İslamcılar
Arasında En Yaygın Riyakârlık ve Sahtekârlık: ERBAKAN İSTİSMARI VE YENİ
ŞAFAKIN ŞARLATANLIĞI
Yeni Şafak yazarı Kemal Öztürkün saptırmaları!
Sorumuz şu: Müslümanların insanlığa önerdiği ütopya nedir? Bu soruyu Erbakan Hocanın Adil Düzen kavramı etrafında tartışmaya açıyorum bu yazıda. İlgi gösterenler buyursun.
Bu dünyada insanlığın mutluluğu ve huzuru için üretilmiş ütopyalar vardır. Bu ütopyaları üreten insanlar, aslında kaybettiğimiz cenneti bize yeryüzünde vadediyor bir anlamda. Ütopya bir hayal, bir fikirdir. Sonra bu somut önermeye, sisteme ve modele dönüşür. Modern ideolojiler böyle doğar. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm modern insanın ürettiği ütopyalardır ve bize yeryüzünde cenneti vadeder aslında. Rusyada, Çinde, Kübada komünizm ve sosyalizm, İranda İslam Devrimi ile insanlara huzur ve selamet bulacakları bir cennet önerildi. Bu cennete nasıl ulaşacaklarını gösteren bir de planları (sistem önerisi) vardı. Sonuç: Rusyada sistem çöktü. Çin baş düşmanı kapitalizmi, komünizmle evlendirdi, ortaya prematüre bir sistem çıktı. İranda yüzbinlerce insan, İslamda haram olan faizci bankerler tarafından zarara uğratıldığı için isyan etti, Kübada açlık ve sefalet had safhaya ulaştı İnsanlar bu yönetim biçimlerinden, bu düzenlerden mutlu olmadı, hatta mutsuz oldular. Yani ütopya hayal kırıklığına dönüştü.
İddiam şudur: Adil Düzen bir ütopya olmalıydı. Müslüman dünyasının ortak bir hayali, yeryüzü cenneti ve gelecek tasavvuru bu kavramlaştırmayla hayat bulabilirdi. Aynı zamanda Adil Düzen kavramının içi bilimsel olarak, reel politiğin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde doldurulmuş olsaydı, bu tez bugün dünyanın umudu olacak bir sistem önerisi olabilirdi. Yapmadılar. Milli Görüş hareketi bu büyük ütopyayı kısır bir siyasi harekete dönüştürdü. Ne içini doldurabildi, ne de dünyaya tanıtabildi. Ancak gücü bu kadardı. İnsan kaynağı ve kapasitesinin yettiği kadarını yaptı. Buna itiraz eden AKP ise hareketten koptu ve sistem partilerine benzer bir parti kurdu. Reel politiğin gereğini yaptı ve başarılı oldu siyasette. Ancak dünyaya alternatif bir ütopya önermedi. Rahmetli Erbakanın tezini yeniden incelemek ve üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak şimdi daha kolay. Zira AKPnin devlet tecrübesi, bilim adamı sayısının artması, bu tezi sağlıklı bir şekilde incelemeye yarayacaktır. Bugünlerde kilit parti olan Saadet Partisi, dar siyasi tartışmalardan kurtulabilirse, belki bu konuyla da ilgilenir.[1]
Aynı yazar bundan birkaç gün önce de sapla samanı, hıyanet kahramanlarıyla Erbakanı aynı ayarda ve aynı safta gösteren bir makale yazmıştı:
Erbakan Hocayı Anlamayanlara İsyan Ediyorum!
Dün ölüm yıldönümüydü. Adil düzen diyerek, tüm adaletsizliklere, tüm ahlaksız düzenlere, batının hegemonyasına isyan eden adamı özlüyorum. Bana ne Amerikadan diye isyan ettiğinde grup toplantısında, onu anlamayan ama bugün onun dediği yere gelen siyasi anlayışımıza isyan ediyorum. Menderesi, Özalı, Erbakanı anlamayan, karalayan, dışlayan ve şimdi de aynı şeyleri Erdoğana yapan anlayışa isyan ediyorum. Tüm hatalarına, yanlışlarına, eksikliklerine rağmen, bağımsız, özgür ve adil bir düzen savunan bu insanlara, dünyada uygulanan ve Türkiyede karşılık bulan haksız ablukaya isyan ediyorum.
28 Şubata İsyan Ediyorum
Bizi bir silindir gibi ezmeye çalışan, ülkenin ana damarını yırtmaya uğraşan, post modern darbenin yıl dönümünde, halâ bu ahlaksız darbe kurbanlarının hapislerde olmasına isyan ediyorum. Tüm çağrılara, hukuksuz uygulamaların varlığına, tüm bağrı yanıkların varlığına rağmen, onlarca insanın suçsuz yere hapislerde kalmasına isyan ediyorum. Adil bir hukuk düzeni, hakkaniyetli bir adalet sistemi, insanların canı gönülden güveneceği hukuk adamlarının olduğu bir dünyayı arzu ediyorum, talep ediyorum.[2]
Yeni Şafak yazarı ve Erdoğan yandaşı Bay Kemal Öztürke önce şunu hatırlatmak lazımdı: Adil Düzen, iddia ettiği gibi bir ütopya değil, ciddi, gerçekçi ve orijinal bir programdı. Ütopya; Hayali ve hamasi kurgular olarak tasarlanan ve erişilmez bir ideal olarak ortaya konan uydurmalardır. Yunanca yok olan, ortada bulunmayananlamındaki Eu ile yer, ülke anlamına gelen topos sözcüklerinden türetilen bir kavramdır. Aslında gerçekleşmesine imkân bulunmayan ideal ve sistemler için kullanılır. Oysa Adil Düzen hayali ve hamasi olarak zihinlerde ve hayal gücüyle üretilmiş bir tasarı değil; İlmi, İslami ve İnsani bir proje durumundadır. Adil Düzeni ütopya olarak tanımlamak, bunun hayali ve gerçekleşme imkânı bulunmayan bir tasarı olduğu kanaatini çağrıştırdığı için yanlıştır. Bunun yerine dayanağı nakil (Kuran ve Sünnet) ve akıl olan, orijinal bir umut kaynağı demek lazımdır. Bay yazar Erbakan Hocayı, öyle yüzeysel değil, biraz derinlemesine tanımış olsaydı, Onun İslami hakikat ve kuramlar, yine ancak İslami kelime ve kavramlarla anlatılır ve anlaşılır. Batılı kavramlarla İslami hakikatleri anlatmaya kalkışmak yanlıştır ve yanıltıcıdır. sözlerini hatırlayacak ve böyle bir hataya kaymayacaktı. Bay yazarın, kulaktan dolma yarım yamalak şeyler dışında, Adil Düzenle ilgili; yeterli, gerekli ve ciddi bir bilgiye de sahip olmadığı sırıtmaktaydı. Yok eğer içeriğini bildiği halde böyle bir çarpıtmaya kalkışmışsa, bu daha beter bir sahtekârlıktı. Ve hele Kemal Öztürkün Menderesi, Özalı ve Erbakanı aynı kefeye koyması ve Erdoğanı da başa oturtması ve hepsini de Adil Düzen savunucuları olarak sunması, tam bir saptırmacaydı. Oysa Özal ve Erdoğan Adil Düzeni ve Milli Görüş istikametini bozmak karşılığı iktidara taşınmış ve korkunç tahribatlar yapmışlardı. Menderes ise zaten Siyonist sistemin bir parçasıydı. Şimdi kalkıp AKPlilerden Adil Düzen kavramını öne çıkarmalarını ve uygulamalarını istemek, eşyanın tabiatına aykırıydı. Zira zaten AKP, Adil Düzen projelerini askıya almak ve yozlaştırmak karşılığı bir dış proje olarak iktidara taşınmıştı. Kemal Öztürkün bu yöndeki çağrısı: Erbakanın Adil Düzen programlarını da, artık bol keseden istismar ve suiistimal etmeye bakın! şeklinde okunmalıydı.
Bir ara rahmetli Bülent Ecevitin DSPsinin Genel Başkanlığını da yapan Masum Türker, Milli Görüşten ayrılan AKPlilerin riyakârlık ve münafıklığını ortaya koyan ilginç şeyler anlatmışlardı.
Bülent Ecevit, Refah-Yol yıkıldıktan sonra kurulan Mesut Yılmaz ve Bahçeliyle birlikteki koalisyon iktidarı sürecinde kayıp trilyon teranesi bahanesiyle cezalandırılmak ve partisi kapatılmak istenen Erbakan Hocanın hüküm giymesini ve Fazilet Partisinin kapatılıvermesini önleyecek netlikte bir kanun değişikliği teklifi hazırlamış ve çeşitli komisyonlardan sonra oylamak üzere meclise taşımıştı. Oylamadan sonra; o süreçte Fazilet Partili, ardından AKPli olacak arkadaşlara rastlayınca Gözünüz aydın partinizin kapatılmasını ve Hocanın ceza almasını önleyecek kanun değişikliğini Meclise getirip oylattık!.. deyince, Bana: Yahu biz bu teklife evet oyu vermedik ki cevabını verince şaşırmıştım. Bu sinsi hıyanetin nedenini ise şöyle açıklamışlardı: Biz Fazilet Partisinin kapatılmasını ve camiamızın artık Erbakandan kurtulmasını istemekteyiz. Çünkü parti açık bulunduğu halde ayrılırsak hain ve ayrılıkçı konumuna düşeceğiz. Ama Fazilet kapanır ve Erbakan ceza alıp yasaklanırsa, biz yeni bir parti kurmak için hazır gerekçe üreteceğiz ve daha rahat hareket edeceğiz! demekten utanmamış ve sakınmamışlardı. Gerçekten Erbakanı rahatlatmak üzere verdiğimiz kanun teklifiyle ilgili oyların sayımında bu kişilerin (AKPlilerin) hayır dedikleri anlaşılmıştı, çünkü normal hesaplara göre, bunların evet demeleri halinde teklifin Meclisten geçmesi lazımdı. Evet artık Erbakanın devamı ve sadık adamları rolü oynayan AKPlilerin gerçek ayarı, iğrenç tavırları ve istismarcılık sahtekârlıkları böylece ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştı.
Şimdi Yeni Şafak yazarı Bay Kemal Öztürke soruyoruz: Davasına ve Hocasına böylesine hıyanet ve hakaret karşılığı iktidara taşınmış ve 15 yılda maddi ve manevi akıl almaz tahribatlar yapmış ucuz dindar kahramanlarımız mı Adil Düzene sahip çıkıp uygulayacaklardı? Bunu yapacaklarına inanacak kadar saf mıydınız, yoksa onlara yeni bir istismarcılık ve halkın umutlarını avlayıcılık fırsatı mı sağlayacaktınız?
Kemal Öztürk gibi yandaşlar istismarcı, Taha Akyol gibi tarafsızlar iseistisnacıydı!
Kemal Öztürk gibi yandaş takımının, İslami değerleri ve Milli Görüş geleneğini pervasızca istismar ve suiistimal etmelerine karşılık; Taha Akyol gibi tarafsız ve duayengeçinen masonik demokrat takıntılı yazarlar da, İslamın devlet düzeninden tamamen istisna tutulması, sadece bir gelenek-görenek şeklinde ve aksesuar cinsinden uygulanmasına göz yumulması kanaatini taşımaktaydı. Taha Akyol Siyasal Din başlıklı yazısında şunları yazmıştı:
Nitekim bütün dinlerin ve milletlerin tarihlerinde insanların kanlı siyaset ve iktidar kavgaları vardır. Tarihten dersler çıkarılarak büyüklerin yanılması, hata etmesi, yanlış yola gitmesi gibi olayları denetleyip dengelemek ihtiyacı duyuldu, modern zamanlarda bunun için kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi değerler ve kurumlar geliştirildi Siyasete sağdan veya soldan bizler ve onlar diye ayırarak yahut ideolojik kavramları öne çıkararak bakarsak, zihinlerimizde kuvvetler ayrılığı gibi ilkelere yer kalır mı?! Herkes adil devlet, adil düzen gibi soyut kavramları benimser ama bunun içeriği önemlidir. Bunun içeriği yöneticilerin Kim? olması değildir. Yönetimin Nasıl? yani denetlenebilir, dengelenebilir, eleştirilebilir olmasıdır. Dini siyasallaştırmak kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi değerleri ezmekle kalmaz, dinin özü olan yüksek ahlaki değerleri de araçsallaştırır, içini boşaltır. Dinden soğumaya bile yol açabilir. Merhum Hocam Prof. Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri adlı kitabında çeyrek asır önce bu uyarıyı yapmıştı: İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır.[3] İslamcı aydınlar artık kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge gibi modern anayasal kavramları düşünce dünyalarına almalıdır.[4]
Kısaca, Din asla sisteme ve siyasete karışmamalı, dindar insanlar ve din alimleri de siyasetle ve sistemle uğraşmamalıydı. Bunların demokratlığı ise; Batıya (Yahudi ve Hristiyan ahlakına ve ahkâmına) bağımlılık ve masonik elit tabakasının gizli hükümranlığı anlamındaydı. Çünkü Taha Akyol, malum ve melun 28 Şubat sürecinde güya tarafsız ve tutarlı bir aydın tavrıyla, Erbakan Hocaya ve Refah-Yol iktidarına yönelik antidemokratik ve despotik tavırları hep haklı bulmuşlar ve hiç utanmadan sürekli Erbakanı suçlamışlardı
Erken seçim yerine, Erbakanın tasfiyesine taraftar olan Taha Akyol, Bülent Ecevitin: Erken seçim, RPnin çok istismar edeceği bir ortamda yapılmış olur, Erbakanın ekmeğine yağ sürer sözlerine destek çıkacak kadar ham demokrattı.[5]
Din-Laiklik kutuplaşmasını arttıracak hükümet formüllerinin (yani koalisyon protokolü gereği Başbakanlığın Tansu Çillere devredilip, Refah-Yolu devam ettirmenin) ülkeye büyük zararlar vereceğini ve bu nedenle Refah-Yol Hükümetinin mutlaka sona erdirilmesi gerektiğini [6] söyleyecek kadar demokrat (Şeytanlık idaresi taraftarı) Taha Akyol, ABD derin devleti sayılan Siyonist mahfillerin tezgâhında rol alarak dönemin Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğanın: Bu ortamda seçim olsa bütün partiler geriler, RP ise yüzde otuzları geçer [7]uyarılarını köşesine taşımaktaydı.
Bu Bay Masonik Demokrat Taha Akyol, Siyonist odakların, seçimler yoluyla ve halkın hür iradesine başvurularak Erbakanı yönetimden uzaklaştırma imkânı kalmadığını anlayıp, postmodern darbe ile devre dışı bırakma senaryolarında figüran olarak kullandıkları isimlerden TİSK Başkanı Refik Baydurun, Mesut Yılmaza aktardığı: Fazilet Partisi Sayın Erbakanın dizginiyle devam ederse, (yani Fazilet Partisi Erbakandan kurtarılıp işbirlikçi yenilikçilere devredilmezse) rejim yine tehlikeye girecektir. Ancak FP kendi (yeni) kişiliğini ve ılımlı çizgisini oluşturabilirse (yani sonradan AKPyi kuracak kadrolara fırsat verilirse) rejim rahatlayacaktır.[8]sözlerini köşesine taşıyıp, bu sinsi tertiplere ve şeytani tekliflere sahip çıkarak gerçek ayarını ve demokratlığını defalarca ortaya koymuşlardı.
27 Mayıs 1960 darbesini yapan 28 kişilik Milli Birlik Komitesinin üyesi Orhan Erkanlı, 1972de yayınlanan Anılar-Sorunlar-Sorumlular isimli eserinde emekli bir amirale atfedilen şu cümleyi aktarır: Geri kalmış ülkeler kendi ordularının işgali altındadır. Türkiyenin en önemli sorunlarının başında Ordu-İktidar ilişkilerinin geldiğini kaydeden Erkanlı, TSKnın siyasi hayata etkileri konusunda şunları aktarmıştı:
Elli yıldır (1972 itibariyle) Türkiyeyi Ordudan gelen kişiler yönetmiştir. Bu tesadüfün neticesi değildir, tarihi gelişimimizin bir eseridir. Beş Cumhurbaşkanından dördü askerdir. Sivil Cumhurbaşkanı bir tane gelmiş, o da Ordu tarafından 27 Mayısta iktidardan indirilmiştir. 1950ye kadar başkanlardan sivil veya asker olmalarının bir önemi yoktu, zira bütün güç Milli Şefin elindeydi. 1950den sonra iki defa sivil başkanlar görüldü; birisi on yıl sonra, ikincisi beş yıl sonra Ordu müdahalesiyle ayrılmaya mecbur edildi. Halen içinde yaşadığımız dönem bir askeri yönetimdir (Erim Hükümeti dönemini kast ediyor), başkanların sivil olması veya olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Adeta memlekete askeri bir hanedan mevcutmuş gibi, Cumhurbaşkanlarının bir general olması geleneği yerleşmektedir.
Evet bu sözlerde haklılık payı vardı, ama gerçek eksik anlatılmış ve yarım bırakılmıştı. Çünkü uzun yıllar Türkiyeyi yöneten asıl gizli güç ve iktidar, Masonik yapı ve Siyonist odaklardı. Bunlar özellikle Ordu içinde kadrolaşıp, baskı rejimlerinde askeri kullanmakta ve bütün suçların ve kahredici sonuçların bütün sorumluluklarını askerin sırtına yıkıp kendilerini saklamaktaydı.
Koyu Erbakan karşıtı olan bunak Kadir Mısıroğlunun sadık dostları!
Bazı dostluklar, kişilerin ayarını ve amacını göstermesi bakımından oldukça ilginç ve belirleyici fırsatlar sunardı. Hatırlayınız, önce Erdoğan, sonra Meclis Başkanı İsmail Kahraman, İstanbul/Ataşehir'de bir hastanede tedavi gören Kadir Mısıroğlu'nu ziyarete koşmuşlardı. Burada sormak lazımdı: Sn. Erdoğan, Mısıroğlu'na neden büyük saygı duymaktaydı? Ve yine Rahmetli Erbakanın, Mısıroğlu'yla neden yıldızları hiç barışmazdı? Bakınız, yıl 1972. Mısıroğlu Sebil dergisinde MSP, AP'nin önünü kesmek için kurduruldu diye yazmıştı. Buna rağmen Erbakan, hakkında davalar açılan Mısıroğlu'nu Milletvekili yaparak dokunulmazlıktan yararlanmasına ve aşırılıklardan kurtarılmasına çalıştı ve 1977 genel seçimlerinde Trabzon ikinci sıradan aday yaptı, ama kazanamadı. Sonra Senato seçiminde İstanbul ikinci sıraya koydu yine kazanamadı. Bütün bu iyiliklere nankörlük olarak MSP'nin 1978'deki kongresinde Erbakan'a karşı Korkut Özalın hazırladığı alternatif listede Kadir Mısıroğlu (ve İsmail Kahraman) yer almaktan utanmamışlardı. Özal ve Mısıroğlu, Erbakan'ın listesini delmeye çalışmıştı. İşte bu süreçte Erbakan karşıtı alternatif listeden kazanması için çalışan gençlerden biri de Sn. Tayyip Erdoğan idi! (Serkan Yorgancılar İslamcı Gençliğin Yazılmamış Öyküsü: Akıncılar adlı kitabında, 1976'daki MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Kongresi'nde Erdoğan, Divan Başkanı Kadir Mısıroğlu kurnazlığıyla başkan seçilmiş; Sebil dergisine kapak yapılmıştı!)
Şimdi, Fetullah Gülen'i vermiyor diye ABD'ye ve ABye kızan iktidar yandaşlarına bir hatırlatma yapalım. 12 Eylül 1980 darbesi MSP'yi kapatmış ve başta Erbakan olmak üzere parti yöneticilerini tutuklamıştı. Bugün SP başında bulunan Temel Karamollaoğlu gibi parti yöneticileri hapse girerken Kadir Mısıroğlu yurtdışına kaçmıştı. Kadir Mısıroğlu kısa zaman sonra ailesini de Frankfurt'a aldırmıştı. 1983'te hakkında yurda dön çağrısı çıkarıldığı halde dönmeyip İngiltere'ye sığınmıştı. Çünkü İngiltere'de bir koruyucusu vardı: Şeyh Nazım Kıbrısi cemaatini kollayan odaklar Kadir Mısıroğluna da sahip çıkmıştı. Oysa Dinlerarası Diyalog kapsamında Papa ile sadece Fetullah Gülen değil Şeyh Kıbrısi de Papa 2. Jean Paul ve Papa 16. Benediktus ile görüşme yapmıştı. İngiliz hükümetiyle yakın ilişkileri saptanmıştı. MİT ve Genelkurmay arşivlerinde İngiliz casusu belgeleri vardı Hem Kadir Mısıroğlu, hem eşi Aynur (Aydınaslan) ve çocukları Abdullah Sünusi, (rahmetli Mehmet Selman ve Fatıma Mehlika, hepsi Nakşibendi Şeyh Nazım Kıbrısi'ye bağlanmışlardı. Hatta Fatıma Mehlika, Semamızda Bir Yıldız kitabında şeyhi Nazım Kıbrısi'yi göklere çıkarmıştı. Lozan'da Türkiye'yi en çok zorlayan İngiltere, Lozan zafer değil hezimettir diye kitap yazan Mısıroğlu'na siyasi iltica hakkı tanımıştı! Mısıroğlu'nun, İngilizlerin onayıyla Anadolu'ya çıkarma yapan Yunan Ordusu için keşke Yunan galip gelseydi demesini de bu açıdan değerlendirmek lazımdı. Sahi, neden kimse sormamıştı: Mısıroğlu'nun Kuleli Askeri Lisesi yanındaki -ruhsatını AKP'nin verdiği- Kuleli Yakamoz Restaurant, 15 Temmuz FETÖ darbesi gecesi ne yapmıştı?[9] soruları neden halâ yanıtsızdı? Ve Soner Yalçın calkazanı; bu kaypak ve manyak tiplerin Erbakan gıcıklıklarını ve Ona karşı kancıklıklarını bildiği halde, halâ bunlar bahanesiyle Erbakana sataşıp karalamaya çalışması nasıl bir şeytanlık ve şarlatanlık damarıydı?
Megalomanyakların Erbakan istismarı!
Megalomani; herkesten farklı ve ayrıcalıklı yaratıldıklarına, seçkin ve erişkin kişi olduklarına inanan, büyüklük ve üstünlük saplantısına kapılan Kendi kafasında kurguladığı şeytani senaryoları ve hezeyanları gerçek sanan kişilerdeki ruh hastalığıdır. Bu marazlı manyak tipler, kendilerini en önemli gören, diğer herkesin kendilerine hizmet etmesi gerektiğini düşünen insanlardır. Arzu ve hayal ettikleri makam ve imkânlara kavuşamayınca, zihinlerinde bu beklentilerinin nasıl gerçekleşeceğine dair kof kuruntular kurgulayıp bunlara kendilerini ve çevrelerini inandırırlar.
Kendi nefsi hevesleri ve dünyevi hedefleri için, en yakınları dahil, dostlarını ve arkadaşlarını harcamaktan asla sakınmazlar. Bu nankörlük ve vefasızlığı yaparken de, kendilerinin akıllı, mağdur edilenlerin ise bu hakarete müstahak olduğunu savunurlar. Artık hayal ikliminde ve kof beklentiler peşinde koştukları için de, gerçeklerden, imani ve vicdani disiplinden tamamen koparlar. Bu megalomani hastalığına ilk yakalanan Şeytandır. Boş gurur ve kibir batağına saplanarak, Allaha itiraz ve isyana kalkışmış ve bu sapkınlığını savunmaya ve kendisini haklı çıkarmaya çalışmıştır. Mümin Suresi 56. ayeti bu tipleri şöyle anlatmaktadır:
Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir (kuvvetli ve geçerli) delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri(ni değiştirmek ve dejenere etmek) konusunda mücadele edenlere gelince; onların göğüslerinde kendisine asla ulaşamayacakları bir büyüklük (arzusundan, şeytani kibir ve gururdan) başkası bulunmamaktadır. (Bu yüzden sapıtıp kayılmaktadır.) Artık Sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla İşiten, hakkıyla Görendir. (Güvenilip dayanılacak yegâne makamdır.)
Maalesef kendi kof kuruntu ve kurgularını, Erbakan bağlılığı üzerinden haklı göstermeye ve gerekçe üretmeye yönelen bazı megaloman kafalı insanlar bile çıkmıştır!
Yeğenim Harun Akgül aktarmıştı.
Yaklaşık 12-13 yıl önce internette haberleri takip ederken flaş bir haber dikkatimi çekmişti. Haberde: Mü Geç isimli bir gencin Necmettin Erbakanın oğlu olduğunu iddia ettiği bildirilmekteydi. Bu haberi okuyunca doğru olup olmadığını öğrenmek üzere tanıdığım için kendisini arama gereği hissettim. Telefonda Mü Geç bana bu haberin gerçeği ifade ettiğini, kendisiyle Fatih Erbakanın aynı dönemde dünyaya geldiğini; babası Z G in kendisine söylediğine göre Erbakan Hocanın öz oğluna zarar gelmesin diye Fatih Erbakanla kendisinin yer değiştirildiğini, o nedenle gerçek babasının Necmettin Erbakan olduğunu bildiğini, bunu kanıtlamak için de, Erbakan Hocanın bir vesileyle yanında bulunduğu sırada bir yolunu bulup saç telinden bir iki tane alıverdiğini ve kendi saç teliyle birlikte DNA testine gönderdiğini ve bir ay içinde sonucun verileceğinisöyledi. Bu görüşmemizden yaklaşık bir ay sonra kendisini tekrar arayıp sonucun ne çıktığını öğrenmek istediğimde ise sert ve ters bir ses tonuyla, Sonuç olumsuz çıktı. Babam kendi kuruntularını ve kurgularını gerçek diye bize anlatmış ve hepimizi aldatmış, artık kimseye güvenmiyorum, davaya da inanmıyorum. diyerek, hatta babasına küfürler ve hakaretler ederek artık bugünden sonra siyasi olarak şucu bucu da olmayacağını belirtmiştir.
Sonra çevresinden öğrendiğimize göre, kendi babasına telefon açıp bu yalanları ve saplantıları yüzünden hayatını alt üst ettiği için kendisini öldürmekle tehdit etmiş, babası da paniğe kapılıp karakola giderek şikayetlerini iletmişti. Evet işte bu çarpıcı örnek de, Erbakan istismarının başka bir çeşidini bize göstermekteydi.
Fehmi Çalmukun Türktimeden Fahrettin Damga ile yaptığı 28 Şubat 2018 tarihli röportajında: Tabi, Erbakanın siyasi angajmanı, devlet adamlığı, bulduğu yapı, soğuk savaş liderliğiyle, Tayyip Erdoğan liderliği bir değil. Tayyip Erdoğan sokaktan geldi, çorbanın içinden geldi. Erbakan hazır buldu bunu. Ben bir gün Necmeddin Hocama dedim ki; Hocam ekmek kaç lira? (bilemedi ) Bir gün fırından fotoğraf alalım size. Erbakan Hocam bunu Karadeniz gezisinde balıkçıların rakı sofrasına oturarak gösterdi. Onun resmini çektik o zaman. Yani halkın içinde olma(mıştı), halktan kopuk değil ama ister istemez böyle bir yapıdaydı. Fakat Tayyip Erdoğan simit satarak, bayat simit satarak, şeker satarak geçirmiş gelmiş bir noktada. Şimdi, demek istediğim şu; Evet, bugün Saadet Partisini izliyoruz, görüyoruz. Her ne kadar biz Erbakancıyız, Erbakan geleneğinin devamıyız deseler de, Erbakanın oğlunu partiye almayan bir partiden bahsediyoruz. Ve Erbakanın mirasını ve şurada açıkça söyleyeyim, Kerkük Türklerinin paralarıyla kurulan Hamidiye Camisini (ve Genel Merkez binasını) Erbakanın oğlu icraya veriyor. Böyle bir muamma var. Kendi içlerinde (birbirlerine) düşme bir yapısı var. Erbakan Araştırmaları diye bir enstitü yok. Ben 16 yılımı verdim iki biyografi kitabıma. Yani eksikliğimiz muhakkak vardır. Eleştirilere açığım ama ne çocukları ne tarafları, Erbakanla ilgili bir araştırma yapılmamış. iddiaları da tam bir safsata ve saptırmacadır. Ve hele Erbakan Hocayı Halktan kopuk Erdoğanı ise Halk çocuğu gösterme çabaları tam bir çarpıtmacadır ve kendi yazdıklarıyla da çelişen saptamalardır. Halktan kopuk bir Erbakan; köylünün, işçinin, emekçinin, ezilen kitlelerin sorunlarını ve bunların çözüm yollarını nereden bilecek, ciddi ve gerçekçi tedbirleri nasıl alacaktı? Vakfın ve Partinin Erbakan Hocayı gerçek yönleriyle tanıtıcı araştırmalar ve programlar yaptırmaması, elbette bir ayıptı ve kayıptı. Ama Erbakan Hocanın gerçek kişiliğini, örnek mücadelesini ve yüksek idealini en önce kitaplaştıran ve onlarca kitaba kaynaklık yapanErbakan Devrimini biz yazmıştık.
Türktimeden Fahrettin Damga ile yaptığı ve Dasist Erbakan kitabı tanıtımı amaçlanan röportajında Fehmi Çalmukun: 28 Şubat dönemi Necmeddin Erbakanın elinden İslami hareketi alıp Fetullah Gülene teslim etme operasyonudur Bunun içinde yerli ve yabancı işbirlikçiler vardır. Erbakan, 97 yılında mutlaka iktidar olma zorunluluğu hissetti. Milli Görüşün ana dinamiği şudur; Anti emperyalisttir. Mazlumun yanında, zalime karşı. Milli Görüşte bu felsefeyi anlamamış hiçbir kimse Milli Görüşçüyüm diyemez Recep T. Erdoğanın son Afrin Operasyonu. 7 Haziran sonrası Recep T. Erdoğan fotoğrafı böyle bir fotoğraftır. Daha doğrusu 2011den başlayan süreçte böyle bir fotoğraftır.iddiaları da tamamen asılsızdır ve çok çiğ ve çirkin bir istismarcılıktır.
Çünkü Erbakana ve Refah-Yol iktidarına yönelik 28 Şubat tezgâhı, Fetullah Güleni değil, asıl Recep T. Erdoğanı iktidara taşımak üzere tertiplenmiş bir Siyonist tezgâhtır ve Masum Türkerin çok çarpıcı itirafları bunun en açık ispatıdır. Peki Fehmi Çalmuk 2011den (yani Devletin işe bizzat müdahale etmesinden) önceki süreçteki AKP tahribatlarını ve halâ devam eden yıkıcı ve yanlış icraatlarını niye hiç yazmaya yanaşmamaktadır. Zaten Afrin Operasyonları da Hükümetin değil Devletin bir kararıdır ve elbette sahip çıkılmalıdır. (Ne demek istediğimiz yakında anlaşılacaktır.)
Yetmez Erbakan Hocanın Refah-Yol iktidarını, D-8 inkılabını ve 28 Şubatın perde arkasını anlatan Refah-Yolla Rantiye Savaşını hamdolsun biz hazırlamıştık. Erbakan Hocamızın İslam Dünyasına ve insanlığa en büyük armağanı olan Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya kitabını biz yazmışız ve tam beş dile çevirmiş bulunmaktayız. Biyografi yazmakla ilmi eserler hazırlamak arasındaki farkı bile halâ anlamayanların bu istismarcılık çabaları saman alevi gibi parlayıp sönmekten başka işe yaramayacaktı… Hocanın Hayat Hikayesinin detay bilgileri ve biyografisi de elbette yararlıydı, ama AKP ile Erbakanın farkını anlamayanların, veya bile bile yamuklaştırıp yanlış yorumlayanların, doğru ve doyurucu sonuçlar alması imkânsızdı. Ve hele kitabında; Necip Fazılın iftiralarını, gerçekmiş gibi aynen alıp hiçbir açıklama yapmaması ise, tam anlamıyla mide bulandırıcıydı.
Fehmi Çalmukun: Tayyip Erdoğan parti kuracağı sırada Erbakanla son bir görüşme yapıyor. Elini öpüyor. Erbakan Hoca ona ne diyor? Yeni muhitin hayırlı olsun diyor. Kelimenin aynısını Saadet Partisinden ayrılan Numan Kurtulmuşa da söyledi Yeni muhitiniz hayırlı olsun. demek, bu (Fazilet) parti benim. Siz de kendinize yeni bir bina yapın! (yeni parti hazırlayın) demekti. Erbakan Hoca Abdullah Gülün Cumhurbaşkanı seçildiği gün İzmirde iftarda ne diyor? Abdullah Gülün Cumhurbaşkanlığı Milli Görüşün en büyük zaferidir diyor. Eğer Erbakan AKP'li eski öğrencilerine insanlarına sahip olsaydı, AKP bu kadar performansı sağlayamazdı. (AKP için) En büyük yanlışlık F. Gülen ve ekibinin ipiyle kuyuya inmek oldu. Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığından başlayarak F. Güleni ve ekibini hiç sevmedi ama zorunlu kaldı. sözleri de, tarihi hıyanet ve hatalarını meşrulaştırmaya Sn. Erdoğanın akla ve vicdana sığmaz tahribatlarını saklayıp aklamaya yönelik tezviratlarıdır. Ve hele AKPnin Milli Görüşten kopmasını, Siyonist odaklarla işbirliği yapmasını, sanki Erbakan arzulamış hatta planlamış gibi gösterme çabaları Fehmi Çalmukun nasıl yamulduğunun fotoğrafıydı. Abdullah Gülün Cumhurbaşkanlığını ise Rahmetli Hocamız Milli Görüşün en büyük zaferi diye sahip çıkmamış, Milli Görüşe hıyanetin karşılığı, bu makamı hanımı tesettürlü birine vermek zorunda kalmışlardıranlamındaydı.
Fehmi Çalmukun şu ayetleri dikkatle okuması ve kendi durumunu Kuran terazisinde tartması lazımdı:
(Ey Resulûm) Biz Sana Kitabı (Kur'an'ı) Hakk olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın Sana gösterdiği şekilde adaletle hüküm veresin (İslami ve insani hukuk kurallarına göre hükümet edesin). Sakın (İslâm'a ve insanlığa aykırı sistemleri beğenen ve sözde Müslüman geçinen) hainlerin tarafını çekmeyesin! (diye Hz. Peygamber Efendimizin şahsında bütün müminler uyarılmıştır. İslâm davasını ve iktidar imkânlarını istismar ve suistimal ederek, aslında)Kendi nefislerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah (c.c) daima hainlik yapan ve günahlara dalan kimseleri asla sevmez. Onlar (hıyanet ve kötülüklerini) insanlardan gizlerler de Allahtan gizlemezler. Oysa O asla hoşnut olmayacağı sözden (ve sinsi projelerden ibaret hıyanet girişimlerini) geceleri (ve gizlice) düzenleyip kurarlarken, (Allah) onlarla beraberdir. Allah bütün yaptıklarını kuşatıvermiştir. İşte siz böylesiniz; (haydi marazlı münafıkları sahiplenip) dünya hayatında onları savundunuz (diyelim…) Peki, kıyamet günü onları Allah'a karşı savunacak kimdir? Ya da onlara vekil olacak kimdir?[10]
Ey Fehmi Çalmuk, sen şimdi bunların hıyanetlerine mazeret ve keramet uyarladın, peki hesap gününde bunlara kim sahip çıkıp savunacaktı? AKP iktidarının tarım, hayvancılık ve sanayimizi köreltme, Haçlı AB dayatmasıyla ailevi ve ahlaki yapımızı dinamitleme gibi vebali çok ağır icraatlarının Ve hele NATO ve BATI hatırına kardeş ve Müslüman Libya saldırısına katılıp on binlerce masum insanın katledilmesi gibi tahribatlarının günahını Erbakanın sırtına yıkmaya çalışmak ve Onu da suç ortağı sayacak asılsız yorumlar yapmak nasıl bir vicdan ayarıydı?
Bu dindar ve yandaş yazarlara, İslam itikadının en önemli esası olan:İnsanları ve icraatlarını gizli hikmetlere göre değil, zahiri hükümlere göre değerlendirmek ve derecelendirmek gerektiğini öğreten kimseler hiç çıkmamış mıydı? Dinimize göre haram, haksızlık ve ahlaksızlık sayılan davranışları ve hele bunların toplumda yaygınlaşmasına ve meşrulaştırılmasına ön ayak olanların ağır günahını bilmeyecek kadar cahil takımı olmadıklarına göre, bile bile yapılan bu; İslamı kişilerin keyfine uydurma sorumluluğunun altından nasıl kalkacaklardı?
Yoksa Erbakan Hocamızın tespitiyle: Bunların hidayetleri kararmış da bu yüzden gerçekleri görmeyen ve hakikatleri gizleyen kimseler mi olmuşlardı?
[1] Adil Düzen bir ütopya mıydı? / 01.03.2018 / Yeni Şafak
[2] 28 Şubat 2018 / Sade bir isyan hakkı / Yeni Şafak
[3] Ötüken Yay. s. 209
[4] Hürriyet / Siyasal Din / 27.02.2018
[5] Bak: Sağduyu-Milliyet / 08.03.1997
[6] Bak: Milliyet 16.04.1997 / Kriz budur
[7] Bak: Milliyet RP ve Asker / 01.05.1997
[8] Bak: Milliyet 12.04.1998 / Ara rejim
[9] Soner Yalçın, 23.02.2018
[10] Nisa: 105-107-108-109