ERDOĞAN’IN İNSİ ŞEYTANLARI VE YERLİ ŞAŞIRTANLARI Veya: FEHMİ KORU’NUN İTİRAFLARI
Eskilerin “Hubb-u cah” dedikleri baş olma sevdasına kapılan, makam ve çıkar bağımlısı olan insanlar ve hele beyin, bilgi ve basiret fukaralığı da taşıyorlarsa… Yani Erbakan Hoca’nın ifadesiyle “Diplomasız ve dirayetsiz” bulunuyorlarsa… Ve dahi, dünyalık heves ve hedefleri için dinlerini ve davalarını rüşvet vermekten, milli ve manevi duyarlılıklarını feda etmekten sakınmayacak bir hidayet kararmasına ve vicdan yozlaşmasına uğramışlarsa… Cenabı Hak gerçek ayarları ortaya çıksın ve günahları kesinlik kazansın diye bunlara ceza olarak, her türlü imkân ve iktidarı sağlamakta, zaman tanıyıp yularlarını uzatmaktadır. Bu imtihan amacıyla ve “hayrul mâkirîn” sıfatıyla hainlere ve zalimlere fırsat sunması, aslında onlar için en büyük cezadır.
“(Ancak her türlü imkân ve iktidara kavuşturulduğu halde) Ayetlerimizi yalanlayanları (Kur’ani hükümleri gereksiz ve geçersiz sayanları, imkân ve fırsatı olduğu halde uygulamaya çalışmayanları) ise, onları bilmeyecekleri bir yönden derece derece (yükseltip, riyakârlık ve istismarcılıklarına yüreklendirip çok acı ve alçaltıcı akıbetlerine) yaklaştıracağız.” (Araf: 182)
“Artık bu (Hakk) sözü (ve Kur’an’ın hükmünü) yalan sayanı (ve kendi heva ve kuruntularına uyanı) Sen Bana bırak! Ki, Biz onları hiç bilmeyecekleri bir yönden (ve fark etmeyecekleri yöntemlerle) derece derece (adım adım helake ve dalalete) yaklaştıracağız. (Yani, açık din düşmanlarına ve Müslüman dava adamı görüntülü münafıklara kulak asmayın, onların işi bize kalmıştır. Bilmeden bir kimseyi helake sürüklemenin bir şekli de şudur: Zalim ve doğruluk düşmanı birine bu dünyada sıhhat, mal, evlat, başarı gibi bazı nimetler verilir. Böylece kendisinde hiçbir günah ve yanılgı olmadığını zannederek Hakka karşı gizli düşmanlığa, zulüm ve isyana battıkça batıp tükenmektedir. Bu nimetlerin kendisi için bir bağış değil, bilakis felaketine vesile olduğunu fark etmemektedir.)” (Kalem: 44) ayetleri bu hikmetli gerçeği anlatmaktadır.
Ayrıca, yaptıkları küfür ve kötülüklerden, Din ve davaya yönelik hıyanet girişimlerinden dönsünler diye, vicdanlarına, mallarına ve canlarına dönük uyarı musibetlerinden ders almayanlara, bu sefer daha büyük bir manevi ceza olarak, dünyalık her türlü makam ve menfaat kapılarının açılması, bir müddet sonra da müflis ve müblis (ümitsiz ve perişan) olarak canlarının alınması da bu kapsamdadır.
“And olsun ki senden önceki ümmetlere de (onları ikaz ve irşat etmek üzere) elçiler gönderdik. (Bu davetlere icabet ve itaat etmeyince, arkasından) Boyun eğmeleri ve bize yönelmeleri için onları “Be’sa” (çeşitli sıkıntı ve sarsıntılar) ile ve “Darra” (zararlar ve zorluklar) ile; yakalayıp sıkıştırdık, (maddi ve manevi darlıklara ve çeşitli hastalıklara uğrattık). Pişman olup tevazu ve tazarru-niyaz ile bize dönüp yalvarırlar diye (böyle yaptık.)”
“Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? (Ne olurdu hiç olmazsa bu tür ikaz ve belalarımız geldiği zaman bari hatalarını bilip, tövbe ederek boyun eğseler ve bize dönselerdi!..) Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterip (azdırdı).”
“Derken, kendilerine öğretilip hatırlatılan (İlahi gerçekleri ve uhrevi mesuliyetleri) unutup (Hakktan ve hayırdan sapıtarak batıla ve barbarlığa yanaştıklarında), tutup onların üzerine (dünyalık zenginlik ve etkinlik gibi) her şeyin kapısını açtık. (Ve onları nefsi hevaları ve şeytanlarıyla baş başa bıraktık). Öyle ki, kendilerine verilen (bu fani ve fena lezzetlerle) ferahlanıp şımardıkları (zahiren mü’min ve muttaki rolü oynadıkları halde, hakikatte iman huzurunu, kulluk sorumluluğunu ve cihat şuurunu unutup gaflet içinde oyalandıkları) bir sırada, ansızın onları (ölümle) yakaladık. Artık bütün ümitleri tükenmiş (müblis ve müflis) kimseler olarak (mahrum ve mahcup şekilde Ahirete yolladık).” (En’am: 42, 43, 44)
Sn. Recep T. Erdoğan’ın insi şeytanları ve yerli şaşırtanları!
Milli Nizam Partisi kapatıldıktan sonra kurulacak Milli Selamet Partisi de kapatılmasın diye, Yahudi Lobilerince Erbakan’a “teşkilata alması ve en yetkili makamlarda tutması” şart koşulan Oğuzhan Asiltürk takımından (ki bu tavizden Hoca %75, Siyonist odaklar %25 kârlı çıkmıştır…) Şevket Kazan, Sn. Erdoğan’ı Pınarhisar cezaevinde iken birkaç kere ziyaret etmiş ve kendisine mutlaka okuması tavsiyesiyle Erol Toy’un İMPARATOR kitabını bırakmışlardı. Bunu bizzat Şevket Kazan bize defalarca anlatmıştı, şahit olan pek çok arkadaşımız vardı. Böylece Şevket Kazan, “Masonların ve küresel odakların (Siyonist yapıların) güdümüne girmeden, kimseyi Başbakan ve Cumhurbaşkanı yapmayacakları ve asla başarılı olamayacakları” kanaatini bir roman havası içinde aşılayan İMPARATOR kitabını Sn. Erdoğan’a vererek, dolaylı biçimde:“Milli Görüş davasında ve Erbakan’ın yanında kaldığın sürece Başbakan ve Cumhurbaşkanı olamayacaksın!..” mesajını ulaştırmış olmaktaydı. Zaten bu kitap,“dış güçlerin güdümüne girmenin ve işbirlikçilik etmenin, siyasi hayatın bir realitesi olduğu” düşüncesini öğütleyip öğretmek ve benimsetmek üzere hazırlanmıştı. Bu Oğuzhan’ın ve Şevket Kazan’ların Erbakan’ın sadık ve sapmaz adamları rolüyle, Erdoğan’ı her şekilde yükseltip kullandıkları, ama Hoca’dan ayrılsın diye de onu sürekli kışkırttıkları da bilinen bir olaydı.
Fehmi Koru’nun Erdoğan’ı ayartma ve ayarlama seansları!
Peşinen söyleyelim; Fetullah Gülen, malum ve mel’un odakların (görünüşte değil gerçekte) 5. sınıf bir elemanı ise, Fehmi Koru 3. sınıf bir aracılarıydı… Pozisyonları ve psikolojik-politik etki alanları bakımından öne çıkarılıp vitrine konulmakla, “güvenilir ve iş bitirir” eleman olmak farklıydı. Örneğin Süleyman Demirel’in ilk Başbakanlık dönemlerinde 33 derece Mason olan bir genel Müdürden talimat aldığı… Başbakan Bülent Ecevit’in bir gazeteci olan Abdi İpekçi’nin tavsiyelerine uygun davrandığı asla unutulmamalıydı… İşte bu Fehmi Koru, Sn. Erdoğan’ı küresel odaklarla; irtibat, İttihat ve İttifak kurmaya hazırlayan aracıların arasındaydı. Bu kuru ve kof bir iddia olmayıp Fehmi Koru’nun kendi itirafıydı:
“Geçenlerde bir vesile düşürüp (yani bir bahane üretip) henüz siyasi yasaklı olduğu ve parti kurma hazırlıkları yapılan dönemde Tayyip Erdoğan’la aynı sinemada farklı seanslarda izlediğimiz bir filmden burada söz etmiştim: ‘Thirteen Days’ filminden… ABD ile Sovyetler Birliği arasında patlayan ‘Küba füze krizi’ sırasında Beyaz Saray’da yaşananları anlatan o filmde, dönemle ilgili anılara dayanılarak, kararların nasıl alındığı sergileniyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok beğenmişti o filmi. (Filimde konu edilen) Bu tartışmalarda her kafadan bir ses çıkıyordu, ancak kimse kimsenin sözünü kesmiyor, kimse kimseyi suçlamıyordu.
OCAKmedya sitesinin değerli yazarlarından Dr. Levent Bilgi, son yazısında, Brad Pitt’in başrol oynadığı ‘World War Z’ filminde geçen bir replikten söz ediyordu:
“-Onuncu adam (mutlaka lazımdır). Dokuzumuz aynı bilgilere bakıp tamamen aynı şeyleri düşünüyorsak, onuncu adamın görevi aynı fikirde olmamaktır. Ne kadar olanaksız görünürse görünsün onuncu adam diğer dokuzunun yanıldığını varsaymak, araştırmak zorundadır… İsrail’de bir konuda herkes aynı fikirdeyse, ayrı bir kişiye özellikle herkesin savunduğu fikri araştırma ve onun doğruluğunu savunma görevi veriliyormuş. Ancak bu kişi ciddi ciddi o herkesin kabul ettiği düşüncenin tam tersine argümanlar, deliller bulmaya ve onların yanlışlığını ispatlamaya çalışıyormuş.”
İsrail’de uygulandığını öğrendiğimiz; “aykırı görüşler gündeme getirecek” bir kişinin kritik konuların konuşulduğu ortamlarda mutlaka bulundurulması uygulaması İsrail’le sınırlı değildir. Pek çok ülkede hassas görevler üstlenmiş kurumlar buna özellikle dikkat etmektedir.”[1]
Yani Sn. Erdoğan’ı küresel merkezlerle işbirliğine hazırlama aşamasında, Şevket Kazan İMPARATOR kitabını okuturken, Fehmi Koru “Thirteen Days” filmini izletiyordu… Ve Erdoğan bunu hemen benimsiyor ve beğeniyordu. Bu filmin mesajı şuydu:Globalleşmiş (küreselleşmiş) dünyada, bütün ülkelerde ve yönetim mekanizmalarında, kim ne konuşursa konuşsun, sonunda Siyonist odakların gizli talimatları doğrultusunda kararlar alınacaktı!..”
Zaten Fehmi Koru da aynı yazısında bunu şöyle vurguluyordu:
“Bugünün dünyasında ülkelerin karar vermesi için o kadar uzun bir süre söz konusu olamıyor; çünkü gelişmelere anında tepki vermek gerekiyor. Peki, acaba kararlar nasıl alınıyor? Her ülkenin karar alma mekanizmasının farklı çalıştığını varsayabiliriz; ancak hepsinde o mekanizma içerisinde yer alanlar biri birinden çok fazla değişmiyor (Hemen hepsi de aynı küresel odakların güdümünde bulunuyor): Bazı bakanlar, bürokratlar, konuya ilişkin görev uzmanları… Savunma ve güvenliği ilgilendiren konular görüşülecekse askerler ve istihbarat kurmayları… Değişik konulara vakıf danışmanları… (Herkes bildiğini konuşsa da sonuçta kendilerine bildirilen karar alınıyor ve uygulanıyor).”[2]
Çeteyle ve eylemlerle ilgili gerçek belgelere dayalı bir romanın Türkçesi şu günlerde yayımlandı: Wolfgang Schorlau adlı yazarın ‘Koruyan El’ romanı… Romanda, istihbarat örgütüne yeni giren birine verilen ilk işin, verilen özel görev doğrultusunda farklı ve aykırı görüşleri gündeme taşımak olduğunu öğreniyoruz: Herkesin birbirine yakın düşündüğü bir ortamda en aykırı görüşleri savunmak… (Ve küresel odaklardan gelen talimatlar doğrultusunda kararlar alınmasının önünü açmak…)
Fehmi Koru’nun “Global Sistem” adına, Sn. Erdoğan’a uyarıları!
‘Global sistem’ diye adlandırılacak görünmez, ama etkisi hissedilir bir yapının varlığına inanmayabilirsiniz; bundan söz etmeyi ‘komplocu’ bir yaklaşım olarak görebilirsiniz de… Ama ben inananlardanım ve ne denileceğine de aldırmıyorum. Devleti yönetenlerden birileri ‘üst akıl’ dediğinde, bazıları tek bir devletin adını zihninden geçiriyor, ben ise o cümlelerden ‘global sistem’ yakınmasını çıkarıyorum.
Nedir ‘global sistem’?
(Bütün yeryüzünde) Etkili-yetkili birilerinin, önceden belirlenmiş süreçlerde veya gerektiğinde biraraya gelmek suretiyle görüşüp konuşmalarıyla oluşan bir yapıdır ‘global sistem’… İkinci Dünya Savaşı sonrasında galip ülkeler (ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği) liderleri (Roosevelt, Churchill ve Stalin) Yalta Konferansı’nda buluşmuş ve oradan ‘yeni dünya düzeni’ diye de anılan bir mutabakat çıkmıştı. Dünyamız artık tek bir konferans veya buluşma ile varılan uzun vadeli mutabakatlarla dizayn edilebilecek bir dünya olmaktan çıkmıştı: Bu sebeple kalıcı ve hızlı karar alıcı yapılara ihtiyaç vardı. Yedi ülkenin (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya ve Kanada) liderleri G-7 (Group of Seven) her yıl biraraya geliyorlardı. Onları görüşleriyle besleyen insanları bir araya getiren platformlar da vardı.
(Dikkat: Fehmi Koru, Siyonistlerin ve kiralık kalemlerin en bilinen taktiği olarak, Siyonizm gerçeğini ve Büyük İsrail projelerini özenle gizlemeye, asıl suçlu ve sorumlu olarak Amerika, Rusya, İngiltere (ve Avrupa’yı) göstermeye çalışmaktaydı ve hedef saptırmaktaydı.)
Değişim sancıları her geçen gün biraz daha hissedilse de varlığını halâ sürdüren mevcut dünya düzenini (global sistemi) ‘ulus-devlet’ yapısı üzerine oturtmuşlardı. ‘Ulus-devlet’ yapılarında farklı etnisitelerden insanlar da yer almaktaydı. İspanya’da Katalonlar ve Basklar (bizde de Kürtler, bunlardandı.) Böyle ülkelerde kendilerini çoğunluktan ‘farklı’ görenler, bağımsızlık iddiasıyla hareketleniyorlardı. Ancak ‘global sistem’ görünür bir ufukta henüz buna geçit vermeye yanaşmamaktaydı. Mesut Barzani’nin referanduma sunduğu Irak’tan bağımsızlık kazanma çabası bugün için fazla bir anlam taşımıyordu. Dünyanın dört bir tarafında ‘ayrılıkçı’ gündeme sahip hareketlenmelerin de şansı yoktu. 40 yıldır savaşarak aynı sonucu almaya çalışan PKK’nın da şansı yoktu. Global sistem, şimdilik; mikro milliyetçiliğin zorlayacağı sayıları binlere ulaşacak ülkeciklerden oluşan bir dünyaya geçit vermiyordu. Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgenin devlet yöneticilerinin yine de teyakkuzda olmalarında yarar vardı: Eğer mikro-devletçiliklere yol açılacaksa, global sistem buna karar alacaksa; ilk başlangıç noktası Ortadoğu bölgesi olacaktır.
Hedef Türkiye’nin eksenini kaydırmak olmasındı?
(Peki acaba) Dünyada bugünden yarına büyük değişiklikler yaşanmayacaksa.. Her bakımdan dışarıya bağımlı bir coğrafyada bulunan Irak’ın kuzeyindeki yönetim nasıl oluyor da ‘bağımsızlık referandumu’ yapabiliyordu? Türkiye’yi rahatsız etmek, Ankara’yı kızdıracak bir harekete girişmek, Erbil (ve Barzani) için ciddi sonuçlar doğurabilecek bir durumdu.
Benim asıl kuşkum, bu gelişmenin, Irak’tan çok Türkiye’yi hedef alma ihtimalidir. Her siyasi hareketin ardından (ciddi değişimler ve) gelişmeler yaşanması beklenir. Barzani Referandumunun ardından da yaşandığı sezilmektedir. Türkiye’nin, İran ve Irak yönetimleriyle yakınlaşması da bu yöndedir. Elbette bu kötü bir şey değildir; ama birilerine karşı çıkmak için değil de dayanışma amaçlı bir birliktelik olması gerekirdi. Ancak Avrupa ve ABD ile arayı açmış Türkiye açısından kendini farklı bir zemine konuşlandırma anlamı da taşıyabilirdi (ki bu çok riskliydi!..) Yeni bir ‘Bağdat Paktı’na (1955-1959) ihtiyaç yoktu ve (tehlikeliydi.)
Fehmi Koru’nun: “Global sistemi hafife almak mı? Hiç tavsiye etmem!?”diyerek, Erdoğan’a Siyonizm’e sadakat uyarıları!
Beni en fazla rahatsız eden, ‘global sistem’ açısından hedef bölge olduğu bilinen bir coğrafyada yer alan ülkemizin, yetkili ağızlardan (Sn. Erdoğan’dan) zaman zaman ‘üst akıl’ şikâyetleri duyulduğu halde, günübirlik tedbirlerden öte bir çaba içerisine girmemesidir. ‘Üst akıl’ veya ‘global sistem’ kurumsal bir aklı temsil ediyor, onun olumsuz etkisinden uzak durabilmek için, onun gibi kapsamlı düşünmek ve öyle bir aklı devreye sokmak gerekir. (Yani Türkiye bu seviyeye henüz gelmemiştir, Siyonizm’e teslimiyeti devam etmelidir.) Attığınız her adım, hangi yöne doğru atılırsa atılsın, karşında yer alınan akıl tarafından öngörülmüş ise, öyle bir durumda ne yapabilirsiniz? ‘Global sistemi’ hafife alan kaybeder, bunu bilelim.”[3]
Fehmi Koru bunlardan 1 ay kadar önce de Sn. Erdoğan’a; küresel sistem ve onun vitrindeki temsilcisi ABD nazarında ağırlık ve saygınlığının ne kadar azaldığını, dolaylı şekilde hatırlatması da özel bir uyarıydı!?
“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ABD ile Türkiye arasında var olan sorunlardan biriyle ilgili bir teklifi dile getirmiş (Ne hikmetse Fehmi Koru Fetullah Gülen meselesi demekten imtina etmişti); aynı gün Washington’da ABD’nin dışişleri bakanlığı sözcüsünün düzenlediği basın toplantısında dile getirilmişti. Dışişleri sözcüsünün konuya ilişkin cevabı şu: “Hayal bile edemiyorum” şeklindeydi. Konuya ilişkin haberi okuduğumda önce şaşırdığımı, sonra da derinden sarsıldığımı bilmenizi isterim. Türkiye’den Cumhurbaşkanı düzeyinde ele alınmış bir konuyla ilgili olarak ABD’den bir bakanlığın sözcüsünün cevap vermeye yeltenmesidir beni şaşırtan; sarsan ise cevap yerine sarf ettiği o cümleydi.”[4]
Yani Fehmi Koru’nun Sn. Erdoğan’a: “Sizin önerdiğiniz; Türkiye’de tutuklu Papaz ile Pensilvanya’daki Fetullah’ın değiştirilmesi teklifinizi ABD Başkanı değil, Dışişleri Bakanı değil, sadece Bakanlık sözcüsü bir sekreterin yanıtlaması ve “bunu hayalinizde göremezsiniz!” anlamındaki küstahlığı, aslında sizin Global Sistem içindeki ağırlık ve saygınlığınızı yansıtmaktadır. Bu nedenle gereksiz havalara kapılmamalıdır!” hatırlatması enteresandı.
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ortak bir açıklama yapmıştı. Erdoğan, “Neyin referandumunu yapıyorsun? Kendisini İsrail’den başka tanıyan yok. MOSSAD’la masaya oturarak verilen karar meşru olamaz” diye Barzani’ye çıkışmıştı.
İki Başkan; Kuzey Irak’taki gayrimeşru referandumu tanımadıklarını bir kez daha vurgularken, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin:
-Bugün yaptığımız görüşmede iki ülkenin ekonomik ilişkilerini daha ileri götürmek için önemli adımlar atıldı. Bankacılık ilişkilerinin geliştirilmesi ve işlemlerin milli para birimiyle yapılması konusunda karar alındı.
– Gümrük kapılarının 24 saat hizmet vermesi hususunda anlaşmaya varıldı.
– İran tarafı, Türk yatırımcılara destek ve altyapı hizmeti konusunda yardımcı olacaklardı.
– Petrol ve doğalgaz konusuyla ilgili Türk tarafın daha fazla doğalgaz almaya hazır olduğu olumlu karşılandı…
– Biz de Türkiye ile yeni anlaşmalar yapmaya hazır olduğumuzu aktardık…
– İki ülke ekonomik ve ticari ilişkileri daha da geliştirerek yıllık ticaret hacmini 30 milyar dolara çıkarmayı amaçlamıştır.
– Bölgemizdeki hassas konuları da dikkate alarak Irak ve Suriye ile ilgili değerlendirmelerde bulunduk. En temel amacımız bölgedeki barış ve istikrarı hâkim kılmaktır.
– İran, Türkiye ve Rusya arasında Suriye’deki barış ortamını sağlamak için 3’lü işbirliği çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır.”
Açıklamaları, yoksa Fehmi Koru’nun hatırlattığı gibi; “Erdoğan eliyle Türkiye’nin eksenini kaydırtmak, İran ve Rusya’ya yakınlaşıyor diyerek Türkiye’yi “haydut ülkeler” sınıfına sokup, genel bir saldırıya bahane uydurmak” isteyen Global Sistem’in planına alet mi olunmaktaydı?
Türkiye, İran ve Rusya ittifakı mı, yoksa Türkiye’yi “Haydut Devlet” sınıfına sokma tezgâhı mıydı?
Evet, Türkiye, Batı’da (Avrupa ve Amerika’da) her geçen gün biraz daha fazla dışlanmaktaydı. Hızla tırmanılan bu merdivenin zirvesinde “Haydut Devlet” (Rogue State) ilan edilme durumu vardı. Kural ve hukuk tanımayan, küresel barışa tehdit sayılan, belirli bir düzen ve sistem içinde davranmayan, ne yapacağı önceden tahmin edilmesi saptanamayan, terörizme destek çıkan, kitle imha silahlarının yaygınlaşmasına katkıda bulunan devletleri tanımlamak için “Haydut Devlet” tabiri kullanılmaktaydı. Bugüne kadar “Haydut Devlet” ilan edilip de bu kararı kazasız belasız atlatmış, başına felaketler yağmamış tek bir örnek bile yoktur. Bu kötü gidiş mutlaka durdurulmalıydı. Bu tehlikeli tırmanışın baş sorumlusu; Türkiye’yi gayri hukuki ve gayri anayasal olarak yöneten iktidardı. Burada gayri hukukilik hem iç hukuk açısından, hem de uluslararası hukuk açısından kullanılmıştır. 25 Eylül’de Kuzey Irak Kürt Yönetimi bağımsızlık için referandum yapmıştır. İktidardan iç kamuoyuna yönelik kof tepkiler dışında hiçbir ciddi adım atılmamıştır. Batı medyasında yazılan ve Türkiye’de üst düzey bankacılar arasında konuşulan iddiaya göre; İran’a yönelik Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin yaptırımları, iktidarın bilgisi dahilinde delinip yırtılmıştır. Eğer doğruysa; heyetler arasında yapılan görüşmelerde, Türk heyetine ABD’de hakkında tutuklama kararı verilen Zafer Çağlayan başkanlık yapmıştı. İran tarafının petrolü satmaya, Türk tarafının da almaya mecbur olması bu ittifaka mecbur bırakmıştı. Tek sorun olan uluslararası hukuk da hile ile devredışı bırakılmıştı. Bu hilede; İran tarafında Babek Zencani, Türkiye tarafında ise Reza Zarrab başrolü oynamış, bankalar arası dolar transferleri ABD üzerinden yapıldığından, durumu fark ettirmemek için transferler kişilerin üzerinden sağlanmış, İran’a ödemeler ise ihracat görünümü altında, altınla yapılmıştı. Bu karmaşık işlemleri gerçekleştirmek üzere Halk Bankası’nda İran için TL ve Dolar hesapları da açılmıştı. Ve bütün bunlara, şimdilik kayıt altına alınıp, ileride Türkiye aleyhine kullanılmak üzere göz yummuşlardı.
Eğer bir yerde usulsüzlük ve yasadışılık varsa, mutlaka beraberinde yolsuzluk ve vurgunlar da kaçınılmazdır. Bu pazarlıklarda da komisyonlar -hem de yüksek miktarlarda- alınmış, yerine ve adamına göre rüşvetler dağıtılmıştı. Zencani’nin ifadesine göre; bu kapsamda Türkiye’de dağıtılan para miktarı 8,5 milyar dolardı. Zarrab’ın ve Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın tutuklandığı, Zafer Çağlayan hakkında ise tutuklama kararının çıktığı ABD’deki davanın savcısı 17-25 Aralık’la ilgili Türkiye’deki bilgi ve belgeleri tercüme ettirerek, dava dosyasına koymuş bulunmaktaydı. Sanırım burada, FETÖ unsurları da ABD’deki savcıya dosyanın oluşturulmasında ve iddiaların belgelendirilme aşamasında önemli katkılar sağlamışlardı. ABD basınının yazdığına göre; 17-25 Aralık’ta şahit olduğumuz (ayakkabı kutularındaki ve buzdolaplarındaki tomar tomar) paralar, İran ile BM ambargosunu delmek için yapılan hileli ticaretin komisyonları ve rüşvet harcamalarıymış…
Velhasıl, ülkemizi yöneten iktidar iradesi için çember iyice daralmaktadır ve bütün dünya durumun farkındadır. Rusya, Çin ve İran da farkındadır. Herkes durumu kendi lehine kullanmak hesabındadır. Türkiye’yi yönettiğini sanan ve adım adım felakete taşıyan iktidar iradesi de durumun ve yolun sonuna gelindiğinin farkındadır. Bu nedenle BM’ye, ABD’ye, Almanya’ya ve AB’ye saldırmak da kendilerini kurtaramayacaktır. Türkiye bu iktidar iradesinden bir an önce kurtulacak açılımları, hukuki ve demokratik atılımları yapmalı ve karartılmaya çalışılan geleceğimizi kurtarmalıdır. Yoksa tünelin ucunda “Haydut Devlet” devlet ilan edilmek ve iç savaşa sürüklenmek hesabı yapılmaktadır, hatta dış müdahale planları vardır.[5]
Oysa tam bu sırada; RUSYA Devlet Başkanı Vladimir Putin, Moskova’daki enerji konferansında yaptığı konuşmada Ankara başta olmak üzere dünya ülkelerini şaşırtan çok kritik bir Kuzey Irak çıkışı yapmıştı.
Rusya’nın, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) gayrimeşru referandumunun ardından temkinli açıklamalarda bulunduğunu hatırlatan Putin, “Rusya’nın Kürt halkıyla tarihsel olarak iyi ilişkileri bulunuyor. Bu sürece karışmıyor, hiçbir şeye karşı kışkırtmıyor, kimseyi de bir şeye itmiyoruz. Irak Kürdistanı etrafındaki tartışmalar konusunda durumu alevlendirmemek için gerekli olan her şeyin yapılması gerektiğine inanıyoruz” diyerek dolaylı şekilde Türkiye’yi suçlamıştı. “Söylediklerimizin hepsi, tarafların birbirlerine ulaşıp herkes için kabul edilebilir bir çözüm bulmasına yöneliktir. Nitekim bağımsızlık referandumu, Irak’ın iç meselesi” diyen Putin Erdoğan’ın tehditlerine karşı Barzani’ye sahip çıkmıştı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nden gelen petrolün sevkiyatını kesmenin kimsenin çıkarına olmayacağı” sözlerinin hedefinde de Türkiye olduğu açıktı. “Petrol akışının kesilmesi küresel enerji piyasalarına da yansıyacak ve petrol fiyatları artacaktır. Fakat benim düşünceme göre bu hiç kimsenin çıkarlarına uygun sonuçlar doğurmayacaktır… Yapılan çağrıların durumu daha da alevlendirmemesi lazımdır!” diyen Putin’le nasıl yeni bir pakt ittifakı kurulacaktı ve İran, Rusya, Türkiye ittihadı şantajları kimleri caydıracaktı ve bize hangi avantajları sağlayacaktı?
Oysa Türkiye’nin tek ve gerçek kurtuluşu, Erbakan’ın İslam Birliği projelerine sahip çıkmaktı. Ama bunun Erdoğan’la ve AKP kafasıyla asla olmayacağı da açıktı!
Bakın Mesut Barzani 25 Eylül gayrimeşru referandumu öncesinde kurmaylarına ve Amerikalılara ne buyurmuş: “Referandum sonucunda yaşanacaklar, referandumdan önceki durumdan farklı olmayacaktır. Irak, Türkiye ve İran liderleri kendi kamuoylarını tatmin etmek için biraz sızlanacaklar, atıp tutacaklar, ama hiçbir şey yapamayıp Kürtlerin yeni gerçeklerini kabul etmeye mecbur kalacaklardır!”
ABD’nin: “Şimdi zamanı değil, Irak’taki dengeleri allak bullak edeceksiniz, DEAŞ’a karşı verilen mücadeleye zarar vereceksiniz, böylece İran’ın elini güçlendireceksiniz”sözleri günü kurtarmaya ve Türkiye’yi oyalamaya yönelik çıkışlardı. Bu nedenle Sn. Erdoğan’ın: Referandumun Irak’taki Kürtler için felaketli sonuçlar doğuracağını, bütün kazanımlarını kaybetmiş olacaklarını ve kendisinin onları tehdit etmeyip iyi bir dost olarak onları uyardığını açıklamaları da blöf sayılmış ve hiçbir işe yaramamıştı.
ABD’den: “Barzani yanlış yaptı, ama yok olmasına da göz yumamayız”sesleri yükselmeye başlamıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı taraflara itidal tavsiye ederken, Irak merkezi yönetimine,“aman silaha başvurmayın” uyarısı yapmıştı.
Bütün bunlar nasıl hayra yorumlanacaktı?
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en yüksek tutarlı 14.5 Katrilyon teşvik, Cumhurbaşkanının Damadının eskiden yönettiği Çalık Holdinge aktarılması…
Her yıl 16 Ton altın çıkartılan Erzincan-İliç altın madeni Enerji Bakanı Damat Paşanın eskiden yönettiği Çalık şirketine peşkeş sunulması…
Samsun-Adana-Ceyhan petrol boru hattı işinin Damat Enerji Bakanının eskiden yönettiği Çalık Şirketine bırakılması…
Samsun-Ordu-Çorum-Amasya-Sinop İl-İlçelerinde elektrik dağıtım şirketi özelleştirilmesinin Enerji Bakanı’nın eskiden yönettiği Çalık şirketine verilmiş olması…
TOKİ’nin inşaat ihalelerinin, Enerji Bakanı Damat’ın eskiden yönettiği Çalık Şirketine ait GAP İnşaat Şirketine yapılması…
Çiftçiye Kredi veremeyen Ziraat Bankası’nın, Esnafa Kredi veremeyen Halk Bankası’nın ÇALIK’a 1 Milyar Dolar düşük faizli kredi açması…
İzmir’de RES, Rize’de HES yapım işinin Enerji Bakanı Damat Bey’in eskiden yönettiği ÇALIK Şirketinde kalması ve İhale Kanunu’nun tam 112 defa değiştirilmiş olması…
Türk Telekom’un, Enerji Bakanımızın eskiden yönettiği Çalık Şirketine ortak edilip, ARNAVUTLUK Telekom şirketinin satın alınması…
Enerji Bakanımızın eskiden yönettiği Çalık Şirketi’nin; Kuzey Irak’ta 1 milyar Dolarlık Enerji santralı yapım ihalesini kazanması…
Uşak-Eşme’de Kanadalı şirket EL DORADO GOLD adına FETÖ’cülerin KOZA LİMİTED TAŞERON Şirketi ellerinden alınıp, Muhterem Damadımız ve Enerji Bakanımızın eskiden yönettiği Çalık Şirketi’ne bağlanması… Evet, bunların hepsi Hakka ve halka hizmet amaçlıdır, hayırlı ve yararlı adımlardır, böylece Türkiye’nin kalkınması ve huzura kavuşması sağlanmıştır!… Karşı çıkanlar vatan haini fırsatçılar ve fesatçılardır!?..
Ve sonunda Kerkük-Musul’a Kürdistan bayrağı asılmıştır. Demografik yapı Barzanistan lehine değişikliğe uğratılmıştır. Suriye ve Irak petrolleri el altından kaçak olarak satılmıştır. Şimdi Myanmarlı mazlum mültecilere bisküvi yardımlarıyla avunma zamanıdır!?
[1] 01.10.2017, http://fehmikoru.com/karar-asamasinda-aykiri-gorusleri-
[2] 01.10.2017, http://fehmikoru.com/karar-asamasinda-aykiri-gorusleri-