Anasayfa » KIBRIS “YAVRU VATAN” DEĞİL, VATANDIR!

KIBRIS “YAVRU VATAN” DEĞİL, VATANDIR!

Yazar: yonetici
0 Yorum 186 Görüntüleyen
KIBRIS “YAVRU VATAN” DEĞİL, VATANDIR!

Mehmet Ali Talat mazlumları oynuyor

AKP'nin kurdurduğu KKTC hükümetinin kitaplardan Atatürk'ü çıkarması ve Türk askerini adada işgalci olarak tanıtması KKTC halkını ayağa kaldırdı. Bu uygulamaların başlatılmasının mimarı KKTC Cumhurbaşkanı Talat, ise Türkiye'ye gelince ağız değiştiriyor. Ama Talat, Kuzey Kıbrıs'ta askerle-sivil idare arasında gerginlik olduğunu itiraf ediyor!

KKTC'deki son gelişmeler Türkiye'yi ve Kıbrıs'ı karıştırdı NTV canlı yayınına katılan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise yaptıklarını unutup mazlumları oynamaya başladı. Talat, KKTC'deki bazı marjinal ve ideolojik çevrelerin asker-sivil gerginliğini kışkırttığından yakındı.

  

Kitaplar ve belgesel krizi

Talat son yaşanan gerginliklerin KKTC'nin uluslararası imajına zarar verdiğini açıkladı.

KKTC'de hükümetin büyük ortağı Cumhuriyetçi Türk Partisi Kongresi'nde “İstiklal Marşı'nın okunmaması ve şehitler için saygı duruşunda bulunulmaması” yüzünden Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ile KKTC Başbakanı Ferdi Sabit Soyer arasında bir gerginlik yaşanmıştı.

Öte yandan KKTC'de bir biri ardına garip gelişmeler yaşanıyor. Önce kitapların değiştirilmesi ardından ''Duvarımız'' kirizi.. Avrupa Birliği, “Barış için, savaş konularını ders kitaplarından çıkartın. Masrafı öderim” dedi. KKTC yöneticileri bunu hemen kabul etti. AB'den gelen 69 bin YTL ile yeni sosyal bilgiler kitabı basıldı. Kitaplarda artık, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Kıbrıs Harekatı, Türkiye Cumhuriyeti ve Rauf Denktaş yok..

KKTC'de iktidardaki Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile Kıbrıs'taki Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu arasındaki “Çavbella” krizinin ardından devlet kontrolündeki resmi televizyon olan, Bayrak Radyo Televizyonu'nda (BRT) yayınlanan belgesel gerginlik yarattı.

BRT'de yayınlanan “Duvarımız” adlı belgesel, Türkiye'nin 1974'te gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtını “istila” olarak nitelendiriyor, Rum mezalimine karşı direnen Kıbrıslı Türklerin kurduğu TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı'nı (TMT) ise eleştiriyordu.

Belgeselde, 1974'te Ada'ya çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne (TSK) mensup subayların Rum kızlarına “tecavüz ettikleri”, “Rum çocuklarını annelerinin kucaklarından alıp, yerlere attıklarına” ilişkin, o dönemi yaşayan Rum kesimi vatandaşlarının “anılarına” da yer veriliyordu. Duvarımız belgeselinin “sansürsüz şekilde” yayınlandığını BRT yönetimi de, Türkiye'nin Lefkoşa Büyükelçiliği de doğrulamıştı.[1]

Kıbrıs'taki mücadeleyle kahramanlık destanı yazan efsane komutandan uyarı:

Girit de böyle elden çıkmıştı!..


Kıbrıs üzerinde hemen her gün yeni bir tavizin pazarlığı gündeme gelirken Kıbrıs Barış Harekatı'nın efsane komutanlarından Albay Oğuz Kalelioğlu tarihi uyarılarda bulundu. 8 bin kişilik Rum ordusuna karşı, 250 mücahitle sergilediği direniş nedeniyle Magosa'ya Gazi Ünvanı'nı kazandıran ve şehre heykeli dikilen Albay Kalelioğlu, “Biz o direnişi, çöplüklerden topladığımız ekmek parçalarıyla karnımızı doyurarak verdik. Yüzlerce şehidimiz var. Ama o mücadeleyi Kıbrıs Yunan adası olsun diye vermedik” dedi.

Aynı zamanda tarih doktoru olan Albay Oğuz Kalelioğlu, Yunanlıların Girit'de oynadıkları oyunun aynısını şimdi Kıbrıs'ta oynadıklarını söyledi. Verilen her tavize rağmen Rum ve Yunan tarafının hemen itiraz ettiğini hatırlatan Kalelioğlu, “Girit'de uyguladıklarını şimdi Kıbrıs'ta uyguluyorlar. Girit içinde tıpkı bugünkü gibi, Avrupa devletleri devreye girdi. Avrupalıların Yunanlıların tarafını tutmasıyla Girit'e muhtariyet verildi. Hatta Girit'e Rum asıllı bir Yunanlı Vali atandı. Yunan Kralının yeğeni Prens Yorgo Vali tayin edildi. Hem de savaşı Osmanlı kazandığı halde. Ama ne oldu biliyor musunuz? Yunanistan itiraz etti, karşı çıktı. Dedi ki, Girit'de Osmanlı askeri var. Vali olsa ne yapacak! Osmanlı askeri de buradan çekilsin dediler. Sonunda adım adım planlarını uygulayarak Osmanlı askerini çıkarttılar. Yunan'ın politikası budur. Daima itiraz eder, bağırır çağırır ki daha büyük tavizler koparsın” diye konuştu.

Efsane Komutan Albay Kalelioğlu, Hükümet'in çok yanlış bir politika içinde olduğunu söyleyerek, “Hükümette Rum tarafı hayır diyorsa, itiraz ediyorsa, bizim evet dememiz lazım gibi bir inanış var. Annan Planı'nda aynı şey oldu. Rumlar hayır diyor bakın, demek ki bizim evet dememiz lazım, Türkiye'nin lehine demek ki bir düşünceyi gündeme getirdiler. Oysa bu bir politika. Bizans entrikasıdır bu. Bu entrikayı Yunanlılar çok iyi bilir. Hani Annan Planı'na evet deyince ambargolar kalkacaktı. Tam tersine yine bizden taviz isteniyor. Çünkü bu Girit yöntemidir. Girit'i de böyle hep itiraz ederek aldılar” dedi.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, “Kıbrıs gitti diyorlar. Hani nereye gitti, yerinde duruyor” açıklamasını da eleştiren Albay Kalelioğlu, “Evet doğru, Girit de yerinde duruyor, ama artık senin değil Yunan'ın. Girit de yerinde duruyor ama artık Yunan bayrağı dalgalanıyor orada” uyarısında bulundu.

Bir asker olarak Kıbrıs'ın jeopolitik önemine de dikkat çeken, Oğuz Kalelioğlu, “Kıbrıs'ın önemi Girit'ten kat kat fazladır. Ortadoğu'ya müdahale edebilecek bir konumdadır. Türkiye'nin güvenliği için çok ama çok önemlidir. Türk askeri adadan çekilsin deniyor ama orda iki tane İngiliz üssü var. Bu üsler için bir şey denmiyor. Irak harekatından önce 3 bin askeri vardı İngilizlerin, şimdi 12 bin askeri var. Türkiye'nin güvenliği KKTC'nin sınırlarından başlar” dedi.


Albay Oğuz Kalelioğlu kimdir?

1973 yılında Kıbrıs'a atandı. Magosa Mücahit Tabur Komutanı oldu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nda Tabur komutanı olarak, 8.000 kişilik üstün düşman kuvvetlerine, silahsız ve cephanesiz 800 kişilik Magosa halkıyla karşı koydu. Kıbrıs Barış Kuvvetleri'nin yetişmesine kadar Magosa Kalesini aç, susuz ve cephanesiz bir ay savunarak adanın en büyük limanı olan Magosa limanının Türk tarafında kalmasını sağladı ve Magosa'ya GAZİLİK ünvanını kazandırdı. Gösterdiği direniş nedeniyle daha sonra Kıbrıs halkı tarafından Magosa'ya heykeli dikildi. 2003 yılında, Kıbrıs Türk Mücahitleri'nin daveti üzerine Kıbrıs Adalet Partisi'ni kurdu. Halen Genel Başkanı. Son seçimde Magosa'dan milletvekili adayı oldu. Ancak heykelinin bulunduğu bu şehirden adaylığı Kıbrıs da oturmadığı gerekçesiyle Mahkeme kararıyla engellendi.[2]

Fetullahçı Zaman Gazetesine göre, Kıbrıs konusunda taviz verip, çözümde ısrar etmek Türkiye'nin yararınaymış!

Zaman Gazetesinin tertiplediği, Ortak Akıl Toplantıları'na katılan KKTC Cumhurbaşkanı Talat, Kıbrıs'a ilişkin şu tespit ve çözüm önerilerinde bulunmuştu:

  • Türkiye, AB sürecinde ilerlerken bu sorunla birlikte yaşamayı, bu sorunla da birlikte bu meseleyi götürmeyi öğrenmek durumunda. Türkiye'nin AB macerası olmasa da Kıbrıs sorunu önemli bir sorun olacaktı. Kıbrıs'ın ulusal sorun oluşu başka bir zorluk.
  • Rum kesimi, AB üyeliğini kullanarak Kıbrıslı Türklerin bazı haklarını törpülemek yolunu seçti. Kıbrıs'ı BM sürecinden AB sürecine aktarabilmek için bütün gayreti ortaya koyuyor.
  • Türkiye ile 8 müzakere başlığı askıya alındı. Geriye kalan başlıklar da kapanamıyor. Rum tarafının talepleri, Türkiye için önşart haline getirildi. Türkiye'ye bir de ceza verildi.
  • Türkiye'nin AB'ye girebilmesi için Kıbrıs sorununu çözümlenmesi lazım. Bu olmazsa olmaz bir şarttır. Dolayısıyla bu sorun çözümlenmek zorundadır, ama çözmenin yükümlülüğü Türkiye'ye ait değildir. Yükümlük Rumlara aittir. Bunu AB sağlayabilir.
  • Şu anda Kıbrıs'ta zaten yürütülmekte olan aşırı milliyetçi politika büyük bir milliyetçi yükselişe dönüştü. AB eninde sonunda bu sorunla yüzleşmek zorunda kalacak. AB'nin bu hesaplaşmasını erkene çekmek için çalışmak durumundayız.
  • Bazen kendi iç kamuoyumuzun moralini de bozmayı göze alarak bazı çıkışlar yapmak durumunda kalıyoruz. Ama bu demek değildir ki, biz bu süreci terk ediyoruz veya reddediyoruz. Bu süreci hiç çekinmeden hiç endişe duymadan, hiç yalpalamadan sürdürmek zorundayız.
  • Türkiye'nin geleceği Avrupa Birliği yönündedir. AB sürecinden hiçbir şekilde kopmamalıdır.
  • AB Genel İşler Konseyi'nde alınan karar öncesinde yaşanan sıkıntılar, entrikalar, öfkelerin benzerlerini yaşamaya devam edeceğiz. Sinirlerimizin sağlam olması lazım. Kararlılığımızı sürdürmeliyiz.
  • Rumların yerinde olsam Türkiye'nin önüne hiçbir şey çıkartmam. İlerlesin Türkiye. Son gün geldiğinde 'beni tanı' dese Rumlar, Türkiye zorda kalır. Çünkü o zaman Türkiye'nin Rumları tanımaktan başka çaresi kalmaz. O yüzden bence erken bir zamanda çözülmesi için ciddi gayret gösterilmeli.
  • Avrupa anayasası bu haliyle geçerse Rumların veto tehdidi azalabilir. O zaman AB'nin Rum tarafını baskı altına alma ihtimali daha fazla artar.
  • Rumların çözümsüzlükte ısrarını AB kırabilir. AB sorunun devamının Türkiye ile ilişkileri zora soktuğunu görüyor. Taahhütlerini de yerine getiremiyor.
  • Çözümü başarırsak, ne ala, zaten çıkarımıza, işimize gelir. Başaramazsak, bunun Rumların engeli nedeniyle olmadığını dünyaya ve AB'ye gösterip, bölünme kalıcı olacak endişesine sokup, bir çare düşünülmesini sağlamak lazım.

 “Kıbrıs'a Dair Şaşırtıcı Belgeler” bu güne kadar niye saklanmış? 

Kıbrıs milli davası aleyhinde olan herkesin okuması için!

“Saadet Geliyor” adlı siteden zaman zaman e mailler alırım.

15 gün kadar önce aldığım bir mailde çok şaşırtıcı bilgiler vardı. Şimdi okurlarıma ve yazarlarıma onları sunacağım:

1. 16 Temmuz 1974'de ABD ve İngiltere Türkiye'den Kıbrıs'a müdahalesini istemiş ve aynı gün meşru ve yasal (devrik) Cumhurbaşkanı Papaz Makarios tarafından, yeni Cumhurbaşkanı Nikos Samson'un, Enosis militanı olduğu açıklanmış, 17 Temmuz'da Başbakan Bülent Ecevit İngiltere Başbakanı Harold Wilson ile görüşmüş, 19 Temmuz günü Yunanistan 5 uçak dolusu asker, silah ve mühimmatı Kıbrıs'a indirmiş, Ada'da vahşet, kıyım ve soykırım başlatılmış, bunun üzerine 15 Temmuz 1974'te toplantı halinde bulunan TC Bakanlar Kurulu'na BM Genel Sekreteri Valdheim acele bir mesaj göndererek “ADADA TEK MEŞRU YÖNETİM TÜRK İDARESİDİR” demiş ve nihayet bütün bu meşru ve yasal zemine dayanılarak 20 Temmuz 1974 günü Türkiye Kıbrıs Barış Harekatını bütün usul ve esasları muvacehesinde ve uluslararası Meşruiyet çerçevesinde yapmıştır.

2. Müteakip süreçte Yunanistan Temyiz Mahkemesi 21.3.1979 tarihinde 2658/79 sayıyla bir karar vererek: “TÜRK ORDUSUNUN KIBRIS'A MÜDAHALESİ YASALDIR, SUÇ YUNAN SUBAYLARINA AİTTİR” demiştir.

Türkiye için çok önemli olan bu kararın, o dönemin Yunan Başbakanı Konstantin Karamanlis tarafından “ülke aleyhinde kullanılabilir” korku, endişe ve gerekçesiyle kamuoyuna duyurulması yasaklanmış, halka açıklanmamış ve dava dosyaları “çok gizli” kaydıyla kasaya konulup Türk ve dünya kamuoyundan saklanmıştır. (Biliyorsunuz Karamanlis bizim başbakanın çok sıkı dostu ve düğündeki sağdıcıdır. A.I.)


Şimdi olayların nasıl geliştiğine bakalım:

“Türk ordusunun Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır” kararının alınmasıyla ilgili gelişmeler şöyle ortaya çıkıyor:

1976 yılında bir Yunanlı, mahkemeye başvuruyor. Dâvâ kararı şudur: 22 Temmuz 1974 tarihinde Lefkoşa üzerinde uçarken, bir uçak Güney Kıbrıslıların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanıyor. Yunan Delta Nakliye uçağının içinde bulunan ve ölen oğlu için tazminat talebinde bulunuyor davacı Yunan Vatandaşı. Atina Yerel Mahkemesi 1978 yılında şu kararı veriyor:

“Davacı, davasında haklıdır. Hazineden tazminat alması gerekmektedir.” Ekonomi bakanlığı tazminatı “ödememek” için temyize başvuruyor. Temyiz kararı bozmuyor. Bozmadığı gibi, kararı güçlendirici bir karar veriyor. 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararın tercümesi şöyle:

“Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu mahkememizce yapılan araştırma sonucunda kanıtlandı. Zürich anlaşmasını imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, “garantör” devletler olarak, Kıbrıs'ın herhangi bir devlet ile birleşmesini veya bölünmesini önlemek için Kıbrıs Cumhuriyetinin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır.”

1974 Temmuz'unun ilk haftası içinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, Adada görev yapan bazı subayların darbe hazırlığı içinde bulunduğunu ve kendisini öldürmeyi planladıklarını öğrenmiş ve durumu Atina'ya duyurarak devlet başkanı General Gizikis'ten önlem alınmasını istemiştir.

Ancak Atina'daki yönetim, bu talebe resmi bir cevap vereceği ya da önlem alacağı yerde 15 Temmuz 1974'te General Yoannidis, Makarios'a karşı, Kıbrıs'taki Yunan Birliğinin komutanı Yorgitsiz ve Yanakodimos ile birlikte 102 de Yunan subayının yer aldığı darbeyi gerçekleştirdi ve Makarios'u öldürmeye teşebbüs etti. Kıbrıs Anayasası asi Yunan subayları tarafından çiğnendikten sonra, başa Nikos Samson getirildi. Türkiye ise hukuki hakkını kullanarak Kıbrıs'a 20 Temmuz 1974'te müdahalede bulundu.

Bu kararda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasası, Londra, Zürich ve Garanti anlaşması uyarınca Türkiye'nin hukuki haklarını kullandığı ortaya çıkıyor. Bir Yunan generalinin yönettiği ve bütün üst düzey subaylarının Yunanlı olduğu RMMO'ya esir düşenler, hayatını kaybedenler, aileleri, düzenleri, yaşamları bozulanlar, işlerini kaybedenler göç etmek zorunda kalanlar, mağduriyete uğrayan herkes Yunanistan'a karşı tazminat davası açabilecektir.

Dolayısıyla kurulan KKTC'de bütün dünya devletleri tarafından tereddütsüz olarak tanınmayı hak etmiş yasal bir devlettir. Oysa GKRD muvazaalıdır. Fiilen var olsa bile de facto bir çete devletidir. KKTC'nin bu yüzden bir barış sorunu yoktur.

Bir kısmını yazabildiğim bu belgeler muvacehesinde, tavsiye edilen, derhal Lahey Adalet Divanına başvurulmasıdır. Bunun için de GKRD'nin usul ve hukuk dışı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB'ye üye olmasının iptali, AB ile devam eden münasebetlerine tedbir konulması, bu ilişkilerden men ve AB'den çıkartma işleminin başlatılması, Lousidu kararının iptali, TC'ye baskı ile ve haksız bir şekilde ödetilen tazminatın faiziyle iadesi, (ambargo dahil), TC'nin savaş masrafları ve şehit hakları dahil olarak, Türk tarafının uğradığı tahribat, maddi ve manevi zararın tazmini istemi ile Lahey Adalet Divanına başvurulması tavsiye edilmektedir. Bu arada şöyle bir kayıt da düşülüyor yazıya:

“Türkiye hukuk-u düvel, (uluslararası hukuk) yönünden mezkür anlaşmalara müstakilen ve tek başına taraftır. Bu mahkemede alınan kararlar bağlayıcı olacaktır. İddiaların çok sağlam hazırlanması ve savunmanın Lousidu dâvâsında olduğu gibi nesebi Rum'a varan bir avukata değil, güvenilir bir avukata verilmesi gerekmektedir.[3]


Vatan toprağı kimin malıymış? 

Zâhid el-Kevserî merhumun Makâlât'da (251 vd.) anlattığına göre bir ara Mısır'da “ehlî vakıf” (zürrî vakıf, aile vakfı) tarzı vakıfların ilgası konusu gündeme gelmiştir. Mısır Başmüftüsü Muhammed Bahît el-Mutî'î merhum bu mesele hakkında -bilahare kitaplaştırılarak basılan- iki konferans vermiştir. İlk konferanstan kısa bir süre önce genç Ezher hocalarından birisi el-Kevserî merhumu ziyarete gelmiş ve Başmüftü'ye muhalif tavrını açıklamıştır. Bunun üzerine el-Kevserî merhum ona, meseleyi bütün yönleriyle incelemesini söylemiş ve yaptığı çok yönlü, ufuk açıcı izahat meyanında, Batılı devletlerin reformasyon sürecinde Devlet-i Aliyye'ye vakıfların ilga edilmesini ve vakıf statüsündeki bütün gayrimenkullerin “kamu malı” haline dönüştürülmesini ısrarla teklif etmesine de değinmiş, Osmanlı döneminde, özellikle İstanbul'da vakıf statüsünde olmayan bir karış dahi toprak bulunmadığının altını çizmiştir.

Vakıf kurumu sadece İslam Medeniyeti'ni benzersiz kılan temellerden biri değil, aynı zamanda vatan toprağının da garantisidir.

Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye'de (194 vd.) Osmanlı sınırları içindeki arazi ve emlakın statüsünü belirleyen yasal durumu tahlil ederken şöyle der: “(…) Böyle bir kanunun Osmanlı Devleti'nin asıl menfaatlerini korumak niyetinde bulunan (!!) yabancı devletlerin itirazına sebep olacağı şüphesizdir.

“1867 senesi Şubat'ında Paris Kabinesi (…) Babıali'ye müracaat ederek vakıf usulünün esaslı bir şekilde düzeltilmesini, emlak ve arazinin mülke dönüştürülmesini, Müslümanları kendi emlaklarını serbestçe kullanmaktan men eden durumun kaldırılmasını tavsiye etti. (…) Babıali, Fransa hükümetinin nasihatlerini kısmen yerine getirdi. (…) Buna benzer diğer bir kanun da musakkafât (üzerinde bina yapılmış bulunan arazi) ve müstagillât (doğrusu “müstagallât”: üzerinde bina bulunmayan araziler) vakıflarına tatbik edildi…”

Ancak görünüşe bakılırsa Batılılar'ın zorlamasıyla yapılan gönülsüz düzenlemeler beklenen sonucu vermemiş, konuyla ilgili nizamnameye konan gizli bir fıkra ile vakıf mallarının gayrimüslimlere satılmaması hükme bağlanmıştır.[4]

Engelhardt'ın yukarıda aktardığım paragrafta sözünü ettiği “vakıf usulünün esaslı bir şekilde düzeltilmesi” meselesi sadece Fransa'nın arzusu değildir. 1860'ta Osmanlı Devleti'nin kredi için başvurduğu İngiltere'nin öne sürdüğü şartlardan birisi de “Vakıf sisteminin kaldırılması”dır.[5]

Elmalılı merhumun tesbiti de aynı istikamettedir: “Osmanlı hükümetine bu babda bir kanun neşrettirildi. Lakin bu kanun matlub olan neticeyi veremiyordu. (…) Çünkü arazi ve emval-i gayrimenkule meyanında (…) tam olarak temellük olunabilecek arazi pek azdı. Bunların bir kısmı arazi-i emiriyye ve mühim bir kısmı da evkaf idi. (…) Avrupa arzu ederdi ki, arazi-i emiriyye ve evkaf tamamen pazara çıkarılabilecek bir mal halinde bulunsun ve bunlar üzerinde ahalinin revabıt-ı ma'neviyyesi şedid (manevi bağları kuvvetli) olmasın…”[6]

Sonuçta “Batılı dostlarımız” emellerine nail olacak, vakıfların ilgası için -“gizli tutulanlar” cümlesinden olduğundan- ne zaman kurulduğu bugün dahi tam olarak tesbit edilemeyen Evkaf Nezareti teşkil olunacak ve “Memalik-i Osmaniye”de isteyen istediği yeri satın alabilecek noktaya gelecektir.

Acı olan şu ki, Tanzimat süreci yöneticilerini bile durumu el altından “idare etmeye” zorlayan hassasiyet günümüzde neredeyse tamamen kaybolmuş durumdadır. Vakıfları ilga edenlere mi, yabancıların sınırsızca mülk edinmesinin önündeki bütün engelleri kaldıranlara mı, üç kuruşluk dünya menfaati için vatan toprağını “öz malı” gibi satanlara mı, kime kızmalı?! [7]

‘Dili sürçen' Ehud Olmert, İsrail'in nükleer belirsizlik siyasetini niye boşa çıkarmış!

Yıllardır nükleer güç olduğunu ne kabul edip ne de reddederek 'muğlaklık politikası' izleyen İsrail'den ilk kez nükleer silaha sahip olduğunu ima eden bir açıklama geldi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, ülkesinin nükleer güç olduğunu ya da 'sahip olma heveslisi' olduğunu üstü kapalı olarak kabul etti. İsrail'in belirsizlik politikasına zarar veren Olmert'in bu çıkışı ülkesinde tepkiyle karşılandı. Muhalefet ve basın, Başbakan Olmert'i, ülke güvenliğini tehlikeye atmakla suçlarken, Ehud Olmert'in yardımcıları ise “Ortada yanlış anlaşılma var.” savunmasını yaptı.


 Berlin'de temaslarda bulunan Olmert, Alman N24 SAT 1 televizyonuna verdiği mülakatta İran'ın nükleer faaliyetlerine ilişkin bir soruyu cevaplarken, “İran'ın nükleer silaha sahip olmak istemesi, Amerika, Fransa, İsrail ve Rusya'nın nükleer silaha sahip olmasıyla aynı şey mi?” dedi. Olmert, “İsrail bir demokrasidir. Bizim kendimiz için en büyük arzumuz, terör tehdidi olmadan yaşamaktır; ancak asla hiçbir ulusu yok etme tehdidinde bulunmuyoruz. İran ise açık şekilde, kamuoyu önünde İsrail'i haritadan silme tehdidinde bulunmuştur.” diye konuştu. Bu açıklamalar, “nükleer belirsizlik politikasından sapma” şeklinde yorumlanırken, Olmert'in sözcüsü, “Başbakan, İsrail'in nükleer silaha sahip olduğunu ya da sahip olmak istediğini kastetmedi.” savunmasını yaptı. Ancak İsrail'de hem sağ hem de sol kanattan bazı siyasetçiler, Olmert'in açıklamasını “kabul edilemez” olarak niteleyerek Başbakan'ın ülkenin çıkarlarını tehlikeye attığını öne sürdü. İsrail Altyapı Bakanı Binyamin Ben Eliezer, Olmert'e 'susma' tavsiyesinde bulunarak, “Bu olay hakkında konuşmaya devam etmek isteyenlere, İsrail'in güvenliği ve Tanrı adına susmalarını tavsiye ediyorum. Ben çelişkiden yanayım.” dedi. Sağcı Likud Partisi üyesi ve eski Dışişleri Bakanı Silvan Şalom ise nükleer silah geliştirmeyi hedeflemekle suçlanan İran'a karşı diplomatik girişimlerin yürütüldüğü bir dönemde yapılan bu açıklamanın, İsrail'e büyük zarar vereceğini söyledi. Sol kanattaki Meretz Partisi üyesi Yossi Beilin de Olmert'in “şaşırtıcı açıklamasıyla” sorumsuzluk gösterdiğini kaydetti.

Uzmanlar, İsrail Başbakanı Olmert'in açıklamalarının, bir 'dil sürçmesi' olabileceği gibi, İran nükleer krizini çözmeye çalışan Batı'ya, “İran'a çözüm bulmazsanız, biz buluruz” şeklinde bir uyarı gönderme maksadıyla da yapılmış olabileceğini belirtiyor. 1960'lardan bu yana nükleer faaliyetlerde bulunan İsrail'in, 200 kadar nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin ediliyor. Ancak İsrail, şimdiye kadar bunu ne reddetti ne de kabul etti. İsrail, nükleer güç olduğunu deklare etmeyerek, anayasaya göre kitle imha silahlarına sahip ülkelere finansal yardım yapılması yasak olan Washington'dan bu şekilde her yıl 2 milyar dolardan fazla nakdî yardım alıyor.


Kıbrıs'ında, Irak'ın da asıl sorumlusu İsrail!

Irak Çalışma Grubu'nun amacı Irak ve Filistin'i değil ABD'yi kurtarmaktır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) palavrası ile bazıları ile dalga geçen ABD, Irak'taki yenilgisinden ‘onurlu' çıkışın çarelerini arıyor.

Rapor, “İsrail'in 39 yıldır işgal altında tuttuğu Filistin, Suriye ve Lübnan topraklarından hemen çekilmesi, Filistin devletinin kurulması ve 1948'de ülkelerinden atılan Filistinlilerin geri dönmesi gerektiği''nden söz ediyor ve ‘Filistin sorunu çözülmeden bölgede hiçbir sorun çözülmez' diyordu. İşte İsrail'i ve Washington'daki Yahudi lobilerini kızdıran şey buydu.

Son Rapor'u hazırlayan Baker, 1991'de Baba Bush'un Dışişleri Bakanı'ydı. O sırada başta Suriye ve Mısır olmak üzere bazı Arap ülkeleri Amerikan'ın Kuveyt'i kurtarma savaşına katılmıyordu. Baker bu ülkelerin liderlerine yazılı bir taahhüt vererek ‘'Savaştan hemen sonra Filistin sorununu çözeceğiz” demişti.

1991'den bu güne kadar 15 yıl geçti, Afganistan ve Irak işgal edildi, Lübnan karıştırıldı ve İsrail hem Lübnan hem Filistin'de sürekli öldürdü ve yıktı.

İsrail ne Irak'ta ne de bölgenin diğer bölgelerinde Rapor'un uygulanmasına izin vermeyecektir. İsrail Başbakanı Olmert, Washington öncesinde yarın Vatikan'da Papa ile görüşecek sonra da Papa'nın ülkesi Almanya'ya gidecek. Bölge halklarının ABD'ye karşı düşmanlık ve nefret duygularının temel nedeni İsrail devletini Filistin topraklarında kurdurması ve 60 yıldır süregelen bu devletin saldırganlığına destek vermesidir. Yalan söylemek ABD liderlerinin genetik bir sorunudur![8]

Ortadoğu'da 6. şart ABD

MİT Müsteşarı, Ortadoğu'daki yeniden yapılanma sürecine ilişkin genel bir perspektif de çiziyor. Büyük Kürdistan'ın kurulması için bazı ABD ve İsrail kaynaklarının Türkiye'yi hizaya getirme çabalarının yoğunlaştığına dikkat çeken Taner, bu hedef için önümüzdeki yedi yılın çok önemli olduğuna işaret ediyor.

Türkiye'de ve Kuzey Irak'ta PKK'lı terörist sayılarını ayrıntılı olarak anlatıyor. İşte sohbetin bu bölümünde Müsteşar ilginç bir espri yapıyor. Esprinin adresi, Müslüman ülkeler. Özetle şöyle:

‘İslam'ın şartı beştir. Ama Ortadoğu'da altı diye bakılır. Altıncısı ABD'dir. Bunu kabul etmeyenleri ABD hemen hizaya getirir.'

Bu esprinin iki hassas ayarı var. Birincisi din, diğeri ABD. Bu nedenle Taner, bu bölümün dışarıda anlatılmaması için ricacı oluyor. Yazı yayınlandığında MİT'ten tepki gelirse de yadırgamayacağımı ifade etmek isterim. Bu ifadeleri, sohbetin dışındaki kaynaklarla da görüşerek teyit ettiğim için yazmakta beis görmüyorum.[9]










[1] 6 Nisan Ortadoğu Sh. 8

[2] 13.12.2006 / Mustafa Yılmaz / Milli Gazete

[3] 13.12.2006 / Afet Ilgaz / Milli Gazete

[4] Dr. Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, 278

[5] E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi, IV, 212

[6] Ahkâm-ı Evkâf, 127-8

[7] 11.12.2006 / Ebubekir Sifil

[8] 12.12.2006 / Hüsnü Mahalli / Akşam 

[9] 12.12.2006 / Şamil Tayyar / Star 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi