Kuranda Allah-Devlet İrtibatı
ve
BİR AYETTEN ELLİ PRENSİP ÇIKARILMASI
Kuran-ı Kerim Besmele ile başlamaktadır. Fatiha-i Şerif Kuranın özeti, Besmele ise Fatihanın zübdesi makamındadır.
Euzübillahi-mineşŞeytanir-Racim
Yüce Rabbimizin rahmet ve inayetinden kovulmuş, şerrin ve şekavetin rehberi olmuş Şeytanın vesvesesinden, onun Kuranı okuma ve anlama konusunda bizi gaflete ve tembelliğe sürüklemesinden ve Allahın kelâmına itiraz ve isyan etme düşüncesinden, Allahın hıfzu himayesine sığınırım. (Bak: Nahl: 98)
Bismillahir-Rahmanir-Rahim
(Dünyada, yarattığı her varlığını ve tüm kullarını esirgeyip koruyan, isyan ve kusurlarına bakmayıp yine ihtiyaçlarını karşılayan ve düzelmesi için mühlet sunan) RAHMAN (olan); ve (ahirette sadece iman ve itaat ehlini bağışlayıp, sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşturacak;) RAHiM (olan) ALLAHın adıyla Bu işe, ibadet ve imtihan niyetiyle başlamaktayım. Onun emir ve hükümleri doğrultusunda bu işi yapıp tamamlayacağım, asla harama ve hilekârlığa sapmayacağım. Bu işte sadece Allahın rızasını, kullarının hatırını ve insanların rahatını ve menfaatini amaçlayacağım. Bu işi ancak Allahın inayetiyle başaracağıma inanmaktayım.
Bismillahirrahmanirrahim Rahman ve Rahim olan Allah adına
İşlenilen her iş ve yapılan her hareket, ancak Allahın izni ile ve Onun adına olacağından, inançlı insanlar, ne yaparsa yapsın, ne işlerse işlesin, o her yaptığını Allahın kulu olarak, Ona vekâleten, Onun emriyle ve izniyle yaptığını ifade etmek için, besmele çekerek başlamaktadır. İşte bu anlamda her işin başlangıcında ve okunan her surenin başında bu besmele sözü tekrarlanır. Besmele ile başlanmayan önemli bir işin, neticesiz kalacağı hakkında Hz. Peygamberin hadisleri vardır.
Ba harfi: Bu harf, Türkçede ismin i, e, de, den halleri yerine geçen kelimelerden birisidir. Bu kelimelere Arapçada Cer Harfleri adı verilir ki, bunlar, hangi ismin halini gösterecekse, o ismin başına getirilir. Aslında Cer harfleri bir fiilin başlaması ile bitmesini sınırlayan isimlerin başına gelir.
Cer harfleri şunlardır:
Min : İsimleri (den, dan) şeklinde okutur. (İşin başladığı yeri gösterir; işe tesiri yoktur.)
İla : (e, a) şeklinde okutur. (İşin bittiği yeri gösterir; işe tesiri yoktur.)
An : (den, dan) şeklinde okutur. (İşin başladığı yeri gösterir; işin yere tesiri vardır.)
Ala : (e, a) şeklinde okutur. (İşin bittiği yeri gösterir; işin yere tesiri vardır.)
Ba : İsimleri (i, ı) şeklinde okutur. (İşin başladığı yeri gösterir; işe tesir eder, tesir devamlıdır.)
Lam : (e, a) şeklinde okutur. (İşin bittiği yeri gösterir; işe tesir eder; tesir devamlıdır.)
Fi : (de, da) şeklinde okutur. (İşin yapıldığı yeri gösterir.)
Hatta : (e, a) şeklinde okutur. (İşin son parçasını gösterir.)
Demek ki, besmeledeki Ba harfi, yaptığımız bir işin veya söylediğimiz bir sözün kaynağını ve amacını göstermekte ve bu kaynağın ve amacın bütün iş ve söz süresince devamlı olduğunu ifade etmektedir. Ben bu işe veya bu söze Allahın emri ve talimatı ile başlıyorum ve sonuna kadar da Onun emir ve talimatı ile devam edeceğim, demektir.
İ s m : (Ad.) Bir varlığın zatını gösteren, zatını işaretleyen veya şekillendiren her şeye isim denir. İsim, bir söz olabileceği gibi, aynı zamanda bir şekil ve bir hareket de isim olabilir. Yani kişinin zatını tanıtan her şey isimdir. Bunun için bir insanın fotoğrafı kendisinin ismi olduğu gibi, bedeni, görünüşü, siması, sanatı ve hatta konuşma üslubu bile onun isimleri yerindedir. Subayların apoletleri bile birer isimdir. İsim kelimesi, aslında sümüv (yükselmek) kökünden gelir. Vesm mastarından geldiği de söylenir. İsimler, bilinmeyen nesneleri ve meçhul şeyleri insan zihnine yükselterek bilinir hale getirirler; meçhulü malûm yaparak hatırlatıverirler. Bu sebeple söylediğimiz bu işleri yapan her şeye isim denir. Sıfatlar da isim yerindedir. Allahın da isimleri bilinmektedir. Hadislerde Allahın 99 isminden bahsedilmektedir. Kâinat içinde cereyan eden her şey, her olay ve bütün düzen, tabiat ve tabiat kanunları adı verilen bütün esaslar, Allahın isimleri ve Onun sıfatlarının birer tezahürleridir. Razi, Allahın dört bin kadar ismi olduğunu, müminlerin bunlardan ancak bin kadarını bildiklerini, bu binin üç yüzü Tevratta, üç yüzü İncilde, dört yüzü de Kuranda geçtiğini, doksan dokuz tanesinden bir tanesinin ise gizlendiğini söyledikten sonra hadise dayanarak, bunları ezberleyen kimsenin Cennete gireceğini belirtmektedir.
İşte besmeleyi okuyan bir kimse, Allahın yarattığı imkân ve fırsatlar ve Onun koyduğu kurallar içinde; İslam düzeninin gereklerine uyarak hareket edeceğini söyleyip böylece Allahın kelâmının tabiat kanunları haline gelmiş olduğunu, bir de dili ile ikrar ve ifade etmektedir. Ancak insanın, Allahın Zatı ile temas kurup hareket etmesi mümkün değildir. Sadece Onun adına, ayet ve hadislerde bildirilen kurallar doğrultusunda ve bilimsel doğrulara dayanarak iş görecektir. İnsan, ancak Allahın yarattığı kâinat düzeni ile ilgi ve münasebet kurabilir ve bu kâinat düzeni içinde ve Kurani ölçülerle birtakım girişimler gerçekleştirir. Bunun için insan, Allahın koyduğu tabii ve değişmez kural ve kanunlara uymak mecburiyetindedir.
Allah: Tek ve gerçek İlahın özel ismidir. Kâinatı var eden, ona bir düzen koyan, insanı da bu düzen içerisinde vazifeli kılan, külli akıl ve mutlak irade sahibi varlık Allahtır.
Gerçek İlah tektir ve Onun adı Allahtır. Diğer tanrı sayılan şeyler ise birer puttur, tağuttur ve insanların uydurdukları şeylerdir. Çünkü her şeyi Allah var etmiştir. O, hiçbir şeye benzemez. Allaha bazen yarattıkları şeylere izafeten başka isimler de verilebilir. Mesela tanrı kelimesi de böyle bir isimdir. Sabahın ağarmasına, güneşin doğuşundan önceki aydınlığa Türkçede tan adı verilir. Tanrı ise Türkçede her şeyi karanlıktan aydınlığa çıkaran anlamına gelir. Mecazi olarak sanki yokluğu varlığa dönüştüren bir ışık demektir. Yalnız böyle isimlerin, Allahın Zatının ismi yerine kullanılması asla münasip değildir.
Allahın halifesi DEVLET olmaktadır!
Allah kâinatı yaratmış ve insanları kendisine halife yapmıştır. O, yeryüzünde iktidar emanetini insanlara vermiş bulunmaktadır. İnsanlar yeryüzünde Allahı temsil sorumluluğunda ve makamındadır. Fakat insanların, Allahı fert fert, aile ve hanedan olarak teker teker temsil etmeleri imkânsızdır, bu nedenle; tüm olarak topluluk halinde, bir cemiyet ve devlet şeklinde temsil etmeleri lazımdır. Yani, yeryüzünde Allah adına hüküm icra edecek merci ise ammedir, kamudur ve devlettir. Dolayısıyla yeryüzünde Allahın hak ve vazifeleri, kamunun-devletin hak ve vazifeleri olarak yerine getirilir. Ömer Nasuhi Bilmen de bu hak ve vazifelerin Allaha izafe edilmesi hakkında şöyle demektedir: İşte hukukullah denilen bu haklar, şahıslara mahsus olmayıp ammenin menfaati icaplarından olduğu cihetle bunlara amme hukuku da denir ki, bir cemiyetin bekası, intizamı, itilası ancak bu haklara riayetle kaimdir. Bu haklar, mertebelerindeki şereften, mahiyetindeki ehemmiyetten dolayı Hak Teâlâ Hazretlerine nispet olunmuştur. Ve illa halk ve icad ve teşri itibariyle bütün haklar, Allah-u Azimüşşana nispette müsavidirler.[1] Yani bu demektir ki, yeryüzünde Allahı devlet temsil edebilir. Bunun için İslam hukukunda amme haklarına (devlet haklarına) hukukullah-Allahın hakları denilmektedir. Mesela İslamda zenginlerin vermekte olduğu zekâtlar (vergiler), hukukullah sayılıp devlete verilmesi gerekmektedir. Bu kamu-amme haklarının Allaha izafe edilerek, hukukullah denilmesinin sebebini açıklayan Molla Hüsrev, Hukukullah, herhangi bir şahsa mahsus olmaksızın umumi menfaatlerinin bütün insanlara ait olan şeylerdir demektedir.[2]
Kuranda geçen Allah kelimesinin birçoğunu da bu görevleri yerine getirecek olan kamu-amme ve devlet şeklinde tevil edip yorumlamak gerekir. Mesela bir ayette, Allaha güzel bir ödünç verin diye emredilmektedir. (Müzzemmil: 20) Burada Allaha borç vermekten maksat, yani Allah için Onun kullarına yani topluma vermektir. Netice olarak, buna göre bazı ayetlerdeki Allah dünya nizamı açısından ele alındığı zaman toplum, kamu ve devlet ile tevil edilir.[3]
Bazı ayetlerdeki Allah kavramını, kamu-toplum ve devlet anlamı ile düşündüğümüz zaman Besmelenin anlamı, Rahim Rahman olan Allahın halifesi konumundaki Devlet adına Onun kuralları ve toplumun rahatı ve refahı doğrultusunda ben bu işi yapıyorum, şeklinde olacağı ortaya çıkar. Her fert bütün davranışlarında Besmele ile işe başlayacağına göre böylece o, her işini bir içtimai mukavele ile yapmış olmaktadır. Böylece insan vücudu hücre, doku, organ ve organizma olarak bir bütünlük arz ettiği gibi, toplumun bünyesinin=Devletin de tüm birey ve kurumlarıyla bir bütün olduğu anlaşılmaktadır. İşte Besmele, insanın, her işin, her hareket ve davranışın başında Allah ile yaptığı sözleşmenin bir tescili olarak okunmalıdır. Böylece toplumdaki tüm vatandaşlar, bütün hareket ve davranışlarını devamlı olarak kontrol altına almış olacaklardır.
Rahman: Yaşatan şartları sağlayan anlamındadır. Rahm, kadının rahmine, döl yatağına denir. Burada çocuk meydana gelip yetişir. Sonraları bu kelime, merhamet edilecek şahsa olan şefkat ve esirgeme duygusu anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Ekonomik açıdan baktığımız zaman bize göre bu kelimenin esası, merhamet edilen şahsın bütün ihtiyaçlarının giderilmesi anlamında hiçbir karşılık beklemeden eksiksiz olarak tam bir iyilik yapılmasıdır, diyebiliriz.
Rahman sîğası, sıfattan yapılmış bir ism-i faildir. Bu kalıp hiçbir zaman ism-i meful olarak kullanılmaz. Biz bunu Türkçede insanın her türlü ihtiyacını, hiçbir karşılık almadan, eksiksiz temin eden diye tercüme edebiliriz. Biz bunu tek kelime ile ifade edecek olursak, bunun karşılığında ancak yaşatan kelimesini bulabileceğimizi söyleyebiliriz. Allah, insanlara ve diğer tüm varlıklara ana rahminden hayatlarının sonuna kadar geçen zaman esnasında kendileri için gerekli olan her türlü ihtiyaçlarını, hiçbir karşılık almadan, temin etmiş ve böylece onlara yaşama imkânı sağlamıştır. Bunun için de tüm fiziki, biyolojik ve sosyal şartları hazırlamıştır.
Allahın yeryüzünde görevli bir temsilcisi ve halifesi makamındaki devlet de hiçbir karşılık beklemeden, genel sosyal güvenliği sağlayıp fertlerin yaşamaları için ihtiyaç duyulan gerekli düzeni kurmalıdır. İslam esaslarına göre devlet, vatandaşların bütün hayati ihtiyaçlarını temin etme ve muhtemel saldırıları önleme hususunda görevli olup, bu konuda gerekli hizmetleri yapmak ve şartları hazırlamak zorundadır. Bugünün devlet anlayışına göre üretilen kelimeler arasında sosyal devlet, refah devleti, sosyal adalet ve sosyal güvenlik gibi terimler vardır. Bunlar farklı olmakla beraber, bize İslamın toplum anlayışına yaklaşıldığını göstermesi bakımından olumlu ve anlamlıdır.
Rahim: Çalıştıran (istihdam sağlayan ve emeğin karşılığını veren manasındadır). Bu da Rahm kökünden gelen bir kelimedir. Karşılıksız, istekle, severek iyilik eden anlamınadır. Bu kelime de aynı Rahman kelimesi gibi, sıfattan yapılmış bir ism-i fail olmaktadır. Ancak ondan farkı, bu kalıbın meful olarak da kullanılmasıdır. Bu kelime rahmet eden anlamına geldiği gibi, rahmet olunan anlamını da taşımaktadır. Çünkü failün kalıbı, hem fail, hem de meful için kullanılır yani her ikisi için ortaktır. Bu kelime, Allah için kullanıldığı zaman ism-i fail anlamına geleceği şüphesizdir. Ancak Rahmandan da farklı bir mana taşıdığı bilinmelidir. Biz bu farkı ekonomik açıdan şöyle yorumlamak istiyoruz: Allah herkese rahmet eder ve bunun için de bir karşılık beklemez. Yalnız çalışanlarla çalışmayanları da bir tutmaz. Mesela çalışanlara fazla olarak çalıştıklarının karşılığını yani ücretlerini verir. Ücretin artmasında çalışmanın da önemli bir yeri vardır.
Kuranda Karz-ı Hasen Kavramı ve Allaha Borç Vermenin Anlamı
Kur'an-ı Kerim'de Karz-ı Hasen yani faizsiz kredi verme ile ilgili ayetler vardır. Konunun daha iyi anlaşılması için bu ayetlerden birkaç tanesinin meallerini aktarmamız lazımdır.
Kim Allah'a güzel (ve manevi) bir borç verecek olursa (birikimini faizsiz devlet bankasına yatırırsa); bu (ahiret hazırlığı olan harcamaları) kat kat fazlasıyla kendisine (bir yatırım olarak) geri ödenecektir! Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Siz (elbette) O'na döndürüleceksiniz… (Bakara: 245) Allah'a güzel bir borç verirseniz (ahiret yatırımı olarak hayır hasenata yönelirseniz), şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar (ve havuzlu şelaleler) akan cennetlere sokarım. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, o kesinlikle dümdüz bir yoldan sapmıştır. (Maide: 12) (Ey Resulüm!) Sana savaş ganimetlerini sorarlar. De ki: Ganimetler Allaha ve Resulüne aittir (Onlar adına adil bir devlet ve hükümet bu işi yürütmelidir). Buna göre, eğer mü'min iseniz Allah'tan korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakının, birbirinizin arasını düzeltin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. (Çünkü müminler Kuranın ve Resulüllahın yolundan giderler.) (Enfal: 1) Kim (hayır yolunda harcayarak) Allah'a güzel bir borç verecek olursa, artık Allah, bunu onun için kat kat arttırıp (karşılığını ödeyecektir). Onun için 'kerim (üstün ve onurlu) bir ecir de verilecektir. (Hadid: 11) Gerçek şu ki sadaka veren (sadık) erkeklerle, sadaka veren (sadıka) kadınlar ve (böylece ahiret yatırımı olarak) Allaha güzelce borç vermiş olanlar (ve fazla birikimini, ihtiyacı olanlar faizsiz kredi olarak kullansın, kendisi de parası ve zamanı kadar kredi hakkı kazansın diye Adil Düzendeki Devlet Bankasına yatıranlar) onlar için şerefli bir karşılık vardır, mükâfatları kat kat arttırılır. (Yani herkes ecrine erişecek, ektiğini biçecektir.) (Hadid: 18) Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız (ihtiyaç fazlası birikiminizi ahiret hazırlığına ve İslam Nizamındaki faizsiz Devlet Bankasına yatırırsanız), onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr'dur (şükrü kabul edip çok ihsan eden), Halîm'dir (cezayı vermekte acele etmeyen, hatayı hoş görüp erteleyendir). (Teğabün: 17) Artık namazı dosdoğru eda edin, zekâtı ödeyin ve Allah'a güzel bir borç verin, ki hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulacaksınız. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir (sonsuz merhametli olandır). (Müzzemmil: 20)
Karz-ı Hasenden bahseden yani faizsiz ve karşılıksız ödünç vermekten söz eden bu ayetler, topluma ve kamuya bakan ayetlerdir. Bu ayetler başka ihtiyaç sahiplerine faizsiz kredi olarak verilsin, kendisi de yatırdığı miktar ve zaman kadar kredi kullanma hakkı elde etsin diye, fazla parasını Karz-ı Hasen cinsinden Adil Düzendeki Devlet Bankasına yatırmaya teşviktir. Çünkü para ve kredi işleri kamu işlerindendir. İslam ekonomisinde nakid ve para işleri ile uğraşmak da devletin görevi ve yetkisidir. Kamunun eksik ve ihtiyaçları giderilirse bu durum bireyler açısından da faydalı demektir. Toplumun muhtaç olduğu krediyi bulmak, ayetin ifadesine göre üretimi kat kat ziyadeleştirir. Onun için bu ayetlerde toplumda kredi kurumunu çalıştıranların verdiklerini, kat kat artmış olarak geri alacakları ifade edilmektedir. Son ayette ise zekât ve namazlarda olduğu gibi, faizsiz kredi vermenin, yani Karz-ı Hasen vermenin, emir kalıbıyla geldiği ve emredildiği için, yerine getirilmesi gerekli olan bir görev, bir farz olduğu belirtilmektedir. Daha doğrusu topluma borç vermek, namaz kılmak gibi ve zekât vermek gibi emredilmektedir. Şu halde İslam toplumunda kredileşmek bir vecibe sayılarak öyle hareket edilmelidir.
Evet, kredi ve Karzdan bahseden ayetler, bu borçların veya ödünçlerin Allah'a verileceğini söylemektedir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “burada Allah'a Karz-ı Hasen verin tabiri mecazdır diyerek asıl maksadın ne olduğunu keşfetmenin gereğini dile getirmektedir. Evet, ayetlerde Allah'a ödünç vermekten bahsedilmektedir. Eğer biz İslam hukuk literatüründe buradaki Allah kelimesinin ne ifade ettiğini araştıracak olursak, o zaman kime Karz-ödünç verileceğini anlamış oluruz. İslam hukukunda topluma ait olan haklar yani kamu hakları “hukukullah” (Allah hakları) olarak ifade edilir. Başka bir örnek vermek istersek “Beytullah” kelimesini gösterebiliriz. Beytullah, Allah'ın evi demektir. Allah'ın evi demek, kimseye ait olmayan, kendisinde kamu yararı bulunan ve herkesin faydalanabildiği bir ev demektir. Bilindiği gibi cami, okul, yol ve buna benzer yerler vakıf hükmündedir. Tabiri caiz ise İslam anlayışında devlet bile kimsenin malı olmaması ve herhangi bir kesime ait bulunmaması, bütün topluma ait bir ortak kurum olması açısından vakıftır ve vakıf hükmündedir. Bu sebeple birilerinin kalkıp devlet benimdir, o bana aittir felsefesiyle hareket etmesi, başkalarının yerini ve hakkını almak ve hatta çalmak olacağından yersiz ve geçersizdir. Buna göre bazı ayetlerdeki Allah kelimesini bir hukuk terimi olarak düşündüğümüz zaman, toplumun ortak temsilcisi olan DEVLETİ ifade ettiği görülecektir.
Molla Husrev, Mir'at adlı eserinde konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: Bir bireye tahsisi mümkün olmayan ve herkes için fayda ifade eden kamu yararı olan haklara “hukukullah” adı verilir. Bu hakların (veya faaliyetlerin) Allah'a izafe edilmesinin sebebi ise, bunların önemli olması ve tehlikelerinin büyük olup, faydasının herkesi kapsamasından ileri gelmektedir.[4]
Ömer Nasuhi Bilmen ise: Fıtır sadakası, öşür, haraç, keffâretler; zina, hırsızlık, içki ve yol kesme cezaları, madenlerden elde edilen gelirlerin beşte birinin devlete verilmesi gibi hakları “hukukullah” Allah hakları olarak açıklarken şunları söylemektedir: İşte “hukukullah” denilen bu haklar, şahıslara mahsus olmayıp ammenin menfaati icaplarından olduğu cihetle bunlara “amme hukuku” da denir ki, bir cemiyetin bekası, intizamı, itilası (yükselmesi) ancak bu haklara riayetle kaimdir. Bu haklar, mertebelerindeki şereften, mahiyetlerindeki ehemmiyetten dolayı Hak Teâlâ Hazretlerine nispet edilmiştir.[5]
Hiç şüphesiz Allah alacaklı veya borçlu olmadığı gibi Ondan bir şey alıp vermek ve mesela Ona bir ödünç vermek de mümkün değildir. Öyleyse ayette “Allah'a Karz-ı Hasen verin” ifadesi mecazi olup Allah'a değil, topluma yani devlete ödünç verin demektir. Sava Paşa “Hukukullah” ifadesini açıklarken şunları söylemektedir: “İslam müctehidleri, hukukullah mefhumu ile insanların cemiyete hadim ve lüzumlu efalini kastetmişlerdir. Bu kabil efalde münhasıran cemiyetin faidesi bahis mevzuu olup hususi şahıslara veya bir ferde ait menfaatler mevcut değildir. Neticeleri itibariyle bütün cemiyeti alâkalandıran iyi veya kötü bilumum efal, hukukullah olarak telakki edilmiştir. Nitekim kanunun cemiyete muzur (zararlı) olarak telakki ettiği efale de tatbik etmekte bulunduğu cezalar da hukukullah cinsindendir.[6]
Şu halde İslam hukukunda toplumu ilgilendiren, şahısların değil de kamunun faydası veya zararı söz konusu olan meseleler, şerefinden ve öneminden dolayı bazı ayetlerde Allah'a izafe edilmiştir. İşte Karz-ı Hasen meselesi de bunlardan biridir. Bugünkü ekonomik ifade ile kredi işleri, iktisadi hayatta toplum açısından çok önemli bir yere sahip olup herkesi ilgilendirmektedir. Onun için para ve kredi işlerini devlet bizzat üstlenmiştir. İslam ekonomisinde de para ve kredi işleri devletin görevleridir.
Günümüzde hükümetler para ve kredi meselelerini bankalar vasıtasıyla bir çözüme kavuşturmak için çaba sarf etmektedirler. Yani para, banka ve kredi işleri devlet eliyle yürütülmektedir. Allah'a Karz-ı Hasen verin ayeti, Hz. Peygamber zamanında bireylerin bireylere ödünçler vermesi suretiyle uygulanmış olabilir. Ancak çağımızda bu ayetin manası; devletin emri altında çalışan faizsiz bankalara Karz-ı Hasen verin şeklinde anlaşılsa daha doğru ve daha faydalı olur kanaatindeyiz. Çünkü Hz. Peygamber zamanında bireylerin kendi aralarında dini-ahlâki olarak hallettikleri bir mesele, şimdilerde toplumsal bir boyut kazanmış ve hukuki bir mahiyete bürünmüş vaziyettedir. Onun için Allah'a Karz-ı Hasen verme işini, devletin çalıştırdığı faizsiz bankaya ödünç-mevduat yatırmak şeklinde yorumlamak bugünkü dünya şartlarına daha uygun düşmektedir. Netice olarak İslam ekonomisinde kredi işleri, devletin çalıştırdığı bir faizsiz banka vasıtası ile yürütülmelidir.[7]
Bakara Suresi Ayet 30da Cenab-ı Hak: Ben Arzda bir Halife (görevli) kılacağım buyurmaktadır.
İnni: Ben demektir. Allah, insanı halife yapacağından bahsederken, “Biz” veya “Allah” demiyor da Ben buyurmaktadır. Bu suretle Allah insanı hilafet vazifesi ile görevlendirirken bir aracı ve vasıta kullanmayacağını ifade etmiş olmaktadır. Ancak burada aracı yapılan insandır. Artık o, Allah tarafından aracı tayin edilmiş bir görevli konumundadır. İnsan, Allahın yeryüzü halifesi makamındadır. Bu konuda Kuran-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır. Şüphesiz ki, yeryüzü Allahındır; O, kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Böylece insanın doğrudan doğruya Allahın halifesi, yeryüzü görevlisi olması, onu bir yandan üstün mertebelere yükseltirken, diğer yandan da çok ağır görevler yüklemiş durumdadır. Halifelikten maksat, Allah adına bütün yeryüzünü imar etmek, insanları idare etmek ve insanlar arasında Allahın emir ve tavsiyelerini uygulamaktır. Bu Allahı temsil etme görevi ve devleti temsil etme yetkisi herkese verilmiş olan bir yetki olmaktadır. Devlet içinde her birey, hiçbir aracı bulunmadan ve kullanmadan doğrudan doğruya devleti temsil, takip ve tenkit etme yetkisine sahip bulunmaktadır.
Ayetteki Câilün: Calen yapmak demektir. Bu fiil, iki meful alır. Bir mefule teaddi ettiği zaman halk: yaratmak anlamına gelir. Cal, tencereyi bezle tutup ocaktan indirip yerine koymaktır. Bunun için kullanılan bezlere el-cuaale adı takılmıştır. Sonraları bu kelime, bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere yerleştirmek anlamında kullanılmıştır. Bugün bir şeye bir hususiyet kazandırmak istediğimiz zaman bu kelimeden faydalanırız. Diğer taraftan da zaten var olan insan, yeryüzünde hilafet görevi ile vazifeli kılındı anlamındadır. Gerçekten burada cal kelimesi kullanıldığı halde başka yerlerde; Ben topraktan bir insan yaratacağım buyrulurken halk kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin kullanılması ile insanın bir taraftan devletin bir uzvu, diğer taraftan da kendi kişiliğini koruyan ayrı ve müstakil bir varlık olduğu açıklanmış olmaktadır. Burada cal kelimesi ism-i fail kalıbında kullanılmıştır. İsm-i fail kalıbı daha çok gelecek zamanda sürekli olarak yapılacak işler için kullanılır. Bu suretle Allah, meleklere hem ileride yapacağı bir şeyi önceden haber verdiğini ifade etmiş hem de insanın bir defa var edilip bırakılmayacağına ve onun devamlı olarak bir gelişme içinde olacağına işaret buyurmuşlardır.
Al-i İmran Suresi Ayet 32de: De ki, Allaha ve Resule itaat ediniz. buyrulmaktadır.
Bu ve benzer ayetlerde emir olarak itaat kelimesi Kuranda dört şekilde kullanılmaktadır. Bunlar;
1) Allaha ve Resule itaat edin; De ki: (Her hususta ve hayatın her safhasında) Allah'a (Kurana) ve Resulüne (sünnetine ve sistemine) itaat ediniz. (İslamın hükümlerini her halde ve her devirde yerine getiriniz. Adil devlet ve hükümete de karşı gelmeyiniz.) Eğer (bazıları İslamın hükümlerinden) yüz çevirirlerse, (biliniz ki onlar kâfirdir ve) Allah asla kâfirleri sevmemektedir. (Al-i İmran: 32), Allah'a ve Elçisine (ve Onların izinden giden adil devlete ve hükümete) itaat edin, olur ki merhamet edilirsiniz. (Huzurlu ve onurlu yaşama ulaşıverirsiniz.) (Al-i İmran: 132),
2) Allaha itaat edin ve Resule itaat edin.; Ey iman edenler! Allaha itaat edin (Kurana uyun), Peygambere (sünnetine tâbi olun), ve sizden olan Ulul-Emre (yani, inandığınız gibi hak ve hayır üzere sizi yönetenlere, adil devlet ve hükümete, gerçek ilim ve içtihat ehline) de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta anlaşamayıp çekişirseniz, onu hemen Allaha (Kurana) ve Resulüne (Sünnete) arz edip (bunlara göre hüküm verin). Şayet Allaha ve ahirete inanıyorsanız bu sizin için daha hayırlıdır ve dönüp erişilecek netice olarak daha güzeldir. (Nisa: 59) De ki: Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin. Eğer yine yüz çevirip dönerseniz, artık Onun (Peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer Ona (Peygambere) itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir. (Nur: 54),
3) Allaha ve Resulüne itaat edin; (Ey Resulüm!) Sana savaş ganimetlerini sorarlar. De ki: Ganimetler Allaha ve Resulüne aittir (Onlar adına adil bir devlet ve hükümet bu işi yürütmelidir). Buna göre, eğer mü'min iseniz Allah'tan korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakının, birbirinizin arasını düzeltin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. (Çünkü müminler Kuranın ve Resulüllahın yolundan giderler.) (Enfal: 1) Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin. (Bu emri, Kuranın hüküm ve haberlerini) İşittiğiniz halde Ondan yüz çevirip dönmeyin. (Enfal: 20),
4) Allaha ittika edin ve Bana itaat edin.; Artık Allah'tan korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakının ve bana itaat edin. (Şuara: 108).
Resule itaat eden kimse Allaha itaat etmiş olur; Kim Resul'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. (Hz. Peygamber; hem tebliğ hem de teşri (hüküm belirleme) ile görevli ve yetkilidir.) Kim de (Resulden ve Sünnetinden) yüz çevirirse (o hüsrana düşecektir), Biz Seni onların üzerine koruyucu göndermedik. (Nisa: 80) şeklinde gelmiş olan ayetlerdir. Böylece Resul kelimesi kullanılmadan sadece Allaha itaat et veya edin şeklinde bir ayet yoktur. Bu dört emri kendi aralarında sıraya koyacak olursak bunları arka arkaya şöyle koymak mümkün ve münasiptir.
1- Allaha ve Resule itaat edin. (Başkanlık Sistemine)
2- Allaha itaat edin ve Resule itaat edin. (Yarı Başkanlık Sistemine)
3- Allaha ve Resulüne itaat edin. (Cumhurbaşkanlığı Sistemine)
4- Resule itaat edin. (Parlamenter Başbakanlık Sistemine) İşaret sayılabilir.
Bazı ayetlerdeki Allah kelimesinin dünya açısından ve ekonomik bakımdan kamu, amme, toplum ve devlet olarak yorumlandığı artık bilinmektedir. Bu ayetlerde bir de Resul kelimesi geçmektedir. Resul ise Yüce Peygamberlik yanında, ayrıca Allahın (yani kamunun, toplumun, devletin ve ammenin) bir elçisi ve kamunun işlerini yürüten görevli bir kimse olarak da yorumlanabilir. Onun için Resul kelimesini kamunun işlerini yürüten organ, yani hükümet olarak düşünmek ve anlamak mümkün ve münasiptir. Devlete itaat demek, devlet düzenine itaat demektir. Kamu düzeninin şekli, biçimi ve sınırları kitapla (Kuran ahit ve sözleşmesiyle) çizilmiştir. Devlet başkanı da namaz kıldıran bir imam durumunda olup, imam nasıl konulmuş olan bir düzen içinde kıldırıyorsa devlet başkanı da aynı o gibi mevzuata göre yöneterek, kumanda verip yürütecektir. Devlete itaat demek, devlet başkanı ve hükümetin mevzuata göre meşru olan emirlerine uymak demektir. Nasıl imam yanıldığı zaman mesela; ikinci rekâtın sonunda oturacak yerde Allah-u Ekber deyip ayağa kalktığında cemaat ona uymayıp ve Subhanallah diyerek ikazda ve uyarıda bulunuyorsa, devlet ve hükümetin de yanlış ve gayri meşru olan emirlerine itaat edilip uyulması gerekmeyecektir ve bu emirlerin doğru olmadığı söylenip ikaz edilecektir.
İnsanlar ayette belirtildiği üzere yeryüzünde Allahın halifesi sorumluluğuyla yaratıldıkları için devlet de bir insanlar topluluğu demek olduğundan Allah kelimesini dünya açısından kamu, amme, toplum ve devlet olarak anlamak ve yorumlamak lazım gelir. Resul kelimesini de hükümet ile tevil etmek aynen buna benzer bir akıl yürütmedir. Burada bu konuyu biraz açmamız gerekir. Hz. Peygamber Efendimizin tebliğ, fetva, kaza ve imamet olmak üzere dört çeşit sıfatı olduğu bilinmektedir. Burada şimdi Onun bizi ilgilendiren sıfatı, imamet görevidir. Çünkü İslam terminolojisinde, fıkıh ıstılahında idareciye imam adı verilir. İmamet veya hilafet fıkıhçılara göre irade ve seçim ile gerçekleşir. İşte bu sebeple biz Kuran-ı Kerimde başkanlık ve idarecilik sıfatıyla zikredilmiş bulunan Resul kelimelerine, ekonomik olarak dünya açısından hükümet anlamı vermek gerektiği görüşündeyiz.
Bir ayetten 50 prensip çıkarımı:
Tevbe Suresi Ayet 60da Cenab-ı Hak:
Sadakalar (zekât; devlet vergisi harcamaları), -Allah'tan bir farz olarak- sadece (zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan) fakirler, (iş bulamayan ve engelleri sebebiyle çalışma yeteneği bulunmayan) düşkünler, (ortak bütçeden verilmek üzere amme hizmeti) işinde görevli kimseler, (örtülü ödenek bütçesinden) kalpleri (İslamiyete ve devlete) ısındırılmak istenenler, köleler (hapisten ve esaretten kurtulmak isteyenler), borcunu ödeyemeyenler, Allah yolunda (cihad edenler, savunma giderleri) ve yolculukta (muhtaç düşmüşler) içindir. Allah (her şeyi hakkıyla) Bilendir, Hüküm ve Hikmet sahibidir. buyurmaktadır.
Sadakât: Bu, sadaka kelimesinin çoğulu olup zekât anlamına gelir. Yani bu, mükellefin malından sadece Allah için muhataplara temlik edilmek üzere verdiği vergidir. Bu vergiye Allaha olan sadakatini gösterdiği için sadaka adı verilmiştir. Ayette innemâ hasr edatının getirilmesi bu vergilerin ancak adı geçen sınıflar arasında dağıtılacağını ve bu konuda başkanların herhangi bir müdahalede bulunamayacaklarını gösterir ve zaten bu sınıflar, bir devletin harcama yapacağı bütün kalemleri ve kesimleri içermektedir. Mukaddes kitaplar arasında Kuran-ı Kerim devlet bütçesi ve devlet giderleri hakkında esas prensipleri koyan dünyada biricik kitap yerindedir.
Ayette lam harfi kullanılmış iki yerde de fi harfi getirilmiştir. Yani sadakalar bu harfler yardımı ile önce üç bölüme ayrılıp farklı hükümlere tabi tutulabilir. Mesela birinci bölüm olan fakirler, miskinler, âmiller ve müellefler, bir lam harfi ile getirildikleri ve onda toplandıkları için ve bu harf de temlik ve tahsis ifade ettiğinden, bunların payları kendilerine bizzat verilip teslim edilir. Diğer iki fi harfi ile gelen bölümden biri kredi kurumu için kullanılabilir, biri de kamu hizmetleri için harcanabilir. Alusi, bu harflerin yardımı ile ilk dört sınıfın paylarının ancak kendi ellerine teslim edileceği, kendi adlarına bir harcama yapılmayacağı ve son dört sınıfın hisselerinin ise kendilerine verilmeden, ilgili yerlere harcanabileceği anlayışını kaydetmektedir. Sadaka bu ayette sayılan kesimlere aittir; vacip olan sadaka zenginlerin bir lütfu değil, fakirler sınıfının zenginlerin zimmetine geçmiş bir hakkının yani alacaklarının borçlu olan zenginler tarafından ödenmesidir.
Fakir kendi ihtiyaçlarını temin edemeyip, başkalarına muhtaç olan kimse demektir. Bu kelime omurga kemiği demek olan fakara kökünden geldiği ve omurga kemiği kırılmış adama mafkûr denildiği için ekonomik olarak işgücü olmayan kimse diye anlam verilebilir. Miskin ise fakirliğinden dolayı bir iş yapmayıp sakin, boş duran bir kimse demek olduğu için, bu sermaye gücü olmayan kimse demektir, diyebiliriz. İmam Malike göre fakirlik ve zenginlik için belli bir sınır yoktur. Bunlar içtihatla çözümlenebilecek meselelerdir. Böylece burada netice olarak fakire geçim yardımının, miskine ise sermaye yardımının yapıldığını söyleyebiliriz.
Âmilîne aleyhâ: Bu vergilerin toplanmasında ve dağıtılmasında çalışan kimseler demektir. Hangi çeşit vergi olursa olsun, başkanın vazifelendirdiği kimselere vergilerden hisse verilir. Bu kelimenin belirli olarak gelmesinden çalışanların kendilerine devletçe bir ehliyet verilen kimseler olduğunu, salim çoğul kalıbında gelmesinden de bu memurların bir dernek ve cemiyet kurabileceklerini, ism-i fail olarak gelmesinden de vergilerle uğraşma işinin bunların mesleği olduğunu anlayabiliriz. Kamu hizmetinde çalışanların ilk vazifesi üzerlerine aldıkları görevlerini yerine getirmektir. Mesela başkanların sanat, ziraat ve ticaretle uğraşamayacakları söylenmiştir.
Müellefet-ül Kulûb: Bu sınıf hakkında onun kaldırıldığı söyleyenlerle, kaldırılmadığını söyleyenler olmak üzere iki ayrı görüş vardır. Ebu Hanife ile Şafii bu sınıfın her zaman var olduğunu ileri sürerler. Bunların hissesinin nereye ve nasıl harcanacağı konusunda da farklı görüşler ortaya konmuştur. Bu diğer sınıflara harcanır, başkan bunu Müslümanların kamu yararı bulunan yerlere harcar, örtülü ödenek gibi zararı dokunmasın diye bazı kimselere verir, Müslüman toplum içinde açılacak bazı gedikleri ve tehlikeleri kapamak ve İslam dinini kuvvetlendirmek için harcanır gibi fikirler ileri sürülmüştür. Toplumda mesela hocalık, mürşitlik ve müşavirlik görevi gibi kamu hizmeti yapanlar, bu sınıfa dâhil edilebilir. Bunlar yaptıkları işler kadar hisse maaş alabilirler.
Rikâb: Kölelikten ve mahrumiyetten kurtarılması gereken kesimlerdir. Bu kelime her türlü bağımlılığı ifade eder. Günümüzde çalışıp zar zor geçinen fakat para biriktiremeyen, mal ve mülk edinemeyen kimseler ve asgari ücrete mahkûm kesimler olabilir.
Ğârimîn: Borçlular demektir. Burada borçlular köleler ile birlikte zikredilmişlerdir. Bütün varlığı ile borç altına girmiş olan kimselerin fiili olarak kölelerden farkı yok gibidir. Ğarimîn kelimesinin topluluk çoğul kalıbı ile gelmesiyle borçluların ve çalışma kredisinden faydalanacak olanların birbirinin kefili olup bir dernek ve cemiyet kurabilecekleri, bu kredileri kendi aralarında mesleki derecelere göre taksim edecekleri anlaşılabilir. Borçların ödenememesi halinde yani kredi alan ortakların iflası durumunda borç, borçlular faslından kapatılabilir. İflasta borçlular payından faydalanabilmek için tüccarın sermayesini beyan etmiş ve vergisini vermiş olması gerekir.
Fî Sebîlillâhi: Allahın yolu demektir. Bu sınıfın tespit edilmesinde de ayrı görüşler ileri sürülmüştür. Allah yolunda savaşan gaziler, hacca giden hacılar, savaş malzemeleri, ilim tahsil edenler ve bütün hayır yolları gibi alanlar bu sınıfa girer. Ancak asıl olan Milli Savunma hazırlık ve giderleridir.
İbni Sebîl: Yolcular demektir. Bir ihtiyaçtan dolayı meşru olarak, yolculuk yapan ve muhtaç ve mağdur kalan kimselere bu fasıldan yardım yapılacağı bildirilmektedir. Memleketinde malı olsa bile bu yolculara yardım edilir. Seyahat ve turizm alt yapısı da buna dahildir.
İmam Şafiiye göre gelirlerin hepsi bu sekiz sınıf arasında adil olarak taksim edilir. Ebu Hanife ise bir fasıldan diğer fasla aktarma yapılabileceği görüşündedir. Ancak sekiz sınıf, devletin harcama yapacağı bütün kesimleri içermektedir. Bu nedenle bu vergiler genel ve yerel bütçelerin temel gelirleridir.
Görülüyor ki, bu son iki sınıf kamu hizmetlerini ifade edip yol, su, elektrik, iç ve dış savunma ve koruma gibi hizmetleri içerisine alır. Genel hizmetler için ayrılan bu payın yarısı bu hizmette kullanılacak mallar ve yapılar için, yarısı da çalışanlar için harcanır. Burada milli gelirin yarısının yatırıma, yarısının da tüketime harcanacağını söyleyebiliriz. Emek payı da sermaye payına eşit olur. Genel hizmetleri herkesin faydalanmasına açık olan yerler diye tarif edebiliriz. Genel hizmetlerden faydalanmak için konan genel şartlar ve tarifeler bunun genelliğini ortadan kaldırmaz.
Ayetten çıkan Ekonomik Prensipler ise şunlardır:
1- Adil Düzendeki sadaka (vergisi) mükellefin malından sadece Allah için tüm ihtiyaç sahiplerine ve devletin sahip çıkması gereken kesimlere temlik edilmek üzere verdiği resmî ve dinî vergidir.
2- İhtiyaç giderici orandaki mal ve gelir insana güç ve kuvvet kazandıran bir nimettir.
3- Çalışıp kıt kanaat geçinen fakat para biriktiremeyen, mal ve mülk edinemeyen kimseler devletin himayesindedir. Bu nedenle hem klasik kölelikten hem de çağdaş ve demokrat kölelikten insanların kurtarılması Adil Devletin görevidir.
4- Kendi sermayeleri ile bir iş yapamayacak durumda olanlara Karz olarak sermaye kredisi verilebilir.
5- Bütçeleri; devlet bütçesi ve yerel bütçeler olmak üzere kısımlara ayırmak münasiptir.
6- Sadakalar üzerinde devlete ve hükümetlere keyfi tasarruf yetkisi verilmemiştir. Yetkililer sadakaları yani 1/40 vergilerini sadece toplamak ve hak sahiplerine dağıtmakla görevlidir.
7- Vatandaşın vergisini ödediği kadar malı sigortalı kabul edilir. Çalınma ve felakete uğrama durumunda bu beyanı kadar sigortası ödenir. Sadaka (vergi) kişinin topluma-devlete olan sadakat ve bağlılığı gösteren bir belgedir.
8- Birey asli ihtiyaçlarından arta kalan gelirleri yatırım ve üretime kaydırmayıp veya faizsiz devlet bankasına Karz-ı Hasen olarak yatırmayıp kendi elinde toplayıp sakladığı zaman, malı yaratılış gayesinden uzaklaştırmış demektir.
9- Kişilerin bağış olarak verdikleri ve bütçeye girmiş olan kısımlara da sadaka adı verilebilir.
10- Sadakada niyet şarttır; yetim çocukların ve akıl hastalarının mallarından sadaka (vergi) alınmaz.
11- Sadaka; sadece yeterli servete sahip olan şahıslardan (zenginlerden) alınabilir.
12- Seri üretilen makine ve aletlerden, giyim ve diğer malzemelerden, meralarda-otlaklarda yayılan hayvanlardan, para olarak kullanılan madenlerden ticaret mallarından ve bir yıldan daha fazla depo edilebilen yiyecek maddelerinden sadaka vergisi tahsil edilir.
13- Sadaka vergisi bütçe demektir. Bu vergiler genel ve yerel bütçeleri oluşturuverir.
14- Sadaka vergisi duruma göre 1/5, 1/10, 1/20 ve 1/40 nispetinde ödenir.
15- Sadaka vergileri, ülkedeki fakirlerin ve ihtiyaç sahiplerinin ve tüm toplumsal giderlerin bir hakkı olup onlara verilmiş bir hediye, atiye ve bağış değildir.
16- Sadaka payları herkesin eline verilir. Kendi ihtiyaçları için harcanamaz; onun faydalanacağı herhangi bir yere sarf edilemez. Eğer böyle yapılırsa görev yerine getirilmiş olmaz.
17- Fakir ve yoksullara verilen sadaka, işçi ve memurlara verilen ücret ve maaş gibidir.
18- Sadakadan kişilere ayrılan kısım önce ikiye ayrılır; biri toplumdaki fakir ve yoksullara dağıtılır, diğeri ise kamu hizmeti görenlere verilir.
19- Fakirler; çalışıp kazanamayan, parası olmayıp yardıma ihtiyacı olan kimselerdir.
20- Fakirler; mal varlığı, ortalama mal varlığından aşağıda olan kimselerdir.
21- Fakirler; işgücü bulunmayan kimseler olup, geçim yardımı almaya hakkı olan kesimlerdir.
22- Yoksul (miskin) ise sermayesi olmayıp sermaye yardımı almaya hak kazanmış olan bir kimsedir.
23- Fakirler fitre vermek ve kurban kesmek zorunda değildirler.
24- Fakirlik sıfatı herkesin kendi servetini beyan etmesi ile tespit edilir.
25- Fakirlik bilirkişiler vasıtası ile de tespit edilebilir. Bir toplumdaki fakirler ve zenginler zaten belli olup bilinirler.
26- Bütün fakirlere bütçeden ailevi durumlarına göre eşit ve adil pay verilir.
27- Yoksul; yıllık geliri, yıllık harcamalarından daha az olan fakirlerdir.
28- Yoksul, normal çalışma ve yaşamasını sürdüremeyen ve borçlanarak yaşamak durumunda kalan kimselerdir.
29- Yoksullar da fakirler gibi belde içerisinde tespit edilirler. Yoksullara da fakirler gibi bütçeden eşit pay verilir.
30- Yoksulların yoksullukları kendi beyanları veya bilirkişilerin şahitliği ile tespit edilir.
31- Şahıslara verilen sadakanın ikinci bölümünden bir payı kamu hizmetinde çalışan işçilere, diğer payı da kamu hizmeti gören memur kesime verilir.
32- Vergide ve diğer devlet hizmetinde çalışanlara devlet tarafından bir görevlendirme ehliyeti verilir.
33- Başkanların ticaret, ziraat ve sanatla uğraşmaları, yönetim görevlerini engelleyecektir.
34- Toplumda diyanet işleri ve mürşitlik hizmetlerini görenlere de genel bütçeden payları verilir.
35- Sadakaların (yani 1/40 vergilerinin) bir kısmı faizsiz kredi işlerinde de kullanılabilir.
36- Bütün varlığı ile borca batmış (yani iflas etmiş) bir kimse, fiili olarak köle statüsündedir.
37- Kendi sermayeleri ile çalışamayan dolayısıyla servet edinme imkânından mahrum olan kimseler de köle ve müflis kişiler gibidir.
38- Köleyi azat etmek, kişiyi mal edinir bir hale getirmek demektir. Bir müflisi iflastan kurtarmak da köleyi azat etmeye benzer. Bir işçiyi kendi sermayesi ile iş yapar hale getirmek de köleyi azat etmek gibidir.
39- Kendi sermayeleri ile iş yapamayacak hale gelen kimselere sermaye kredisi olarak Karz-ı Hasen verilir. Çalışma kredisinden faydalanacak olanlar, kendi aralarında bir topluluk ve dernek kurabilir.
40- Kredi alan ortakların iflası ve borçların ödenmemesi halinde bu borç, genel bütçenin borçlular faslından ödenebilir.
41- Çalışma kredisinden faydalananlar birbirinin kefili yapılarak borç verilir.
42- Çalışma kredisi, çalışma kredisinden faydalanmak için kurulan dernek ve cemiyetlere verilir. Cemiyet başkanı bunu mesleki derecelere göre dağıtabilir.
43- Zekât vergilerini vermiş olan tüccarlar iflas ederse, bunların borçları da borçlular faslından kapatılıp ödenebilir.
44- İflasta borçlular payından faydalanabilmek için sermayenin önceden beyan edilmiş ve zekâtın verilmiş olması gereklidir.
45- Birey kredi almak için kurulmuş olan cemiyetlerden birini seçme hakkına sahiptir. Çünkü genel hizmet herkesin faydalanmasına açık olan yerlerdir.
46- Sadakaların (1/40) vergilerin üçte biri ülkenin, bölgenin ve beldenin genel giderlerine harcanıverir. Mesela bütün kamu hizmetlerini içerisine alan yol, su, elektrik, savunma ve koruma gibi hizmetler bunlara dahildir.
47- Herkesin faydalanması için yapılmış olan vakıflar da genel hizmetlerden sayılabilir.
48- Genel hizmetlerde çalışan kamu görevlileri başka işlerde ancak zamanları artarsa çalışabilirler.
49- Kölelerin, borçluların ve sığınmacıların payları birbirine aktarılabilir veya gelecek yıllar için saklanabilir.
50- Çağımızda kefaretler için köle azadı yerine, işçileri sermayeleri ile müteşebbis hale getirme ve sığınmacıları barındırıp yerleştirme işi ikame edilebilir.[8]
[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslamiye, 1, 226
[2] Molla Hüsrev, Mirat, 2, 312
[3] Bak: H. Han Şirvani, İslamda Siyasi Düşünce ve İdare, 2, 179
[4] Molla Hüsrev, Mirat,Sh: 312
[5] Hukuku İslamiye Kamusu, C:1, Sh: 226
[6] İslam Hukuk Nazariyatı, C:1, Sh: 177
[7] Bak. İslam ve Ekonomi, Prof. Dr. Osman Eskicioğlu, Eylül-1999, İzmir-Anadolu Dağıtım, Sh:119-121)
[8] (Geniş bilgi için bak: Kuranın İktisadi Tefsiri. Osman Eskicioğlu. Teksir.)