Anasayfa » BİR DOĞRUYU, YANLIŞ AMAÇLAR İÇİN KULLANMAK

BİR DOĞRUYU, YANLIŞ AMAÇLAR İÇİN KULLANMAK

Yazar: yonetici
0 Yorum 50 Görüntüleyen

BİR DOĞRUYU, YANLIŞ
AMAÇLAR İÇİN KULLANMAK 

Bülent Ecevit, hazırladığı bir Osmanlı Tarihiyle ilgili, kendisiyle
röportaj yapan zaman muhabirine:

“Sultan Vahdettin hain değildir” deyince ortalık karıştı.

Belki de Ecevit; tarihimizle barışmayı, ideolojik ve resmi yanlışlıkları
tartışıp, önyargıları aşmayı amaçlamıştı… Veya gündeme gelmeye çalışmıştı…

Evet, Ecevit belki bazı doğruları saptamıştı, ama bu doğruların, hangi
yanlış amaçlar için istismar edileceğini hesaplayamamıştı…

Bir zamanlar “Kurtuluş umudumuz Karaoğlan, Ezilenlerin Kurtarıcısı solcu
kahraman” diye övgü düzenler, şimdi: “Atanın kemiklerini sızlatan, Beyni
sulanmış adam” diye, sövmeye başlamıştı.

Oysa asıl üzerinde durulması gereken; Ecevit’in söyledikleri değil,
bunları tartışma konusu yapıp suni gündem oluşturanların, “cambaza bak”
oyunlarıydı.

Sultan Vahdettin’in hain olmadığı gerçeğine sahip çıkan bazı
sahtekârların, hedefinin tarihi bir tersliği düzeltmek olmadığı açıktır.
Onların amacı:

1-       AKP’NİN Kıbrıs ve Kuzey Irak
hıyanetine kılıf hazırlamak, Vahdettin’le Tayyibi kıyaslamak ve temize
çıkarmaktır. Çünkü Milli Cephedeki siyasi partiler, sivil örgütler ve aydın
şahsiyetler, AB hayali uğruna Kıbrıs Rum Kesimini tanıma anlamına gelecek
Gümrük Birliği ek protokolünün imzalanmasının bir siyasi cinayet olacağını
hatırlatmaktadır. Üstelik tam bu sırada ABD ile Kıbrıs Rum Kesimi bir savunma
ve güvenlik işbirliği anlaşması imzalamıştır.

2-       Fetullah Gülen’in Amerika’nın
kucağında yürüttüğü Siyonist uşaklığına ve vahşi emperyalist şakşakçılığına
mazeret bulmak ve Sultan Vahdettin gibi iftiraya uğradığını ve anlaşılmadığını
savunmaktır. Zaman gazetesinin tavrı bu kanaatimizi ispatlamaktadır. 21. Temmuz
tarihli Zaman’ın 16. sayfasındaki Prof. Mümtaz’er Türköne’nin yazısı, birde bu
gözle okunmalıdır.

3-       Sultan Vahdettin’i öne sürüp
asıl Atatürk’ü tartışmaya açmak ve ABD’ye teslimiyete, egemenliğimizin AB’ye
devrine engel olan Kemalist ilkelerin artık gereksiz ve geçersiz olduğunu söylemeye
çalışmaktır.

Nitekim Oktay Ekşi ve Süleyman Demirel gibilerin itirazları bu noktada
yoğunlaşmıştır.

4-       Siyonist İsrail’in dünya
hâkimiyeti için BOP tuzağına çekeceği Türkiye’yi yumuşatmak üzere “Ilımlı
İslamcılık ve Yeni Osmanlıcılık” palavralarına haklılık kazandırmaktır. Güler
Kömürcü bu noktaya parmak basmaktadır:

“5 Ağustos… İstanbul’da ‘Yeni Osmanlı’ zirvesi mi?

Size yine çook özel bir haberim var ey kayda geçen okur; Petrol
piyasalarının efsanevi ismi, arap hanedanlarının `VIP` üyesi, Suudi Arabistan
eski Petrol Bakanı Şeyh Zeki Yamani, haftaya, 5 Ağustos 2005 tarihinde,
İstanbul`da, Çırağan Sarayımızın bahçesinde, `Arap Dünyası`nın önemli
isimlerini, siyasilerini, Ortadoğu`dan devlet başkanlarını ağırlayacağı
görkemli bir düğünle kızını (Sara Hanım, damat Malik Dahlan ile yani damat da
Arap) evlendiriyor. Düğünde, Ürdün Kralı Abdullah dışında, Ortadoğu
ülkelerinden 20 civarı bakan ile çok sayıda yerli-yabancı diplomat, işadamı,
siyasinin de hazır bulunması bekleniyor. Şeyh Yamani`nin düğününe Başbakan
Erdoğan da davetli.

Düğün davetiyesinde Şeyh Yamani`nin bizzat kendisinin kaleme aldığı
`derin manalı bir mesaj` yer alıyor, diyor ki Yamani; `Nur ve iman beldesi
Mekke tepelerinden geldik, Osman oğlu tepelerinde sevincimizi sizinle
paylaşmaya.`

Tam bu noktada duralım, `Mekke tepelerinden OSMANOĞLU tepelerine`
tanımının nedense bir anda `BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ` BOP`u çağrıştırdığını
söylesem, sınırlarınızı çok mu zorlamış olurum acaba sevgili okur? Şöyle
ki;

Suudi Arabistan eski Petrol Bakanı Şeyh Zeki Yamani uluslararası para
piyasaları-siyasi çevrelerde hala son derece etkin bir isimdir. Yamani, damadı
dahil bütün çevresinin, evinin-dostlarının yaşadığı Suudi Arabistan yerine,
kızının düğününü sizce neden İstanbul`da yapmayı tercih etti? Üstelik kına
gecesini de İstanbul`da yapıyorlar. Neden uçaklar dolusu yüzlerce davetliyi
Mekke`den, Medine`den ve de tüm Ortadoğu`dan teker teker aldırtıp `düğün
vesilesiyle` İstanbul`da toplamayı, hem de, `nur ve iman beldesi MEKKE
tepelerinden OSMANOĞLU tepelerine getirmeyi-OSMANOĞLU TEPELERİNDE
`birleştirmeyi` tercih etti dersiniz? Tamam, son zamanlarda İstanbul`da düğün
yapma modası var doğru ama…

Konuyu aktardığım bir uzman dostun yorumu şöyle oldu; `BOP`un omurgasında
yer alan belirleyici stratejinin `hızla terörize olduğuna inanılan Müslüman
dünyasını, -ılımlı İslam modeli- ile törpülemek olduğunu artık hepimiz
biliyoruz. Washington’un efendilerinin seçtiği `Ilımlı İslam modeli`nin
temsilcisi de, şimdilik, AK Parti üzerinden Türkiye. Bunun için de Türkiye`nin
geçmişteki mirasından faydalanmak istiyor, yani; `Osmanlı` modelini bugüne
uyarlayıp, `Yeni Osmanlı Modeli` adı altında `İstanbul`un merkez olacağı bir
model peşinde ve bu modelin çekirdeğinde de İslam dünyasının liderlik kurumu
olan HİLAFET` makamı bulunmaktadır.[1]

5-       Vahdettin tartışmalarının
diğer bir amacı da arabanın yorulan atlarını değiştirmek cinsinden, yıpranan
AKP’ye natif yeni bir iktidar arayışını hızlandırmak ve Milli bir değişim
heyecanını yatıştırmak ve yozlaştırmaktır.

Nitekim Şakir Süter’in yazdığına göre Süleyman Demirel; AKP’ye natif
doğabilir mi? Sorusuna;

“-Doğabilir değil, doğacaktır” yanıtını buyurmuşlardır?[2]

Gelelim karşı cepheye…

Vahdettin niye hainmiş?. İngiliz mandacılığına sıcak bakıyormuş… Öyle
ise, Amerikan mandacısı İsmet İnönü ve Sevr’i imzalayan Rauf Orbay nasıl
hainlikten kahramanlığa yükseldi.

Bütün bu hususlardan yola çıkarak Vahdettin’in veya Tevfik Paşanın hain
olduklarını söylemek saçmalıktır. Kurtuluş Savaşı’nın, Misak-ı Milli’nin,
Cumhuriyetin meşruiyetini kanıtlamak için, Osmanlı canibinde hainler yaratma
gereği yok.

Yılmaz Çetiner’in son padişah Vahdettin adlı kitabında, torunu Hümeyra Sultan’a
(Özbaş) atfen anlattığı olay, Vahdettin’in San Remo’daki sürgün günlerinde,
gelişmeleri daha soğukkanlı irdelediğini, Mustafa Kemal’i vatanın bağımsızlığı
için savaşan bir komutan olarak nitelediğini belirten satırların doğruluğunu,
bizzat Hümeyra Özbaş Hanım, kendisi Ali Sirmen’e teyit etmiştir.

Bu da Vahdettin konusunda çok olumlu bir olaydır.

Ama Sayın Ecevit, “Vahdettin’in zor koşullar altında bile bir çok önemli
iş yaptığını” söylerken daha ciddi davranmalıydı. Hele hele bu konuda kitap
yazdığına göre, bu konuda herhangi bir belgesi olup olmadığını soranlara,
“Benim şahsen, çocukluğumdan beri dinlediğim şeyler var” diye gayriciddî bir
yanıt verip, Tevfik Paşa ve İnönü ile ilgili kulaktan dolma yalan yanlış
tevatür anlatmaya başlaması başlı başına bir skandaldır.

Vatanseverlik-hıyanet ve sıkıcı polemikler

Eski başbakan Bülent Ecevit, “Vahdettin hain değildi” deyince kıyamet
koptu. Birileri neredeyse Ecevit’i darağacına gönderecek.

Sonuçta Bülent Bey, profesyonel bir tarihçi değil, okuma birikimlerinden
yola çıkarak vardığı sonucu söylüyor. Aslında bu sonuç ne tarihi bağlar, ne
tarihçileri. Dolayısıyla hezeyana varan tepkiler lüzumsuzdu.

Ecevit’in Vahdettin açıklaması üzerine gazeteler (özellikle Hürriyet ve
Milliyet) tarihçilerin görüşüne başvurdu. Hayret; neredeyse bütün tarihçiler ve
tarihe yakınlığı ile bilinen aydınlar (Mete Tuncay, Yılmaz Öztuna, M. Kemal
Öke, İlber Ortaylı, Reşat Kaynar, Murat Bardakçı) Ecevit gibi düşünüyordu…

Tek bir istisna vardı: Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Süleyman Bey
de profesyonel bir tarihçi değildi; ancak nedense Ecevit’in sözlerine bir hayli
içerlemişti. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni’ni bizzat arayarak sitemde
bulunmuştu. Süleyman Bey, “Türkiye, böyle bir beyanı kaldıracak durumda
değildir.” diyordu. Tuhaf Cumhuriyetimiz kurulalı 80 küsur sene olmuş, Türk
halkı cumhuriyeti özümsemiş, demokrasiye yelken açmış, Avrupa Birliği kapısına
dayanmış… Olsun, Demirel’e göre hâl⠓kaldırılamayacak beyanlar” var bu
ülkede. Demirel’in tepkisini “yadırgamadım” cümlesiyle savuşturdu Bülent Bey.
Oysa yadırganacak bir tepkiydi.

Ecevit’in açıklamasında ilginç bir ayrıntı var; esas bunun üzerinde
durmak gerekiyor. Bülent Bey, son padişahın birçok özelliğini takdirle yâd
ediyor; ancak asıl altını çizdiği nokta şu: “Vahdettin ülkeyi terk ederken
yanında servet götürmüyor. Sessizce ülkeyi terk ediyor.” Bülent Bey’in hayat
tarzını bilenler için bu ayrıntı önemli. Çünkü Vahdettin istese hem aile
servetinden hem de devlet kesesinden istediğini alırdı…

“Vatanseverlik” ve “ihanet” kavramlarını belki bu açıdan bir daha
düşünmek gerekiyor. Sadece dile vuran vatan sevgisi, inandırıcılıktan uzak
oluyor. Meydanları gümbürdete gümbürdete söylenen ve “vatan, millet, Sakarya”
üzerine odaklanan epik sözler, hayatta karşılığını bulamayınca derin bir
boşluğa yuvarlanıyor.[3]

İhanet ve Hamâkat

`Son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir haindi, ülkesine ihanet etti.”
İlkokulda bana bu “gerçekler”i öğreten öğretmenime şu soruları sormuştum. “Niye
ihanet etti? Nasıl ihanet etti? Bu ihanetinin karşılığında ne kazandı?” Bize
öğretilen altı asırlık şanlı tarihin böyle mide bulandırıcı bir sahne ile sona
ermesi canımı sıkmıştı. Aldığım cevap ise sadece okkalı bir tokat oldu. Çocuk
mantığı ile o gün sorduğum bu soruları, bugün Ecevit’in başlattığı tartışma ile
ayağa kalkan ve Sultan Vahdettin üzerindeki “hain” damgasını kaldırmayı
“ihanet” olarak niteleyenlere sormanın bir anlamı yok. Artık tokatla susacak
yaşı geçtiğimize göre, yeni sorular sormamız lazım.

“Tarihi hainlerle kahramanlar arasında süren bir masal gibi anlamak ve
yorumlamak, acaba hamakatin hangi çeşididir?” “Padişahları bile hain olabilen
ve bol miktarda hain yetiştiren bir millette şeref ve haysiyet hangi
mertebelerdedir?” Nihayet, “böyle bir milletin adam olma ihtimali mevcut
mudur?”

Gerçeğe ve tarihe saygı

Kemal Tahir, 40 yıl önce, bugün Ecevit’in çizdiği Vahdettin portresini
daha canlı ve ikna edici olarak çizmişti. Cumhuriyetimiz 40 yıl daha
yaşlandıktan sonra, varlığını temellendirmek için hâlâ hainlere ihtiyaç
duyuyorsak, gerçekten yazık. Vahdettin elbette hain değildi, bulunduğu son
derece zor şartlarda, çıkış yolu bulmak için kendince çözümler aradı.
İstanbul’da işsiz güçsüz oturan Osmanlı paşalarını Anadolu’ya gönderdi,
bunların arasında da eski yaveri Mustafa Kemal’e, rütbesi daha yüksek olanlar
üzerine komutan tayin ederek ilave yetkiler verdi (Atatürk’ün rütbesi, Kazım
Karabekir’den düşüktü.) Bunları söyleyen Atatürk’ün kendisi; merak edenler
Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sına bakabilirler. 1927 yılında, günler boyu Meclis
kürsüsünden okunan Nutuk’taki “hain” isnadına gelince: Bu metinde “hain”
sıfatını doğrudan veya dolaylı olarak yiyen sadece Vahdettin değildir. Kurtuluş
Savaşı’nın büyük komutanları, Rauf Orbay, Ali Fuad Cebesoy, Kazım Karabekir,
Ali İhsan Sabis de karşımıza dirayetli komutanlardan çok birer karikatür olarak
çıkarlar. Nutuk içinde yer alan zengin belge ve bilgiler yanında, Cumhuriyet’in
ilk yıllarında süregiden iç iktidar mücadelesinin bir polemik metnidir. Bu
mücadelenin nasıl sürdürüldüğüne dair önemli bilgiler içermektedir. Kuruluş
evresinin hareketli ortamında kaleme alınan bu metni, her kelimesi doğru bir
kutsal metin olarak okursanız, sadece Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını değil,
bugünü de anlamak konusunda zorluk çekersiniz. Söz konusu olan şey sadece bir
iktidar mücadelesidir.

Cumhuriyet, imparatorluğun bütün kurumlarını devralmış, Tanzimat’tan beri
devam eden her alandaki yenileşme hamleleri hız kazanarak tarihsel bütünlük
içinde devam etmiştir.

Cumhuriyet ideologlarının, yenilikleri benimsetmek için giriştikleri
abartılı ve kişiselleştirilmiş edebiyat, bir Osmanlı düşmanlığına ve tarihin
tasfiyesine doğru uç noktalara taşındı. “Cumhuriyet’in her çeşit yeniliğin ve
mucizenin başlangıcı olması” iddiasını temellendirmek için, koskoca bir tarih
ayıklandı ve tasfiye edilerek tekleştirildi. Daha sonra bu tarih, ulus devletin
kimliği ve kişiliği haline getirildiği için vazgeçilmezlik ve dokunulmazlık
zırhına büründürüldü. Gerçek tarih bugün bizden hemen her gün intikam alıyor.
Önümüzde uzanan Osmanlı coğrafyası, Türkiye’nin güvenliğini ve geleceğini
garanti altına almak için doldurulmayı bekliyor. Hain bir padişahla
noktaladığınız tarihe dönerek bu boşluğu dolduramazsınız.

Hainlerle, alçakça komplolarla dolu tarih, zihnimizi dumura uğratıyor,
bizi kendi kendimizi yiyip bitiren paranoyalara mağlup ediyor. Bu dondurulmuş
ve tekleştirilmiş tarihin bize verdiği akıl, bizi sığ ve verimsiz hatta
tüketici bataklıklara mahkûm ediyor. Etrafımıza sadece 82 yıllık yeni bir
devletin mensupları olarak bakarken birçok fırsatı ve imkânı kaçırıyoruz.
Vahdettin hain olduğu sürece kaçırmaya devam edeceğiz. Vahdettin’in, Çerkes
Ethem’in hain olduğu bir tarihle, Kurtuluş Savaşı’nı nasıl başardığımızı kimse
açıklayamaz. Açıklayamadığınız bir hikâyeye mahkûm edilirseniz, aklınızı ya
dumura uğratırsınız ya da şizofrenik bir dünya içinde heder olursunuz.

Vahdettin’i hain ilan ederek Atatürk’ü yüceltemezsiniz. Yücelttiğiniz
Atatürk, bir devletin kurucusu, büyük reformlar başarmış bir önder olmaktan
çıkar bir mitoloji kahramanına ve bir azize dönüşür. Bizim bir azize değil, çok
zor şartlar altında, iktidar mücadelelerinden de başarıyla çıkabilmiş,
gerçekçi, ufku geniş ve sonuçta başarılı olmuş bir devlet kurucusuna
ihtiyacımız var.

Bizim gerçeklere ihtiyacımız var. Çünkü gerçeğe saygısı olmayanların
geleceği olmaz.[4]

Tarihe ‘kapatma’ muamelesi

Bülent Ecevit’in Zaman gazetesine verdiği ‘Vahdettin hain değildi’
demecinden sonra başlayan tartışma devam ediyor.

Yılmaz Öztuna’nın yıllar önce ortaya koyduğu, İlber Ortaylı’nın teyid
ettiği, kısaca tarihi resmî söylemlerin dogmalarından arınmış bir şekilde
görmek gerektiğine inanan tarihçi ve araştırmacıların aksine bazı kalem erbabı
da bu beyanatların cumhuriyetin temellerini sarsmak olduğunu iddia ediyor.
Onlar Ecevit’in beyanatlarının Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Nutuk’ta belirttiği
esaslara uygun olmadığını, bu beyanatların Ecevit’e hiç yakışmadığını
söylüyorlar. Süleyman Demirel, durumdan avantaj çıkararak, ‘Atatürk Türk
ulusunun üzerinde mutabakata vardığı önemli bir referans ve bu referans bize
daha 100 yıl lazım’ gibilerinden ilginç analizler yaparak puan topluyor. Oysa
Demirel’in bu tutumu sağ siyasete egemen olan pragmatik anlayışın tipik bir
uzantısıdır

Aslında Ecevit gibi Atatürk’e duyduğu sevgiden şüphe edilmeyecek birinin
yıllarca ‘Mustafa Kemal’in Samsun’a gittiği vapur çürük çarık bir vapur
değildi; hatta onu bizzat Vahdettin görevlendirmişti’ diyen mütedeyyin
kitlelerin tezlerini kısmen onaylayan bir pozisyona düşmüş olmasıdır
rahatsızlık yaratan.[5]

Serdar Turgut’un yazı başlığı oldukça çarpıcıdır:

“Türkiye’nin tarihi hiç olmadı ki”

Vahdettin hain miydi yoksa değil miydi tartışması Türkiye`nin düşünce
sisteminde var olan eksiklikleri net biçimde ortaya koymuştur.

`Tarih` birçok toplumda var olan yapıların geçmişlerini ve var oluş
nedenlerini anlamak için girişilen bilimdir.

Bizde ise tarih var olan yapıların geçmişini ve var oluş nedenlerini
anlamamak ve anlatmamak için kurgulanmış bir yalan-bilime (pseudo-science)
dönüşmüştür. Bu `olanı anlatmama` ve `anlaşılmamasını sağlama` ihtiyacı sadece
Türkiye`ye özgü değildir. Ancak demokrasinin bir yaşam biçimi olarak
algılanmadığı ülkelerde yaygın olarak görülse bile, ülkemizde de sık sık ve
gizlenmeden, saklanmadan başvurulan bir yöntemdir. Son Vahdettin tartışmasına
teorik müdahalede bulunan Süleyman Demirel`in `bazı konuları kurcalamamak
yerinde olur` sözü, Türk devletinin tarihe resmi bakışını oluşturur. `Tarih`
gibi zor bir konuda, devletin resmi bakışı ve tavrı olduğunda ise bunu kırarak
gerçekleri ortaya çıkarma neredeyse imkânsız olur.

Vahdettin`i hain ilan etme, bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştır. M.
Kemal’in daha önce Padişaha, övgü dizen sözleriyle uyuşmayan bazı ithamları da,
bu açıdan yorumlanmalıdır.

Cumhuriyet`in Osmanlı geçmişinden radikal bir kopuşu oluşturduğu ve
eskinin tamamen unutulup yeninin baştan aşağıya yeniden kurulması anlamına
geldiği tavrı, bir anlamda, Vahdettin`in de harcanması ihtiyacını doğurmuştur.
Bülent Ecevit`in çıkışı, resmi tarih anlayışına büyük darbe vurduğundan ve
Cumhuriyet`in anlamını yeniden düşünme sürecini açtığından, büyük tepki
görmüştür. Bu gibi durumlarda Süleyman Demirel resmi devlet refleksini gayet
net ve şeffaf biçimde ortaya koyan çıkışlar yapıyor. Derin devlet
tartışmalarında da böyle olmuştu, şimdi de tarih tartışmalarında aynı tavrı
sergiledi, bazı doğruları ortaya çıkarmamak daha doğru olur demedi tam olarak
ama, bunu dolaylı şekilde söyledi.

Bu tanımladığım süreç, Vahdettin hakkında çok kıymetli bir biyografi
yazmış bulunan Murat Bardakçı`nın başına gelmiştir. Rasyonel bir ülkede yaşıyor
olsaydık o eser de layık olduğu yere konulur ve Vahdettin konusunda `kime göre
neden hain, kime göre de neden hain değil` tartışması başlatılırdı. Bu çalışma,
resmi devlet ideolojisinin kendi çevresine kurduğu kalkana ve ideolojik devlet
aygıtlarının (bunlar arasında bazı gazeteler de vardır) kurduğu koruma duvarına
çarpmıştır.[6]

Ecevit: Vahdettin devleti soymadı

Eski Başbakan Bülent Ecevit, “Son Padişah Vahdettin hain
değildi” diyerek başlattığı tartışmayı, “Sultan Vahdettin ülkeden
ayrılırken devleti soymadı” diyerek devam ettirdi. Eşi Rahşan Ecevit`le
birlikte CNN Türk’te yayınlanan Ankara Kulisi programına katılan Ecevit,
Vahdettin`le ilgili açıklamalarına devam etti. Ecevit, “Böyle bir
açıklamaya neden gerek duydunuz” sorusuna, “Aslında Vahdettin`le
ilgili birikmiş bazı tepkiler ve destekler varmış. Benim tamamen kendi ailevi
sorunumla ilgili sözlerim birden bire bazı ideolojik, hatta rejim ile ilgili
tartışmaların alevlenmesine neden oldu. Bu gibi konuların tartışılması rejim ve
ideolojik açıdan faydalı da olur” cevabını verdi.

Atatürk`e düşman değildi

Ecevit, “Vahdettin hain miydi değil miydi? Neden Atatürk, Vahdettin`e
hain dedi” sorusu üzerine de, bu konuların tarihçiler tarafından daha
ayrıntılı olarak incelenmesi ihtiyacının ortaya çıktığını belirterek, şöyle
konuştu: “İncelenecek çok şey var. İstanbul`un işgali sırasında ordusu
yokken, doğru dürüst bir devlet mekanizması yokken, ayrıca birbiriyle kavgalı
politikacılar ortalığı kasıp kavururken, bir aciz kişi değil bir dahi olsa
İstanbul`da bir şey yapamazdı. Atatürk, İstanbul`dan uzaklaşarak yapmak
istediklerini yapabildi. Vahdettin`in Mustafa Kemal`e bir düşmanlığı olduğunu
aklımdan bile geçirmem. Herhalde Vahdettin `aman şu Osmanlı Devleti yıkılsın da
ben de kurtulayım` diye hareket etmedi. 600 yıllık devletin çöküntüsü
Vahdettin`in omuzlarında yükleniyordu. Bu dayanılabilecek bir ıstırap değil.
İstanbul`dan ayrılıp Avrupa ülkelerine gittikten sonra kısa bir sürede bütün
malı mülkü elinden gitmiş. O kadar ki, yakınları cenazesini hastaneden kaçırmak
zorunda kalmışlar. Devleti de soymamış, bazı başka ülkelerdekiler gibi.”[7]

 Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” cümlesi ile
başlayan tartışma çığırından çıkmak üzere. CHP de “Biz Vahdettin hakkında
Atatürk gibi düşünüyoruz”açıklaması ile bu tartışmayı zıvanasından iyice
çıkardı.

Bence tartışmayı, sevgili arkadaşım ve meslektaşım Yılmaz Çetiner,
Milliyet’teki yazısı ile rayına oturtmuş. Şöyle demiş özetle:

— O günlerin ağır şartları içinde Atatürk de “Hain, sefil” demiş
olabilir. Ama aynı kelimeleri bir düşünün, kimler kimler için söylemedi…
Sultan Vahdettin bence vatan haini değil, yetenekleri olmayan aciz hasta bir
padişahtı. Günün ağır şartları da üzerine binince Vahdettin yanlışlar yaptı
bocaladı… Koskoca imparatorluk daha kolay çöktü. Ama pırıl pırıl, genç, güçlü
Türkiye Cumhuriyeti çıktı ortaya. Böylesi daha iyi oldu…

Buyurun size Vahidüddin’le ilgili bir hatıra. Hasan Aksay
anlatıyor: 80 öncesi. Saraylar Meclis’e bağlı ya, sarayları incelemek için
Meclis’ten bir heyet seçiliyor.. Kayıtlar inceleniyor.. Altın bir Kur’an
mahfazası var, içinde bir zarf. Açıp okutuyorlar, ne yazıyor diye, Heyette
AP’li, CHP’li, MSP’li üyeler var.. CHP’li üye ikide bir Hasan Aksay’a takılıyor
ve padişahların özel hayatları ile ilgili alaycı şeyler söylüyor.. Söz konusu
belge okunup belge ile ilgili açıklamalar yapılınca CHP’li üye gözleri dolu
dolu gelip Hasan Aksay’dan özür diliyor.

Olay şöyle: Vahidüddin tehdit ve şantajla bir İngiliz gemisine
bindirilip gönderilirken, son anda yolculukta okumak için bir Kur’an-ı
Kerim istiyor.. Hemen gidip saraydan getiriyorlar.. Altın mahfazalı bir Kur’an.
Vahidüddin,İtalya’yavarınca hemen Kur’an-ı Kerim’in mahfazasını
çıkarıp, bir mektupla bizim sefarete gönderiyor. “Bu altın kap,
beytülmale aittir. Ümmete aid olan bir malın yerine iadesi ricasıyla” iade
ediyor.

Vahidüddin Han hastaydı ve yoksulluk içinde hayata veda etti.
Borcuna karşılıkYahudi bankerler halifemizin tabutuna haciz koydular. O
şimdi Şam’da ebedi istirahatgâhında hesap günü için diriliş
gününü bekliyor…

Bilemeyiz. Belki, gün gelecek, Lozan Antlaşmasını imzalayanlar bile “hain” olarak
anılacak. Öyle ya, üzerine yemin edilmiş olan Misak-ı Milli sınırlarını; yani
Batı Trakya, Adalar, Batum, Musul ve Kerkük, Hatay gibi önemli toprak
parçalarını, hatta Boğazları bile ‘dışarıda’ bırakanlar, “kahramanlık” rütbesini
daha kaç yıl taşıyacaklar? Türk halkı, gerçek manada gözlerini açtığı zaman,
bazı gerçekleri görmeyecek mi? Elbette görecek.

İtiraz etmeye hazırlananlara hemen şunu hatırlatayım: O tarihte,
Türklerden başka kimsenin savaşmaya mecali kalmamıştı, Kalsaydı eğer, emin
olun, sadece Yunanlıların hücumuna maruz kalmazdık.

Tempo dergisinin muhabiri Enis Tayman, “İşte öteki hainler” başlıklı
haberine şu satırlarla başlıyor: “Vahdettin’le başlayan tartışma, aslında
buzdağının görünen ucu. Çünkü resmi tarihe göre, bu cennet vatana karşı suç
işleyen öyle çok ‘hain’ var ki, sadece isimleri yazılsa ansiklopedi olur.”

Doğru. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, o meşhur rakı sofrasından uzak
duran herkes, neredeyse “hain” damgası yemiş. İşte o “hain”lerden bir kaçı:
Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Çerkez Ethem, Hüseyin Rauf Orbay, Dr. Rıza Nur,
Sarı Efe Edip, İsmail Canbulat, Topal Osman…

Bu isimlerin anlam ve önemini uzun uzun yazmaya gerek yok. Sadece bir iki
küçük ipucu: 
Mesela Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak olmasaydı, bana göre İstiklal Harbi de
olmazdı. Çerkez Ethem olmasaydı, düzenli ordu kurulmadan önceki ayaklanmalar
bastırılamaz, ayrıca Yunanlılara karşı, psikolojik önemi olan o ilk başarılar
sağlanamazdı. İstiklal Harbinin önemli isimlerinden Başvekil Rauf Orbay
olmasaydı, milli mücadele saflarına o kadar rütbeli insan katılmazdı…

Ama bir noktadan sonra bütün bu hizmetlerin hiçbir anlamı kalmamış ve
hepsi “hain” olup çıkmış. Kimi yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, kimi İstiklal
Mahkemesinde yargılanıp ya idam edilmiş ya da canını zor kurtarmış, kimi de can
derdine düşüp ‘düşman’a sığınmış.

Bir zamanlar kurşun sıktığın düşmana sığınmak, ilk bakışta kulağa hoş
gelmiyor. Fakat “konuşana değil, konuşturana bak” misali, sığınana değil,
sığındırana bakmak lazım. Aynı durum, Vahdettin’in İngiliz gemisine binmesi
için de geçerli…

Münevver Ayaşlı’nın hatıralarını okuyanlar, Mustafa Kemal’in temsilcisi
olarak Sultan Vahdettin’le görüşen Refet Paşa’nın, padişaha neler dediğini, ne
gibi hakaretler ettiğini iyi bilirler.

Sözü uzatmayalım ve son noktayı koyalım:

Evet, Müslüman Türk milletinden hain çıkmaz. Vatana ihanet edenlerin
ve hala etmeye devam edenlerin, dolayısıyla ‘hain’ olanların secerelerine
baktığımız vakit bunu daha iyi anlarız…[8]

 



[1] 26
Temmuz 2005 – Akşam – Güler Kömürcü

[2] 26
Temmuz 2005 – Akşam

[3] 21
Temmuz 2005 – Zaman – Ekrem Dumanlı

[4] 21
Temmuz 2005 – Zaman – Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne (Gazi Üniversitesi Öğ. Üy.)

[5] 21
Temmuz 2005 – Zaman – Nihal B. Karaca

[6] 23
Temmuz 2005 – Akşam

[7] 25
Temmuz 2005 – Yeni Şafak

[8] Milli
Gazete – İbrahim Tenekeci


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi