Anasayfa » GDO’LU GIDALAR VE TAHRİBATI!

GDO’LU GIDALAR VE TAHRİBATI!

Yazar: yonetici
0 Yorum 14k Görüntüleyen

GDO’LU GIDALAR VE TAHRİBATI!

Türkiye’nin GDO
gerçeği

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, Gıda Tarım
ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından Biyogüvenlik Kanununa dayanılarak 13
Ağustos 2010’da çıkartılan yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ülkeye girişine izin
verildiğini iddia ederek, ”Türkiye GDO’lu ürün ithalat merkezine
dönüşüyor, aynı ürünleri üretecek üretici ve sanayici cezalandırılıyor”
 diye
uyarıyordu. Günaydın, düzenlediği basın toplantısında Biyogüvenlik Kanunu’na
dayanılarak 13 Ağustos’ta çıkartılan GDO’lu ürünler yönetmeliği ve Türkiye’deki
buğday üretimini değerlendiriyordu.

GDO’lu ürünlere ilişkin ilk yönetmeliğin Ekim 2009 yılında çıkarıldığını ve
6 ay içinde 3 kez değişikliğe uğradığını hatırlatan Günaydın, “yönetmeliklerle
GDO ürünlerin bilimsel komite aracılığıyla denetlenmesinin
düzenlendiğini”hatırlatı

yordu.

Günaydın, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi kararlarının Avrupa yurttaşları ve
bilim insanları tarafından sorgulandığını vurguluyordu. GDO’ya Hayır
Platformu olarak bilimsel komite kararlarının iptali için yasal girişim
başlatacaklarını açıklayan Günaydın: ”Türkiye GDO’lu ürün ithalat
merkezine dönüşüyor. Türkiye’de aynı ürünleri üretecek üretici ve sanayici
cezalandırılıyor. Lobilerin komiteleri varsa, halkın mühendisleri, avukatları,
bilim ve meslek insanları var”
 diyerek halkı bilinçli ve dirençli
olmaya çağırıyordu. Ve ardından, AKP iktidarının ve masonların tertip ve
teşvikiyle bu gerçekleri konuşup yazanlara çeşitli cezalar yağdırılıyor ve
susturulmaya çalışılıyordu.

AKP’nin Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı kimin hizmetçisiydi?

Kaçak “Kanola tohumu” skandalı!

Güvenli gıda ve tohum konusunda büyük bir skandal daha yaşanmıştı. Gıda
Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Türkiye’de ekilen tohumların tamamen
kontrolleri altında olduğunu belirtmesine rağmen Tekirdağ ve çevresinde 50-60
ton kaçak Kanola tohumunun Türkiye’ye getirilerek ekildiği ortaya çıkmıştı.
Kaçak Kanola tohumlarından dolayı Tekirdağlı çiftçiler 4 milyon lira
dolandırılırken, bu durum güvenli gıda ve tohum konusunu yeniden gündeme
taşımıştı.

6 bin torba olduğu söylenen kaçak tohumlar bu kadar rahat bir şekilde
Türkiye’ye getirilerek, çiftçiye satılabiliyorsa bu durum yasak olmasına rağmen
GDO’lu tohumların da Türkiye’ye girebileceği kaygılarını uyandırmıştı.

GDO’lu pirinç skandalını aratmayacak yeni bir skandal ortaya çıkmıştı.
Türkiye’ye nereden geldiği belli olmayan binlerce torba sahte Kanola tohumları
Tekirdağlı çiftçiyi perişan ederken, bu durum Türkiye’nin güvenli gıda ve tohum
konusunu yeniden tartışmaya açmıştı. Tekirdağ, bu skandalla çalkalanırken, Gıda
Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sessizliğe bürünmüş durumdaydı. Sahte Kanola
tohumları ABD’nin GDO’lu küresel tohum markası olan Pioneer paketleri ile
satılmaktaydı. Türkiye’nin önde gelen tarım merkezlerinden olan Tekirdağ ve
Trakya bölgesi sahte Kanola tohum skandalı ile çalkalanmıştı. Tekirdağ ve
çevresinde yaklaşık 150 bin dekarlık tarım arazisine ekildiği tahmin edilen
Kanola tohumlarının sahte olduğu saptanmıştı. Böylesine önemli bir skandalın
ortaya çıkmasına rağmen Pioneer’in konuyla ilgili her hangi bir açıklama
yapmaması da kafa karıştırıcıydı.[1]

GDO’nun canlılar üzerindeki etkileri

GDO’lu ürünlerin insanlarda alerjilere yol açtığı ve hayvan deneylerinden
çok olumsuz sonuçlar çıktığı biliniyordu. “İskoçya’daki bir enstitüde GDO’lu
patatesle beslenen farelerin tümünün iç organlarında küçülme, bağışıklık
sistemlerinde çökme, kan yapılarında çözülme görülüyordu. Rusya Bilim
Akademisinde fare yavrularının yüzde 55,6’sı doğduktan sonra üç hafta içinde
ölüyordu.

Avusturya Tarım ve Sağlık Bakanlığı’nın finansmanı ile Viyana
Üniversitesinin yaptığı bir çalışmada ise GDO gıdalarla beslenen farelerin 34
nesil sonra büyük ölçüde üreme yeteneklerini kaybettikleri belirleniyordu.
İngiltere’de 2007 yılında GDO kolzadan yabani akrabası olan yabani hardala gen
geçişi ispatlanıyor, yani GDO yerli gen kaynaklarını zamanla ortadan
kaldırıyordu. GDO’daki tehlike sadece insanı değil çevreyi de etkiliyor, bir
felakete yol açabiliyor, yaygın olarak GDO uygulaması olan pamuk, mısır, soya
ve kolzada olumsuz sonuçlar doğuruyordu.

Son dönemlerde GDO yandaşları hiç gerçekleşmemiş bazı olayları ileri
sürerek GDO’ya prestij kazandırmak isteniyordu. Bunlardan biri, A vitamini
içermesi nedeniyle dünyanın kurtarıcısı gibi gösterilmek istenilen altın pirinç
oluyordu. Hâlbuki piyasaya henüz sürülemiyordu, çünkü gen alınan bir nergis
türünden zehir taşıyordu.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nda yaklaşık 115 bin kişi çalışıyor.
177 tane üniversitemiz, 27 tane ziraat fakültemiz, 47 tane tarım araştırma
enstitümüz, 20 bin işsiz ziraat mühendisimiz bulunuyordu. Buna rağmen
Türkiye’nin tohumda tamamen dışa bağımlı olması kafa karıştırıyordu. Ve bu
tohumların patronu ise İsrail çıkıyordu. Domuz geni yerleştirilmiş domates,
AIDS mikrobu bulaştırılmış kavun haberleri gerçekleri sulandırma ve dikkatleri
dağıtma amaçlı yapılıyordu.

İsrail’den bir defa tohum almakla iş bitmiyor, bir gram tohumun fiyatı her
yıl artıyordu. Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de
yerli tohuma dönülemiyordu. Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor,
artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorunda kalınıyor, 50-70 yıl sonra ise
toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale
geliyordu. Türkiye’nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde
yetiştirilen ürünlerde artık yerli patates ekimine izin verilmiyordu. Yani
İsrail tohumu tek başına satmıyor, tohum alana hastalığı da bedava
bulaştırıyordu.

Siyonizm’in tohum ve gıda emperyalizmi

ABD Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Henry Kissinger 1970’li yıllarda
“Petrolün kontrolü ile bütün ülkeleri ve kıtaları, gıdanın kontrolüyle de bütün
insanları kendi denetim ve yönetimimize alabiliriz” diyordu. “Dünyanın
Tohumları, Kişisel mi Yoksa Umumi Bir Kaynak mı?”
 adlı kitabın
yazarı Pat Roy Mooney de “Eğer tohumları kontrol ederseniz, bütün
besin sistemini kontrol edebilirsiniz: hangi ürünlerin yetiştirileceğini, hangi
girdilerin kullanılacağını ve ürünlerin nerede satılacağını siz belirlersiniz!” 
itirafında
bulunuyordu.

Açlığa çözüm olacağı ve daha çok ürün alınacağı gerekçesi ile ABD ve
AB’deki tarım tekellerinin çıkarları doğrultusunda uygulanmakta olan modern
tarım yöntemleri ile açlığa çözüm bulunamadığı gibi, tam tersine özellikle
Afrika ve Asya’daki geri bıraktırılmış ülkelerde tarımsal üretim azalıyor,
açlık ve yoksulluk da artıyordu.

Bu uygulama ile tarım ilacı ve tarım ilacına bağışıklık kazanan zararlı
böcek sayısında artış gözleniyor, gıda, su, enerji ve temiz hava sağlayan doğal
kaynakların %60′ı ciddi olarak tahrip ediliyordu. ABD ve AB kökenli emperyalist
tarım şirketleri bu kez geri bıraktırılmış ve gelişmekte olan ülkeler için çok
daha tehlikeli sonuçlar yaratacak şekilde “bitki yaşamının
patentlenmesi ve tarımda gen teknolojisini uygulama yöntemini” 
devreye
sokuyordu. 3 Mart 1998′de ABD Patent ve Telif Hakları Ofisi, şirketler ve
çiftçiler için geniş uygulama alanı sağlayacak yeni bir genetik mühendisliği
tekniğini patentleştiriyordu. Delta & Pine Land Şirketine ve ABD Tarım
Bakanlığı’na verilen patent, çiftçilerin hem doğal hem de GD kaynaklardan elde
ettikleri tohumları saklamalarını engellemeyi amaçlıyordu. Tohumlar
değiştirilerek istenilen amaca ulaşıldığında tohumlar sadece bir kez
üreyebilecek, ikinci nesiller kısır olacak, dolayısıyla tekrar ekildiklerinde
ürün vermeyecek şekilde hazırlanıyordu. Bu yüzden üreticiler tohumları ertesi
yıla saklayamıyor ve her sene yeni tohum almak zorunda bırakılıyordu. Bu durum,
dünyadaki üreticilerin yaklaşık dörtte üçünü (en yoksullar da dahil)
etkiliyordu.

Arjantin genetik yapısı değiştirilmiş
soyaya mahkûm edilmişti!

Arjantin’de 1989’da devlet başkanı olan ABD destekli Carlos Menem’in
ekonomik programı Rockefeller ailesi tarafından ABD’de yazılıyor ve böylece
korumacı piyasanın yerini ithalat rejimi alıyordu. Arjantin’in borçlarını
kapatması için tek çare ise GD soya fasulyesi yetiştirmek kalıyordu. 1991’de
569 tarla GD mısır, ayçiçeği, pamuk, buğday ve özellikle soya ekimine
ayrılıyordu. 1996’da Monsanto Arjantin’de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi
tohumlarının dağıtım lisansını alıyor ve her şey böyle başlıyordu.

GD soya daha az insan gücü gerektiriyor ve çoğu çiftçi topraklarını terk
etmek zorunda kalıyordu. 2004’e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya
ekiliyordu. Arjantin’in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir
sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü. Arjantinli
bilim adamı Walter Pengue “Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey
yetiştiremeyeceğiz” diyordu. Tohum saklama geleneği sona erdirilen çiftçiler,
her yıl Monsanto’dan yeni tohum alırken satıştan da kar payı ya da vergi
ödüyordu.

Meksika’nın mısır ithal edilmeyen Oaxaca Eyaleti’nde 150 çeşit mısır
tamamen organik yetişiyordu. Fakat güçlü komşularının “serbest”
ticaret anlaşmalarına direnemeyen Meksika, ABD’den mısır ithal etmeye başlıyor.
1994–2002 arasında Meksika mısırının fiyatı yüzde 44 düşüyor; küçük çiftçiler
de topraklarını terk ediyordu.

Hint tarımı, Dünya Bankası ve IMF reçeteleriyle DTÖ’nün çarkına sokuluyor
ve Hindistan’ın tohum sektörü Dünya Bankası’nın yapısal reformlarıyla dev
şirketlere açılıyordu. Artık çiftçilerin hangi ürünleri yetiştireceğine onlar
karar veriyordu. Ülkenin GDO’lu pamuk yetiştirilen bölgelerinde, ipoteğini
ödeyemeyen ve toprağını kaybedenlerin intiharları salgın boyutuna ulaşıyordu.
1997-2007 arasında intihar eden çiftçilerin sayısı İçişleri Bakanlığı
verilerine göre 182 bin 936’ya ulaşıyordu. 2008 rakamları 16 bin olarak tahmin
ediliyor, 2009’da ise hayatına son veren çiftçi sayısı 2000’i geçiyordu.

Sultan Abdülhamid’in tohum ve tarım tedbirleri:

Sultan Abdülhamid Han döneminde tarıma çok önem veriliyordu. Devrin tarım
mütehassısları, üretilen buğdaylardan, hasadın kırıma uğradığını tespit
ediyordu. Ekilen buğdaylar hastalanıyor, bilinmeyen bir hastalık araştırılıyor
ve tohum ekimi döneminde, Anadolu’nun sağlıklı öz buğday tohumlarının içersine,
yurt dışından bazı gizli servisler aracılığı ile bozuk ve hastalıklı buğdaylar
karıştırıldığı saptanıyordu. Sadece bununla da kalınmıyor, ekimi fesada
uğratacak haşeratın da sokulduğu anlaşılıyor, yurt dışından getirilen zararlı
böceklerin, Anadolu’nun sağlıklı buğdayını kırdığı ortaya çıkıyordu.

Sultan Abdülhamid Han bir heyet kurdurup yurt dışına araştırma için
gönderiyordu. Yapılan araştırmalar neticesinde işin perde arkası öğreniliyordu.
Maksat Anadolu’da tarımı bitirmek ve bozmaktır. Buğdayların tohum vermemesi
sağlandığında, akabinde dışarıdan tohum getirilmesinin önü açılacaktır.
Getirilen bu tohumlara büyük bedeller ödenmesi bir yana, getirilecek olan
tohumlar ise hastalıklı tohumlar olacaktır. Diğer yandan tohumsuz kalmak demek
açlık tehlikesine kapı aralamaktır.  Abdülhamid Han’ın talimatıyla çok
detaylı kitaplar hazırlanmış, tarımla ve tohumculukla uğraşanlar uyarılmıştır.
Bugün elimizde o dönemde bastırılıp dağıtılan kitaplar ve yayınlar vardır.

Alman asıllı ABD’li gazetecinin ürkütücü tespitleri:

“Kıyamet Tohumları” olarak bilinen, Norveç’in kuzeyindeki bir adaya kurulan
“Svalbard Küresel Tohum Deposu” insanlığın sonunu hazırlıyordu.

“Svalbard dünyayı ele geçirme planının bir parçasıdır”

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım
sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler
bildiklerini iddia ediyordu. Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını
hangi kıyamet bekliyordu? Esas olarak ari-üstün ırk yaratmak mı, yoksa
istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı amaçlanıyordu?

2008 yılının Mart ayında, Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen adasında
“Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruluyordu. Donmuş bir
dağın 130 metre altına inşa edilen ambarda şu anda dünyanın dört bir yanından
yaklaşık 3 milyon farklı tohum özel ambalajlarda saklanıyordu. Kuzey Kutbu’na
1100 kilometre uzaklıkta olan buzdağı ambarında bazı dayanıklı tohumlar 1000
yıl kadar bozulmadan kalabiliyordu. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve
depreme dayanıklı olan bu tohum deposuna ‘kıyamet tohum deposu’ da deniyordu.
Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın
amacı; gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya
iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını
sağlamak gösteriliyordu.

Buraya kadar her şey gayet iyi niyetli görünüyordu. Ancak Alman asıllı
Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet
verici iddialar ortaya atıyordu. Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO
(Genetiği Değiştirilmiş Organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler
bildiklerini düşünüyordu. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında
‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığını iddia
eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri
hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyordu. İlk baskısı 2007’de
yapılan, Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen “Ölüm Tohumları/ Kalıtımın
Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar’
 adlı kitabın da yazarı
olan Engdahl ‘kıyamet muhafızları’ dediği finansörlerin
kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki
hedefleri hakkında ilginç bilgiler veriyordu.

Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat
Çeşitliliği Örgütü) adlı Siyonist bir oluşum aracılığıyla işletildiğini
belirtiyordu. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları
bulunuyordu. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret
Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek New York merkezli Nüfus Konseyi’nin de
(Population Council) başkanı oluyordu. Bu konseyin John D. Rockefeller’ın nüfus
popülasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında
gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir kuruluş olduğu
biliniyordu. GCDT üyeleri arasında Hollywood DreamWorks Animation’a başkanlık
eden Lewis Coleman da vardı. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri
endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı.
Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek
kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki
çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates
oluyordu. Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi
ABD’li DuPont/Pioneer Hi-Bred! yine bir ABD’li GDO devi Monsanto! İsviçre
menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon
dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini
başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını
yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller!
ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları
aktarılıyordu. Yani özetle, GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş
Organizma) tohumlar az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan
orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm
orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya
saklıyordu. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne
gibi bir felaket hazırlanıyordu ki, Svalbard’a muhtaç hale getiriliyordu?

Evet, planlı bir felakete zemin hazırlanıyordu. Bunu anlamak için yalnızca
2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak gerekiyordu. Irak
medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yer olarak
biliniyordu. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu
çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan
bombardımanından sonra bu tohum mahzeni tarihe karışıyordu. Artık kimse o
tohumların nerede olduğunu bilmiyordu. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri NATO
destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki
diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok
etmek çok kolay olacaktı! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi
GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabiliyordu. Yani tüm tohum
çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel
oluşturabilmek amacıyla yok ediliyordu.

Microsoft’un kurucusu Bill Gates Yahudisi daha 14 yaşındayken programcılık
yapmaya başlıyor, 20 yaşında henüz Harvard’ta öğrenciyken Microsoft’u
kuruyordu. 1995’te, durmak bilmez hırsıyla kişisel bilgisayarlar alanında fiili
tekel yaratan bir şirket olan Microsoft’un en büyük ortağı haline gelerek
Forbes tarafından dünyanın en zengin adamı ilan ediliyordu.

Bill Gates, 2006’da bu durumdaki birçok insanın hayal edeceği gibi sakin
bir Pasifik adası emekliliğini düşlemek yerine tüm enerjisini Bill&Melinda
Gates Vakfı’na aktarmaya karar veriyordu. Bu, 34,6 milyar dolarlık kuruluş
varlığına sahip olan ve vergiden muaf hayırsever statüsünü korumak için dünyada
Siyonist Yahudilerin güdümündeki sözde yardım projelerine yılda 1,5 milyar
dolarlık harcama yapması yasal olarak zorunlu olan dünyanın en büyük “şeffaf”
özel vakfı sayılıyordu. 2006’da dostu ve iş ortağı mega-yatırımcı Warren
Buffet’ın hediyesi olarak gelen, Buffet’ın Berkshire Hathaway şirketinin
30 milyar dolarlık hissesi ise, Gates vakfını, Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık
Örgütü’nün yıllık bütçesinin tamamı kadar harcama yapabilecek bir düzeye
yerleştiriyordu.

O halde Bill Gates zar zor kazanılmış olan 30 milyon dolarlık gelirini
Gates Vakfı aracılığıyla bir projeye yatırmaya karar vermişse, dönüp bu kararın
perde arkasına bakmak gerekiyordu. Şu anda hiçbir proje dünyanın en uzak
köşelerinden birisi olan Svalbard’daki merak uyandırıcı bir proje kadar dikkat
çekmiyordu. Bill Gates milyonlarını neden Kuzey Kutbu’nun 1,100 kilometre
uzağındaki Arktik Okyanusu yakınlarındaki Barents Denizi’ndeki bir tohum
bankasına yatırıyordu? Svalbard, Norveç’in kendisine bağlı olduğunu iddia
ettiği ve 1925’te uluslararası anlaşmalarla terk ettiği çıplak bir kaya parçası
oluyordu. Bill Gates tanrının insafına bırakılmış olan bu adada Rockefeller
Vakfı, Monsanto Şirketi, Syngenta Vakfı, Norveç hükümeti ve diğerleriyle
birlikte, “kıyamet günü tohum bankası” olarak adlandırılan bir
projeye on milyonlarca dolar yatırılıyordu. Norveç’in Svalbard adalar grubunun
bir parçası olan Spitsbergen adası üzerindeki Proje, resmi olarak, Svalbard
Küresel Tohum Deposu olarak biliniyordu.

AKP’nin derin gafleti!

İşte bu çok kritik bir dönemde ve AKP iktidarı sayesinde genetik yapısı
değiştirilmiş gıdaların ülkemize girişi, satışı hatta tarımı serbest bırakılmak
isteniyordu. Meclis’e sunulan GDO yasası herhangi bir yasaya benzemiyordu.
Doğurganlığımızı, torunlarımızı, sağlığımızı ve hatta tümüyle gelecek
hayatımızı ilgilendiriyordu. Genetik yapısı değiştirilmiş yiyeceklerle ilgili
“derin gerçekleri” gündeme getiren Kemal Özer, Gıda Güvenliği Hareketi Derneği
Başkanı ve Hayy Kitap’tan yayınlanan Deccal Tabakta: Siyasi, Dini ve Vicdani
Açıdan GDO kitabının yazarı oluyordu.

Evet, GDO canlı organizmaların yapısını geliştirme adı altında tahrif ve
tahrip etme teknolojisi oluyordu. “Klonlama, hibrit tohum, GDO, kalıtım
mühendisliği, genetik mühendisliği” gibi terimler aslında birbirini tamamlayan
kavramlar veya teknolojiler sayılıyordu. Canlıların yaşamı için en
vazgeçilmezlerin başında yer alan tohumun insanlığın ortak
mülkiyetinden çıkarılıp küresel birkaç merkezin, hatta Rothschild ve
Rockefeller gibi iki Siyonist ailenin mülkü haline getirilmesi amaçlanıyordu.

“Hibrit tohum” felaketin birinci adımı, GDO ikinci adımı, “nano gıda” ise
üçüncü adımı oluyordu!

Bu safhalarda artık gıda sandığımız her şey gerçek gıda olmaktan
çıkarılıyordu. Bir otomobil gibi petrol tüketen insan ve hayvanlar haline
getirilme süreci yaşanıyor, yani insanlık yok oluşa doğru sürükleniyordu.

“Klonlama” ise bir canlının fotokopisini çekme hadisesi oluyordu. Fotokopi ne
kadar gerçeğinden farklıysa, klonlanmış canlı da aslına oranla o kadar suni
sayılıyordu. Klonlama bugünkü bilgiler ışığında hiçbir zaman sürdürülebilir bir
teknoloji olarak durmuyordu. Ayrıca, sanıldığının aksine klonlananın tıpkısı
değil sadece fizyolojik benzerliği olan ve farklı bir ruh taşıyan bir canlı
oluşturuluyordu.

“Kalıtım mühendisliği” ise canlı organizmalar üzerinde bilim ve
teknoloji adına uygulanan bu yeni sürece verilen yeni maske oluyordu. Özetle
kalıtım mühendisliği; insan, hayvan ve bitkilerin doğasını değiştiren ve
gelecek nesillerin bedduasını hak eden bir zulüm sistemi oluşturuyordu ve
genetik mühendisliği isminin yeni versiyonuydu.

Bu felaketten kurtuluş çareleri:

$1·       Yerli, tabii ve milli
tohum istasyonları kurulmalıdır.

$1·       Tarımda uygulanan
yeni-liberal politikalar ve küresel planlar kesinlikle bırakılmalıdır.

$1·       Endüstriyel tarım
yerine küçük ve orta ölçekli köylü tarımı öne çıkarılmalıdır.

$1·       Tohum, damızlık,
kimyasal gübre ve ilaç gibi tarımsal girdileri üreten tarım şirketleri ile
tekelci gıda şirketlerinin, çiftçiler üzerindeki baskılarına son verecek
düzenlemeler yapılmalıdır.

$1·       Özelleştirilen ve
kimileri de kapatılan Tarımsal KİT’ler yeniden açılmalıdır.

$1·       Gıda üreten, dağıtan
ve satan işletmeler denetim altına alınmalıdır.

$1·       Yerel üretim ve
tüketim konusuna destek çıkılmalıdır.

$1·       Gıda üretici
kooperatiflerin kentlerde pazarlama birimleri kurmaları sağlanmalıdır.

$1·       Öncelikle ve
kesinlikle tarım ürünleri ithalatı kaldırılmalıdır.

$1·       Bütün bunlar için de,
milli hassasiyetli bir iktidara kavuşmalıdır.

Yerli otomobil yaptırmadılar, bari
tohumu yerlileştirebilsek

Tarımdan sanayiye ülkemiz küresel sermayenin istilası altındaydı. Pek çok
marka ülkemizde otomobil üretiyor ama AKP iktidarı onca horozlanmasına rağmen
seri üretim yapan yüzde yüzü olmasa bile yüzde 80-90’ı bize ait bir marka
piyasaya çıkaramamıştı. Aslında uzun yıllar önce Erbakan Hoca sayesinde yüzde
yüzü yerli otomobil ürettik ama gizli eller öylesine devreye dalmıştı ki, kendi
ürettiğimiz otomobile sahip çıkamamıştık. Uzun lafın kısası yabancı markaların
ülkemizde montajı yapılıp, bir bölümü de dışarı satılmaktaydı. Bu sebeple de
ihracat kalemimizdeki artışla milletimiz aldatılmaktaydı. Yani ihracatımızda
önemli yeri olan oto montaj aslında başkasının malıydı. Yani bu bereketsiz ve
beceriksiz AKP iktidarı yerli otomobil değil, yerli tohum bile yapamazdı.[2]

Tohum yalanı ve İsrail gerçeği!

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Hollandalı küresel tohum firmasının
Türkiye distribütörlüğünü yapan ve yüzde yüz ithalatçı olan mason Yıldıray
Gençer’in Yönetim Kurulu Başkanlığını yaptığı Tohum Sanayicileri ve Üreticileri
Alt Birliği (TSÜAB) ile ülke tohumculuk sektörü adına manidar bir toplantıya
imza atmıştı. Bakan Mehdi Eker’in de katılımı ile ithalatçı başkan ve
ithalatçıların gözetiminde ülke tohumculuk sektörü Antalya’da masaya
yatırılmıştı.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile TSÜAB’ın ortaklaşa düzenleyeceği
2’nci Uluslararası Tohumculuk Çalıştayı’nda, Türkiye tohumculuk sektörünün
gelişimi ve dışa açılımı tartışılacaktı. ‘Türkiye Tohumculuğuna Küresel
Pencereden Bakış’ sloganı ile yapılacak çalıştayı önemli kılan tarafı ise;
sektöre küresel bakıştan ziyade kime hizmet edeceği konusu oluşturmaktaydı.

Öncelikle çalıştayı düzenleyen ve ülke tohumculuk sektörünü yöneten meslek
örgütü olan TSÜAB’ın yönetim kurulu başkanlığını yapan Yıldıray Gencer’in,
ithalatçı özelliği kafa karıştırıcıydı. Yıldıray Gencer, Hollandalı küresel
tohum firması Bejo Zaden’in Türkiye distribütörlüğünü yapmaktaydı. Gençer’in,
aynı zamanda 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun istediği yeterliliğe haiz
olmadan bu görevine seçildiği ortaya çıkmıştı. 550 tohum firmasının varlığı ile
övünülen sektörün tamamen ithalatçı ve kanuni yeterliliği olmayan bir kişi
tarafından yönetilmesi, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da buna göz yumması
‘yerli ve millilik’ açısından manidar bir çelişkiyi ortaya çıkarmıştı.

Sebze Tohumu İthalatında İsrail Birinci

İthalat kaleminde de önemli bir ayrıntı vardı. Hibrit sebze tohumculuğunda
son yıllarda sayısı 3-5’i geçmeyen yerli firmalar önemli gelişmeler kaydetmiş
olsalar da Türkiye, bu kalemde dışa bağımlı durumdaydı. 197.6 milyon dolarlık
ithalatın 128,2 milyon dolarını sebze tohumları oluşturmaktaydı. Yani ithalatın
yüzde 65’i sebze tohumundan oluşmaktaydı. Sebze tohumu ithalatında ise birinci
sırada İsrail bulunmaktaydı. İsrail’den 2012 yılında 18.5 milyon dolarlık sebze
tohumu ithalatı yapılmıştı. İkinci sırada ise 15.5 milyon dolarlık sebze tohumu
ithalatı ile Tayland vardı.[3]

 

 


 

[1] Milli Gazete /
22 11 2013

[2] aozkan@milligazete.com.tr

[3] Milli Gazete

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi