldığını isyan ederek dile getirmişlerdir.

Şu anda Fethiye
Tapu Sicil Müdürlüğünde 5 bin 500 adet tapu İngilizlere verilmek üzere
hazırdır. Didim’de 5 bin adet İngiliz vatandaşının tapusu verilmek üzere
bekletilmektedir. Kuşadası’nda 3 bin 500 adet İrlanda vatandaşına,
Kaş-Kalkan’da toplam 1700 konutun 1000’ine yakını Alman, İngiliz
vatandaşlarının eline geçmiştir. Bunlar sıcak gelişmeler olarak
değerlendirilmektedir. Ayrıca, köylülerin elinden yüksek rakamlar verilerek
zilyetlik devirleriyle alınan zeytinlikler, halk arasında panik
oluşturmaktadır. Prof. Dr. Cihan Duru’nun tespitlerine göre: 147 bin 466
yabancı 946 bin 333 dekar yer almış durumdadır.

Satılan arazi miktarı Malta adası büyüklüğüne ulaştı!

Satılan arazi
miktarı resmi verilere göre, yani 388 bin 430 dekar dikkate alındığında; Malta
Adası’ndan büyüktür. Malta Adası, 315 km2’dir. 946 bin 333 dekar ele
alındığında ise bu arazi miktarı 3 Malta Adası büyüklüğündedir.

Satılan toprak miktarını resmi rakamlar neden küçük gösteriyorlar?

Satılan toprak
miktarının küçük gösterilmeye çalışılması, bu konuya kamuoyunun son derece duyarlı
olması ve şehit kanlarıyla sulanmış vatan topraklarının ABD, AB, İngiliz ve
İsrail emperyalizmi tarafından tarihin her döneminde ele geçirilmek istenmesine
karşı oluşan tepkidendir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Kurtuluş Savaşı
boşuna mı yapılmıştır? Yunanistan Megalo İdea’sından vazgeçti mi? Çanakkale,
Anafartalar, Sakarya, Dumlupınar, Afyon Kocatepe, İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül ne
zaman unutuldu. Halkımız öfkeyle bu soruları sormakta ve olanları vicdanı
kanayarak içine atmaktadır. Kıbrıs’ta verdiği şehitler, Güneydoğuda yitirdiği
evlatları, uzuvlarını cephede bırakan elsiz, kolsuz, bacaksız kalan gencecik
Mehmetçikler, gözlerini kaybeden kahramanlar bu toprakların onun bunun eline
geçmesi için mi savaştılar? İşte, bu yönetenlerin, dayanılmaz, kahreden
aymazlıkları vatanına kıskançlıkla bağlı Türk halkını ayağa kaldırmış
durumdadır. Bu nedenle satılan toprak parçası Heybeliada’dan küçük diye olayı
hafifletmeye çalışıyorlar. Onlara yamalanmış yazar bozuntuları da verilen bu
çarpıtılmış demeçleri desteklemek için olmadık sapkınlıklar gösteriyorlar.”
[20]

04
Ağustos 2005 Milli Gazete’deki Nasuhi Güngör’ün şu tespitleri önemliydi:

Gaza
ve Masa

Irak’taki işgalin getirdiği her sonuç,
Türkiye’yi doğrudan ilgilendiriyor. Kerkük’te PKK, büro açıp bayrak asmış. Haklı
olarak tepki gösteriyoruz. Fakat acaba herkes böyle bir tepkiyi gösterme
hakkına sahip midir? Bunun cevabı, yakın tarihimizde yatıyor.

Aradan geçen uzun zamana rağmen
Türkiye, Lozan ve benzeri konular üzerindeki ürkek tartışma üslubunu üzerinden
atamıyor. Oysa yakın tarihin böyle bir sis perdesi ardında kalması için, artık
kimsenin ciddi bir gerekçesi kalmadı.

Oysa
sadece Lozan’ın hazırlık süreci bile başlı başına yeniden araştırılmayı ve
tartışılmayı hak ediyor.
İtilaf devletlerinin anlaşma için yer
olarak Lozan tespit edildikten sonra yaptıkları ilk iş, hem İstanbul’a, hem de
Ankara hükümetine davet göndermek oldu. Böyle bir davetin Ankara’da
oluşturacağı tepki, acaba çağrıyı yapanlar açısından sürpriz miydi? Nitekim Ankara hükümetinin bu çifte
davete olan tepkisi, önce 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması, ardından da
17 Kasım’da son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in İngilizlere teslim edilmesi
(kaçması değil, teslim edilmesi) ile sonuçlandı. Lozan görüşmelerinin başlama
tarihi ise 20 Kasım. İşte size üzerinde durulması gereken önemli bir zaman
aralığı.

Şunu söylemek mümkün: Lozan’dan sonra
hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Lozan, eğer Sevr’le karşılaştırılarak
değerlendirilirse, kuşkusuz ortaya çıkan sonuçlar fevkalade önemli sayılabilir.Ancak dikkatlerimizi, Lozan’dan sonra
peş peşe atılan adımlara yoğunlaştırmak, mesela Anayasa’daki “İslam
Devleti” ifadesinin çıkarılması üzerinde durmak, bizi daha önemli
sonuçlara götürecek adımlar gibi görünüyor.

Peki, şimdi Misak-ı Milli metnini
tekrar okuyup, Lozan’da elde edilenlere yeniden bakarsak; bugün Kerkük’te
yaşananlardan şikâyet etme hakkını kendimizde bulabilir miyiz? Musul vilayeti
(ve onun sınırları içindeki Kerkük) yahut da Batı Trakya konusundaki kayıplarla
yüzleşmek, neden rejim sorunu olarak tanımlanıyor? Zihinleri rahatsız eden
nedir; Misak-ı Milli’nin, daha sonra ortaya çıkacak olan “modern ulus
devlet” projesinden farklı olarak, İslam’ı esas alması mı? Lozan’ın
aşılmaz ve tartışılmaz bir metin olduğunu savunanlar, Türkiye’nin şartlar olgunlaşınca
Hatay’ı yeniden kazanması hususunda ne düşünüyor acaba?

Lozan
ve rejim arasında sıkı bağlar olduğunu savunanlar, şöyle bir silkinip Misak-ı
Milli’nin ortaya koyduğu tarihi ve stratejik perspektif üzerinden dünyaya
bakmayı denemek zorundadır.
PKK’nın Kerkük’te boy göstermesi ya da
Ek Protokol’le ilgili tartışmalar, sizi de biraz olsun geçmişle hesaplaşmaya
mecbur kılmıyor mu?

Gazâ ile elde edilenin, masada
kaybedilmesinin faturası, her zaman tahmin edilenin çok ötesinde ağır olmuştur.
Musul, Batı Trakya, Adalar ya da Kıbrıs…
[21]

Tayyip
Erdoğan verince alçaklık, İsmet İnönü verince kahramanlık saymak, yanlıştır ve
oldukça sırıtmaktadır. Çünkü her ikisi de, ırkçı emperyalizmin (siyonizmin)
maşasıdır!..

 


[1] Nutuk Sh. 403-404 1927

[2] Operatör Cemil Paşa canlı tarihler 1945
Sh.133

[3] Mer’i Kanunlar C.2 Bölüm.2 Sh:3-40

[4] Madde; 38

[5] Madde; 38

[6] Madde: 39

[7] Madde: 40

[8] Madde: 40

[9] Madde: 41

[10] Madde: 42

[11] Maide: 44–47

[12] Al-i İmran: 28

[13] Milli Gazete / 28 10 2004 / Necmettin Çakmak

[14] Milli Gazete / 13.04.2005

[15] Yeni Şafak /18.4.2005 / Sami Hocaoğlu

[16] Milliyet / 13 05 2005 / Hasan Pulur

[17] Tercüman (Dünden Bugüne) / 09.05.2005

[18] Yeniçağ / 13.07.2005 / Hasan Demir

[19] Vatan / 13.07.2005 / Necati Doğru

[20] Necmettin Çakmak Röportaj / Milli Gazete /
07.03.2005

[21] Milli Gazete / 04 08 2005 / Nasuhi Güngör

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi