Anasayfa » ATATÜRK, ERBAKAN VE FETULLAH GÜLEN

ATATÜRK, ERBAKAN VE FETULLAH GÜLEN

Yazar: yonetici
0 Yorum 197 Görüntüleyen

ATATÜRK, ERBAKAN VE FETULLAH GÜLEN

Kur’an’da sıkça vurgulanan, onları tanımamız ve sakınmamız emrolunan MÜNAFIK karakterinin hafife alınması ve derin tahribatlarına karşı tedbirsiz davranılması büyük bir gaflet ve talihsizliktir. Münafık deyince sadece ameli münafıklığı anlatan “konuşunca sözüne yalan katan, verdiği sözde durmayan ve emanete hıyanete kalkışan” sıfatları hatırlanırken, maalesef (Bakara: 8-16 – Nisa: 60-61) ayetlerinde belirtildiği gibi riyakârlık ve sahtekârlık yapıp samimi Müslüman rolü oynamaları, ikide bir inandıklarını ve dine bağlılıklarını açığa vurmalarına rağmen, Kur’an ahkâmına dayalı bir adalet Nizamına şiddetle karşı çıkıp Tağuti-Batıl sistemler içinde İslamcılık oynamayı tercih edip savunmaları, ama gerçek İslami şahsiyet ve hareketlerin içine sızıp onları dejenere etme ve etkisizleştirme çabaları ve tahribatları maalesef pek gündeme getirilmemiştir.

Gerek, Fetullah Gülen’in palazlanıp parlatılması, gerek Recep T. Erdoğan’ın Milli Görüş içerisinde reklamının yapılıp öne çıkarılması girişimlerine ve bunların şüpheli yönlerine 1977 yılından itibaren (tam 38 senedir) nasıl ısrarla dikkat çektiğimize ta o tarihlerde yazdığımız onlarca kitabımız, yüzlerce yazımız ve binlerce arkadaşımız şahittir. Bugün Cemaatin kiralık kalemleri de, AKP iktidarının yalaka taifesi de bu eserlerimizden istifade edip birbirinin üzerine gitmelerine rağmen, bizden ve belgelerimizden hiç bahsedilmemektedir; Çünkü her iki tarafın da dizgininin dış güçlerin elinde olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasından elbette ürkülmektedir. (Not: Yıllar önce yazdığımız ve pek büyük tepkilere ve tertiplere maruz kalıp o yüzden tutuklandığımız “Türkiye’de Nifak Hareketleri” ve “Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık” kitaplarımıza müracaat edilebilir.)

Ama “Korkunun ecele faydası olduğu hiç görülmemiştir!” Doğal ve sosyal şartların tıkanması ve zorlamasıyla Bölgesel ve hatta Küresel bir operasyonla, Milli ve tarihi bir restorasyon (asli temeller üzerinde yeniden onarım ve yapılanma) kesindir ve artık gerçekleşmesi pek uzun sürmeyecektir.

Milli Görüş ve Milli Çözüm, yeni bir “Milli Restorasyon” sürecidir; çünkü “Aslına Sadık Kalarak Yeniden Yapılanma” mutlaka gereklidir.

Hak ile Batılın birbirine karşı üstünlük kavgasının süreci, iyilerle kötülerin çekişmesi, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin hesaplaşma serüveni ve kısaca farklı medeniyetlerin hâkimiyet mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam ede gelmektedir. “İşte Biz, O (galibiyet ve hâkimiyet) günlerini (hayra veya haksızlığa taraf) insanlar arasında (nöbetleşe sıra ile) devrettirip-döndürüp dururuz.” (Al-i İmran: 104) ayeti de bu gerçeği haber vermektedir. Bu sürekli evrim ve değişim; sadece farklı medeniyetler, rakip ve güçlü ülkeler arasında değil, köklü devletlerin bizatihi iç kurum ve oluşumlarında da kendini göstermekte, hükümetler, sistemler ve rejimler değiştiği halde, “milli derin devlet” diyebileceğimiz ve büyük devletlerin “gen”leri olarak tarif edebileceğimiz bir “çekirdek öz”, gelişen ve değişen yeni şartlara ve standartlara uygun, yeni filizler, fikirler ve şekiller üretebilmektedir.

Bu tarihi ve tabii gerçeğe dayanarak diyoruz ki; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletinin ve Türk-İslam Medeniyetinin, çağdaş ihtiyaçlara ve şartlara uygun “aşı”larla gelişmiş ve gençleşmiş yeni bir filizi ve meyvesidir!..

Bu tarihi serüven kesintisiz olarak sürmekte ve her yeni durumlar ve kritik sorunlar karşısındaki tıkanma ve bozulmayı yeni bir restorasyon hamlesi izlemektedir. Jeopolitiğin tarihsel gerçeği ve cilvesi olarak, yaşadığımız coğrafya: göçler ve savaşlarla işleyen ve çöken bir düzene sahiptir. Dinler ve kültürler, bu doğal ve sosyal düzenin prizmalarına yansıyan yüzleriyle mayalanıp yerlerini alabilmektedir.

Restorasyon; kuruluş temellerine yani bir medeniyetin tarihi ve tabii direklerine ve dinamiklerine sadık kalarak düzenin yeniden yapılanması ya da yeni bir düzen kurulması demektir. Bunun devrimlerden farkı, devlet içinde veya devlet kademelerinde olup bitmesidir, yani esas itibariyle; hegemonya çeperindeki inisiyatif ve eylemlerle yeni bir irade beyanı gibidir. Başka bir ifadeyle: Hiçbir toplumsal dinamiğin, yani örneğin Avrupa’daki sınıfsal çatışmalar, ya da Amerika’daki iç savaşlar türünden-örgütlü müdahalesi olmadan, bütün çelişki ve çatışmaların sadece “devlet bağlamında” sahneye çıkıp çözülmesi ve yine seçkinler öncülüğünde yeni tanzimin yukardan aşağıya doğru gerçekleşmesidir. Restorasyonlar, sonuçları itibariyle, “pasif devrimler” olarak nitelenebilecek köklü değişimlere yol açtığı gibi, bazen de var olan statükonun korunması ve ömrünün uzatılmasını sağlayacak tedbirler düzeyinde de olabilir. Tarihin kırılma anlarının bu yöntemle ve daha az sakıncalı biçimde ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Yine tıpkı devrimlerdeki gibi her restorasyon süreci, başlangıcında ya da sonucunda; yeni elitlerin sahneye çıkmasını sağlayabilmektedir, bu hem normaldir, hem gereklidir.

Restorasyonlar, doğanın sürekli kendini yenilemesi gibi; toplumların ve düzenlerin de mecburi yenilenme dönemleri geçirdiğini ve bu yeteneği olmayanların tasfiye edildiğini göstermektedir. Bu değişim ve yenilenme, adeta tarihin çarkını döndüren bir dinamo etkisine sahiptir. Şüphesiz “her yeni iyi, her eski de kötü” değildir; ama “değişim” her tür sonucuyla birlikte tarihin tabii ve değişmez gerçeğidir. Mustafa Kemal’in başlattığı Cumhuriyet deneyimi; asli temellerine bağlı kalarak, asri gerçeklere uygun değişimleri hedeflemiş, ama bu Atatürk’ün şüpheli ölümü üzerine kösteklenip dejenere edilmiştir. Bunun gibi 28 Şubat süreci de, 1940’lı yılların despotik dinamiklerine ve dış merkezlere yaslanarak, Erbakan’ın başlattığı milli ve ilmi restorasyonun kapılarını kapatma girişimidir, ancak tam tersine Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan derin bir çelişkinin alevlenmesi ile neticelenmiştir.

1956 yılında yüzde yüz yerli ve milli “Gümüş Motor” fabrikasını kurunca, Siyonist merkezler ve Masonik çevrelerce, kendi zulüm ve sömürü saltanatları için “tehlike arz etmeye” başladığı sezilen “Erbakan Faktörü”ne karşı “dini temelli ve etkili” çareler üretilme yoluna gidilmiştir. Bunun için de en yaygın ve saygın Dini Cemaatlerin başında gelen “Nurcular” seçilmiş, bu samimi ve tesirli hareketi asli rayından çıkarıp kendi hesaplarına hizmet ettirebilecekleri çok önceden tespit ve tayin edilen FETULLAH GÜLEN özellikle desteklenip sivriltilmiştir. Gülen’in geçmişi ve “gen”leri buna çok müsaittir. Çünkü Bediüzzman’ın talebeleri içinden önemli şahsiyetler, Bağımsızlık, Milli Nizam ve Selamet dönemlerinde Erbakan’ı tercih etmiş, MSP’yi Üstadın müjdelediği “Siyaset sahasında çıkacak kutlu hareket” olarak benimsemiş, hatta milletvekili seçilmişlerdir. Bu nedenle 1969’lardan itibaren Fetullah Gülen kasıtlı ve hesaplı bir program çerçevesinde Erbakan’ı kötülemeye ve engellemeye girişmiştir ve daha sonraları bu durum zaten aleniyet ve resmiyet kesbetmiştir.

1966’da Fetullah Gülen Edirne’den İzmir vaizliğine atanıyor, Yaşar Tunagür Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına tayin olunca kendi yerine Fetullah’ı getiriyor! (Kirli Derin Devletin bilgisi ve tertibi)[1] 1965-1971 arası İzmir’de iken Başbakan Süleyman Demirel’e “kendisine yönelik bir suikast komplosunu haber veriyor” (Demirel’in makam arabasında saatlerce dolaşılarak görüşülüyor, ilkokul mezunu bir vaiz bunları nereden bilip ihbar ediyor?) Bunun üzerine 27 yaşındaki F. Gülen’e milletvekili garantisi teklif ediliyor, ama kabul etmiyor (!?) Oysa o tarihteki Anayasaya göre 30 yaşını doldurmayan milletvekili olamıyor!? Yani açıkça atıyor! 1971’de İzmir gibi bir yerde, Siyasi Şube’den izin alarak kahvehanelerde dini sohbetler yapıyor; üstelik sonunda bunun kahvehane sohbetlerine Siyasi Şubeden genel bir izin çıkarılıyor. O yıllarda “Risale-i Nur talebeleri artık günlük gazete çıkarılmalıdır” diyor.

Nurcu Mustafa Polat, kendisine karşı çıkan F. Gülen’e “Senin ağababan İsmet İnönü bile bize engel olamadı, sen kim oluyorsun?” diye çıkışıyor. O dönem ileri gelen Nurcuları F. Gülen için 1970 başlarında:

1- Bu adam paraya ve şöhrete çok düşkün görünüyor,

2- Risale-i Nur camiasını bölmeye hazırlanıyor,

3- Gizli ve derin odakların adamı biliniyor şeklinde kanaat besliyor.

Zaten Mahmut Övür’e göre; o yıllarda MİT Müsteşarı, Yaşar Tunagür ve F. Gülen Vehbi Koç’un köşkünde buluşuyor. O sıra F. Gülen 32 yaşında ve Kestane Pazarı’nda Kur’an kursu Hocalığı yapıyor!?

1971 Muhtırası sonrasında, tüm Nurcuların tutuklanması kapsamında F. Gülen de tutuklanıp yargılanıyor ve bu durumun kendisine yönelik itham ve kuşkuları gidermeye yönelik olduğu konuşuluyor. Çünkü bizzat F. Gülen “Küçük Dünyam” kitabında “1971 Muhtırasının çok da kötü ve zararlı olmadığını” vurguluyor. O sırada yoğunlaşan sağ-sol çatışmaları sırasında Bornova vaizi F. Gülen cami cemaatini: “Uyanın ey Müslümanlar, bakın duvarlara komünistler tarafından “Rus askerine selam dur; Türk askerini arkadan vur!” sloganları yazılıyor!” diye kışkırtıyor…

O sıra Haydar Saltık İzmir’de 4. Ordu Komutanlığı yapmaktaydı ve 12 Eylül Komuta Konseyi’nin beyni bu şahıstı ve NATO’nun (dış odakların) en güvendiği zattı. Ve F. Gülen Haydar Saltık’ın özel himayesi altındaydı. Ve bu çok sıkı dönemde 6 yıl boyunca 12 Eylül Cuntası F. Gülen’i tutuklamak üzere aramış, ama bir türlü bulamamıştı. Zaten kendisi Reha Muhtar’a “herhalde beni bulup tutuklamaya pek hevesli davranmamışlardı” itirafını yapmışlardı. Darbeden bir ay sonra Sızıntı Dergisindeki müstear isimli başyazısında “12 Eylül’de Kahraman Ordumuz, bölünmeye çalışılan Yurdumuzu Hazreti Hızır makamında yetişip kurtardı” derken sonra ne olduysa aleyhlerine konuşacaktı. Eski DYP Genel Sekreteri emekli subay Tevfik Diker, “F. Gülen’in MİT’e hizmet sunmayı şeref saydığını” aktarmıştır.

Yandaş İslamcıların Atatürk istismarı!

“Yeni Şafak, Atatürk’ün ölümündeki sır perdesini aralayan tarihi kanıtlara ulaştı” dediği kuşkuları ve olguları Ahmet Akgül 25 yıldır yazdığı ve kitaplaştırdığı için bu İslamcılar tarafından hangi itham ve iftiralara uğradığını okurlarımız hatırlayacaktır. Son olarak Başbakan Bülent Ecevit’in doktoru Mücahit Pehlivan, ‘Atatürk zehirlendi’ diyerek kabrin açılmasını ve Mustafa Kemal’in naaşına DNA testi yapılmasını gündeme taşımıştı. Bir zamanlar ittifak kurdukları ve elini, öpmek için kuyruk oluşturdukları Fetullah Gülen’in 1960-1970’li yıllardaki masonik ilişkilerini belgeleriyle ortaya çıkaran AKP yalakası Yeni Şafak, ‘Atatürk’e yönelik suikast’ dosyasını da açmış, Milli Çözüm Dergisinin yıllardır yazdığı gerçeklerin farkına yeni varmıştı! Bu olayın merkezine 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ile İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Hıfzı Oğuz Bekata’nın yerleştirilmesi ise Siyonistleri ve masonları aklama çabasıydı..

İlk belge İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 30 Haziran 1938’de, yani Atatürk’ün ölümünden 4,5 ay önce İsmet İnönü’ye gönderdiği yazıydı. Kaya, yazıda “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım” şeklinde bilgi aktarmaktaydı. Şükrü Kaya’nın Atatürk’ün tedavisiyle ilgili normal bir bilgilendirme metniymiş gibi görünen yazısı birkaç cümle sonra farklı bir boyut kazanmaktaydı: “Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim” ifadeleri aslında her şeyi açıklamaktaydı. Bu mektuba göre Atatürk, kuşkulandığı için yabancı doktorları kendinden uzaklaştırmak ve “Beni Türk doktorlarına emanet edin” talimatı vermek mecburiyeti duyacaktı.

Bu arada Fetullah Gülen hareketi ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan AKP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yasin Aktay, F. Gülen’in Mason olduğuna dair yayınladığı belgelere ilişkin “Belgeleri gördüm, inceledim. Bu belgeler üretilemez. Gülen hareketi Masonik bir yapı” açıklamasını yapmıştı. Kanal 24’te bir programa konuk olan Yasin Aktay, “Hizmet hareketi de bir tür komiteci zihniyettir” diyerek, Cemaatin de ezoterik bir yapı olduğunu ve Masonik oluşumların da böyle yapılardan biri olduğunu aktarmıştı.

İşte Fetullah Gülen’in Masonluk dosyaları!

“Fetullahçı Terör Örgütü” Paralel yapının 1 numarası Fetullah Gülen’in şimdiye kadar hiç bilinmeyen ilişkileri açığa çıkmıştı. Bu tarihi belgelere göre F. Gülen daha ilk gençlik yıllarında Masonluk yemini yapmış ve üstün hizmetlerinden dolayı taltif madalyası almıştı. Bu arada Mason Mahfili’nden 1972 ile 1976 yılları arasında Fetullah Gülen’e yapılan toplantı davetleri de vardı. Davetiyeleri gönderen isimler arasında İlhami Madenoğlu, Orhan Demiriz, Onnik Karakaş, Hüseyin R. Yavuz gibi Mason yetkililer bulunmaktaydı. 21 Nisan 1974 tarihli ‘Orhan Demiriz/Sekreter’ imzalı davetiyede, “Aziz Kardeşim, M. Fetullah Gülen. 10 Mayıs 1974 Cuma günü saat 19.00’da yapacağımız toplantıya katılmanızı, kardeşçe sevgi ve saygılarımla rica ederim” notu yazılıydı.

10 Mayıs 1974 tarihli toplantının gündemlerinden birinin “hoşgörü” olması dikkat çekiyordu:

– 1. Çalışma: F. Buyurman K’mizin konuşması: Hoşgörü.

– 3. Çalışma: S. Oktay K’mizin önerdiği E. Dönmez ve O. Demiriz K’mizin önerdiği Kemal Tangay adlı haricilerin istek belgelerinin okunması.

Peki, şimdi sormak lazımdı. Tam otuz yıldır bu gerçekleri konuşan yazan ve kitaplaştıran Ahmet Akgül’e bu yüzden saldıran AKP yandaşı İslamcı münafıklar bir özür borçlusu sayılmaz mıydı?

Recep T. Erdoğan’la Fetullah Gülen’in, dünyalık makam, menfaat ve reklam uğruna bütün kutsallarını rahatlıkla feda edebilecek tıynetleri yanında, asıl ortak yönleri a) Erbakan’a hıyanet etmeleri b) Erbakan’ı devre dışı bırakmak isteyen dış güçlerin hizmet ve himayesine girmeleridir. Zaten bu şeytani odaklar, biriyle diğerini dengeleyip dizginlemek üzere bir araya getirmişlerdir. Şu anki kıyasıya kapışmalarının da asıl sebebi, dünyevi beklentiler ve şahsi kaprislerdir; zerre kadar din, devlet ve millet derdi ve ahiret endişesi söz konusu bile değildir.

Elbette Hükümet ve Cemaat hesaplaşması yararlı sonuçlar vermiştir, daha hayırlı şeylere gebedir. Erdoğancılarla Fetullahçılar birbirlerinin gizli ve kirli gerçeklerini –kısmen de olsa- deşifre etmiş, yüzlerindeki sahte boyaları ve foyaları dökülüvermiştir. Ancak bunların “Kripto soyları ve gizli misyonları” hala belirsizdir ve o günler de gelince yani “Gen haritaları ve karakter raporları” ortaya serilince herkes şaşkınlık geçirecektir.

Erbakan’ın kurduğu 600 bin motor üreten pancar Motor Fabrikası’nın arazisi satışa çıkarılmıştı!

Türkiye’nim ilk dizel motor fabrikası olarak kurulan Pancar Motor’un temeli 1956’da Erbakan tarafından atılmıştı. Ancak fabrika 4 yıl kadar önce AKP iktidarınca kapatıldı. Fabrikanın üzerine kurulu olduğu arazinin sahibi ise Kayseri Şeker ve Konya Şeker Fabrikalarıydı. Hissenin üçte ikisi Kayseri Şeker’e kalan kısım ise Konya Şeker’e ait olan ve İstanbul Bayrampaşa’da bulunan 44 dönümlük fabrika arazisi 225 milyon TL muhammen bedelle satışa çıkarılmıştı.

Bu fabrika 1964 yılında sermayedarların değişmesi ile Pancar Motor adını almıştı. Ancak fabrika için ilk zorlu süreç 2001 Krizi sonrası başlamıştı. İlk krizi atlatan Pancar Motor asıl krizi 2009 sonrası AKP iktidarında yaşamıştı. Ürünlerinin yüzde 80’ini tarım, yüzde 20’sini küçük balıkçı tekneleri pazarına satan Pancar Motor özellikle Çin’in çok ucuz ve kalitesiz ürünlerle Türkiye pazarına girmesinden sonra kasıtlı olarak sıkıntıya sokulmuş durumdaydı.

Şirket çok dayanıklı ürünleri olmasına rağmen rakiplerine göre pahalı kaldığı için rekabet edemez ve maaş, prim borcu ve kendi arazisinin kirasını ödeyemez noktaya gelip tıkanmıştı. Özellikle Anadolu’da çok büyük bir marka bilinirliği ve sadakati olan Pancar Motor’un toplam borcu ise 7 milyon TL civarındaydı. Erbakan’ın kurduğu Pancar Motor’da şimdiye kadar toplam 600 bin motor üretildiği açıklanmıştı. Maalesef fabrikadaki teçhizatlar birer birer satılmış ve dağıtılmıştı. Çerkezköy’de küçük ölçekli de olsa üretimi sürdürmeye çalışmaktaydı. Anılan yerde, Pancar Motor’da daha önce çalışan bazı işçilerin yer aldığı bilgisine ulaşılmıştı.

Atatürk’ün devre dışı bırakılması

Mustafa Kemal’i, İsmet İnönü vitrinli bir Masonik cuntayla yatağa düşüren, yanlış ve kasıtlı (saligran şırıngası ve hapları) ilaçlarla zehirleyip ölüme sürükleyen ve böylece Atatürk’ün başlattığı “Milli Restorasyonu” (Asli ve Milli temeller üzerinde yeniden yapılanma durumu) maalesef Rotasyona evrilmiş, yani inkılâbın çarkları ve devrim kurumları avara kasnak misali fasit bir döngüyle yerinde saymaya mecbur edilmiştir. İşte Fetullah Gülen ve Recep T. Erdoğan da Erbakan’ın başlattığı Milli Görüş, Milli Çözüm, öze dönüş hedefli proje ve girişimlerini kilitleme, hareket yeteneğini körletme ve başarısız gösterilip kasıtlı kirletme hedefleriyle seçilmiş ve bu yönde eğitilip desteklenmiş görevlilerdir.

İlmi ve insani perspektifler ve İslami prensipler çerçevesinde uzlaşılarak gerçekleştirilecek bir milli restorasyon, herhangi bir ‘taraf’ın değil, bütün Türkiye’nin çağ değiştirmesi demektir. Maalesef artık Batı güdümlü düzen çürümüş ve çökmüş, dirlik birlik bozulup çözülmüş, hem statüko hem de sözde anti statüko görünümlü batıcılık, en ciddi sorun haline gelmiştir. Geç kalmanın ve ağırdan almanın çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı kritik bir süreçten geçilmektedir. Çünkü tarihin ve coğrafyanın tanıdığı zaman ve imkânlar hızla tükenmektedir. Artık yeter, suni ve sentetik çelişkiler üzerinden; terör ve mafyavari çeteler eliyle ölecek, öldürecek, eroin çekecek ve şehvet köleliği edecek nesiller geleceğimizi karanlığa ve karamsarlığa sürüklemektedir.

Artık yerli demokratik ve stratejik bir restorasyon: sahte seçim oyunlarını, particiliğe dayalı basit kabile kavgalarını, medya denilen manipülasyon tezgâhlarını ve komprador rantiyeci sermaye sınıfını da terbiye edecek şekilde; milli iradenin tecellisi olarak tezahür etmelidir.

Türkiye yaşadığı bu toz duman ortamını, ancak ve önce: adil, asil ve asri yeni bir düzen kurucu ruha sahip, milli ve cesaretli bir hamle yaparak aşabilecektir ve bu bir mecburiyettir.

Bu bakımdan Adil Düzen bütünüyle Milli Özellikler taşımakta ve evrensel projeler içermektedir. Çünkü Adil Düzen:

. Hem Milli, . Hem İlmi, . Hem İslami, . Hem de insani esaslar yanında; tabii ve tarihi yasalara dayanarak şekillenmiştir.

Ve tarihi her zaman kötülerin değil, bu sefer de iyilerin ve Milli’lerin yazması gerekmektedir. Tahminimiz ve temennimiz odur ki; bu kutlu ve mutlu değişim ise, oldukça yakın görünmektedir.

SP Adana İl Teşkilatı’nın hazırladığı “Masonik Faaliyetler” konulu konferansta konuşurken “Siyonizm’i DİŞ MACUNU’na” Erbakan Hoca’yı ise MİSVAK’a” benzetecek[2] kadar densiz ve dengesiz kahramanların(!) kevaşeliklerine bakıp ümitsiz olmak yersizdir. Acaba bu temelsiz ve talihsiz benzetme ile “Siyonistlerin çağdaş ve çekici, Erbakan’ın ise klasik ve itici” olduklarını mı yoksa, “Milli Görüş’ün tabii ve bilimsel tıbbi, Siyonizm’in ise suni ve sinsi” oldukları mı anlatılmak istenmişti? Oysa konferanslar zaten kapalı konuları açmak ve toplumu şuurlandırmak içindi, yoksa güya gizemli ve orijinli edebiyat yapıyorum derken kargavari kurgular uydurmak değildi.

Artık her yönden tıkanan ve tükenen Batı’nın “merkezî ve gayri insani” sisteminden, Doğu’nun “hükümler ve yükümlülükler” sistemine geçmek için uygun çözümler bulunabilir, bulunmalıdır.

Önce iki önemli ve tarihi tespit: 1- Allah’ın yeryüzüne indirdiği ilk Anayasa Tevrat‘tır. Orada devletin kuruluşu ile ilgili hükümler vardır. 2- İlk demokratik anayasa ise “Medine Sözleşmesi” olmaktadır.. İslâmiyet’in etkisiyle Batı dünyası hukuk sisteminde değişiklik yapmış ve “serbest sözleşme” ilkesini kabule yanaşmış, böylece devletler anayasalar yapmaya başlamışlardır.

Hak ve Adalet Düzeninde: Ortak inanç ve ihtiyaçlar etrafında anlaşanlar bir araya gelip “müşterek ve müttefik anayasa paydası” sayesinde kuvvete ve hâkimiyete ulaşmakta ve devlet olunmaktadır. Tarih boyunca kuvvet ve zulüm düzenlerinde, anayasaları “güçlü ve hâkim olanlar” yaparken; Hak ve Adalet düzeninde ise anayasalar kuvveti oluşturmaktadır. Sonunda, anayasası olan kuvvet, devlete dönüşmüş olmaktadır. Devlet kavramı, anayasa ile kuvvet birleşmesinden meydana gelmiş bir olgu sayılmaktadır. Peygamberler insanları önce bir inancın potasında toplamışlardır. Sonra onları bir kitap-yasa etrafında organize yapmışlardır. Böylece ortaya çıkan kuvvet ile devletlerini oluşturmuşlardır.

Uzlaşarak devlet oluşturma çabalarının ilk örnekleri Mezopotamya site devletleri arasında başlamıştır. Sonra İbraniler Tevrat’ın etrafında; Hıristiyanlar İncil’in etrafında; Müslümanlar ise Kur’an’ın etrafında kaynaşmışlardır. Böylece büyük uygarlıklar kurmuşlardır. Burada sorun şudur: İnsanları uzlaştıran temel unsur ne olacaktır? İnsanlar hangi dürtüler ve gereksinimlerle bir araya toplanarak ve ortak anayasa yaparak güçlenecek ve devletlerini kuracaklardır?

Kimilerine göre bu ihtiyaç, ırktır: Aynı soydan gelenler birlikte yaşamak için toplanır, ortak anayasa yapılır, güçlenmeye çalışılır ve sonunda devletlerini kurmuş olurlar. Bunlar güya başka ırktan olanları aralarına almazlar, onlara tahakküme de kalkışmazlar. Oysa kuvvet varsayımına göre, gücü yetenler başka ırkları tahakkümleri altına almaya çalışırlar.

Kimilerine göre ortak payda “ırk” değil, “yurt” olmalıdır: Buna göre; aynı topraklar üzerinde olanlar, güçlenmeleri ve kendilerini koruyabilmeleri için uzlaşarak ortak anayasa yaparak birlikte yaşamaktadır. Bu anlayış yeterli ve tutarlı sayılmamaktadır. Çünkü toprağın sınırını kim belirleyecek ve nasıl kabul ettirecektir? sorusunun yanıtı havada kalmaktadır.

Kimilerine göre bu ortak değer din ve inançtır: Buna göre ise; aynı inanca sahip olan kimseler bir araya gelerek birlikte anayasalarını yapmalı ve devletlerini kurmalıdır. Ne var ki bu da yeterli olmamaktadır. Çünkü büyük dinler tüm yeryüzüne dağılmıştır. Hepsini tek devlet çatısı altında toplamak imkânsızdır. Ancak ortak paktlar ve pazarlar halinde ittifaklar kurulacaktır. Bu arada devletleri oluşturan asıl unsur, ekonomidir yahut hukuk düzenidir diyenler de vardır.

Adil Düzen’e göre ise; Ortak amaçlar ve ihtiyaçlar etrafında, farklı kültür ve kökenden, toplulukların kendi iradeleriyle bir araya gelmesiyle devletin temeli atılmaktadır. Anlaşanlar bir araya gelerek ocak, bucak, il ve ülkelerini kurmaktadır. Buna “Silm-Barış ve Selamet demokrasisi” demek uygun bulunmaktadır. Daha sonra, ortak amaçlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda küresel paktlar oluşturma imkânı doğacaktır.

Türkiye’de Mustafa Kemal’in öncülüğünde “anlaşan, uzlaşan ve asırlardır birlikte yaşayanlar” bir araya toplanıp Kuvay-ı Milliye’yi oluşturmuşlardır, geçici anayasa yapılarak, devletlerini kurmuşlardır. Mübadele (nüfus değişimi) yoluyla anlaşanları (özellikle Balkanlar ve Kafkaslardaki farklı kökenden Müslüman unsurları) bir araya getirmeyi başarmışlardır. Yani mübadele dini temelde yapılmıştır, ama ülke bağımsızlığı, bir istiklal savaşıyla kazanılmıştır. Böylece bir Ulus devlet kurularak ortak dil olarak Türkçeyi seçip uzlaşılmıştır.

“Kuvvet Düzeni”nde herhangi bir şekilde oluşmuş “güç odakları” anayasa yapmakta ve kendilerine hukuk düzenine geçerek devleti kurmaktadır. “Hak Düzeni”nde ise gönüllü olarak anlaşıp uzlaşan toplum temsilcileri konsensüsle ortak bir anayasa yaparak, böylece kuvvet oluşturmakta ve sonra devletlerini kurmaktadır. Şimdi Türkiye’mizde hazır oluşmuş bir devlet vardır, ama maalesef altı oyulup yıkılmaya çalışılmaktadır. Ancak Atatürk’ten sonra Batılıları taklit eden işbirlikçiler, Hak anayasasının yerine kuvvet anayasasını oluşturmuş, buna göre baskıcı müesseseler kurmuşlardır. Şimdi bunların ıslahının zamanıdır, ancak Devlet hazırdır, ayaktadır ve buna asla dokunulmayacaktır. Bu devletin varlığı elbette lazımdır, şarttır, hayat ve hürriyetimizin sigortasıdır ve buna sahip çıkılmalıdır. Ama şartlar ve ihtiyaçlar değişmiş olduğundan anayasa yetersiz kalmaktadır. Kuvvet Düzeninden Hak Düzenine geçmek için önce biz halk olarak “Adil Düzen Anayasası”nı hazırlayacağız. Sonra bunu siyasi partilere ve sivil örgütlere anlatacağız, tartışmaya açıp olgunlaşmasını sağlayacağız. O anayasanın meclisten ve milli iradenin tercih ve tensibinden geçmesi için çabalayacağız.

Anayasadaki temel maddelerden hiç birini kaldıramazsınız, değiştiremezsiniz, bu yanlıştır ve yararsızdır. Çünkü o takdirde birçok devlet kurumları rahatsız olacak, kışkırtılacak ve patlama yaşanacaktır. Mesela Genel Kurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayamazsınız. Çünkü o takdirde siz, Silahlı Kuvvetlerin statüsünü üçüncü, dördüncü dereceye atmış olursunuz. Hâlbuki O’nun yerini dolduracak kurum, O’nun yapacağı güce sahip değildir, ülkeyi koruyamayacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanlığını Türkiye Büyük Millet Meclisi seçmektedir ve Onun bir organı yerindedir. Meclis’i başkomutanlıkta Cumhurbaşkanı temsil etmektedir. Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanı adına başkomutanlık görevini yerine getirir. Millî güvenlik ve savunmayı hazırlamada Hükümet Meclis’e karşı sorumluluk yüklenir.

Milli Gazete Yazarı ve Vicdan marazı!

Ölülerimizi hayırla anmak, onların meziyet ve hizmetlerini hatırlatmak; hem inancımızın emri hem de insanlığın gereğidir. Ama mukayese ve değerlendirme dengesizliği bir akli ve vicdani yetersizlik alametidir. Ve insanların gerçek ayarı, sözlerindeki ayrıntılarda gizlidir. İşte bir Milli Gazete yazarımız, Rahmetli, Erbakan’la, vefat eden arkadaşını anlatırken şunları söylemişti:

“Necmettin Erbakan, iyi bir mü’mindi…” Rahmetli zat ise “çok az kula nasip olan bir iman ve cesaret sahibiydi..”

“Necmettin Erbakan iyi bir baba ve iyi bir eşti..” Rahmetli Zat ise “çok iyi bir mü’min kişiydi..” Yani kendi aklınca ve ayarınca, birine “İYİ” ötekine “PEKİYİ” vermişti!

Bu Sn. Yazarın: “Necmettin Erbakan 1974 Barış Harekâtında Ecevit’le birlikte başat bir rol üslenmişti” tespitleri de yanlıştı ve gerçekleri ters-yüz etmekti. Çünkü Erbakan Hocamız “Ecevit’e rağmen” Kıbrıs Barış harekatını başlatan şahsiyetti… Ama ne var ki, bu yazarımızın bahsettiği Rahmetli Zat, kendisine direk telefon açıp, hal hatır soran birisiydi![3]

Bu cümleyi okuyunca, Sn. Recai Kutan Beyin naklettiği bir olayı hatırlayıvermiştik…

-Allahu alem- Milli Nizam dönemiydi. Ankara’da MHP’ye yakın, Milli Duyarlı ve saygın bir Profesörün hanımı vefat etmişti. Bu zatın taziye ziyaretine Erbakan Hoca da gitmiş, ama çıkarken şoförüne dönerek “Muhterem Hocamızın bu sıra geleni gideni çoktur, özel işleri için de vakti yoktur. Siz üç gün, arabamızla birlikte bu zatın hizmetinde olacaksınız!.”

Derken birkaç gün sonra da, Recai Bey aynı Zatın taziyesine gitmiş ve gelip Hocamıza şunları söylemiştir. “Hocam, O Zat sizin ziyaret sohbetinizden ve özellikle arabanızı şoförünüzle hizmetine verme jestinizden o denli etkilenmiş ki, gelene gidene hep sizi övmektedir”

Bunları duyan Erbakan Hocamızın sevineceğini beklerken eseflendiğini gören Recai Kutan Beye dönen Hocamız: “Çok yazık ve hayret!.. Bizim; ülkemiz, Milletimiz, İslam ve İnsanlık alemi için tasarlayıp uygulamak için çırpındığımız onca büyük projelerin ve tarihi girişimlerin hiçbirisi bu zatın dikkatini çekmemiş ve takdire layık görülmemişken, kendi şahsını ilgilendiren basit bir iyilikten bu kadar etkilenmiş!. Bu durum, asırlardır tahribe çalışılan “bizi Milli ve insani duyarlılıklarımızdan ve manevi-vicdani tutarlılıklarımızdan uzaklaştırma” hamlelerinin ne denli gerçekleştiğinin ve insanımızı hangi seviyelere getirdiğinin acı bir neticesidir!” diyerek hayretini ve üzüntülerini beyan etmiştir.

Hem Erbakan’ın Gazetesinde köşe yazarı yapılacaksınız… Hem bu denli insaflı (!) ve akıllı (!) davranacaksınız!. Neylersin, “işte budur halımız, hayrola encamımız!”

 


[1]Said Ulusoy – Eski Cemaatçi ve CHP’li aileden

[2] Bak: 7 Nisan 2015, Milli Gazete, sh: 16

[3] Bak: 13 Nisan 2015 Milli Gazete “Kim Ne Derse Desin!”

https://www.millicozum.com/mc/haziran-2015/ataturk-erbakan-ve-fetullah-gulen

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi