İslam, insanların
ırkıyla veya soy-sop alakasıyla değil, takvası (haksızlık ve ahlaksızlıktan
sakınması) ve temel haklarının sağlanıp korunmasıyla ilgilenir. Çünkü Allaha
ve Kurana iman eden ve herkesin Hz. Ademin nesli olduğunu bilen birisinin
ırk üstünlüğü gütmesi mümkün değildir. Ancak her insanın; kavmini, kabilesini,
ailesini, dilini ve ananesini sevmesi ve sahiplenmesi doğal ve doğru bir
şeydir.
Barış, bereket, adalet
ve selamet anlamı taşıyan İslamdan kaynaklanan Adil Düzende, vatandaşların
dinine ve kökenine bakılmaksızın, Onun ekonomik yeterliliğinin, sosyal
seviyesinin ve siyasi etkinliğinin yükseltilmesi hedeflenir.
Ülkemizde köylerde ve
beldelerde yaşayıp güya çiftçi sayılan milyonlarca gizli işsiz ve yine
milyonlarca resmi işsiz, zaten sefalet içinde ve perişan vaziyetedir. Buna
karşılık asgari ücrete mahkûm bulunan veya sigortalı çalışan diğer milyonlarca
işçi ise, tarihteki kölelerin günümüzdeki temsilcileri gibidir ve sürekli
emekleri sömürülüp ezilmektedir.
Güya Ekonomi Hocası ve
eski MİT kurmayı olan Mahir Kaynak, dünyadaki zulüm ve sömürü sisteminin baş
aktörleri olan Siyonizm ve Yahudi Lobileri gerçeğini saklayıp toplumu avutmak
ve AKPnin Tahribatlarına hikmet uydurmak üzere yaptığı yorumlarda:[1]
Daha önce, dünya
ekonomisinde küresel güçlerle ulusal güçlerin çarpıştığını ve bu savaşı ulusal
güçlerin kazanacağını söylediğini ve öngörülerinin aynen gerçekleştiğini
söylüyor, ardından da bu kerametiyle tamamen zıt şekilde, sonunda ABD ve Rusya
ekonomilerinin ayakta kalacağını, İranın da denge unsuru olarak bunlara
katılacağını vurguluyordu.
Peki bu Mahir Kaynak,
ABD ekonomisinin Yahudi tekelinde olduğunu bilmiyor muydu? Putinin bütün
gayretine rağmen, Rus ekonomisinin bile, hala önemli ölçüde Yahudi güdümünde
bulunduğunu nasıl unutuyordu?
Sn. Kaynak, Türkiyede
milli ve yerli sanayinin AKP eliyle çökertildiğini, hatta ziraat ve
hayvancılığın bitirildiğini; bu yabancı para akışının her an kesilip ülkenin
Yunanistandan çok daha beter bir krize sürüklenebileceğini, nasıl hiç
düşünmüyordu?
Bugün ÇİNdeki
ekonomik gelişmelerin bile, Küreselleşme kılıflı Yahudi sermayesinin ucuz
işçi ve hammadde cenneti gördüğü bu ülkedeki yatırımları sayesinde
gerçekleştiğini nasıl anlamıyordu?
Avrupa Çin desteğiyle
ayakta kalmaya mı çalışıyordu?
3-5 Şubat tarihlerinde
toplanan 48. Münih (NATO) Güvenlik Konferansı öncesinde Almanya Başbakanı
Angela Merkel ”Almanya ve
Avrupa’nın kapısını Asya’ya açmak için” Çin’e gidiyordu.
5. kez Çin’i ziyaret
eden Merkel, Avrupa’ya Asya’nın kapısını açan lider olarak anılmak istiyordu.
Merkel, Avro’nun kurtarılması pazarlıkları yapıyor ve ”Çin ihracatını Avrupa’ya yönlendirerek bir çöküşü önleyebilir” görüşünü iletiyordu. Bu arada Almanya’nın Çin’le olan ticari ilişkileri,
ABD ile olan ticaret hacmini geçmeye doğru ilerliyordu.
Çin’de İngilizce
olarak yayınlanan ”Global Times” Merkel’i, yanında kaburgaları çıkmış ve
elinde şapka açmış bir dilenci ortağıyla yan yana karikatürize ediyordu.
Bağımsızlığın yolu
Asyadan mı geçiyordu?
Merkel’in gezisine
karşılık Münih Güvenlik Konferansına yüksek seviyede bir Çin heyeti
katılıyordu. Almanya, dünyanın yükselen gücü Çin’le ilişkilerde güçlenmek için
menteşe rolü oynamak üzere Konferanstan yararlanmak istiyordu.
Münih Güvenlik
Konferansı Müdürü Wolfgang Ischinger, ”ortak bir AB askeri varlığı için
radikal adımlar” gerektiğini söylüyordu. Ischinger, ”Batı savaşlarında ABD
hep dominant davrandı ve şimdi Çin Halk Cumhuriyeti’ni ”etkileme savaşına”
yoğunlaşmak için dikkatini Pasifik’e veriyor” diyordu. Almanya’nın ABD eski
Büyükelçisi ve etkin politikacılarından olan Ischinger; ”Berlin dünya
politikasında etkisini yitirmek istemiyorsa Avrupa’nın desteğiyle Asya’da
kendisine etkin bir konum geliştirmelidir” önerisinde bulunuyordu. ABD Irak ve
Afganistan’dan çekilirken, Pasifik’e yığınak yapıyordu. İçinde özel birliklerin
bulunduğu 2500 asker Kuzey Avustralyada Darwin Bölgesine kaydırılıyordu.
Ischinger,”Amerika’nın kaybetme korkusu içeren bir aşırılıkla” Pasifik’e yöneldiğini tespit ediyordu.
Oysa bütün bunlar
Siyonizmin yeni manevraları ve zulüm saltanatını ayakta tutma çabalarıydı.
Hızla kalkınıyor, ABDyi zorluyor, sosyalizm kapitalizme meydan okuyor! diye
övülen ÇİNde yüz milyonlarca insan hala sefalet içinde kıvranıyor, asgari
ücretle çalışan ve çağdaş köle olan bu işçilerin, çok büyük kısmının değil grev
hakkı, sigortası bile bulunmuyordu.
Faizi yasaklayan ve
sadece sermaye ve üretim vergisi olan Zekâtı uygulayan İslamın Adil Düzeni
kurulmadan bu zillet, sefalet ve esaret döneminin kapanması asla mümkün görünmüyordu.
Türkçülerin çoğu aslen
Yahudi çıkıyordu!
Türkçülük hareketi
için özlü bir deyiş var; Türkçüler Türk
değildir deniyordu. Bunların çoğu Macar kökenli Yahudidir ve özellikle İbrani entelektüellerin
Türklere Türk olduklarını hatırlatmak ve ırkçılık damarlarını kabartmak
konusunda çok istekli oldukları dikkat çekiyordu. Türkçülüğü uydurup
savunuyorlar ve böylece bazılarımız da Türk olduğumuzu fark edip
gururlanıyordu.
Örneğin, Macar Arminius Vambery Türkçülüğün mucitlerinden sayılıyordu.
Siyasi Siyonizmin mucidi Herzlin tarifiyle, on iki dil konuşan, birkaç ırka
dâhil olan, beş dine girip çıkan bu adam Türk ırkçılığını aşılayan kişilerden
birisi oluyordu. Vamberynin, Topal Derviş kimliğiyle yaptığı uzun Orta Asya
gezilerinin ilk ve son durağı mutlaka İstanbuldu; hem saray erkânıyla, hem de
Osmanlı münevverleri ile çok yakın ilişkiler geliştiriyordu. Vambery, bir de
Rusyaya hücum eden yazılarıyla biliniyor, Türkçülüğün ancak Rus düşmanlığı ile
yutturulabildiğini savunuyordu. Yazdıklarına göre; Rusyanın Orta Asyadaki
nüfuzu silinmeli, İngiltere bu bölgede çağdaşlaştırmacı bir görev
üstlenmeliydi. Bunların Slavlaşan Rus milliyetçiliğinin, Yahudilere çektirdiği
acı ile ilgili olması da düşünülebilirdi. Bu arada, Türkçülüğün uydurulmasının,
Rus yayılmacılığını durdurmak ile bir bağlantısı da sezilmekteydi.
Ermenileri ve
Gayrimüslimleri, Batılılar ve İttihatçılar kışkırtıyordu!
Washington Yakın Doğu
Araştırmaları Enstitüsünde kıdemli uzman Soner Çağaptay, ABD için yazılmış
Türk Kimdir? adlı çalışmasında, Türk kimliğinin oluşmasında Osmanlının
özellikle Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyordu. Çağaptay,
1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslümanının yurtlarından
sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş
olduğunu ileri sürüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1922de yarımadanın
neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyordu. Böylece, Anadoluya göçen muhacirler
için, İslam, zorunlu olarak kimliklerinin önemli bir parçası oluyordu.
Anadoluda Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, birlikte yürüten Mustafa Kemalin ne
kadar haklı olduğu, şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Bozkurt kitabının
yazarı Harold Armstrongun Türkiyenin Doğum Sancıları adıyla kaleme aldığı
anılarına göre ise, Osmanlıda egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına
da Avrupalı emperyalistler vardı. Sonunda ezilen Anadolu halkının ellerinde ne
varsa almaya kalkışmışlardı. Armstrongun deyişiyle kıyamet de bunun üzerine
kopacaktı. Müslümanlar vatanlarını ve namuslarını korumanın derdine
Hıristiyanlar ise Anadoluya yeniden sahip olmanın hayaline kapılmışlardı.
İngiliz görevli Armstrong, Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı
durum çok daha iyi olurdu, sonucuna varmıştı. Kendi haline bırakmama suçu,
şimdi Soykırımı inkâr yasası örtülmeye çalışılmaktaydı.
Anadoluda,
Hıristiyan-Müslüman düşmanlığını körükleyen çoğu Sabatayist ve Mason, İttihat
Terakki iktidarıydı.
En son, Uğur Mumcu’nun
MOSSAD ile Barzani arasındaki irtibatı ifşa etmesinden on beş gün geçmeden
katledilmesi bir tesadüf sayılamazdı. İsrail, Barzani’yi askeri açıdan
desteklediğini PKK, MİT ve MOSSAD ilişkilerini ilk defa Uğur Mumcu yazmıştı.
Sinema sektörü de
Sabetayistlerin elinde bulunuyordu
Yalçın Küçüke göre
Türkiyede sinema sektörünü İsmail Cem İpekçi Ailesi kurmuş ve bunlar
Sabetayizmin Karakaşi koluna mensuptu. Demek ki, sinemada sadece Sabetayistler
yükselebiliyordu. Adı Kirkor Cezveciyan, Kenan Pars yapılıyordu. Tüm eğlence
sektörünü bunlar yönetiyordu. Aysel Gülaçar uymayınca Seda Sayan yapılıyordu.
Sayın, MOSSADta yardımcı iş yapanları tanımlıyordu.
İbranice Avram; Ulu
Baba veya Yüce Baba anlamına geliyor; ulu, yüce, soy isimlerini
özellikle Sabatayistler kullanıyordu. Ersoy veya Ulusoy İbrani kökenlilerde
sıkça rastlanıyordu. Beren adını sadece Macar Yahudiler taşıyor ve Ermenice
de saatçi anlamına geliyordu.
Hollywood Yahudi
imparatorluğu
Bu arada, Hollywood
ise tümüyle bir Yahudi imparatorluğuydu. Oyuncuları hep Eşkenaz, Polonya ve Rus
asıllı Yahudilerden ayarlanıyordu. İsimlerini değiştirmeleri şart koşuluyordu.
İşte, Yeşilçam’da |
|||
Ün ile ismi |
Doğum ile ismi |
||
Cüneyt Arkın |
Fahrettin Cüreklibatur |
||
Müjde Ar |
Kamile Suat Ebrem |
||
Seda Sayan |
Aysel Gülaçar |
||
Yaşar Kemal |
Kemal Sağdık Göğceli |
||
Mahzun Kırmızıgül |
Abdullah Bazencir |
||
Muhterem Nur |
Aysel Kısa |
||
Kenan Pars |
Kirkor Cezveciyan |
||
Ayhan Işık |
Ayhan Işıyan |
||
Banu Alkan |
Renka Bronkavi |
||
Murat Soydan |
Rujdan Tercan |
||
Fikret Hakan |
Bumin Gaffar Çıtanak |
||
Nil Burak |
Nihal Munsif |
||
Neriman Köksal |
Hatice Kökçü |
||
Muazzez Ersoy |
Hatice Yıldız Levent |
||
Önder Somer |
Önder Döşer |
||
Hollywood’da isimler |
|||
Yıldız ismi |
Doğuştan İbrani ismi |
||
Kirk Douglas |
Issur |
||
Woody Allen |
Allen Stewart |
||
Simone Signoret |
Simone Kaminker |
||
Yves Montand |
Ivo Levi |
||
Jerry Lewis |
Joseph Levitch |
||
Jack Benny |
Benjamin Kubelsky |
||
Cyd Charisse |
Tula Ellice Finklea |
||
Bob Dylan |
Robert Zimmerman |
||
Danny Kaye |
David Kaminsky |
||
Joel Grey |
Joel Katz |
||
Michael Landon |
Eugene Horowitz |
||
Mel Allen |
Melvin Israel |
||
Edward G. Robinson |
Emmanuel Goldenberg |
||
Siyonist sömürü
sistemi kapitalizmdeki çağdaş kölelik olan işçiliğin tek çaresini Kuran
gösteriyordu
Vahşi kapitalizmin
sebebiyet verdiği “işsizlik” yani “istihdam sorunu” bir
yana, “işçilik sistemi”nin bizzat kendisi de tarihteki
“kölelikten” kötüdür ve beterdir.
Evet, Kur’an
“Tahriyru Rakabatin” buyurmakta; yani bir köleyi (çağımızda bir
işçiyi) hür hâle getirmeyi tavsiye etmektedir. (Maide Suresi, 89. âyet)…
Kur’an’daki Tahriyru rakabetin bir köleyi, normal vatandaş hâline
getirmektir. Mesela İmamı Azam Ebu Hanife böyle birisidir, bir kölenin
torunudur; azad edilmiş ve İslâm âleminin güneşi haline gelmiştir. Kur’an
kölelerden bahsederken memlüklerden bahseder, abdden bahseder, esirler”den bahseder ve rakabeden bahseder…
“Harir” ipek
demektir, sıcak günlerde giyilir ve serinletir. Ketenden veya yünden elbiseler,
deriden elbiseler sıcak olur ve sıkıntı verir. “Harur” sıcak
demektir. “Hür” ise köle olmayan demektir. “Tahriyru
Rakabetin” ifadesindeki “Tahrir” kavramı, bir insanı hür hâle
getirmek demektir. Köle ile hürün İslâmiyet’ten önceki Arabistanda ve Roma’da
çok farklı manâsı vardır. Roma’da “köle” her şeyden önce insan
sayılmamaktadır. O devirlerde kölenin kişiliği yoktur, mahkemeye başvurma hakkı
bile bulunmamaktadır. İsterse efendisi onu öldürebilir, cezası yoktur, hesabı
sorulmamaktadır. Oysa İslâmiyet’te kölenin de esirin de kişiliği tamdır. Canı
korunmuştur, öldürülürse kısas yapılır. Köleler mahkemeye müracaat ederek daima
kendi haklarını savunabilirler. Efendisi kötü muamele ediyorsa hakkını
arayabilir. Efendisi uzvunu kırsa kısas yapılır. İslâmiyet’te köle sadece mala
sahip olamaz, elde ettiği kazanç efendisinindir. Çünkü o vatandaş değildir. Bu
vatanda sadece çalışıp yaşama hakkı vardır. Evlenmek de hakkıdır. Hür olmak
istiyorsa takdir edilen miktarı ödeyerek özgür hâle gelir. İslâmiyet’te köle
yalnız kişiliği bakımından Roma kölesinden farklı değildir. Roma hukukunda bir
kimse borcunu ödeyemediği zaman köle hâline getirilir ve borçlu olduğu kişiye
esir edilirdi. İslâmiyet’te borçtan dolayı kimse köle yapılmaz, hattâ onun
mallarına ve parasına el konmaz, sadece onun borçlanma ehliyeti alınabilir.
Kur’an’da “Abd,
Memlük, Rakabe ve Esir” kelimeleri geçmektedir. “Rakaba”
kelimesi sadece “tahriru rakaba” olarak zikredilmektedir. Sadece bir
yerde “tahrir” yerine “fekku rakaba” olarak geçmektedir. “Rıkab”
kelimesinden ise borçlular arasında bahsedilmektedir…
Abd: Gönüllü ve statüsünden memnun köle işçi
Memlük: Ömür boyu emir altına sokulan, emekli yaşına kadar çalıştırılan
köle-işçi-memur
Rakabe: Anlaşmalı olarak boyunduruk altına alınmış ve emekli olma şartları
hazırlanmış köle, işçi
Esir: Zorla hizmete bağlanmış ve tutsak alınmış köle-işçi anlamına gelir.
Bugün kölelik
olmadığına göre ne yapılacaktır?
Kişiyi işçilikten,
işçilik sisteminin sebebiyet verdiği; kölelikten daha kötü, daha beter
zulümlerden kurtarmak çağımızdaki tahriri rakabedir. Köleyi özgürleştirmedir.
Bu çağda işçinin durumu tarihteki kölelerden çok daha beterdir. Vahşi
kapitalizmde işçilik kölelikten çetindir.
Peki, bu “çağdaş
kölelikten” yani “işçilik sisteminden” nasıl kurtulacağız?
İşçiler, yani emek
sahipleri arasında “dayanışma vakfı” meydana getirilir. Devlet
destekli ve faizsiz kredili işletmeler teşkil edilir ve üretime geçilir.
Çalışan işçiler yüzde bir ile ortak edilir. İşi olmayan işçiler buraya
geldiklerinde kendilerine düşen kısım ödenir. İşçi istediği işi yapmakta
serbesttir. Elde edilen hâsılayı “ortaklık vakfı” satar, gelirin
yarısı o fona devredilir, yarısı üretici çalışanlara verilir. Böylece
çalışanlar bir “ortaklık” kurar ve bu ortaklık bir
“işletme” hâline getirilir. O işletmelerde üretime geçtikleri zaman
artık hür hale gelmişlerdir.
İşte Adil Düzende
çağdaş köleler olan işçileri hürleştirecek mekanizma geliştirilmiştir.
İşçilerin hür hâle gelmesi demek iflas edenlerin tekrar borçlanma ehliyeti
kazanmaları şeklindedir. Kalıcı, akılcı, huzur ve hürriyet sağlayıcı çözümler
isteniyorsa; “vahşi kapitalizm” ve “zalim komünizm”in
biricik alternatifi olan “Adil Ekonomik Düzen”i getirip uygulamak
mecburiyettir.[2]
Yeryüzü tüm insanların
ortak malıdır, rızaları ile veya fiilen işgal edilip bölüşülmüş durumdadır.
Eğer bir yerde “emek” geçmişse orada “mülkiyet hakkı”
doğmakta ve “hak” yani “emek” korunmaktadır. Mirasta o
emeğin intikali sağlanır. Sonra sizin emeğiniz de olsa yerin kullanılmasına
mâni olamazsınız, sadece emeğin hakkını alırsınız. Diyelim bir fabrikan var,
ama sen çalıştıramıyorsun; başkası gelir, çalıştırır, senin “kira
hakkını” verir. Bunun dışındaki bölüşme şekilleri haram kılınmıştır. Batılılar,
“zararlı” olsa da eğer “kârlı” ise her türlü kazancı
“meşru” saymaktadır. Onlar için kâr esastır. Kur’an ise buna şiddetle
karşı çıkmış, zararlı bir şeyin kârını yasaklamıştır.
Batılılar mutlak
mülkiyeti kabul etmektedir; insan özgürdür, kendi malını ve canını istediği
gibi tasarruf eder demektedir. Kur’an bunu kabul etmiyor, çünkü kimsenin
bedeni ve malı kendisine ait değildir. Topluluk onun yetişmesine emek
vermiştir. Herkese ait olan yeryüzü nimetlerini temellük edip başkalarının
yararlanmasına mâni olmak da hak değildir. Örneğin, kimse tarlasını boş
tutamaz, çünkü arazi topluma aittir ve değerlendirmesi gerekir. Nihayet,
tesadüflerle ve şanslarla hareket (yani kumar da) meşru değildir…
Bütün insanların
rahatını ve menfaatini esas alan Kur’an’da kırk yerde “felah”
kelimesi geçmektedir.
“Felah”
kelimesi karşılığında “Refah” kelimesi münasiptir. Refahı şöyle tarif
etmek gerekir. Bir saatlik çalışmada elde edilen mal “ücret”tir. Bir
saatlik çalışmada elde edilen malın bir gün geçindirdiği insan sayısı da o malın
“fiyatı” demektir. Böylece ücret ile fiyatı çarparsak, bir kimsenin
bir saat çalışmayla geçindirdiği insan sayısı çıkar ki, işte bu refahın
ölçeğidir.
Demek ki insanlar az
çalışmakta ve de az insan çalışmaktadır, ama bunların emeği ve üretimiyle çok insan
yaşamaktadır. Bu da ancak tarımın sanayileşmesi ile daha da kolaylaşmaktadır.
Kazma ile iş yapma Mezopotamya’da başlamıştır. Harut’la Marut’tan birinin
çiftçi diğerinin hayvan besicisi olduğu Dr. Mete Firidin’in çalışmasında ortaya
çıkmıştır. İşte “felah” yani uygarlık o zaman başlamış, kazma da o
dönemde bulunup kullanılmıştır. Sonra “saban” keşfedilmiş, şimdi
tarlaları “traktör”le sürmek işleri çabuklaştırmıştır. Sulamanın
yanında bugün gübreleme ve ilaçlama teknolojisine gelinmiş, seracılığa ve besi
hayvancılığına başlanmıştır. Bunların bakımı otomatik makinelerle yapılınca ve
yem sanayi gelişince insanın yaşamak için gerekli olan çalışma saatleri
azalmıştır. Bu sayede yaygın refaha yani felaha gidilecek yollar açılmıştır,
nüfus artsa bile onları huzurlu ve onurlu yaşatacak imkânlar hazırlanmıştır.
Sadece sömürüsüz ve zulümsüz paylaşımı, kaliteli ve şahsiyetli bir yaşam
standardını sağlayacak ADİL DÜZENe ihtiyaç vardır.
Faizci kapitalizme
İslami jelatin!
Prof. Dr. Ahmet
Tabakoğlu’na kulak verelim:
“(İslam
iktisadının temel ilkelerinden bahisle) Emeğin yüceltilmesi gerekir. Çünkü en
yüce değer emektir. Hz. Peygamber emekle geçinmeyi önemsemiş ve önermiştir.
İnsanın en önemli kazanç sahası emeğiyle elde ettiğidir. Yani sermaye aslında
bağımsız bir değer değildir. Çünkü sermaye de bir noktada birikmiş emek olarak
görülebilir ama asıl önemli olan emektir. Toplumsal alanda da kul hakkı
kavramı çok önemlidir. Hz. Peygamber’in emek tavsiyeleri kul hakkı yememek
esası üzerinedir. Oysa kapitalizm kul hakkı yiyerek ve insan öldürerek,
insanları köleleştirerek ve ahlaksızlığı teşvik ederek gelişmiştir…
Katliamlar, köleleştirme, kıtaların boşaltılması olmasaydı, Aztek ve İnka
medeniyetleri yok edilmeseydi kapitalizm doğup gelişemezdi. Bu yüzden
kapitalizmi ortaya çıkaran olaylar için, mesela ‘Sanayi devrimi İslam
toplumunda niye ortaya çıkmadı?’ diye üzülemeyiz. Çünkü o kendi süreci ve
mantığı içinde ve belirtilen zulüm yöntemleriyle gerçekleştirilen sermaye
birikimi ile ortaya çıkmış bir kötü ve kirli neticedir. Bu Müslümanların kabul
edemeyeceği bir olgular zinciridir.”
Tabakoğlu, kapitalizm
ile İslam’ın ekonomiye bakışındaki temel farklılıkları kısa da olsa, gayet
güzel veriyor. Devamlı sermayeyi (ve dahi menfaati) yücelten kapitalizme karşı
emeği yücelten İslam, çok farklı yerlerde duruyor. Günümüzde küresel ekonomik
sisteme, yani küresel kapitalizme, entegre olmaktan başka bir yolun olmadığını,
onun en can alıcı argümanı olan faizin bir “realite” olduğunu
söyleyenlere bu gerçekleri hatırlatılmak gerekiyor.
Kapitalizmi ortaya
çıkaran olayları ve süreçleri, kâğıt üzerinde ve sohbet kürsülerinde reddeden
ve kötüleyen ılımlı İslamcılar, maalesef bu kirli vasıtalarla elde edilen bu
sistemden yararlanmak için hepsi can atıyor. Bu çelişki, kendimizi
“onların” kavramları ve araçlarıyla tanımlama tuhaflığından
kaynaklanıyor. Asıl garabetimiz, bu zalim ve insani olmayan sistemi
içselleştirmekten de öte, kendi inancımızla ve Kuran ahkâmıyla bağdaştırmaya
çalışmakla sergileniyor. Yani, hem faizci, tefeci olsun, hem de abdestinde,
namazında. Böyle bir şeyin imkânsızlığı kadar uygulama safhasındaki tuhaflığı
da fiilen yaşanıyor.
AKP ile geçip giden 10
senede İslami bir ekonomik yaklaşım ortaya koyamamak mı daha acıdır, yoksa
küresel kapitalizmi hemen her argümanıyla yaşamaya çalışmak mı? İslam ile
kapitalizmin yan yana gelemeyeceğini anlamak, şuurun, huzurun ve onurun ilk
şartıdır.[3]
[2] R. Nuri Erol / Milli Gazete
[3] Burak Kıllıoğlu / Milli Gazete
http://www.millicozum.com/mc/mayis-2012/kavmiyetcilik-iscilik-ve