Anasayfa » İslam Düşünceli, Müspet Milliyetçi ve ERBAKAN TAKİPÇİSİ OLMAK

İslam Düşünceli, Müspet Milliyetçi ve ERBAKAN TAKİPÇİSİ OLMAK

Yazar: yonetici
0 Yorum 45 Görüntüleyen

Biz görüşlerimizi, gerçeklerimizi ve tarafgirliğimizi oluştururken, “Mutlak Doğru”ları esas alarak ve “Mutlak Yanlış”lardan sakınarak hareket etmekteyiz.

“Doğru” ve “Yanlış” tespitinde ise şu beş değeri ölçü ediniriz:

1-Akl-ı Selim

2-Müsbet ilim

3-Tarihi deneyim ve birikim

4-Vicdani kanaat ve tatmin

5-İlahi Din (Kur’an’ın muhkem ayetleri ve Resulûllah’ın (SAV) sağlam sünneti)

İşte bu beş temel ölçünün ittifakla:

“Yararlı, hayırlı gerekli ve güzel” bulduğu şeyleri doğru; ve yine bu temel değer birimlerinin ittifakla, “Kötü, zararlı ve çirkin” bulduğu şeyleri yanlış biliriz. Çünkü Kur’ani kuralları dikkate almamak, imansızlık ve sapkınlık… Müsbet bilimi ve akl-ı selimi hesaba katmamak, manyaklık ve mantıksızlık… Tarihi tecrübeleri ve vicdani kanaatleri önemli saymamak ise ahmaklık ve insafsızlık alametidir.

Sağlam temellere ve vicdani kanaatimize göre düşünce ve davranış ürettiğimizden; ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini, şahsi heveslerimizin üstünde gördüğümüzden; gizli, kirli ve çetrefilli ilişkilere tevessül ve tenezzül etmediğimizden ve imtihan için gönderildiğimiz bu dünyadan kalb-i selim ve uhrevi sermaye ile göçmeyi en önemli gaye edindiğimizden; özümüz mert, sözümüz net, hatta biraz serttir. İşte bu nedenle, Allah’ın izni ve iradesi dışında, ABD’nin gizli servisleri, CIA destekli Cemaatin kalemşor tetikçileri, AKP’nin kiralık hizmetçileri ile bir sivrisineğin bize zarar ve yararı eşittir.

Rabbim dilerse bir sivrisinek ısırmasıyla virüs kaptırıp öldürebilir ve yine dilerse nükleer füzelerden ve suikast girişimlerinden kurtarabilir. İmanın en tabii neticesi (en üst derecesi değil) olan bu tavrımızı idrak edemeyen iz’an ve iman fakirleri, bu basiret ve cesaretimizin altındaki güç kaynağını merak etmekte ve nice tutarsız tahminler yürütmektedir. İmani ve insani değerlerimiz ve milli ideallerimiz uğrunda, ne ağır cezalara çarptırıldığımızı, defalarca tutuklanıp hapis yattığımızı, nice sürgünlere ve görevine son verilmelere uğradığımızı ve halâ her ay başka bir mahkeme kapısında dolaştırıldığımızı, yani rahatlık ve ferahlık döşeğinde kuru kahramanlık edebiyatı yapmadığımızı da hatırlatmamız gerekir.

Gelelim Milliyetçilik Meselesine:

Bir insanın kendi ırkını (kavmini, kabilesini, mensubiyetini, ailesini) sevmesi ve sahiplenmesi fıtridir (yaratılış özelliklerindendir), güzeldir, gereklidir, değerlidir. Ve dinen de caiz ve münasiptir. İnsanların kendi özel geleneklerini, örf ve adetlerini, dil ve kültürlerini benimsemesi ve tercih etmesi tabiidir. Bu nedenle cemiyetteki Milliyetçilik, fertlerdeki nefis gibidir. Her insana nefis, kendi benliğini oluşturmak, haklarına sahip çıkıp savunmak ve saldırılara karşı kendisini korumak için verilmiştir ve gereklidir. Bu durum Türkler için olduğu kadar Kürtler ve diğer kavimler için de geçerlidir. Ancak, şayet bu nefsi dizginlemez, haksız ve ahlaksız isteklerine boyun eğersek, bu sefer bizim felaket ve rezalet sebebimizdir. Bir toplumun, nefsi sayılan Milliyetçilik de böyledir; kendilerini başkalarından farklı ve faziletli zannetmeye, dini, ilmi ve insani değerlerin üstünde görmeye yönelirse, işte bu ırkçılık haline gelir ve tehlikelidir. Kaldı ki hiç kimsenin doğarken ailesini, kavim ve kabilesini seçme hakkı kendisine verilmemiştir. Bu sadece Allah’ın bir tayini ve taksimidir. Hâşâ bazılarını üstün ve ayrıcalıklı, bir kısmını da düşük ve aşağılık yaratmış olmasını düşünmek bile, Allah’a iftira etmektir. İslam hiçbir beşeri ideolojinin ve ırkçılık felsefesinin aksesuarı ve kafatasçı Türkçülüğün jelatinli pazarlama kılıfı değildir. İslam herkesten ve her şeyden yücedir, her kavim ve her girişim İslam’a hizmet ettiği kadar kıymetlidir.

Ben Türk bir babadan ve Zaza bir anadan dünyaya geldim. Tarihe yön vermiş, büyük medeniyetler meydana getirmiş ve 1300 yıldır, İslam’ın gönüllü bayraktarı olma şerefini hak etmiş Türk kavminden olmayı, yüce Rabbimin takdiri kadar, taltifi de bildim. Haçlı Batılılar nazarında, Türklükle İslam’ı mezcedip kaynaştıran ve aynı anlamda kullandıran aziz ceddime layık olma gayretindeyim. Kur’an’a inanan, Müslüman olduğunu savunan hiç kimsenin, bundan başka türlü düşüneceği kanaatinde değilim. Mustafa Kemal’in “Türk Milleti” kavramıyla da, ırkçılık yaptığını değil, çok farklı kavim ve kesimlerden, İslam potasında kaynaşmış bir toplumu amaçladığını bilmekteyim. Yani biz insanları kavimlerine, kökenlerine, renklerine, dillerine ve kültürlerine göre değil, imanlarına, İslam’a bağlılıklarına, güzel ahlaklarına, insanlık onurlarına, vatanına ve topluma yararlarına göre değerlendirip önem veririz. Şimdi anayasadan “Türk Milleti” kavramını çıkarmaya yeltenenlerin de, “ılımlı İslam” diye yüce dinimizi dejenere edip “Protestan Müslüman” tipi oluşturmak isteyenlerin de hep aynı Siyonist güçlerce desteklendiğini görmekteyiz. Ama Moiz Kohen Yahudi Hahamının Munis Tekinalp takma ismiyle yazdığı ve aziz milletimizi İslam’dan koparmak için yaptığı TÜRKÇÜLÜK kafasıyla bu tahribatların önlenemeyeceğinin de bilincindeyiz.

Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı

“Mustafa Kemal Paşa:

– Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (tamamından meydana gelmiş) anasır-ı İslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm’a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye (çeşitli kökenlerden oluşan bir İslam topluluğuna) aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-i millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: Vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar te’yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik. (Milletimizi oluşturan bütün Müslüman unsurlar, birbirlerinin kökenine sosyal statüsüne ve coğrafi bölgesine, her türlü hak ve hukuk ölçülerine karşılıklı saygılı ve sahip çıkıcı eşit vatandaşlardır.) Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. (Bu nedenle, çıkarlarımız hak ve sorumluluklarımız ortaktır.) Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil hepsinden memzuc bir unsur-ı İslâm’dır. (Yani, oluşturmaya çalıştığımız milli birlik sadece Türklerden Çerkezlerden değil, bütün Müslüman kökenlerden meydana gelip kaynaşmış bir İslam cemiyetidir.) Bunun böyle telâkkisini (bilinmesine) ve sui tefehhümata (kötü ve yanlış algılamalara) meydan verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)” (Büyük Millet Meclisi zabıtları, 1 Mayıs 1920)

Mustafa Kemal Atatürk 01 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı kısa ve tarihi konuşmasında tam 7 (yedi) defa, Aziz Milletimizin “Anasır-ı İslâmiye”den, yani Müslümanlık bağıyla kaynaşan farklı kökenlerden meydana geldiğini ısrarla vurgulayarak, milliyetçilik konusundaki temel dayanağını ortaya koymuşlardır. Bu nedenle bizim Moiz Kohen-Tekinalp hahamından ve başka karanlık kafalardan, Milliyetçilik dersi almamıza, Atatürk ihtiyaç bırakmamıştır. Elbette devletimizin; bu cennet ülkemizi fethedip bize vatan yapan, Cumhuriyetimizi kuran ve halkımızın büyük çoğunluğunu oluşturan Türk sıfatıyla tanınması ve anılması da doğaldır, bundan gocunanların marazlı maksatları vardır. Yurdumuza “Türkiye” denilmesinden bile kıcık alan kancıkların, hiç ağızlarından “Kürdistan” kelimesini düşürmemeleri, bunların bozuk niyetini ve tiyniyetini ortaya koymaktadır. Artık sağa-sola kaytarmaya çalışmamalıdır: Ölçü İslam’sa ayet ve hadislerin buyrukları açıktır. Örnek Atatürk’se işte, Meclis kürsüsünden aktardığı ve resmi zabıtlarda aynen saklanan kanaatleri bunlardır. Bu konuda haksız, hatta ahlaksız bir tavırla bize sataşanların hiçbir ilmi ve vicdani dayanakları bulunmamaktadır.

Türkleri ve Kürtleri kaynaştıran, imani ve tarihi bağlardır.

Müslüman Türk ve Kürt ittifakının ve tarihi kardeşlik irtibatının kahramanlarından biri olan Mevlana İdrisi Bitlisi, Şeyh Hüsameddin Ali el-Bitlisi’nin oğlu olmaktadır. Şeyh Hüsameddin, dönemin âlim, yazar ve mutasavvıflarındandır. Bu üstün vasıflarından dolayı Mevlana ünvanıyla anılmıştır. 1495 yılında Tebriz’de vefat ettiği kayıtlıdır. Oğlu, Mevlana İdris-i Bitlisi’nin Diyarbakır’da doğduğu sanılmaktadır. 1452-1520 yılları arasında yaşamıştır. Bitlisi 20 yıl boyunca Akkoyunluların sarayında görev yapmıştır. Şah İsmail, Akkoyunluların hâkimiyetine son verince, Mevlana İdris İstanbul’a gidip, Sultan Beyazıt’ın maiyetine sığınmıştır. Bitlisi bu dönemde en ünlü eseri olan Heşt Behişt’i (Sekiz Cennet) kaleme almıştır. Eser, sekiz Osmanlı Sultanının hayatını anlatmaktadır.

Tarihi mektup

Bitlis Hükümdarı Şeref Han, 1597 yılında tamamladığı ve Kürt tarihinin yazılı en muteber metni olarak kabul edilen Şerefname’de İdris-i Bitlisi için şu bilgileri aktarır:

“Emir Şeref’in babalarının ve atalarının mülkü olan Bedlis vilayetini gasp etmiş olan Kızılbaşlar’dan geri almak konusundaki umudu gerçekleşmeyince ve bu iş bir süre geçince öte yandan Sultan Selim Han’ın bütün İran ülkesini istila etmek niyetinde olduğunu öğrenince, bu şartlardan yararlanmak için fırsatın elverişli olduğunu anladı. Doğruları araştırma yolunun atlısı, başarı kervanın kaptanı, temel (Kur’ani) kanunların ve detay kuralların mütehassısı; kutsallık medresesinin müderrisi, Bedlis Bilgininin oğlu düşünür İdris ve köklü Diyaeddin ailesine yücelik, iyilik, ikbal ve devlet dileyenlerin seçkini Muhammed Ağa Kelhoki ile Al-i Osman Sarayına itaat ve sadakatlerini ve tahtlarına bağlılıklarını sunmak konusunda anlaştı. Bunlar Kürdistan Beylerinden ve hüküm sahiplerinden 20 kişiyi bu tedbirde kendilerine katıncaya kadar çalıştılar ve bir bağlılık ve itaat mektubu yazarak düşünür Mevlana İdris’e ve Muhammed Ağa’ya verdiler, bunlar da bu mektubu yüce eşiklere sunmak üzere İstanbul’a hareket ettiler.”

Kardeşlik Anlaşması

Şah İsmail 1507 yılında Kürdistan’ın Harput (Elazığ), Diyarbekir, Bitlis gibi önemli şehirlerini işgal etti ve kısa bir süre içinde Kürdistan’ın tamamı Safaviler’in eline geçti. Şah İsmail kendisine bağlılık sunmak için Hoy şehrine giden 10 Kürt beyinin sekizini hapsetti. Diyarbakır valiliğine atadığı Kürt Muhammed Bey işgale karşı direnişe geçen Cizre’yi yakıp yıktı, harabeye çevirdi. Şehrin Müslüman ve Hıristiyan halkını kılıçtan geçirdi. İşte, Kürdistan Beylerinin, Osmanlılarla İttifak arayışı işte bu zulüm ve işgal ortamında gerçekleşti.

Şerefhan’a göre, Osmanlılarla İttifak kuran Kürt Beyleri, bölgeyi Şah İsmail belasından kurtarmak üzere Osmanlı ordusuna katılmış ve statülerine tekrar kavuşmuşlardır. Şöyle ki;

Sultan Selim Tebriz’den döndükten sonra, 28 Kürt Beyini Amasya’da (1514) topladı ve onlarla bir anlaşma imzalandı. Kürt tarihçi Mehmet Emin Zeki Bey’e göre bu anlaşmanın altı maddesi vardı. Buna göre, Kürt Emirliklerinin yetkileri gözetilecek, emirlik babadan oğula geçecek, savaş sırasında Osmanlılar ve Kürtler, ortak düşmanlara karşı birlikte hareket edecek ve bu bölgeler, Osmanlılara düzenli vergi ödeyecekti. Bu anlaşma yaklaşık 320 yıl kadar aynen korundu ve taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık yaşanmadı. Mustafa Kemal’in konuya yaklaşımı da 01 Mayıs 1920 meclis konuşmasından anlaşılmaktaydı.

Daha önce de belirtmiştik:

Günümüzde en yaygın şirk çeşitleri: Kürt ırkçılığı, Türk ırkçılığı ve Ilımlı İslamcılıktır!..

Bugün PKK’nın ve terörist Öcalan’ın öncülüğünü yaptığı Kürtçülük hareketi, Kürtlere ayrı devlet kurdurma hedefi ve hayali ve Kürtleri bin yıldır aynı inanç ve amaç etrafında kaynaşan Türk kardeşlerinden koparma faaliyetleri ve Kürtleri İslam’dan çıkarıp Zerdüştlük gibi Batıl ve bozuk bir putperestliğe çevirme gayretleri, bunların hepsi şirkin ve şekavetin tezahürleridir. İnsanın kendi kavmini sevmesi, sahiplenmesi, yakınlık hissetmesi, yani müspet milliyetçilik elbette tabiidir, fıtridir, caizdir ve güzeldir. Ama ırkını yüceltip kutsaması, başkalarından çok farklı ve ayrıcalıklı yaratıldıklarına inanması; inkârcı ve barbar tavırlar da takınsa, kendi kavminden olanları hep haklı çıkarması ve özellikle “Kavmiyetçiliği İslam kardeşliğinin üstünde tutması”, cahilliktir, fitneciliktir ve şirktir. Hizbullah’ın yaptığı gibi, Kürt ırkçılığına İslamcılık sosu katılması da, bu durumu değiştirmeyecektir. Bunun gibi, ırkçı, kafatasçı ve imtiyazcı bir yaklaşımla “Türkçülük” yapmak da temelsiz ve geçersizdir. Bu tür bir üstünlükçü Türkçülük asla Kürtçülüğün çaresi ve reçetesi değildir, tam aksine tohumu ve gübresidir.

Ülkemizde ve aziz milletimiz üzerinde Türk ırkçılığının da, Kürt ayrımcılığının da hep Yahudi dönmelerince başlatılmış olması ilginçtir.

Örneğin Munis (Kohen) Tekinalp Türkçülüğün kurucularındandır. Nam-ı diğer “Moiz Cohen” Osmanlı’nın Serez beldesinde bir hahamın oğlu olarak 1883’te doğmuşlardır. Selanik’te sıkı bir hahamlık eğitimi almıştır. Koyu bir Sultan Abdülhamit düşmanıdır. Selanik’te çıkan Asır gazetesinde yazılar yazmış, aynı gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır.

İttihat ve Terakki Partisi’ne katılmış, 1907 yılında masonluk faaliyetlerine başlamıştır. 1909 yılında Hamburg’da düzenlenen Dünya Siyonist Kongresi’ne Selanik delegesi olarak giden insandır. 1920 yılında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde “Kahrolsun Şeriat, Mustafa Kemal Paşa Türk Peygamberidir” diyecek kadar küstahlaşmış, Hz. Ali’ye “Sen İlahsın!” diyen İbni Sebe Yahudi’sinin yerini almıştır.

Moiz Kohen’e göre, “Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski Şaman inanışına dönüş yapmalıdır” Bunu söylerken Yahudilerin de Türklerin İslam öncesi halini çok benimsediğini yazmıştır. Kohen’in “Kahrolsun Şeriat” sözleri bugün daha cılız olsa da, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalist takımınca sıkça kullanılan bir slogandır. Bir de “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” bahanesiyle Türkçü Moiz Kohen İslam düşmanlığına Arap karşıtlığı kılıfı sarmıştır. Kohen, Türkiye’de Arap düşmanlığı yaparken, meslektaşı ve dindaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Yahudi Hahamı Haim Nahum da Mısır’da Arapları Türklere karşı kışkırtmaktaydı.

Uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda çalışan “Türk Ruhu” kitabının yazarı, Ziya Gökalp’in akıl hocası ve CHP kayıtlısı olan Munis Tekinalp, yani Moiz Kohen, 1956 yılında emekli olduktan sonra Fransa’nın Nice şehrine yerleşince, her nedense “Öldüğümde sakın beni Türkiye’de defnetmeyin” vasiyetinde bulunmuşlardı. 1961 yılında vasiyetine uygun bir şekilde Fransa’da (Gizli Yahudilerin gömüldüğü bir kilise mezarlığına) bırakılmıştı.

Darwinist, Komünist, Leninist ve Maoist Türkçü İşçi Partisinin, aynen kendisi gibi Darwinist Komünist, Leninist ve Maoist PKK (Kürtçü İşçi Partisinin) çaresi ve alternatifi olması mümkün değildir. Mikroptan belki aşı yapılabilir, ama ilaç yapıldığı görülmemiştir. Bütün kâfirler ve gizli hainler gibi korkak olduklarından açıkça İslam’a saldıramayıp kancıkça Türbana, Kur’an kursuna ve Kur’an tefsiri Risale-i Nur’a sataşan; zalim ve dinsiz ideolojilerini rahat pazarlayamadıklarından Kemalizm ve İslamiyet istismarına sığınan solcu görünümlü soysuzlara milletimiz asla itibar etmemiştir, etmeyecektir. Bir yanda Türkçü geçinip, öte tarafta İslam’la özdeşleştiği için bin yıllık Selçuklu ve Osmanlı’ya derin bir kin ve nefret besleyen, ama milyonlarca masumun ve Müslüman Türk’ün katilleri olan Lenin, Stalin ve Mao gibi canilerin ismini zikir çekip dilinden düşürmeyen, sürekli Ermeni hıyanetinden bahsedip, asıl onları da kışkırtan İttihatçı Mason Sabataistleri ve Yahudi dönmesi “Pakradunileri” hiç gündeme getirmeyen… Bir zamanlar kol kola koyun koyuna dolaştıkları ve aynı kirli ve şeytani zihniyetin mensubu oldukları halde, sadece “niye bizi değil de sizi öne çıkarıp muhatap aldılar?” gibi bir kıskançlık rekabetiyle Apo ve PKK ile horoz kavgasına girişen… Faizci Kapitalizmin de, ezici komünizmin de aynı Siyonist Yahudi sermayesinin dünya hâkimiyetine hizmet sistemleri olduğu gerçeğini halâ fark etmeyen köksüzlerin kötü niyetleri de kendi başlarına geçecektir.

Şimdi Soralım:

Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudi sapıkların, Şamanizm’e ve Siyonizm’e uyarladığı, İslam düşmanlığına kılıf yapılan TÜRKÇÜLÜK ideolojisinin:

•Kendine özgü ekonomik esasları var mıdır, varsa nelerden oluşmaktadır? Örneğin FAİZ uygulanacak mıdır, vergi nelerden ve hangi ölçülerle alınacaktır?

•Bu Türkçülüğün kendine ait Hukuk nizamı ve temel anayasa kuralları var mıdır, varsa hangi kaidelere dayanmaktadır?

•Bu Türkçülüğün, ahlaki ve ailevi yapısında; içecek, yiyecek ve giyecek konusunda, orijinal prensipleri var mıdır ve nerelerden kaynaklanır?

•Bu Türkçülüğün; siyaset (yönetim) kanunları ve devletin asli kurumları hangi şartlara ve standartlara göre ayarlanmaktadır?

•Bu Türkçülüğün, eğitim ve öğretimin bütün aşamalarında gözetilecek temel esasları ve programları var mıdır, neye göre belirlenmiş olacaktır?

İslam dışı kafatasçı Türk veya Kürt ırkçılarının bu sorulara verecekleri bir tek doğru ve doyurucu yanıtları yoktur. Çünkü Türk, Kürt vb. sadece bir ırktır, kendilerine ait bazı gelenek ve görenekleri dışında, özel ve orijinal hukuk nizamları ve sistem kavramları bulunmamaktadır. Oysa, Avrupa’dan kopya edilen, barbar Batılı değerleri taklit yoluyla şekillenen kurum ve kurallar esas alınarak, biraz kapitalizm, biraz sosyalizm, biraz Osmanlı geleneği karıştırılıp üzerine de biraz İslam sosu katılarak, maalesef Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi hain Yahudilerce uydurulan ve hiçbir ilmi temeli bulunmayan kuruntular yerine, İslam’i değerler ve tarihi birikimlerle şekillenen müspet bir Milliyetçilik elbette daha tutarlı ve kucaklayıcı olacaktır.

Şu AKP döneminde maalesef;

a-İslam Dinini istismar edip ılımlaştırma ve yozlaştırma girişimlerine hız verilmiştir.

b-Müsbet Türk Milliyetçiliğini ise inkâr edip, Milli duygu ve duyarlılıklarımızı soysuzlaştırma yolu benimsenmiştir. Hatta Öyle ki “TC”den kıcık alan ve kaldırmaya çalışan resmi ve sivil WC’ciler türemiştir. Bu ülkede Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Zazalar, Göçmenler ve diğer kökenler; bunların hepsi ayrı kavim olabilir, ama aynı millettir. Resmi ve ortak dilleri Türkçedir, Türkiye Cumhuriyeti hepimizin devletidir ve hepimizin ortak haysiyet ve hürriyet garantimizdir.

Hâlbuki başta Bediüzzaman gibi şahsiyetler, müspet Türk Milliyetçiliğine hürmet ve riayet etmişlerdir. Yoğun bir medya manipülasyonu ile artık “Kürt”lerin özgürlüğünden, özerkliğinden, etnik kimliğinden bahsetmek ve bunlara sahiplenmek; vicdani duyarlılık, Avrupai uygarlık ve insan haklarına saygınlık sayılırken, maalesef “Türk” kelimesini ağzına almak, ırkçılık, çağdışılık ve barbarlık gibi gösterilmektedir. Bunun gibi Alevilik de; ilericilik, hoş geçimlilik, aydın kişilik olarak takdim ve takdir edilirken, Sünnilik ise gericilik, Emevicilik ve kökten dincilik diye tahkir edilmektedir. Oysa her ikisi de aynı değerlerin, farklı tezahür ve renkleridir.

AKP yalakası ve Amerikan borazanı Mümtazer Türköne’nin; “Din eğitiminde devlet tekeli kalkıyor”[1] diye manşet atıp müjdelediği: “Anayasanın 24. maddesi: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” kaydının, yeni hazırlanan anayasada yer almayacağını bildirmesi de artık din eğitiminin, hem mecburi olmaktan çıkarılacağını hem de, din eğitiminin ABD güdümlü cemaat ve tarikatlar elinde “Küresel Siyonist sömürü düzenine, dindar ve itaatkâr ılımlı köleler yetiştirme” yolunun açılacağını haber vermektedir. Recep T. Erdoğan’ın ABD’de çekilen ahlaksız film skandalına karşı Türkiye’deki tepkisizliği “Son on yıldır aşırılıkları törpülemeyi başardık. Bir anlamda paratonerlik yaptık ve toplumun gazını aldık”[2] sözleri tam bir itiraf gibiydi. Evet, Recep T. Erdoğan ve Hükümetinin iktidara getiriliş gayelerinden birisi de: “Müslüman halkımızın ABD emperyalizmine ve İsrail Siyonizm’ine karşı haklı duyarlılıklarını törpülemek, toplumun havasını indirip layt ve uysal hale getirmekti.”

Osmanlıdan Günümüze Türklük Kavramı.

1- “Malumu ilam ahmaklıktır.” (Yani herkes tarafından ve açıkça bilinip belli olan şeyleri, tekrar tekrar anlatıp açıklamak geri zekâlılıktır,) gerçeği doğrultusunda, zaten Oğuz nesli Kayı boyundan oldukları dünya âlemce malum ve meşhur olan Osmanlılar, kuruluştan itibaren, ayrıca bir “Türk Devleti” olduklarını vurgulamaya gerek görmemişlerdir.

2- Tebaası olan Rum, Ermeni, Bulgar, Arap gibi kavimleri ürkütmemek için de, Osmanlılar bu konuda tedbirli ve dikkatli hareket etmiştir.

3- Osmanlılar hamisi ve halifesi oldukları İslam dünyasına “ırkçı, ayrımcı ve kayırımcı”davranmadığını göstermek için de “Türk”lüklerini sıklıkla öne sürmemişlerdir.

4- Ancak Türk asıllı olmayan, ülkelerini işgal eden ve kendilerini devşiren Osmanlı Türk’üne karşı gizli kin besleyen bazı bürokrat ve komutanlar, zaman zaman Türkler ve Türkçe aleyhine girişimlere yeltenmiş ve Osmanlının kendilerine sağladığı imkân ve fırsatları suiistimal ettikleri gözlenmiştir.

5- Medreselerde ve edebiyat çevrelerinde Arapça ve Farsçaya ağırlık verilmesi ise, köklü medeniyet birikimine ve hikmet eserlerine, tefsir ve hadis gibi İslami İlimlere kaynaklık etmeleri ve İslam âlemiyle rahat irtibat kurabilecek diplomat ve bürokratları hazırlama nedeniyledir.

6- Ancak bütün Osmanlılar döneminde köy, kasaba ve şehir sakinleri hep Türkçe konuşmuş; halk şairleri, tasavvuf erleri ve manevi terbiye öncüleri, saray kâtipleri ve tarihçileri, Süleyman Çelebi gibi gezginler hep Türkçe konuşup yazmış ve Osmanlı Türkçesi resmi dil olarak kabul edilmiştir. Üstelik, -hiçbir zorlama ve baskı olmaksızın- doğal bir ihtiyaçla ve kendi arzularıyla, yerli, Rum, Ermeni, Yahudi toplulukları hatta fethedilen ve Müslümanlığı seçen Balkan halklarının bir kısmı Türkçeyi öğrenmişlerdir.

7- Ne var ki, 1800’lü yılların başında padişah olan Sultan 2. Mahmut: “Muhiti (çevreyi) kollarken merkezin dağılacağını, başka kavimleri kucaklarken asli unsur olan Türklerin ihmale uğradığını” fark edip, bazı tedbirlere yönelmiştir.

Osmanlı tarihinde “Türk” ve “Türklük” kavramları lehine ilk gelişme, Sultan 2. Mahmut zamanında, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve yerine o zaman “Mansure Askerleri” denilen ve doğrudan doğruya Anadolu’nun Türk Müslüman halkına dayanacak olan ordunun kurulma girişimlerinde görülmektedir. Bilindiği gibi Yeniçeri Ordusu genellikle devşirme, yani gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim halka dayanan bir tabandan gelmekteydi. Haziran 1826 tarihinden itibaren ise artık ordu devşirme kökenden değil daha ziyade Türklerden ve Türkleşmiş kavimlerden teşkil edilecektir.

8- Meşruiyet döneminde, Sultan Abdulhamid Han’ın kabul ettiği Kanun-i Esasi’de ise:

“Osmanlı tebaasının devlet kademelerinde görev alabilmeleri için resmi dil olan Türkçeyi bilme şartı” getirilmiştir. (Madde:18)

Ayrıca Kanuni Esasi 68. maddesine (3. fıkra): Türkçe bilmeyenlerin mebus (Milletvekili) seçilemeyeceği ve Mebus adaylarının Türkçe okuma yazma mecburiyeti eklenmiştir.

9- İttihat ve Terakki sürecinde:

a- Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibileri İslam kaynaklı Türk Milliyetçiliğini.

b- Ama diğerleri de, “ırkçılık ve kafatasçılık” ağırlıklı bir ulus kavmiyetçiliği benimsemişlerdir.

Bu arada Avrupa’da, İslam’dan mayalanan Türk milliyetçiliğine karşı ilk planlı ve kasıtlı düşmanlık kampanyasını başlatanların ise, komünizmin fikir öncüleri sayılan Yahudi kökenli Engels ve Marx olduğunu da hatırlamamız gerekir.

10- Mustafa Kemal ise Türk Milliyetçiliğini, ırkçı bir anlayış ve yaklaşımdan uzak, kuşatıcı ve kucaklayıcı bir zihniyetle ve zaten fikren ve fiilen dünyada öyle bilinen haliyle özümseyip resmileştirmiştir. Ancak ondan sonraki süreçte, Türkçülük yeniden ittihatçıların mason kanadı gibi, ırkçı ve dışlayıcı bir mecraya evrilmiştir.

11- Rahmetli Erbakan Hoca ise, Türkçülüğün diğer unsurları inkârcı, horlayıcı ve yok sayıcı bir kavram olarak kullanılıp dayatıldığı ve dış güçlerin bu haksız uygulamayı istismar edip özellikle Kürt kardeşlerimizi ve PKK’yi kışkırtıp azdırmaya çalıştığı bir ortamda: Milli birlik ve dirliğimizin mayası ve kaynaştırıcı kimyası olan DİN kardeşliğini öne çıkarıp önemsemiş; ama çok dikkatli ve rikkatli (merhametli) bir dille sık sık “Bin (1000) yıllık kardeşliğimize” vurgu yaparak, Anadolu’muzun Malazgirt zaferiyle fethedip, Selçuklu ve Osmanlı dönemleriyle Türklere vatan yapılmasına özellikle dikkat çekmiştir. Ve hele, Erbakan Hoca’nın müsbet milliyetçiliği tahkir edici söz ve imalarına rastlamak mümkün değildir. Ve zaten o devirdeki, dedesini bile gizlemek zorunda kalan bazı sahte Türkçüler ve sabataist-mason ittihatçı döküntüler ve diğer siyasi aktörler içerisinde, yedi sülalesi özbeöz Türk olan, belki de tek şahsiyettir. Ve tabii, hepsinden önemlisi Erbakan Hoca inançlı ve kararlı bir mü’mindir ve bizi Millet yapan asıl kimyanın İslam Dini, Ehl-i Sünnet disiplini ve Ehl-i Beyt çizgisi olduğunun bilincindedir. Erbakan Hoca’nın Türklerin dışında; Kürtler, Rum ve Ermeni nesiller, Kafkas ve Balkan kökenliler gibi değişik kavim ve kültürlerden, İslam potasında kaynaşan, muhteşem Anadolu seramiğinin (mozaik değil!) bu mübarek ahengini ve rengini bozacak söylem ve sloganlardan sakınması, Milli haysiyet ve hassasiyet gereğidir. Kaldı ki, bir kişiyi önemli ve değerli kılan ve gerçek kimliğini oluşturan; Onun kökeni ve mensubiyeti değil, İnsanlığı, inancı, amacı, ahlakı, ilm-ü irfanı ve yararlı çabaları gibi şeylerdir.

12- Şu tarihi ve tescilli gerçek de asla unutulmasın ki, Müslüman olmayan veya sonradan İslam’dan çıkan Türkler, Türklüklerini de, Türkçeyi de muhafaza edememişler (istisnai örnekler dışında) başka kavimler ve kültürler içerisinde eriyip gitmişlerdir. Hatta Ehl-i Sünnet istikametinden (Sünnilikten) koparılıp, geçmişte Şiilik, günümüzde Vehhabilik, El-Kaide’cilik, İranlı Ali Şeriati’cilik gibi aykırı mezheplere kayan Türklerin bile, tarihte Osmanlı Devletine, şimdi de Türkiye Cumhuriyetine düşman hale getirildikleri görülecektir. Mustafa Kemal’in şimdi kaldırılmaya çalışılan Diyanet İşleri Başkanlığını kurarken, İslam’ın Ehl-i Sünnet çizgisini ve Maturidi’lik düşünce sistemini tercih etmesi boşuna değildir.

Toparlarsak:

“(İslam’ı ve Kur’ani esasları gereksiz ve geçersiz sayıp) İnkâr edenler (hangi kavim ve görüşten olursa olsun, onlar) birbirlerinin velileri (ve şeytani düşüncelerin destekleyicileri)dir.(Ey Mü’minler) Eğer siz böyle hareket etmez (Hakk ve hayır üzerinde birbirinizi desteklemezseniz), yeryüzünde (ve ülkenizde) fitne ve hezimet meydana gelecek ve büyük bir fesatçılık ve bozgunculuk alıp yürüyecektir.” (Enfal: 73)

Ayetinin yanında; tüm akli, ilmi, vicdani ve tarihi göstergelerin gereği olarak; Milletimizin birlik ve dirliğine, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin güçlenerek devam etmesine, varlığımızın ve ayakta kalmamızın sigortası olan silahlı Kuvvetlerimize yönelik tahrip ve tertiplere karşı el ve gönül birliği yapmamız, kof saplantı ve safsatalar uğruna inatlaşmayı bırakmamız, işte Milliyetçiliğin ta kendisidir.

Yahudi ve Hıristiyanlar, Budistler ve Moon’lar AKP iktidarı ve Fetullahcıların elebaşları (iyi niyet taraftarları değil) hepsi birden, yukarıdaki ayetin belirttiği gibi, “faizci kapitalizmin ve Siyonist emperyalizmin” hâkimiyeti için kenetleşip birbirlerini kolladıkları ve çok çirkin bir din istismarı yaptıkları bir süreçte, bizlerin halâ kof kuruntular, boş ve batıl kavramlar için didişmemiz, dış güçlerin ve işbirlikçilerin ekmeğine yağ sürmek değil midir? Asıl Milliyetçilik; Milleti, memleketi ve devleti uğrunda ve bu kurum ve kavramların oluşmasının asıl mayası olan İslam odaklı ve herkesin temel insan haklarına saygılı yaklaşımlarla kendi parti, dernek ve ideolojik taassubunu terk edebilmektir.

 


[1] (16.09.2012 / Zaman

[2] (17.09.2012 / Sabah / Okan Müderrisoğlu)



























BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi