Anasayfa » ”DERİN DEVLET” DEĞERLENDİRMELERİ!

”DERİN DEVLET” DEĞERLENDİRMELERİ!

Yazar: yonetici
0 Yorum 290 Görüntüleyen

”DERİN DEVLET” DEĞERLENDİRMELERİ!

Kendi iddialarına göre; “2010’dan sonra “Devlet Doğrultusunda”davranmaya mecbur bırakılan Sn. Erdoğan’ın, bu teslimiyet tavrıyla hayatının hatasını yaptığını” savunan bazı solcu ve PKK dostu kesimler, bu “Derin Devlet” hazımsızlıklarını sıkça gündeme taşımaktalardı.

Evet, Sn. Devlet Bahçeli’nin teklif ve talebiyle erken seçim kararı alınmıştı. Onlarca yıldır en kritik anlardaki müdahaleleriyle siyaseti dizayn eden Devlet Bey’in bu türden atakları bir hayli fazlaydı. 2002’de kendisinin de ortağı olduğu Ecevit hükümetini sona erdiren erken seçim çıkışını, 7 Haziran seçimleri sonrasında hiçbir koalisyonda olmayacağını ilan ederek AKP’ye yol açmasını, Ekim 2016’da “Fiili duruma hukukî boyut kazandırmak gerek” diyerek başkanlık sistemini acilen Meclis’e sunma çağrısını, ardından Cumhur İttifakı planını, son olarak da, Erdoğan ve AKP’nin kesinlikle erken seçim yok demelerine rağmen 24 Haziran’da erken seçimi ortaya atmasını unutmamak lazımdı.

“Peki, Devlet Bahçeli bu gücünü nereden almaktaydı? Onun gücü hükümetler, iktidarlar, devlet kurumları, siyasetçiler, başbakanlar, cumhurbaşkanları gelip geçerken varlığını sürekli koruyan düşmez kalkmaz derin devletten kaynaklıydı!?” iddialarını bu yazar neye dayandırmaktaydı?

“Biliyorum; bu derin devlet konusu netamelidir. Kimler bunlar, falan diye sorulduğunda cevabı kolay değildir. Bu yüzden iddialı konuşmam yersizdir. Ama, bunca yıldır toplumu ve siyaseti izleyen gözleyen, çeşitli çevrelere kulağı delik biri olarak şu kadarını söyleyebilirim: Eskilerin “hikmet-i devlet” dedikleri, Batılıların “üst akıl” diye isimlendirdikleri gizli kuvvet ve zihniyettir. O “hikmet”in, o “aklın” temsilcileri değişse de hikmet veya zihniyet devam etmektedir. Türkiye gibi Osmanlı’dan devlet geleneğini devralmış ülkelerde ve ulus-devletin kuruluşu sürecinde, bu devlet aklıtekçi, milliyetçi, asimilasyonist, militarist kodlara sahip çıkar, güya devletin bekası adına bu kodların bekçiliğini yapar. İşler sarpa sardığında, hükümetler ülkeyi yönetemez olduğunda, büyük ekonomik-toplumsal krizler ortaya çıktığında bu derin devlet devreye girer. İktidarları yönlendirir, güder, olmadı askerî ya da sivil darbelerle müdahaleye girişir. Derin devleti yekpare bir bütünlük olarak düşünmek de yanlıştır. Kendi içinde de değişik ideolojik ekipler, aykırı görüşler, gözlerini farklı merkezlere, ayrı yönlere dikmiş kimseleri barındırır. Bunların arasında zaman zaman çatışmalar da yaşanır. Emrindeki kontrgerilla (gladyo) türü yapılar, provokatörler, silahlı çeteler dışında, bir de yasal siyasete katılıp siyaseti biçimlendiren temsilcileri ve sözcüleri vardır.”

Erdoğan’ın teslim alınış süreci ve sonuçları

2002’de iktidara gelen Erdoğan ve partisi 2007’ye hatta 2010’lara kadar reformcu çizgide kalmıştır. Batı’nın (özellikle ABD’nin) bugün tümüyle çökmüş ılımlı İslam projesinin ürünü olmakla birlikte, bu projenin Türk derin devletinin kerhen de olsa onayını almış olduğu unutulmamalıdır. Bu Devlet Aklı çoğu zaman baskıcı ve dayatmacı olsa da aslabudala olduğu sanılmamalıdır. 2000’lerin başlarında dünya ve ülke koşullarının, artık seçkinci vesayetçi rejimi sürdürmeye olanak tanımadığının ve dipten gelen dalgaların yarattığı baskının farkındadır. Üstelik denenen çeşitli müdahaleler AKP’nin siyasî iktidarına engel olamamıştır. Ancak, on beş yıl sonra derin devlet refleksi açısından; her alanda çuvallamış, işleri yüzüne gözüne bulaştırmış, Türkiye’yi büyük bir ekonomik ve siyasî krizin eşiğine taşımış, dış dünyada ve bölgede attığı her adımla ülkeyi tehlikeye atmış, Erdoğan’ı iktidarda tutmak artık zorlaşmıştır. Ilımlı İslam projesinin iflası, Batı dünyasının sıkıntıları ve yeni dünya dengeleri arayışı da hesaba katıldığında bu proje yatmış, ya da miadını doldurmuş bulunmaktadır.

Erdoğan’ın 2011-2012 sonrasında, reformculuğunu bıraktığını; iç ve dış koşulların değişmesine ve FETÖ tehdidine bağlı olarak kendisinin ve iktidarının beka’sı uğruna adım adım derin devlete teslime mecbur kaldığını görüyoruz.

Derin Devlet Erdoğan’ı harcar mıydı?

Madem ki komplo teorisi kuruyorum, şu soruyu sormalıyım: Ortağının erken seçim çıkışı, yoksa askerî darbenin mümkün ve münasip görünmediği koşullarda Erdoğan’ı kendi kazdığı kuyuya (Başkanlık rejimi, vb.) düşürüp tasfiyesine yönelik bir planın ilk aşaması mıydı? Peki, Derin Devlet neden Erdoğan’dan kurtulmaya çalışsındı? Her şeyi ağzına yüzüne bulaştırdığı, “müesses nizam”ı bütün kurumlarıyla laçkalaştırdığı ve kendi şahsi iktidarını kurmada pervasızca davrandığı, ülkeyi her alanda yıkımın eşiğine taşıdığı, kendi beka’sını, devletin beka’sından önemli saymaya başladığı için olmasındı!..”[1] diyenlere sormak lazımdı: Madem Derin Devlet, Erdoğan’ı BOP gibi Siyonist projelerin ve ABD emperyalizminin güdümünden çekip çıkarmayı başarmıştı… Öyle ise ona sahip çıkmak ve saygı duymak gerekirken, bu telaş ve taşkınlığınızın sebebi ne olaydı!?

Oysa yine bazı eski solcular; “Devletle birlikte hareket etmeye başladığı”gerekçesiyle, Sn. Erdoğan’ın Suriye’de ABD’ye rağmen girişilen ve büyük başarılar elde edilen Afrin Harekâtı gibi operasyonlarına hararetle destek çıkarken, şimdi erken seçim kararı üzerine yine eleştirmeye başlamışlardı!?

Yakın çağ harp stratejisinde Almanlarla Ruslar arasındaki “Tannenberg Savaşı”önemli bir yer tutmaktadır. Şöyle: Birinci Dünya Savaşı’nın henüz başlarında 166 bin kişilik8’inci Alman Ordusu -bugünkü Polonya’da- Rusya’nın 210 bin kişilik 1’inci ve 206 bin kişilik2’nci Ordusu tarafından kuşatılmıştı. Almanlar çok zor bir durumda kalmışlardı. İlk etapta başarısız General Pritwitz görevden alınmış, yerine General Hindenburg atanmıştı. Emekli olmasına rağmen görevi kabul eden Hindenburg’un tek isteği vardı: “Yarbay Walther Nikolai yanımda göreve başlasın!” -1926 yılında MAH (MİT) kuruluşunda da bulunan- Yarbay Nikolai psikolojik harp uzmanıydı. Yarbay, hemen biyolojik istihbarat çalışmalarına başladı. Rus 1’inci Ordu Komutanı General Rennenkamf ile Rus 2’nci Ordu KomutanıGeneral Samsonov’un karakter raporunu yazdı: Rennenkampf; aşırı ihtiyatlı, evhamlı, savunmacı, çekingen ve aşırı kıskançtı. Samsonov ise; cesur, atak, cüretkâr, enerjik, eğlenceye düşkün ve çapkındı. Yarbay Nikolai şöyle bir psikolojik hareket başlattı: General Samsonov’un el yazısını taklit ettirerek General Rennenkampf’ın eşine bir aşk mektubuyazdırdı. Ardından güya Rus posta teşkilatı bayan Rennenkampf’ı evde bulamamış gibi mektubu eşine geri yolladı! Yetmedi, Alman Nikolai, Rus 1’inci Ordu’nun şifrelerini çözdürüp General Rennenkampf’ın kulağına gidecek aşk dedikoduları çıkarttı. Yani… Aşırı kıskanç Rennenkampf psikolojik olarak darmadağın olmuşlardı. Ve: Alman 8’inci Ordusu, General Samsonov komutasındaki Rus 2’nci Ordusu’na taarruza kalkıştığında yerinden bile kıpırdamamıştı! Samsonov’un yardım çağrısına kulağını kapamıştı; karısıyla aşk yaşadığını sandığı bir adama nasıl güven duyacaktı ve niye imdadına koşacaktı? Sonuçta: 200 bin askerini kaybeden Ruslar Tannenberg Savaşı’nda Almanlara yenilip büyük bir bozguna uğramışlardı.

Sorulabilir: “Gündemde Cumhurbaşkanları adayları varken, Tannenberg Savaşı da nereden çıktı? Çünkü Tannenberg Savaşı, psikolojik harbin önemini ortaya çıkardı. Tannenberg Savaşı, biyolojik istihbaratın önemini ortaya çıkarmıştı. Psikolojik harp sadece savaş meydanlarında olmazdı; politikada da sık kullanılırdı. Hatırlayınız; baskın seçim kararı alındıktan sonra Erdoğan’ın yüzü hep asıktı. Gergin olduğu her halinden belli olmaktaydı. Hele… TBMM’deki 23 Nisan Resepsiyonu’nda Meclis’te konuşan CHP’li Özgür Özel’e tepki göstererek, “Ben aşağıda olsaydım ona sadece ağzının payını değil ona verilmesi gereken dersin en büyüğünü verirdim” demesi ruh halini açığa vurmaktaydı. PekiErdoğan’ın psikolojisini kimler ve neler bozmaktaydı? Demek işler yolunda pek gitmiyordu! Peki… Erdoğan, kendi dışında herkese kızıyordu, ama asıl kendine kızması gerekmiyor muydu? Örneğin… Şöyle kaba hesap yapalım: Bir yıl önce… Erdoğan’ın isteğiyle Cumhurbaşkanlığı referandumu yapıldı; parlamenter sistem yıkıldı. Peki, 16 Nisan 2017 referandumu olmasaydı ve Türkiye yine 24 Haziran 2018’de genel seçime gitseydi sandık sonuçları ne olacaktı? Büyük ihtimal Meclis’te iki parti kalacaktı: AKP ve CHP! Öyle yüzde 51’i arama zahmeti olmadan AKP, -tıpkı 3 Kasım 2002 seçiminde olduğu gibi- yüzde 34 oyla bile kahir ekseriyeti alıp iktidarda oturacaktı. Erdoğan yine “tek adam” olacaktı ve OHAL’i de arkasına alacak ve yapmadığını bırakmayacaktı! O halde… Hep sorduğumu tekrarlayayım; 16 Nisan referandumuna ne gerek vardı? Erdoğan’ı kim kandırdı? Erdoğan’ın sinirini bu pişmanlık mı bozmaktaydı?

Erdoğan’ın yaptığı siyasi hatalar kendi başına iş açmıştı. Örneğin: Sırf MHP için seçim pusu­lasını tuhaflaştırarak, muha­lefete “sıfır baraj” olanağı vermesini nasıl değerlendirmek lazımdı? İnsan ister istemez düşü­nüyor: Önce liberaller ve sonra FETÖ ile ilişkileri bozulduktan sonra ardı ardına politik yanlış­lık yapması sadece rastlantı mıydı? “Akıl hocalarını” kaybedip boşlukta mı kalmıştı? Ya da şöyle sormalıyım: “Üst Akıl” desteği olmayın­ca mı bu kadar büyük yanılgı­lara kapılmaktaydı? Erdoğan’ın 24 Haziran’a giden süreçte “yol kazaları” ya­pacağının emareleri şimdiden ortaya çıkmaya başlamıştı; soğukkan­lılığını çabuk kaybediyordu. Erdoğan gururunu yenip özeleştiri yapacağına sinir­lenerek daha büyük yanlışlıkla­ra savruluyordu. Hâlâ… Herkese karşı yal­nız kendisini haklı sanıyordu!.. Erdoğan’ın bu psikolojisi muhalefetin çok işine yarayacaktı. Tıpkı, Rus Orduları tarafından kuşatılan Alman Ordusu’nun imkânsızı başarıp zafer kazan­ması gibi,muhalefet blokuna bu seçimde büyük başarı kazanacakları fırsatlar sunulmaktaydı. Yeter ki Erdoğan’ın bozulan psikolojisinden yararlanmayı akıl edip gerekli tedbirleri alsınlardı!”[2]tavsiyelerinde bulunanlar, acaba Tayyip Erdoğan’ın yerine Abdullah Gül’ü oturtmaya çalışmakla neyi amaçlamışlardı? Yoksa, Türkiye’yi gizli sömürge ülkesine çevirdikleri dış güdüm arabasınıniyice hırpalanıp yıpranan atlarını değiştirip, yerine koşacakları allayıp pulladıkları yeni etiketli eski ve emekli atlarıyla sinsi saltanatlarının devamını sağlamak hesapları mı yapılmaktaydı? Abdullah Gül’ün Tayyip Erdoğan’dan farklı, Milli duyarlı ve tutarlı hangi marifet ve meziyetleri vardı ki, yeniden umut adresi olup çıkmıştı? Hani Hz. Peygamberimizin uyarısıyla: “Bir mü’min feraset sahibi olacak ve aynı delikten iki sefer ısırılmayacaktı!?” Hani Erbakan Hocamızın sıklıkla vurguladığı gibi: “Daha önce denenmiş, boyası dökülüp foyası belirlenmiş olanı, tekrar denemeye kalkışmak ahmaklıktı?!.” Milli Görüş’ün isminden, Saadet Partisi’nin sesinden bile gıcık alan malum ve mel’un kesimler, şimdi acaba hangi marazlı mantık ve maksatla Temel Karamollaoğlu’nu pohpohlamaktaydı? Allah aşkına, kim kimi kullanmaktaydı ve SP içinden niye bir tek şuurlu, onurlu ve sorumlu yiğit bir ses çıkmamıştı?

Aslında “Derin Devlet”; Göçebe ve kabile Türkleri Devlet’e taşıyan; cihan medeniyetleri kurduran, bizi ordu-millet yapan; zaman ve mekânların değişmesiyle eskiyip yıpransa da, özü sürekli sağlam duran, hep diri ve dinamik kalan milli ve manevi şuur ve bu şuurun hazır ve nazır tuttuğu çekirdek oluşumların ismidir.

Şu tespit ve tahliller oldukça anlamlı ve ufuk açıcıdır:

‘Derin Devlet’ işte bu değişmeyen ‘ruh’ gibidir. Hegemonya (hâkimiyet) tarzını, yaşamın temeli haline getiren, bütün toplumsal çelişki ve çatışmaları bastırarak üstte duran ve bizatihi otorite, hiyerarşi ve gelenek olarak ekonomik-politik ve kültürel yeniden üretim süreçlerinde içkin bir ‘töz’ yani değişmeden kalan “öz” yerindedir. “Derin Devlet” Devlet’ten daha fazla bir şeydir, çünkü ‘Devlet’ yani ‘Modern Ulus Devlet’, son tahlilde bir yönetme aygıtı gibidir. Derin Devlet ise, sadece mükemmel bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda bir yaşayabilme (varlığını sürdürebilme) yöntemidir. Ve bu ‘aynı zamanda’ olan hedefi, yaşadığımız toprakların insan tipini ve yaşamı algılama biçimini belirlemektedir.

‘Derin Devlet’, hegamonik özelliğiyle, yani otorite, iktidar ve güç ilişkilerinin hemen tüm toplumsal ilişkilerde belirleyici oluşuyla ‘görünür’ bir gerçektir, gizli değildir. Başka bir ‘görünümü’ ise, milli ve gerekli bir hiyerarşidir. Gökten yere inen merdiveniyle sadece doğa olayları değil, sosyal olaylar bile bir ezoterik (sadece ehlince bilinen gizlilik) hiyerarşisi içinde algılanagelmiştir. Belki de bu nedenle ‘hak’ ve ‘adalet’, Anadolu topraklarında bu değişmez hiyerarşiye rağmen ve bununla birlikte bir ‘denklik’ ve denge kurma istemi olarak anlaşılıp yürütülegelmiştir.

“Derin Devlet”in diğer ‘görünüm’ünde ise, değişerek süren gelenek, her düzeyde egemendir. İnsanların kılık kıyafeti değişir, çevresi ve mesleği değişir, ama her değişiklikten sonra temel düşünme ve davranma biçimi aynı kalıp sürmektedir. Devlet’in rejimi değişir, coğrafyası değişir, hatta halkı değişir, yönetici elitleri değişir; ama bin beş yüz yıl önceki Asr-ı Saadet’in ve 100’lerce yıl önceki Osmanlı sisteminin ana politikaları, dost ve düşman algılamaları, güvenlik, mülk ve din anlayışı bugün dahi aynen devam etmektedir. Modernleşme süreci, yeni uluslararası sistemsel değişiklikler, savaşlar, iç savaşlar, tabii ki Devletin Derin ‘ruhu’nu da etkilemektedir. Süreklilik dinamiği, her yeni durumda refleks vermekte ve sadece bir ‘görüntü değişimi’ gündeme gelmektedir. Dünyanın ‘değiştiği’, eski olanın sürekli tasfiye olduğu bir gerçektir. ‘Derin Devlet’, işte bu değişimleri algılayarak değişebilen, bir töz, ruh ya da refleksler toplamı olarak, adeta canlı bir organizmanın yaşamsal içgüdüleri gibi varlığını sürdürebilmek için düşünen ve davranan bir metafizik entitedir (gizemli bir hakikattir).

Derin devletin ruhu; tabii ki öncelikle ve asıl olarak ‘Devlet’ aygıtında gizlidir. Devlet aygıtı, temel kurumları ve politikalarını bu ‘ruh’la donatıverir. Bu anlamda ‘reel devlet’, ‘derin devlet’in evidir, bedenidir, formudur (yani zahiri şeklidir). Ancak, ‘normal şartlar altında’ ‘devlet cihazı’, her devlet gibi işlemektedir. Büyük kriz ve bunalım dönemlerinde ya da üstesinden gelinemeyen sorunlar baş gösterdiğinde ‘derin devlet’ açığa çıkıp görevinin gereğini yerine getirir. Gün olur, 2. Abdülhamit’in dış politikasında kendini gösterir, gün olur Jöntürkler ve İttihat ve Terakki’de temsil edilmektedir. Örneğin, Teşkilat-ı Mahsusa, bir derin devlet refleksidir. Meşrutiyetin ilanı ve Milli Mücadele de, derin devletin bir başka tezahürleridir. Cumhuriyeti kuran irade, demokrasiye geçiş, NATO ve batı tercihi, ‘derin devlet’in yönelimleridir. (Ve tabii derin devletin, dış destekli kirli hain ellerde mi, yoksa, milli ve yerli düşüncenin hizmetinde mi olduğu konusu önemlidir.) İddia edildiği gibi, bir dönem Güneydoğu’da PKK ile savaşan kontrgerilla timleri de, derin devlet değil, sıradan bir reel devlet politikası gereğidir. Ama Güneydoğu Kürt nüfusunu batıya göç ettiren ‘irade’ derin devlet iradesidir. Çünkü muhtemel bir iç savaşın koşulları sezilmiştir. Yine, Başörtüsünü yasaklayan ‘güç’ derin devlet değil, reel devleti kuşatmış olan batı destekli oligarşidir. Tam tersine, bin yıl sonra ‘millet’in çocuklarını ‘oyun’a katmaya ve özellikle kadınları ‘milli değerler’le kamusal alana çıkacak tarzda donatarak batıcılığa fazla eğilerek ‘denge’si bozulmuş toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmeye yönelen eğilimderin devlettir. Ancak sanıldığı gibi askeri darbeleri, ‘derin devlet’ yapmaz, çünkü Derin Devlet, bir şey yapan bir odak ya da kurum değildir. Askeri darbeleri ya Milli düşünceli, ya dış destekli bazı askerler yapsa da, derin devletin müdahalesi ve manipülesi kesindir. ‘Derin devlet’, ‘reel devlet’ ve toplum içindeki krizlerin ülkeye zarar vermeden çözülmesine dönük bir irade beyanı kabul edilmelidir. Uzak ve derin tehditleri sezme kabiliyeti, kalıcı ve boyutlu tedbirleri alma yönelimi, temelleri sağlam tutma ve vazgeçilemeyecek olanı koruma sigortası gibidir. Bu nedenle derin devleti yanlış adreslerde ve yanlış tanımlarla algılamak, esası gözden kaçırmak ve yanılgılara düşmektir.

Örneğin, derin devlet, tanımladığımız anlamda, hiçbir askeri darbede açığa çıkmamıştır. Tam tersine her darbe sonrası tasfiye olunan, “Derin Devlet” ruhundan izler taşıyan eğilimler ve kesimler olduğu bir vakıadır. Çünkü özellikle 28 Şubat gibi dış tertipli her darbe sonrasında, devletin milletle bağları daha da zayıflamış ve oligarşik ilişkilere daha açık hale geldiği ortadadır. (Ve tabii, milli derin devlet de bu arada elbette boş durmamış karanlık ve art maksatlı darbeleri hayırlı yönde değiştirmeyi başarmıştır.) Bu anlamda dış destekli ‘Askeri Darbe’lerin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, darbe sonrası sivil iradeye geçişi, Derin Devletin müdahaleleri olarak okunabilir. Çünkü ‘Devlet’ hiç kimseye, hiçbir kuruma, hiçbir kişi ya da ideolojiye tapulu değildir. Devlet, son tahlilde, millete tapulu, derinlikli ve dengeleri gözetici bir teşkilattır. Ve ‘Osmanlı Ailesi’ dahi, 600 yıl boyunca sadece sembolik bir sahiplik yapmıştır. Hain çeteler ve kirli şebekeler bazen hareket ordusu olarak gelip Abdulhamit’ten mührü alır, milliler Mustafa Kemal olarak Vahdettin’den tapuyu alır, bazen masonlar, güya millet adına Demokrat parti olarak CHP’den iktidarı alır. Bazen, Amerika’ya, Siyonist hegemonyaya, satılık ve marazlı medyaya rağmen, Deniz Baykal gibileri gerektiği kadar CHP’nin başında kalmayı başarır. Yani ‘Derin Devlet’, hem devlette hem millette yaşayan uzun vadeli ve huzur garantili değerler halinde, bazen milletin ortalamasının eğilimleri, bazen devletin bir stratejisi ya da bir devlet kurumunun refleksi halinde ‘aktif’leşip ortaya çıkmaktadır.

‘Türkiye’yi boş bir tarla sanmak, elbette tarihi bir yanılgıdır. Türkiye’nin reel devleti, kendisi istese de istemese de Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlarında ‘toplanma’ içgüdüsü olarak derin devleti taşımaktadır ve bu coğrafyayı elde tutmanın elbette bir bedeli ve bir sorumluluğu vardır. Derin Devlet; gün olur dağ başındaki çobanda, kolejdeki genç delikanlılarda, yaşlı bir kadında, gecekondudaki bir vatandaşta, camideki bir Hocada dile gelir, konuşur, harekete geçer, yanlışlıklara ve hazırlıklara müdahale edebilir. Hatta bazen reel devletin yöneticileri, bazen derin devletin en önemli engeli, düşmanı, karşıtı haline de gelebilir. Bu durumda umutsuzluğa ve yılgınlığa kapılmamalıdır. Mezopotamya-Akdeniz Havzası’ndaki hegemonik bütünlüğü arzulayan, değişken devamlılığı sağlayan, bağımsızlık ve bekasını, yeniden üretip devlete damgasını vuran her süreç, eylem ve tavır, devletin ya da milletin içinde açığa çıkabilir durumdadır. İşte bu ‘Derin Devlet’tir ki, Aziz Milletimizin manevi aynası ve avukatıdır.

Bazen tarihi ve talihsiz gelişmeler, ülkemizi ve milletimizi çözümü zor bir dizi paradoksla karşı karşıya bırakmıştır. Aynı anda birden fazla doğru olabileceği, düz ve tek bir çizginin olmadığı, her şeyin fraktal, kırıklı, çok olasılıklı olduğunu bilen bir akıl geliştirmek zorunluluğu vardır. Zira yaşadığımız süreçte birbiriyle çelişen bir aradalıklar, çatışan ama ortak doğrular, karşıt ama aynı safta çözümler bulunmaktadır. Bugün reel devleti kuşatmış bulunan bir oligarşik düzenle karşı karşıyayız ve bu düzen, ülkemizi tarihinden, toplumundan, değerlerinden kopartıp Batı’ya entegre etmenin ya da Batı güdümünde tutmanın çabası içindedir. Bütün düzeylerde bu reel devletle derin devlet ruhu, artık karşı karşıya gelmiştir. Temel siyasal sorun, devleti kuşatmış bulunan oligarşi ile derin devlet ruhunu temsil edenler arasındaki hegemonya paradoksu halinde açığa çıkıvermiştir. Reel devletin işte bu işgal ve ‘esareti’, sadece derin devletin müdahalesi ile ortadan kaldırılabilir haldedir. Bu anlamda, Derin Devlet ruhu, bu siyasal paradoksta ‘ileri’ ve millet lehine bir pozisyonu temsil etmektedir.

Öte yandan millet, tarihte olduğu gibi bugün de kendisiyle yaşayan, ama kendisini aşan, etnik ve ideolojik dayatmalarını, kutsalların, dini istismar ve baskıların veya siyasi ve ekonomik zorunlulukların boyunduruğundan kurtulacak özgürlükçü girişimlere, projelere ve değişimlere muhtaçtır. Ancak bu değişimler yine ‘kendisinde’ yaşayan ‘Derin Devlet’ özellikleri ve engelleri nedeniyle gerçekleşmesi bazen zorlaşır. Bu nedenle Derin Devlet’in köklü bir eleştirisinin yapılması ve tıkanıklıkların aşılması, bu iklimin ve bu büyük ülkenin tüm halklarını, temel insan hakları bağlamında öne çıkararak özne yapacak, evrensel çapta bir uygarlığa kapı açacak önemde ve özellikte, en temel ontolojik sorunların başındadır.

Sonuçta, güncel politik sorun olarak hegemonya paradoksu, oligarşiye karşı Derin Devlet ruhu sayesinde çözülebilir görünmektedir. Tarihsel ontolojik (Dünyadaki değişme ve gelişmelerin sebep-sonuç ilişkileri ile ilgili) bir sorun olarak sahici özgürleşme ise, Derin Devlet’e karşı özgür iradeli bir teolojik (dini ve ahlaki) ve politik eleştiri ile sağlanabilir.Derin Devlet, siyasal paradoksta (yerleşik yanılgılara karşı çıkışta) ileri, ontolojik paradoksta (Tarihi ve tabii değer ve dinamiklerde ise) geri bir düzeyi ve rolü temsil etmektedir. Öte yandan, hem hegemonya paradoksu hem de özgürleşme olgusu aynı anda, birbirine paralel ve eşit ağırlıkta bir ‘paradoksal tutum’la aşılabilecek problemlerdir. Millet hem Derin Devlet ruhuyla hem de Derin Devlet’e karşı ve onu aşacak yeni bir şuurla (ve İnşaallah Milli Görüş ve Milli Çözüm ruhuyla) bu sorunları çözebilecek sıçramayı yapabilecektir.

İşte bu yüzden, bir yandan devlete ve millete sahip çıkarken, öte taraftandevleti de milleti de eleştirmek, aynı anda mümkün ve münasip bir yaklaşımdır ve tutarlıdır.

Bu radikallik, hem Derin Devlet’in görüntü değişimine ve demokratikleşmeye zorlaması, hem derin devletin aşılması, hem milletin devletine sahip çıkması, hem devletini ve düzenini dönüştürmesi ve çağdaş standartlara ulaşılması… Yani, “hem muktedir hem muhalif”, “hem devlet hem hürriyet” diyen yeni bir duruş anlamındadır. Tüm eski ‘oyunu’ ve kafalardaki eski kalıpları kırarak, yeni bir teorik bakış ve pozisyon geliştirmek için düşünmek ve tartışmak bu yolun başıdır. Derin Devlet kavramının; belki böyle bir yeniden düşünmenin kışkırtıcı aracı olarak tekrar fikri düzeyde ele alınması lazımdır. Bu düzey ise, taraf olmak ya da karşı olmak değil, hatta içinde veya dışında olmak da değil; bizatihi özne olarak durup anlamaya çalışmak, her yönüyle analizler yapmak ve tarihi ilerletecek diyalog ve dayanışma anlayışını, tabuların ve paradoksların yerine ikame etmek için doğru düşünce ve tartışmayı doğru eylem çabasını zorunlu kılmaktadır.”[3]

Derin Devlet kavramı ve Süleyman Demirel’in yaklaşımı:

Soru: Sayın Demirel, Derin Devlet nedir, Derin Devlet var mıdır?

“Çok itina ile söylüyorum, devlet yönetiminde zaaf belirirse… Şöyle… Devletin kanunları vardır ama uygulanamamaktadır… Valisi, kaymakamı vardır… Hâkimi, savcısı vardır… Askeri, polisi vardır… Ama kanunlar uygulanamadığı için huzur kalmamıştır. O zaman bu huzuru biz tesis edelim niyeti ile devletin içinden ve dışından talepler artacaktır… Bu bir devlet boşluğudur… Devlet, boşluğu kabul etmez… Türkiye maalesef bunu yaşamıştır… Evet, 1977-1978’lerde… 1979’da biz idareyi devraldığımız zaman tam bir devlet boşluğu vardı.

Peki, derin devletin içinde kimler var?.. Olaya şöyle bakacaksınız… Derin devletin içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek zorunda kalmıştır… Öyle hissederler kendilerini… Oysa kimse onlara görev vermemiştir!? Ve tabi, sineğin üzerine balyozla gitmek de yanlıştır;“Varsın ülke böyle devam etsin, kıyamet kopmaz ya” diye vurdumduymaz davranmak da yanlıştır.”

Org. Büyükanıt’ın konuşması ve Demirel’in bakış açısı!

Org. Yaşar Büyükanıt’ın “Güneydoğu yıllarını” iyi hatırlarız. Diyarbakırspor maçlarına katılırdı. Tribünler “Yaşar Baba” diye bağırırdı. Beldelere, köylere, mezralara uğrardı. Halk “Baba” diye eline sarılırdı. Görev yaptığı dönem “PKK’nın gemi azıya aldığı” dönemdi, ama yılmamıştı. Org. Büyükanıt “yerinde durmayan, kabına sığmayan, sürekli arazide olan” bir komutandı.

Soru: Efendim, Org. Büyükanıt neden konuştu ve tehdit edici çıkışlar yaptı?

Süleyman Demirel: Devletin organları vardır, siyasi iktidarı da vardır, herkesinAnayasa’da belirlenen yeri var… Herkes bu yerde durmalıdır… Şimdi Kara KuvvetleriKomutanı niçin konuşuyor?.. Org. Büyükanıt’ın konuşmasına olan itirazlar doğrudur…“Konuşsun efendim” demek mümkün değildir… Önce bu itirazları kabulleneceksin ve sonrada düşüneceksin.? Peki, niye konuşmasın? Tamam da… Şunu unutmayacaksın… Konuşanbu ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı’dır… Geçmişte de bunun birtakım izlerinin olduğunuhatırlayacaksın… Bunun Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel’den başlayarakgelen birtakım izleri var… Cemal Gürsel de konuşmuştu… Dünü sakın unutmayınız!? Şimdi, ne diyor Kara Kuvvetleri Komutanı?.. Bizim Irak’ta bir sözümüz yok, sözümüz geçmiyordiyor… (e haklıdır…) Kalkıp da, evet bizim Irak’ta sözümüz geçiyor diyebilecek misiniz?..Soruyorum, diyebiliyor musunuz?

Soru: O halde ne yapılması lazım?

Demirel: Daha iyi bir koordinasyon lazım. Başta siyasi iktidarın… SonraCumhurbaşkanı’nın… Hatta bazı odakların öyleyse gel, sen idare et” ithamıylakarşılaşacağımı biliyorum… Ama tepki de alsam, bazı şeyleri söylemek, bu ülkeye karşısorumluluğum icabıdır… Bunları söylemek bana düşüyor… Zira bunları görerek geldik.Seninle güvenlik konularını, büyük şehirleri, kapkaç, soygun, hırsızlıkları konuştuk… Bana”Tayyip Bey ne yapmalı?” diye sordun. Yanıtlarıma şunu da ekle… Tayyip bey, ne yaparsayapmalı ama, her şeyin sonucu ile ölçüldüğünü de unutmamalıdır. Tayyip bey, piyasaekonomisinin şartlarını yerine getirmeli… Özelleştirmeyi ilerletmeli… Yerli ve yabancıyatırımcılar için, yatırım iklimi hazırlayıvermeli… Buna büyük ihtiyaç vardır

SoruSayın Demirel… Konumuz 28 Şubat… Ne oldu, neden oldu, nasıl oldu?

Demirel: Türkiye, Sayın Necmettin Erbakan’ın kurduğu hükümet tarafındanyönetiliyordu… Ve asker, kendi içinde, fevkalade rahatsızdı.

Soru: Derin Devlet mi rahatsızdı!

Demirel: Derin devlet, sadece devletin bazı kurumlarından ibaret sanılmasın. Devletin ve düzenin çökme korkusu yaşanmaktaydı… Bu korku derin devletin kökündeyatar… Aslında Müdafaai Hukuk Hareketi de bir derin devlet olayıdır… “Devlet çöküyor,kurtaralım… Devlet yapamıyor, bari biz yapalım” mantığı öne çıkmıştı.”[4] (Oysa Süleyman Demirel, 28 Şubat’ın gerçekte ABD Yahudi Lobilerinin bir tezgâhı olduğunu bilmiyor olamazdı. Ama olayları çarpıtmak ve yanlış anlaşılsın diye olayın yarısını anlatmak onun bilinen vasfıydı.)

Kenan Evren: “Derin devlet vardır; ve bu bir realitedir!”

Sayın Demirel çok doğru söylüyor… Derin devlet bir realitedir… Derin devlet vardır… 14 Ekim 1979’da Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimi ile boş bulunan beş milletvekilliği için ara seçim yapılmıştı. CHP o zaman iktidardaydı… Sayın Ecevit de Başbakandı… 29 ilde seçim oldu… Adalet Partisi 33, CHP ise 12 senatör çıkardı. Boş olan 5 milletvekilliğinin 5’ini de Adalet Partisi kazanmıştı. İşte o seçimden sonra sayın Ecevit, Başbakanlık’tan istifa edip ayrıldı. Hükümeti Süleyman Bey kurdu… Ve bir şeyin farkına vardı. Devletin, devletliğini kaybettiğini fark etti… Devletin, devlet hakimiyetini kuramadığını gördü… Yani sayın Demirel, 1979’da siyasi zaafı gördü… Yönetimin zaaf sergilediği yerde derin devletin kendiliğinden devreye girmiş olduğunu anladı… Doğrudur… Derin devlet vardır.

25 Kasım 1979 tarihinde “6. Demirel Hükümeti” Meclis’te güvenoyu aldı. Hükümet hemen kolları sıvadı. Yeni bir ekonomik program (24 Ocak kararları) üzerinde çalışmaya başladı. İşte tam bu sırada… Komutanlar, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir “mektup” verdiler. (27 Aralık) Mektup “ülkenin gidişatını” eleştiriyordu. Cumhurbaşkanı Korutürk bu mektubu “bir hafta sonra” açıkladı. (2 Ocak 1980) Komutanlar 4 Ocak’ta da Başbakan Demirel’e “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yasal ve icraya ilişkin isteklerini içeren” bir mektup verdiler. Biz Genelkurmay Başkanıydık. Evet… Muhtırayı verdik… Sonra Kuvvet Komutanları ile oturduk, konuştuk.”[5]

Mahir Kaynak’ın saptama ve saptırmaları:

Derin devlet yok iddiası! (Ama olması lazımdı… Zaten Mahir Kaynak Siyonist odakları da, Mason Localarını da diğer kirli ve etkili yapılanmaları da komplo teorisi sayıp, hizmetindeki karanlık merkezlerin işini kolaylaştırmakla görevli bir insandı!)

“Türkiye’nin güçlü ve etkili olmamasını onu yöneten ve yönlendiren bir derin devletin yokluğuna bağlıyordum. Bir devletin gücü ve etkisi tek bir faktörle açıklanamazdı. Bazıları ekonomik gelişmemişliğimizi, diğerleri Batılılara benzemediğimiz için geri olduğumuzu söylüyor ve iddiamızın bunlarla sınırlı olması gerektiğini düşünüyordu. Oysa her ülkenin güçlü ve zayıf yanları olabilirdi ve bunların hepsi birden değerlendirilirse Türkiye’nin aktör devlet sınıfına girebileceğini düşünüyordum ama tabi devlet konumumuz bir kader haline gelmişti… Her ülkenin derin devleti kendi tarihinin bir uzantısıdır. ABD’de bu yapı işadamları, bazı aydınlar ve bürokratlardan, İngiltere’de kraliyetin temsil ettiği devletten, Rusya’da gizli servis odaklı bir çevreden oluşur. Türkiye’de bunun Ordu çevresinde şekillenmesi normal bir beklentidir. Ancak bunun aydınlar, siyasetçiler ve bürokratlar tarafından desteklenmesi gerekir. Asıl eksiklik ülkeyi yönetecek, dünyayı doğru algılayan ve buna uygun politikalar üreten bir sahibin yokluğudur. Derin devletle ülkeyi fiilen yöneten iktidar birbirinin hasmı ve rakibi değildir veya olmamalıdır. Derin devlet konjonktüre göre yönetimin nasıl oluşması gerektiğini kararlaştırır ve halk bu sese uygun yankılar verir. Şüphesiz bazı müdahaleler, yabancı sesler de olacaktır ama bunlar bir fısıltı düzeyinde kalır.”[6]

“Kalıcı Derin Devlet, Geçici Derin Devlet” kavramları

Derin devlet nedir, ne değildir konusunda basında ve medyada tartışmalar yapılırdı. Ama yine de konuya netlik kazandırılamazdı. Bazı yazarlar gözü bağlı olarak Fil’i el yordamıyla yoklamaya çalışırlardı. Kimi fili hortuma benzetti, kimi çuvala. Ama filin bütünüyle gövdesinin nasıl olduğunu kavrayamamışlardı. Bu konuya netlik kazandırmak için Batılın ve dış odakların güdümündeki Derin Devlet çeşitlerini sınıflandırmak zorundayız. Yeryüzünde iki türlü derin devlet vardır.

1- Kalıcı derin devlet,

2- Geçici derin devletler…

Kalıcı Derin Devlet, Siyonistlerin kurmaya çalıştıkları Gizli Dünya Devleti’dir.Geçici derin devletler ise: Gizli dünya devletinin kurulmasını kolaylaştırmak ve önündeki engelleri kaldırmak için ihdas edilmiş olan, ömrü kısa derin devletlerdir. Bunlar ihtiyacı karşılamak için yerine göre bir operasyon olarak görev üslenir. Yerine göre darbeler, ihtilaller olarak kendini gösterir.

Kalıcı derin devlet, günümüzde, ABD’yi bile emri altına alacak güce erişmiştir. Bu güçlenme birinci aşamada Kennedy cinayetleriyle kendini göstermiş, ikinci aşamada ise, ikiz kulelerin, bir tertip eseri olarak vurulmasından sonra etkisini iki kat artırmış vaziyettedir. Bu gizli örgütlenmenin gövdesi ise bir ahtapotun kolları gibi dünyaya yayılmış olan gizli masonik merkezlerdir.

Siyonist kalıcı derin devletin yol haritası ise: Önce İsrail’i kurmak, sonra Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Arzı Mev’ud’a (Nil ve Fırat vadilerine) hâkim olmak, en sonunda ise ABD’yi ve AB’yi ya ilhak ederek ya da dağıtarak kuruluşunu tamamlayıp dünyaya egemen olmaktır. Bu gizli aksiyonların, su yüzüne nasıl ve ne şekilde çıktığı hakkında bazı çarpıcı misaller vermekte fayda vardır:

1- İsrail’in kuruluşunun; gizli Siyonist ve masonik örgütlerin, ABD ve Avrupa ülkelerine yaptığı baskılar, savaşlar ve şeytani planlar sonunda gerçekleştiğini unutmamalıdır.

2- Siyonistlerin bu planlarını Abdulhamid Han çok iyi bildiği için Yahudilere arazi vermeyerek İsrail’in kuruluşuna karşı çıkmıştır.

3- Ama Yahudiler bunun üzerine, Selanik’te bir mason locası kurarak Abdülhamid Han’ı tahttan indirip en önemli engeli ortadan kaldırmışlardır. Hatırlanacağı üzere Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesi operasyonunu, Yahudi ajan Parvus Efendinin kışkırtmalarıyla Saraya gelen Emanuel Karasu gibi dönme ittihatçıların, paşalara direktifler vererek bizzat yönettikleri kesinlik kazanmıştır.

4- Yine bir tertip sonunda, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Savaşı’na sokulmasında ve neticede İmparatorluğumuzun parçalanmasında, Siyonistler en büyük rolü oynamışlardır.

5- İstiklal savaşımızdan sonra, aktedilen Lozan konferansında ise Hayim Nahum Efendi ismindeki Yahudi, bu işe bizzat burnunu sokarak, Lord Curzon’un da etkisiyle, Türkiye’nin jakobenliğe endekslenen bir lâiklik anlayışına kayması için üzerine düşen görevi yapmıştır.

6- Atatürk İstiklal savaşından hemen sonra, ülkenin ekonomik bağımsızlığına kavuşması ve siyasî bağımsızlığımızın böylece garantiye alınması için Sanayi Teşvik Kanunu çıkartarak, ağır sanayi hamlesi başlattığı halde, Atatürk’ün vefatından sonra masonlar bu hamleyi rafa kaldırarak, ülkemizin dışa bağımlı bir ekonomiye mahkûm edilmesine sebep olmuşlardır. Atatürk’ün kapattığı mason locaları İnönü tarafından tekrar açılmamış olsaydı, onun başlattığı sanayileşme hareketi elbette başarıya ulaşacaktı.

7- Türkiye’nin kendi imkânlarıyla kalkınması, Atatürk’ten sonra da engellenmeye çalışılmıştır. 27 Mayıslar, 12 Martlar, 12 Eylüller ve 28 Şubatlar elbette boşuna yapılmamıştır. Bu darbe veya krizlerin ilk planda aktörlerinin masonlarla veya Siyonist odaklarla işbirliği hâlinde oldukları anlaşılmıştır. Ancak bunların hemen hepsine “Milli Derin Devlet” de müdahil olup ülke çıkarlarını ve devletin varlığını koruyucu tedbirler almışlardır. Elbette birileri kalkıp da sık sık demokratik gelişmemizi, önemsiz gerekçelere dayanarak askıya alırsa, elbette ki, dünya çapında organize olmuş bulunan, Kalıcı derin devlet mensupları, alttan alta işe karışıp, milletimizi ve devletimizi zaafa uğratmak için, ellerinden geleni geri koymayacaklardır. Nitekim hemen her darbeden sonra ABD Başkanları, “Bu işi yapanlar bizimkilerdir.” diyerek bu marifetin kendilerine ait olduğunu vurgulamışlardır.

8- Başka bir misal: Yıl 1969–70, bizler Millî Nizam Partisi’ni kurmuştuk. Henüz teşkilatlanma safhasında iken, ABD’deki Siyonistlerden bize bir kurye gelmiş. “Sizin partinizin sözcüleri, masonluğu ve Siyonizm’i eleştirmeye devam ederlerse, hakkınızda kapatma davası açtıracağız.” demişler, bizler yolumuza devam edince, bir aya kalmamış aleyhimize kapatma davası açılmıştır.

9- Benzeri olay Refah Partisi zamanında da cereyan etmiştir. Kanal7’nin bir yayınını, RP’ye mal ederek, Refah’ın koalisyondan çıkarılması ve parti hakkında kapatma davası açılması, masonik bir kuruluş olan “Fransa Yüce Konseyi” tarafından 27 Mart 1997 tarihli talimatla dayatılmıştır.

10. Ve nihayet Ecevit-Yılmaz-Bahçeli koalisyonunun nasıl ve niçin yıkıldığı, Saadet Partisi’nin bir masonun mektubuna uyularak nasıl içeriden hizip çıkarılıp parçalandığı ve AKP’nin kuruluşu sırasında ABD Büyükelçisinin evden eve giderek AKP lehine nasıl kulis yaptığı yine hepimizin malumlarıdır.

11- Şimdi de Sayın Erdoğan, AKP için düğmeye basıldığından bahsediyor. (Oysa kendileri de aynı odakların operasyonlarına figüranlık yapmışlardı.)[7]

 


[1] Bir Kopmlo teorisi / Oya Baydar / T24.com / 25 04 2018

[2] Erdoğan çok kızgın / Soner Yalçın – Sözcü – 25 Nisan 2018

[3] Ahmet Özcan / Yarın Dergisi / Kasım – 2002

[4] Sabah / 02-03 & 02-04 2005

[5] Sabah / 04-06 & 2005

[6] Mahir Kaynak / Star Gazetesi / 05.04.2005

[7] S. Arif Emre / Milli Gazete / 13-14.04.2005

 

 

 MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi