Anasayfa » GÜÇ DENGELERİ VE ERBAKANIN TSK SEVGİSİ

GÜÇ DENGELERİ VE ERBAKANIN TSK SEVGİSİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 266 Görüntüleyen



GÜÇ DENGELERİ VE ERBAKANIN TSK SEVGİSİ

 

Hoca’nın Tercüman’da iken Behiç Kılıçla röportajında söylediği:

“Biz Milli Görüş takipçisiyiz. Türkiye`de Milli Görüş`ün en sağlam sahibi Silahlı Kuvvetlerimiz`dir. Dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz, ülkenin geriye gitmesi değil, ileriye gitmesi için herkesten fazla çalışan kesimdir. Bunu bir iltifat olsun diye söylemiyorum, samimi inancım böyledir. Şimdi bakın sonunda, Çevik Bir, `Efendim o zaman medya bizi dolduruşa getirdi` demektedir. Kendisi bunları itiraf etmektedir. Silahlı Kuvvetler büyük bir camiadır. Askerin içerisinde de dışarıdan ve medyadan etkilenen insanlar çıkabilir. Hepimiz insanız, bu normaldir. Herhangi bir insan iç ve dış telkinlerin etkisi altında kalabilir; işte, Çevik Bir kendisi söylemektedir. Şimdi söylediklerine inanıyoruz ve bizim belirttiğimiz gerçekler de bunu teyit etmektedir” sözleri, Milli birlik ve dirliğimiz için, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin her bakımdan güçlü ve gerekli olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

Batı sözden anlamıyor, onlara caydırıcı güç gerekiyor

“Erbakan: Batı`daki bazı mihrakların insanların saadeti için hizmet etmeleri, yanlış fikirlerinden dolayı mümkün olmuyor. Biz bunu Batı`ya sözle anlattığımız zaman anlamıyor. Öyleyse Batı`ya iyilik için, Onların karşısına kuvvetle çıkmak gerekiyor. İşte 5 milyar insanı temsilen oturalım. Gelin bakalım şimdi, biz Stalin değiliz. İkinci bir Yalta yapacağız, ancak bu sefer gerçek barışı ve adaleti getirmek üzere, bu prensipleri hep beraber uygulayalım”, diyebilmek için D-8`ler adımı atılmıştır. Çünkü Batı kuvvetten anlıyor. Biz bu kuvveti, Batı`nın da kurtulması için kullanmak istedik” diyerek, inancının evrensel merhamet ve mesajını dile getiriyordu.

Hocamız:” 27 Mayıs ihtilalinden 4 ay önce biz Gümüş Motor fabrikamızın açılışını yapmıştık ve rahmetli Menderes, ayağı sakatlandığından telefonla katılıp tebrik ve takdirlerini aktarmıştı.

İhtilal sırasında İstanbul valisi olan paşamız, fabrikayı ziyarete gelip bize:

“Bu ihtilali yapmaktaki en önemli amaçlarımızdan birisi de böylesi yerli ve milli sanayi kuruluşlarını çoğaltmaktır. Şimdi bizden ne türlü yardım istiyorsan söyle, size her türlü destek sağlanacaktır” deyince kendilerine:

“Komutanlarımıza ve paşalarımıza sanayi ve kalkınma davamızla ilgili bir konferans vermemiz imkanı sağlanmasını istirham ediyorum”  deyince şaşırmış ve hayranlık ifadesiyle:

“Biz maddi destek çıkmaya ve rahatlandırmaya çalışırken siz ülkemizin topyekün kalkınmasına katkı sağlamak üzere askeri kurmaylarımız gayrete getirmek istiyorsunuz. Sizi tebrik ve takdir ediyoruz” buyurmuşlar ve arzu ettiğimiz toplantıyı tertip ederek, generallerimize sanayileşme davamızı anlatma fırsatı doğurmuşlardı.”

Şeklinde bir hatırasını anlatırken hala gözleri parlıyor; dış güçlerin kışkırtmalarına ve işbirlikçi masonik kesimlerin komplolarına aldanarak yapılan kendisine yönelik darbelere ve 28 Şubat tertiplerine rağmen, bağımsızlık ve bekamızın sigortası olan şanlı ordumuzu hala çok seviyor ve sahipleniyordu.

Afet Ilgaz’ın hatırası:

Daha önce Milli Gazete’de yazan şimdiki Yeniçağ yazarı Afet Ilgaz Erbakan’la ilgili şu anılarını aktarmıştı;

AKP iktidara yeni gelmişti. Ben de Milli Gazete’de yeniydim.

Erbakan Hoca’nın yemekli basın toplantılarından birindeydik. 28 Şubat süreci, hiç vakit geçirmeden, ordu aleyhine yorumlanmaya başlamıştı. Ben böyle yapamıyordum. Bu yemeklerden birinde, Erbakan Hoca:

“Milli Gazetedekiler dışında” basın toplantısının bittiğini söyledi. Hiç unutmuyorum, ayağa kalktı ve lafa şöyle başladı:

“28 Şubat, 28 Şubat deyip duruyorsunuz ?” diyerek Milli Gazete yazarlarına çıkıştı.

Sonra da, neden böyle söylememek gerektiğini açıkladı. Hatta subaylarımızın nasıl eğitildiğini, yetiştirildiğini anlattı. Onlara anlayışlı ve  “Şefkatle” davranılmalıydı.

Nasıl bir algıydı ki, böyle uyarıldığı ve “28 Şubat”ın ne olduğu anlatıldığı halde, yorumlarda hiçbir düzelme olmamıştı.

Başka bir anı:

Belki de bunu takip eden toplantıda Erbakan Hoca, yine  Milli Gazete yazarlarına: (şu AKP’ye)

“Ne zamana kadar dur bakalım diyeceksiniz?” diye sorup uyarmıştı.

Sezgileri bu kadar güçlü başka bir zat görmedim. Gerçekten de iktidarın kendisini toplamasını sabırla beklemekten yana olanlar vardı. Ayrıca, eski dostluklardan kopamayanlar. Ama muhalefet etmek için vakit git gide daralıyordu. Beni o gece eve getiren arkadaşla, çok hoşlanmıştık bu uyarıdan. Yol boyunca konuştuk. Gerçekten de çok güçlü bir muhalefet yapmaya başladık, ikimiz. Geri kalanlar… Hâlâ “dur bakalım” diyorlardı.

Bu değerli devlet adamının yanlış anlaşılmasını o toplantıdaki uyarının etkisiz kaldığına bakarak arkadaşlara sormaya başladım:

“Ben yanlış mı anladım, yanlış mı duydum, uyduruyor muyum, hoca böyle şey söyledi mi?”

“Söyledi” diyorlardı.” (Ama tam aksine davranıyorlardı.)

Ekonomik ve Teknolojik Gücün Önemi:

Evet, Adil ve onurlu bir barışı sağlamak ve korumak için, elbette yeterli bir güce ve caydırıcı bir silah üstünlüğüne sahip olmak şarttır. Güçsüz ve silahsız bir sulh, barış perdesi altında esaretten başka bir şey olmayacaktır. Silahlarda ise, klasik değil, teknolojik üstünlüğü sağla­yan kazanacaktır.

“Cennet kılıçların gölgesi altındadır” Hadis-i Şerifinde, ahiret ve cenneti ka­zanmak için mutlaka cihad etmek gerektiği ifade olunduğu gibi, bu dünyada huzur ve emniyet altında yaşamak için, silah teknolojisine ve savaş yeteneğine erişmek gerektiğine de, işaret buyrulmaktadır.

“(Mallarınızı ve imkânlarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehye atmayın.”[1] ayeti kerimesi de, hem yurt içinde, hem bölgemizde, hem de yeryüzünde, barışı ve adaleti korumak ve caydırıcı bir güce sahip olmak için, yeterli silahların hazırlanmasını ve gerekli harcamanın yapılmasını emretmektedir.

“İnkârcılar isterler ki, siz silahlarınızdan ve harp vasıtalarınızdan gaflette bulunasınız da, birden üzerinize hücum etsinler”[2] Ayeti Kerimesi de, her türlü savunma araçlarını hazırlamak ve bunları kullanmak ve korumak hususunda, dik­katli bulunmamız gerektiğine işaret etmektedir.

“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (devamlı bakımı yapılan tanklar, uçaklar, füze rampaları) hazırla­yın… (Ta ki bunlarla) Allah’ın ve sizin gizli ve açık düşmanlarınızı korkutasınız (caydırıcılık gücünüzü koruyasınız)”[3] ayeti de bunu göstermektedir.

Özellikle Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz “Dikkat edin Kuvvet atmaktır Kuvvet atmaktır Kuvvet atmaktır..” buyurarak, ok atmaktan mermi sıkmağa, bomba yağdırmaktan, füze fırlatmağa kadar, her türlü güç ve üstünlüğün atılan ve fırlatılan silahlarda olduğunu bildirmişlerdir.

“… Allah sizi sıcaktan ve soğuktan saklayacak ve savaşta koruyacak elbiseler var etti.”[4] Ayeti de her türlü korunma ve sığınma tedbirlerini almamız gerektiğini göstermek­tedir.

“Hz. Süleyman`a da rüzgârları (boyun eğdirmiş ve hizmet ettirmiştik. Onun emri ile, içinde bereketler yarattığımız yere doğru akıp giderdi.”[5] Ayeti de, gök­yüzünde, rüzgâr ve hava marifetiyle hareket eden uçak ve roketlere dikkatlerimizi çekmektedir. Ve zaten geçmiş peygamberlere mucize kabilinden verilen imkânla­rın, bu ümmete ilim ve teknoloji yoluyla verildiği görülmektedir.

Ey cinler ve insanlar topluluğu Haydi gücünüz yeterse, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gidin Bunu ancak üstün bir güç ve kudretle başarabilirsi­niz…”[6] Ayeti de, yerlerin ve göklerin derinliklerine ve bizden çok uzak bulunan ay ve gezegenlere gitmek üzere, ilmi ve teknolojik çalışmalara teşvik etmektedir.

“And olsun gürültülü sesler çıkararak koşanlara (ve hızla ileri doğru fırlayanlara)

(ve çarparak) ateş çıkaranlara

Sabah saatlerinde (düşman mevzilerine) akın yapanlara

(Hücumlarıyla, bombalarıyla ortalığı) tozu dumana katanlara.

Ve kahramanca zalim topluluğun ortasına dalanlara.”[7] Ayetleri, hainlerin ve saldırgan zalimlerin, haddini bildirmek ve belasını defetmek üzere hazırlanan en son sistem silahları ve bunları kahramanca kullananları övmekte ve Cenab-ı Hak bunlar üzerine yemin etmektedir.

İşte görüyorsunuz. Dün Bosna ve Kosova’da, bugün Irak ve Afganistan’da yapılan ve canavarları bile utandıran cinayetlere dur diyemiyorsak… Doğu Türkistan vahşetine seyirci kalıyorsak

Ege adalarımıza ve Kıbrıs’a sahip çıkamıyorsak..

Filistin’deki siyonist vahşetine çare bulamıyorsak..

Balkan Türklerine ve Kerkük meselesine el atamıyorsak

Keşmir’deki Hindu katliamına müdahale edemiyorsak..

Onurlu ve olumlu bir dış politika izleyemiyorsak…

Haklarımızı ve çıkarlarımızı koruyamıyor ve kullanamıyorsak, bütün bunlar ekonomik yönden yetersizliğimiz, teknolojik yönden geriliğimiz ve özellikle uşak ruhlu yönetimlerimiz yüzündendir.

Bu çaresizlikten kurtulmak için, mutlaka ekonomik yönden kalkınacak, Ağır Sanayimizi ve fabrika yapan fabrikalarımızı kuracak, gerekli silahlarımızı ve savunma araçlarımızı hazırlayacak ve özellikle orijinal teknolojik tasarımları tamamlayacak iktidar ve istidatlara acilen ihtiyaç vardır. Bunlar için de Milli Görüş`ün hakim olması ve Adil Düzen’in biran evvel kurulması şart­tır.

Ve bütün bunlar için de, bir Erbakan’a ihtiyaç vardı. Bu nedenle Onun milli program ve projelerine sahip çıkılmalıydı.

Ve bu kutlu zatın kıymeti de, bari bundan sonra daha iyi anlaşılmalı, büyük ve güçlü Türkiye mutlaka kurulmalıydı.

Yoksa ne Afganistan vahşetini ne Irak dehşetini kınamakla, ne Filistin Müslümanlarına ağıt yakmakla, ne Tunus ve Mısır kıyamlarına alkış tutmakla hiçbir yere varılamayacaktı.

Çünkü İşgal güçlerini ve işbirlikçilerini kışkırtan ve şımartan Batı ülkeleridir, Birleşmiş Milletlerdir…

Hala batı medeniyetine hayran olanları, hala NATO’dan ve Birleşmiş Milletler’den medet umanların, hala Batının uşaklarını ve Amerika’nın kuklalarını oy verip başımızda tutanların, Balkanlar ve Ortadoğu ile ilgili sözleri sadece sahtekârlıktır… Milletimizi aldatmaktan ve oyalamaktan başka işe yaramayacaktır.

Kuvvet – siyaset ilişkisi

Tarih boyunca, herhangi bir toplumun insanlık onurunu korumaları, Müslümanların da, İslam`ın adalet ve huzurunu ortaya koymaları hep sahip oldukları güç ve kuvvet sayesinde ve seviyesinde mümkün olmuştur… Manevi ve psikolojik güçten, sanayi ve teknolojik güçten, askeri ve ekonomik güçten mahrum milletler de… Başka ülkelere muhtaç ve bağımlı devletler de; ne ülke içinde huzur ve emniyeti, ne dış politikada ağırlık ve şahsiyeti asla sağlayamamış ve koruyamamışlardır.

Her türlü bağımsızlığın temel şartı ekonomik bağımsızlıktır. Gerçek hürriyetin garantisi ve göstergesi de, maddi yönden kalkınmışlıktır. Askeri güç dahi ekonomik güçle alakalıdır…

Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: “Onlara (iç ve dış düşmanlara karşı) gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın…”[8] buyurmaktadır. Çünkü, ayetin devamında bildirildiği gibi, açık ve gizli düşmanlarımızı korkutmamız, caydırıcılığımızı ve saygınlığımızı korumamız ancak her bakımdan güçlü olmamıza bağlıdır.

Allah`ın emrettiği adaleti hakim kılmanın, Evrensel Hukuk’un kanun ve kararlarını uygulamanın ve yeryüzünde barış ve adaleti sağlamanın, iki temel şartı vardır:

1- Etkili ve yeterli bir ekonomik ve askeri güç ve üstün bir otorite,

2- Denenmiş ve eğitilmiş şuurlu bir siyasi kadro ve idari organize.

“Musa (as) için öğüt (alınmasına) ve her şeyin açıklanmasına dair ne varsa hepsini Levhalarda yazdık… Ve: Bunları kuvvetle tut.. Kavmine de bu kurallara en güzel şekilde uymalarını emret… dedik…”[9]

“Ey Yahya Kitab`ı kuvvetle tut…”[10] Ayetlerinde “Kitabı kuvvetle tutmanın” yani ilahi emir ve hükümleri uygulamanın ancak siyasi, askeri ve iktisadi bir güçle mümkün olacağına dair bir işaret vardır.

Üstat Bediüzzaman Hazretleri, maddi kalkınmanın, güçlü ve üstün bir medeniyet kurmanın önemini, şu sözleriyle ne güzel anlatmaktadır:

“İzzet-i İslami`yedir ki, İ’la-yı Kelimetullah`ı ilan ediyor. Ve bu zamanda İ`la-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye bağlıdır…” “Her bir mümin İ`la-yı Kelimetullah ile (Allah`ın kelime ve kelamını yüceltmek ve Kur`an adaletini yürütmekle) mükelleftir. Bu zamanda (bunun) en büyük sebebi (ve çaresi) de, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler, fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhıyla İ`la-yı Kelimetullah`ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra karşı cihad edeceğiz”[11] Yani “Batılı düşmanlarımız, sanayi ve teknolojide üstünlüğü sağlamak suretiyle biz Müslümanları, bir nevi esaret altında ezmekte ve sömürmektedirler. Biz de ancak, yeniden sanayileşmek ve ekonomik yönden gelişmek suretiyle İ`la-yı Kelimetullah`ın (Allah`ın adalet nizamını hakim kılmanın) en büyük düşmanı ve engelleri olan cahillik ve fakirlik belasına ve fikir kargaşasına karşı cihat edeceğiz.”

Hz. Üstadın bu çok haklı tespitlerini ve hayırlı temennisini gerçekleştirmek üzere çalışmak ise, Erbakan Hoca`ya nasip olacaktı.

Çünkü bu gerçekleri samimiyetle savunan ve sahip çıkan ve bunlarla ilgili ciddi ve ilmi program ve projeler hazırlayan, sadece Erbakan`dı.

Hatta bir sohbetinde “Bugün Hollanda`da bir inekten günde 50 kg. süt alacak bir noktaya ulaşılmıştır.  Hâlbuki bizim yerli ineğimizden hâlâ en fazla 5 kg. süt alınmaktadır. Bu nedenle şayet biz, adalet adına kuracağımız bir düzende, kendi ineğimizden en az 50 kg. süt alacak ilmi ve teknolojik şartları hazırlayamazsak, öyle topa tanka bile gerek yok, Hollanda gâvuru bizi sütle boğar ve peynirle kafamızı kırar” buyurarak, her bakımdan üstün ve güçlü olmamız gerektiğini hatırlatmışlardı.

Ve zaten;

Hud (as): Ey kavmim Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra ona tövbe edin ki üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvet katsın…”[12] Ayeti de, tarım ve zirai gelirlerin artmasının topluma güç ve kuvvet katacağını anlatmaktaydı.

Velhasıl “kuvvetsiz siyaset felçtir, çaresizdir; siyasetsiz kuvvet ise kör gibidir, beyinsizdir.” gerçeği asla unutulmamalıydı.

İşte bu yüzden Hz. Lut, kavmine karşı:

“Ah keşke, benim de size karşı bir gücüm olsaydı veya sağlam bir kaleye sığınsaydım” diyordu.

Çünkü haklı olmak yetmiyor, o haklılığı savunacak ve hak ettiğini sana sağlayacak bir güç ve otoriteye sahip olmakta gerekiyordu…

Evet, görüyorsunuz, bugün ülkemizdeki ve yeryüzündeki Müslümanların, sadece haklı olmaları kendilerini zulüm ve zillet altında kıvranmaktan kurtaramadığı bir gerçektir.

Bazılarının zan ve iddia ettikleri gibi, bugünkü sıkıntı ve sorunlarımızdan, sadece ibadetimizi artırmak ve ahlakımızı olgunlaştırmakla da kurtulmamız imkânsızdır. Zira elbette iman, ibadet ve istikamet, yani ahlâki ve manevi güç çok önemlidir ve temeldir. Ama milli bağımsızlık ve yerli kalkınmışlık için, bunlar yetersizdir…  Ekonomik ve askeri güç de mutlaka gereklidir.

“Hz. Zülkarneyn kavmine dedi ki: Siz bana kuvvet yönünden destek olun da sizinle (düşmanlarınız olan Ye`cüc ve Me`cüc) arasına aşılmaz bir sed ve engel yapayım”[13] Ayetinin de ifade ettiği gibi, düşmanların her türlü sömürü ve saldırısına karşı, gerekli ve yeterli çarelerin ve caydırıcı tedbirlerin alınması elzemdir.

Yoksa edebi değeri dışında, hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmayan temenni ve tavsiyelerle, his ve heyecanları tatminden başka işe yaramayan tavır ve tartışmalarla, bugünkü zillet ve esaretten kurtulmamız mümkün değildir…

“Biz (her bakımdan) kuvvetli (ve tedbirli) kimseleriz. Yaman ve yılmaz cihad erleriyiz.”[14] Ayetinde işaret edildiği gibi, hem manevi ve psikolojik yönden, hem sanayi ve teknolojik yönden, hem de askeri ve ekonomik yönden, düşmanlarımızdan daha üstün ve kuvvetli olmamız gerektiğini hiçbir zaman unutmamak lazımdır.

Elbette elde edilen bu ahlakî, ilmî, siyasî ve ekonomik gücün ve üstünlüğün mutlaka hakkın, hayrın ve halkın hizmetinde kullanılması ve herhalde adaletin emrinde bulunması şarttır. Aksine, bu güç ve otoritenin zulüm ve haksızlık aracı yapılması, medeniyetlerin, devletlerin yozlaşmasını ve yıkılmasını netice verecektir.

Onlar (ekonomik, askeri ve siyasi gücü zulüm aracı olarak kullananlar) Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonlarının nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler, yeryüzünü kazıp alt üst etmişler, dünyayı kendilerininkinden daha çok imar etmişlerdi. (Ama zulümleri nedeniyle sonunda yıkılıp gitmişlerdi)”[15] gibi ayetler, bu gerçeği haber vermektedir. Velhasıl, bugünkü siyonist güdümlü zalim batı medeniyeti yıkılışa doğru gitmekte, İslam alemine ve Türkiye`ye ise mutlaka ekonomik ve teknolojik bir kalkınmışlık ve tam bir bağımsızlık gerekmektedir.

Ve bütün bu gerçekleri anladıkça, Erbakan Hoca`nın değeri gözümüzde ve gönlümüzde daha bir büyümektedir. İlk çıktığı günden beri hep şöyle diyordu:

1- Önce ahlâk ve maneviyatı geliştirme ve koruma

2- Sonra, mutlaka ağır sanayi ve yaygın kalkınma.

Zira birincisi iç düşmanlarımız olan nefis ve şeytanların esaretinden, ikincisi ise, dış düşmanlarımızın ve batılıların zilletinden kurtulmanın ve gerçek hürriyete kavuşmanın şartıydı.

Siyaset mücadelemiz, haysiyet ve hürriyet meselemizdir

Kur’ana karşı duyulan saygının gerçek göstergesi, onun emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak ve onun ahlak ve adaletini hakim kılmak için çalışmaktır. Bunları yapma­dan, göstermelik bir hürmet ve tecvitle devamlı Kur`anı okumanın ve dinlemenin, ruhu­muzun manevi müzik zevkini tatminden başka kârı olmayacaktır.

Askerlik yapmadan, vergi vermeden, kanunlara uymadan sadece anayasayı okuyup ezberleyenleri, hiçbir düzen vatandaşlığa bile kabul etmiyor..

Evet, okuduğumuz ayetlerin yazıldığı kitap, Mushaf-ı şeriftir. Mushaf, Kur`an ayetlerinin yazılı bulunduğu sahifeler toplamı demektir. Mushaf’taki ne kağıt, ne matbaa mürekkebi, ne de o yazı şekilleri Kur`an değildir. Kur’an o ayetlerin anlamı, kuralları ve uygulamalarıdır.

Nasıl ki namaz ayetleri namaz değildir. Namaz, evimizde ve camide kıldığımız­dır. Ve nasıl ki oruç ayetleri, oruç değildir. Oruç, Ramazanda ve diğer zamanlarda tut­tuğumuzdur.

Ve nasıl ki zekât ayetleri zekat değildir. Çünkü, zekat servetimizden muhtaç ve müstahak olanlara verdiğimiz ve Allah yolunda harcadığımızdır.

Ve nasıl ki hac ayetleri hac değildir. Çünkü hac, belirli vakitlerde mübarek ma­kam ve mekânlara yaptığımız ziyaretlerdir.

Bunun gibi cihat ayetleri de cihat değildir. Zira cihat, zulüm ve sömürü sistemleri yıkılsın, Hak ve adalet düzeni hakim kılınsın diye, teşkilât disiplini, itaat ve itimat zinciri içerisinde yapılacak hizmet ve gayretlerdir.

Bir kimse, nasıl ki namazla ilgili bütün ayet ve hadisleri ezberleyip okusa ve namazın kıymet ve hikmetlerini devamlı anlatsa, bizzat namaz kılmadığı müddetçe beynamazdır ve günahkârdır.

Aynen öyle de, devamlı cihatla ilgili ayet ve hadisleri ezberleyip konuşan, asha­bın kahramanlıklarını anlatıp duran bir insan, eğer devlet ve hükümet imkânlarının yeniden Hakkın ve halkın hizmetinde kullanılması için çalışmıyorsa, Adil bir Düzenin kurulması ve toplumun huzura kavuşması yolunda gayret ve himmet göstermiyorsa o kimse bey cihattır ve değirmenlerdeki avare kasnak gibi, boşuna dönmektedir. Çünkü sözleri ve iddiaları üretime dönüşmemektedir, despotizmin yerine demokrasinin gelmesine yardım etmemektedir.

Evet, Savaş meydanlarında alt edilemeyen milletimiz, maalesef siyasi manevralarla mahvedilmiştir. Kaybettiklerimize yeniden kavuşmak, milli huzur ve hürriyeti­mizi yeniden kazanmak istiyorsak, siyasete sahip çıkmak mecburiyetindeyiz.

Asırlar boyu tüm haçlı ve siyonist barbarlar, hep birden en güçlü ordularla devletimizi yıkmak, ahlâkımızı bozmak ve birliğimizi dağıtmak için defalarca saldırdılar. Ama savaş meydanlarında başarılı olamadılar, amaçlarına ulaşamadılar. Fakat sonunda, ki­ralık ve münafık mason kafalar, siyasi entrikalarla yönetimi ele geçirmiş, kültür em­peryalizmi ile ülkemizi ve milletimizi perişan etmişlerdir. Evrensel hukuk kurallarını ve temel insan haklarını çiğnemişlerdir. Laikliği la-diniliğe, demokrasiyi despotizme çevirmişlerdir.

Ülkeyi bu kafalardan kurtarmak, ekonominin ve eğitim sisteminin, televizyonun ve basının düzelmesini sağlamak için, bugün siyaset cephesinde yapılan mücadele, atala­rımızın emperyalistlere karşı Çanakkale`de yaptığı cihattan daha önemsiz değildir.

Bugün Saadet’i arzulayan Müslümanların siyaset cephesinde yaptığı, aslında hürriyet ve haysiyet mücadelesidir. Öz yurdumuzda düşürüldüğümüz zillet ve esaretten kurtuluş hareketidir.

Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, devlet ve millet idaresiyle ilgili alacağı bütün kararla­rın, İslâm’a ve insanlığa uygun olup olmadığını, Ebu Suud Efendi gibi yetkili alimlere sormuş, yazılı fetvasını almış ve bu fetvaları toplayıp sakladığı kutunun, kendisiyle beraber kabrine konulmasını vasiyet etmişti.

Şimdi bizim ülkemizde, her beş-on yılda bir anayasalar değişir, kanunlar yenilenir, eğitim sistemleri, yeni ekonomi modelleri geliştirilir… Yeni kurumlar, yeni kurallar getirilir… Acaba bütün bunlar yapılırken, yahu şu milletin 99’u Müslümandır. Bunların bir dini, kitabı, ahlakı vardır. Bu yaptıklarımız Müslüman milletin manevi değerlerine ve maddi beklentilerine uygun mu, değil mi? diye hiç dü­şündüler mi? Bizim inancımıza ve ihtiyacımıza değer verdiler mi? Hayır..

Çünkü kendi özüne saygısı olmayan, kendi dinine ve değerlerine sahip çıkmayan bir toplumdan kimseler korkmaz ve adam yerine koymazlar… Onun için yine diyoruz ki, bizim si­yaset mücadelemiz en azından haysiyet mücadelemizdir. Gayretsiz ve gayesiz kimseler, dünyada izzete, ahirette ise cennete lâyık görülmezler.

Yapılacak genel seçimler, milli iradenin kesin iktidarına açılan ilk kapı durumundadır. Artık sen – ben kavgasını, makam menfaat kaygısını bırakmak zamanıdır. Basit hesaplar, büyük hedeflerin ve yeni fetihlerin önüne konmamalıdır. Ve Erbakan Hoca’nın milli sevdasına ve manevi mirasına sahip çıkılmalıdır.

Siyasi Cihadın Hedef ve Prensipleri

İslam dininde emirler ve yasaklar, helaller ve haramlar, sevaplar ve gü­nahlar bizzat Allah tarafından belirlenir ve bu hükümler Hz. Peygamber tarafından da tarif ve tatbik edilerek fiilen öğretilir. Yani Müslümanın imanî, ahlâkî, ilmî, siyasî, içtimaî ve iktisadî her hali ve hayatı ibadet [kulluk] kavramı ve emir-yasak kuralları içinde şekillenir ve değerlendirilir.

Bu nedenle, İslamda genel ve temel hükümler “taabbudî“dir. Yani onu Allah emrettiği için, O’nun gösterdiği şekilde, O’nun istediği zamanda ve O`nun rızasını kazanmak niyetiyle yapılırsa veya sırf Allah yasakladığı için haramlar­dan sakınılırsa, o iş ibadet hükmüne geçer…

Namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi ibadetlerin farz kılınmasının ve yine faiz, içki, kumar ve zina gibi kötülüklerin yasaklanmasının “illet”i ayrı, “hikmetleri” ise ayrıdır. Bunların yapılmasındaki veya sakınılmasındaki asıl “illet” ve gerçek sebep, Allah’ın emretmesi veya nehyetmesidir.

Elbette bu ilahî emir ve yasakların pek çok hikmetleri ve menfaatleri de vardır. Ancak, sadece bu gibi hikmet ve menfaatleri gözetilerek yapılan, kulluk şuuru ve niyeti taşımayan şeyler, ibadet sayılmazlar ve sahibine sevap da ka­zandırmazlar.

Örneğin bir insanın, “ben spor yapmış olayım, veya toplumda kıymet ka­zanayım” gibi düşüncelerle kılacağı namaz batıldır… Elbette namazın böyle be­denî ve manevi pek çok hikmetleri, ferdî ve toplumsal menfaat ve maslahatları da vardır, ama asıl namaz, Allah emrettiği için kulluk şuuru ve gönül huzuru içinde eda edilirse makbul olur ve diğer hikmetleri de kendiliğinden ortaya çı­kar. Veya “Fazla kilolarımı vereyim, perhiz yapıp sindirim organlarımı dinlendireyim” gibi amaçlarla tutulan oruç ibadet olamaz… Elbette bunlar gibi binlerce hikmeti yanında asıl oruç, Allah rızası için ve ibadet kas­dıyla tutulacaktır.

İbadetlerin sadece Allah emrettiği için yapılması yetmez. O ibadetin Allah’ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekil ve şartlar içinde yapılması da esas­tır.

Mesela birisi kalkıp “sizin kıldığınız bu namaz şekli benim nefsimi terbiye etmiyor, bana çok hafif geliyor… Ben ayaklarıma ip takıp kendimi tavana ters asacağım ve saatlerce Allah aşkına öyle kalacağım” dese, belki o yaptığı daha zor bir iştir, ama bu asla namaz olmaz. Veya kendi kafasından rekât sayısını artırsa ve secde zamanını saatlerce uzatsa, yine bu yaptığı ibadet sayılmaz. Zira namazı, emredilen şekilde kılmak zorundadır. Ve yine birisi çıkıp “bu sene Ramazan kısa kış aylarına rastladı. Ben sıcak ve uzun yaz aylarına erteleyeceğim ve üç günde bir öğün yiyeceğim ki, daha makbul olsun” dese, bu düşüncesi yanlış ve batıldır.

İşte bunlar gibi, cihat dahi Allah’ın emridir. Cihat ise temel insan haklarını ve genel hukuk kurallarını hakim kılmaya yöneliktir. Ve özellikle ülke içerisinde, “davet ve siyaset” metoduyla gerçekleştirilir ve ancak ibadet (Hakka ve halka hizmet) niyetiyle, yani hiçbir dünyevi maksat ve menfaat gözetmeksizin yerine getirilir. Ve cihadın ibadet sayılması ve Allah katında makbul olması da, ancak emredilen şartlara uygun olarak yapılmasını gerektirir. Nasıl ki namazın şartları on ikidir. Herhangi bir mazeret ve mecburiyet olmaksızın, bu şartlardan bazıları terk edilirse kılınan namaz makbul olmaz. Ve yine nasıl ki şartlarına riayet edil­meden oruç tutulamaz. Ve yine nasıl ki belirli günlerde ve belirli makamlar zi­yaret edilmeden Hac yapılamaz… Aynen öyle de, bir hizmet ve hareketin makbul olması için de:

1- Tek bir cemaat düzeni ve teşkilat disiplini içinde,

2- İş bilir ve güvenilir bir liderin ve genel merkezin sevk ve idaresinde,

3- Her inanmış ferdin kendi özel görevini, birliğini, nöbet ve hiz­met mahallini bilip vazifesini en iyi şekilde yerine getirmesi şartları gerekmek­tedir.

Bu şartları taşımayan düşünce ve davranışlar, “Allah yolunda hizmet” sayılamaz, başarıya da ulaşamazlar.

İslam’da ferdî ve fevrî hareketlere izin ve ihtiyaç yoktur. Bizden istenen kuru kahramanlıklar, yersiz ve yararsız maceralar değil, disiplin ve düzen içerisinde yapılan çalışmalardır.

Hangi hizmet ve hareketin sonunda, devlet ve hü­kümet imkânlarının Hakk’ın emrinde ve halkın hizmetinde kullanılması imkânı ve iktidarı hasıl oluyorsa işte o hizmet hayırlıdır.

Bir fikir ve faaliyet, eğer inanan insanları manevî ve siyasî bir sinir sistemi ve teşkilat disiplini altında, organize bir güç haline getirebiliyorsa, işte o hizmet yararlıdır.

Bir teşkilat ki, kurulacak yeni bir dünyanın ilmi, ahlaki, ekonomik ve si­yasi Adil Düzen programlarını, evrensel yasalara uygun olarak hazırlıyor ve siyonizmin zulüm ve sömürü sistemini yıkacak, natif plan ve projeler ortaya koyabiliyorsa onun yaptıklarına insanlığın ihtiyacı vardır.

Bir hareket ki, yeryüzündeki bütün ilmi ve insani hareketlerle irtibat, isti­şare ve ittifak halinde değildir.

Siyonizm’in ve emperyalist güçlerin, İslam ve insanlık aleyhine hazırladık­ları ve uyguladıkları senaryolardan habersizdir…

İnsanlığın pek muhtaç bulunduğu ilmi ve İslami araştırma ve hazırlıklarda yetersiz, beceriksiz ve bilgisizdir.

Basının, televizyonun, eğitim sisteminin, zulüm ekonomisinin, kanun­ların ve anayasanın değişmesini ve düzelmesini sağlayacak, en haklı ve hayırlı hizmetlere ve davetlere ilgisizdir,

Birileri ki cemaatten bağımsızdır, itaatsizdir,

Dertsizdir, disiplinsizdir, davasızdır.

İşte bunların yaptığı cihat değil, sadece edebiyattır..

“Niçin yapmadıklarınızı ve yapamayacaklarınızı konuşup durursunuz” ayeti bunların başına inen manevi bir tokattır.

Ayrıca, görünüşte hayırlı bir cemaatin ve haklı bir siyasi teşkilatın içinde ve hatta yetkili bir görevde bulunup da, davasını ciddiye al­mayan, yapılan gayretlerin hizmet ve ibadet olduğuna inanmayan, bir kısım dünyalık heves ve hesaplarla öyle davranan kimselerin de, Allah ka­tında bir sevabı ve şerefi yoktur…

Bizlerin, şuurlu olarak ve şartlarına uyarak yapa geldiğimiz bu siyasi çalışmalarımızdaki asıl gayemiz ve gayretimiz de Allah rızasına ve insanların duasına ulaşmaktır.

Ülkemizde ve yeryüzünde İslam’ca ve insanca yaşayabileceğimiz Adil Bir Düzenin kurulması, nefsimizin, neslimizin ve cemiyetimizin kurtulması, televiz­yonun, basının, mektebin ve meclisin hakkın emrine sokulması, temel insan haklarımızın ve hürriyetlerimizin korunması gibi şeyler elbette samimi arzuları­mızdır, amaçlarımızdır. Ancak hizmetlerimizin asıl hedefi, sorumluluk düşüncesi ve sonsuzluk saadeti olmalıdır.

Bu sayılan mutlu neticelerin doğması gecikse bile biz bu gayretimizden asla geri kalmayacağız. Zira netice Allah’a aittir, biz kendi görevimizi yapıp Allah`ın işine karışmayacağız. Ve özellikle, sadece dış düşmanlara karşı yapılacak silahlı cihatla siyasi cihadı asla birbirine karıştırmayacağız ve anarşiye bulaşmayacağız.

Nasıl ki zafer gecikiyor diye namazı, orucu, zekâtı ve diğer kulluk görevle­rimizi terk edemeyiz… Cihat da bir kulluk vazifemizdir, imtihanımızdır… Asla bıra­kamayız ve kaçamayız…

Bütün ibadetlerimizde olduğu gibi hizmetlerimize de, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyacı yoktur… Hizmetlerimizin dünyevi ve uhrevi bütün kârı ve sevabı yine bizedir. Yani bu gayretlere haşa Allah’ın değil bizim ihtiyacımız vardır.

 

“Kim cihad ederse o ancak kendi nefsinin faydası için cihad eder. Allah alemlerden müstağnidir (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir.)[16]

“İnsana kendi çalışıp (kazandığından) başka bir şey yoktur. Ve sa’yu gay­retinin karşılığı yakında görülecektir. Sonra da mükâfatı tastamam verilecektir. Ve nihayet, sonunda mutlaka Rabbin (huzurun)a gidilecektir.”[17] Ayetleri üzerinde iyice düşünmek ve ona göre kendimiz değerlendirmek duru­mundayız. Zira yakında Rabbimize varacağız ve yaptıklarımızdan da yapmadık­larımızdan da mutlaka sorulacağız.

Bu konuyu bir dörtlükle noktalayalım:

“Bal bal demekle ağız tatlanmaz

Bir bal yemek için bin emek lazım.

Cihat diye tepinmekle zafer bulunmaz

Saadet yollarında didinmek lazım”

Millî Görüş “mihenk taşı” gibidir

27 Mart 1994 Yerel Seçimleri’nden Refah’ın zaferle çıkması ve Türkiye çapında yüzde otuza yakın oy alması ve onun arkasından 95 Genel Seçimleri’nden sonra hükümet kurması ve şimdi Saadet’in tek ve son çare konumuna ulaşması, öteden beri bildiğimiz ve söyledi­ğimiz bazı gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.

1- Önce RP’nin dışındaki partilerin hem zihniyet, hem de niyet olarak aynı fikir ve felsefeleri paylaştıkları, aynı batıl görüşün değişik görüntü­leri oldukları kesinlikle anlaşılmıştı. Refah’a karşı birlik çağrıları başlatılmıştı.. Refah’tan kurtulma kampanyaları açılmıştı. Sağcılardan solculara, muhafazakârlardan masonlara bu kokuşmuş düzenin düzenbazlarını, artık gizleyemedikleri bir telaş kaplamıştı.. Aslanı görünce, boğazından ve oturağından acayip sesler çıkararak ka­çışan mahluklar misali.. Şimdi de Saadet’i yıpratma ve yozlaştırma girişimleri hızlanmıştı.

Ahlâkî yozlaşma, işsizlik, fakirlik, pahalılık, enflasyon, anarşi, iç savaş, dış tehditler.. Hepsi unutuldu… Hiçbiri bunların derdi değil… Yazarı, çizeri, parti li­deri… Soytarısı (pardon güldürü ustaları), sosyetesi, sanayicisi… Faizcisi, fuhuşçusu, vurguncusu… Hepsinin artık devamlı konuştuğu ve tabi korktuğu Milli Görüş Davasıydı.

2- “Demokrasiye bağlılık”, “Halk iradesine saygınlık” gibi sözlerin sadece lafta kaldığı ve istismar için kullanıldığı bir kere daha yaşanmıştı… Hatta Refah’ın iktidarını, yani milletin kendi kaderine sahip çıkmasını önlemek için “demokratik hileler” yetmezse, “askeri darbeler” davet edilmeye başlanmıştı. Dış güçlerin ve işbirlikçi kesimlerin hücumu karşısında Erbakan yalnız bırakılmıştı.

Bunlara göre, laiklik; İslam düşmanlığı ve dinsizlik saltanatıydı. Kadın hürri­yeti; fuhşun yaygınlaşması, İnsan hakları ise, sadece masonların ve mutlu azınlığın çı­karlarıydı.

Batı kulüpçü partiler, tüm devlet ve hükümet imkânlarını, hatta bakan­larını ve bürokratlarını devreye sokmalarına, televizyon ve basını arkalarına almalarına rağmen; Türkiye’de her yüz kişiden 25’i, bunca yoğun propaganda baskısına ve maddi menfaat dağıtılmasına rağmen yine de Refah’ı tercih etmiş­se, demek ki daha dengeli ve demokratik bir seçim yapılsa, bunların en az yüzde 50’si Milli Görüş’e oy verecek şuur ve sorumluluğa ulaşmıştı.

Ama bazı alçaklara göre, sanki Refah`ı seçenler insan sayılmazdı.. Onlara göre insan sayılmak için mutlaka masonik partilere tabi ve taraf olmak lazımdı… “Müslümanlara, yani bu milletin büyük çoğunluğuna hürriyet verilirse bunlar aydınlık günleri geri getirir…” diye tepinip korkarlardı… Çünkü mikroplar ve parazitler, hep karanlık ve bataklık ortamdan hoşlanırlardı..

3- Gösterilen bunca telaş ve tedirginlik, artık milletimizin uyandığını, ger­çekleri görmeye başladığının ve giderek Milli Görüşü kavradığının kanıtıydı. Yarasalar hoşlanmasa da, güneş doğacak, zalimler istemese de Hak ve adalet yerini bulacaktır.

Masonik partilerin ve kiralık kalemlerin, ne denli ikiyüzlü ve çifte standartlı oldukları da ortaya çıkmıştır. Bakınız; bu seçim sistemiyle ANA-YOL iktidar olur selam dururlar, alkış tutar­lar. ANA-SOL ortaklığı kurulur, demokrasinin zaferi sayarlar… Hatta gün gelir, AB ve ABD güdümündeki AKP’de radikal masonlarla ılımlı İslamcıları karıştırırlar

Aynı sistem ve aynı seçimle Milli Görüş’ün iktidarı söz konusu olur… Şaşkınlaşırlar, şapşallaşırlar, saldırganlaşırlar Saadet’i devre dışı bırakacak se­çim ve hükümet hileleri araştırırlar… Sağcı Bahçeli ile solcu Ecevit`i bile kucaklaştırırlar

4- Hak ile batılın böylesine açık ve kesin hatlarla ayrılmasına rağmen, hala masonların tarafını çeken ve Refah`ın zaferini bir türlü hazmedemeyen şu bir kısım “dindar” çevrelerin ve sözde “İslamcı Gazetelerin” ne kadar art niyetli ve “kindar” oldukları da maalesef ortaya çıkmıştır. Ya Rab şu Milli Görüş ne müthiş bir mihenk taşıdır..

5- Bütün bu olaylar Erbakan Hocamız’ın ne denli basiretli ve ferasetli olduğunu, masonik partiler hakkındaki tespit ve tenkitlerinde ne kadar isabetli bu­lunduğunu… Siyonizmin zulüm sistemini ve ülkemizdeki köle düzenini tanıtmak ve yıkmak, onun yerine adalet ve hürriyeti hakim kılmak için, ne derece tutarlı bir yol tuttuğunu ve ne kadar güzel ve gerekli bir siyaset güttüğünü göstermesi bakımından da önemli ve anlamlıdır.

 

AKP Kıbrıs’ta yerli ve yeterli bir kalkınma hamlesi başlatamıyordu; Çünkü ABD ve AB buna müsaade etmiyordu.

Kıbrıs halkını beslemekte de artık zorlanıyordu; Çünkü faiz ve rantiye ekonomisi yüzünden artık kendisi de tıkanıyor ve tükeniyordu.

Bu nedenle faizsiz sisteme ve milli kalkınma projelerine ihtiyaç vardı, yani bir Erbakan gerekiyordu

Şimdi, C. Ali Tayyar’ın dediği gibi:

Haydi gelin, bi eşeklik yapalım

“Dünyanın en ileri görüşlü hayvanlarından birinin eşekler olduğunu kaçımız bilirdi. Oysa gerçekten keskin bir göze ve sağlam bir sezgiye sahiplerdi.

Bir eşek yolda giderken 200 metre ilerde, bir çalının dibine kıvrılmış engerek yılanını rahatlıkla görebilirdi. Yolun ilerisinde kendilerini bekleyen tehyi fark eder ve bir adım daha ileri gitmezdi. Ama akıllı geçinen sahibi durmadan onu döverdi.

Maalesef eşeği yürütmek için kırbaçlayan adam değil, tehyi sezdiği için direnen eşek inatçı gösterilirdi.

Üstelik eşek, basacağı zemini, gideceği yolu iyi bilirdi. Anadolu`da birçok köy yolunun güzergâhını eşekler belirlemiştir. Eşeğin Allah vergisi bir yetenekle sahip olduğu bu özellik insanoğlu tarafından binlerce mühendis ve milyarlarca dolarlık ar-ge çalışmalarından sonra ancak bulunabilmiştir.

Hatta bu konuda yaşanmış ilginç bir hikâyeden bahsedilir.

Geçmiş zamanda, Amerikalı mühendisler Anadolu`da bir karayolu çalışması yürütmektedir. Ancak aynı bölgede önlerinde eşek, ellerinde kireç bir grup köylü görürler. Köylüler eşeği tepeye doğru kovalamakta sonrada arkasından geçtiği yerleri kireçle işaretlemektedir. Bu tuhaf durumu gören Amerikalı mühendisler merakla köylülerin yanına gelir:

– “Kolay gelsin, ne yapıyorsunuz burada böyle?”

– “Yol yapıyoruz”

– “İyi de bu eşek ne işe yarıyor?”

Köyün muhtarı anlatmış: “beyim” demiş.

“Biz en uygun yolu eşekle buluruz. Eşeği dağa salar o nereden gidiyorsa orayı patika yol haline getiririz. Çünkü bilin mi eşekler en kestirmeden, en münasip eğimden ve en sağlam yerden giderler.”

Bu tuhaf yöntemi duyunca Amerikalı mühendisler basmış kahkahayı. Bir yandan gülüyor, bir yandan köylüyü küçümsüyorlar. Sonunda Amerikalılardan biri, aklınca dalga geçmek için sormuş:

– “Peki, eşek bulamayınca ne yapacaksınız?”

“Ne yapalım beyim” demiş muhtar:

“- O zaman bizde Amerika`dan mühendis getirtiriz”

Bu ülkede Milleti sömürenler, sömürdükçe semirenler kahraman ilan edilmiştir.

Millete gerçekten hizmet edenlerse küçümsenmiş, hatta bazıları hakarete yönelmiştir.

Bilgileri, sezgileri, basiretleri, tecrübeleri ile bizi uyarmışlar; “gittiğiniz bu yol yol değil. Bu yolun sonu hayra alamet değil, ileride çıngıraklı yılanlar var” diye haykırmışlardır.  Haykırdıkça tanklara maruz kalmışlar, dipçikle susturulmaya çalışılmışlardır. Ve hatta hapishanelere atılmışlardır.

Ama onlar yine de ülkeye ve millete zarar verecek davranışlara girmemiş, Millete hizmet sevdasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Gün gelmiş kan kusmuşlar ama kızılcık şerbeti içtik demişlerdir.

Bütün dışlanmalara, bütün alaylara, bütün baskılara, bütün yasaklara rağmen doğruyu göstermek, yolun sonundaki tehleri haber vermek için çırpınıp durmuşlardır.

Hala da çırpınıyorlar. Onların sokaklarda heykelleri yok, lakin siz onların kim olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Bu yüzden hadi gelin, bu sefer biz bi eşeklik yapalım. Yalancı kahramanlara, sahte kurtarıcılara kanmak yerine gerçekten bu milletin ufkunu açanların yanında duralım.”[18]

Milli projelere, yerli partilere, yeterli ve yürekli şahsiyetlere artık sahip çıkalım

 

 

 

 


[1] Bakara: 195

[2] Nisa: 102

[3] Enfal: 60

[4] Nahl: 81

[5] Enbiya: 81

[6] Rahman:33

[7] Adiyat: 1-5

[8] Enfal: 60

[9] Araf: 145

[10] Meryem: 12

[11] Hutbe-i Şamiye sh. 30 ve 78 Sinan Matbaası 1960 İst.

[12] Hud: 52

[13] Kehf: 95

[14] Neml: 33

[15] Rum-9 / Fussilet-15

[16] Ankebut: 6

[17] Necm: 39- 42

[18] Milli Gazete

Ufuk EFE

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi