Anasayfa » ATATÜRK’Ü YENİDEN ANLAMAK VE ”SADAT”I TERSİNDEN TANIMAK!

ATATÜRK’Ü YENİDEN ANLAMAK VE ”SADAT”I TERSİNDEN TANIMAK!

Yazar: yonetici
0 Yorum 483 Görüntüleyen

ATATÜRK’Ü YENİDEN ANLAMAK

VE

“SADAT”I TERSİNDEN TANIMAK!

      

Tarih: Bir konuda konuşulup aktarılanlara ve yazılı kaynaklara bakarak; gündeme taşınmayan ve tartışılmayan asıl gerçekleri anlamaya, bunlara doğru ve uygun yorumlar yapmaya yarayan bir sosyal ilim dalıdır. Bunu yapabilmek için de; 1- Tarafsız ve doğru kaynaklara… 2- Uygun ve doyurucu yorumlara ihtiyaç vardır. Tarihi hadiselerin ve şahsiyetlerin gerçek niyetlerini ve hedeflerini, iyi ve isabetli tespit etmeden, sadece ilgili girişim ve gelişmelerin seyrini ve zahiri sebeplerini sıralamakla oyalananlar; hem kendileri gerçeklerin farkına varamazlar, hem de Millete ve insanlık âlemine yeni bakış açıları ve kaynaşıp kucaklaşma fırsatları sunamazlar.

Resmi ve zoraki tarihle, sivil ve samimi tarih arasındaki tezatların ve tutarsızlıkların nedenlerini ve neticelerini araştırıp-anlayıp ortaya koyamayan… Ve daha da önemlisi ilmi, akli ve vicdani arayışları sonucu farkına vardığı doğal ve orijinal durumları ve çarpıcı doğruları, cesaretle sahiplenip savunma dirayeti bulunmayan yazar ve yorumcular, topluma yeni ufuklar açamazlar ve yeterli umutlar aşılayamazlar. Yani “gerçek”lerle gerekenler”in arasını uzlaştırma, dayatılmış ve kalıplaşmış kanaatleri yıkma bilgeliği ve becerisi olmayanlar… Ve hele tarihi girişim ve kişilikleri, kendi ideolojik saplantı ve saptırmalarını aklama ve haklı çıkarma vasıtası… Yani tarihi; yanlış, kasıtlı ve Batılı düşüncelerini meşrulaştırma ve istismar aracı olarak kullananlar, asla topluma yararlı ve hayırlı kapılar gösterip, yapıcı ve kucaklayıcı programlar ortaya koyamazlar.

Son bir asırdır, en fazla istismar ve suistimal edilen… Bazılarınca aşırı yüceltilerek putlaştırılıp kutsallaştırılan; bazılarınca da körü körüne ve asılsız telkinlere göre nefret edilerek tağutlaştırılan şahsiyetlerin başında Mustafa Kemal Atatürk’ün olduğu açıktır. Örneğin, Hz. İsa Aleyhisselam’ı ilahlaştıran Hristiyanlarla, Onu -hâşâ- veledi zina sayan Yahudi sapkınların haksız ve ahlâksız yaklaşımlarının ikisi de yanlıştır.

Kurgulayıcı ve sorgulayıcı olmayan, kuru ve kuruntulu kurallar mahkûmu akademisyen kafasıyla da, tarihi derinliklere ve tabii düşüncelere ulaşmak da imkânsızdır.

“(Akademisyenler) İlk başta ütülü bir pantolon kadar özenli ve tedbirli yaklaşırlar. Oysa tedbir ve temkin denemeciyi ve gizlenen gerçeklerin izlerini takip edicileri kasar. Akademisyenler duygularına dipnot düşemeyeceği için mümkün mertebe ispata ve kaynağa yönelik cümleler kurmak zorunda kalırlar. Akademisyenler disiplinsizliğe ve tenkit edilmeye yanaşmazlar. Uzun cümleler ve kalıplaşmış ifadeler kurmaya alışıktırlar. Yazarken derinlere dalmak, gözyaşı akıtmak ve okuyucuyla içli dışlı olmak onlara göre sayılmaz”[1] cümleleri, önemli gerçeklere tercüman olmaktadır.

Atatürk, farklı zamanlarda, farklı ortamlarda ve farklı şahıslara, şunları konuşmuşlardı:

“Milletin içinde serbest ve sade bir birey olmak kadar dünyada mutluluk var mıdır? Hakikate inanan, gerçekleri bilip duran, kalp ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.” 1922 (Nutuk II, s. 663)

“Milletin (başındaki) kişilere (önemsediği şahsiyetlere) kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar tutkun olması asla iyi sonuçlar doğurmaz!.. Bunun tarihte örnekleri çoktur.” 1930 (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., s. 265)

“İnsan yaşadığı, mensubu bulunup aralarına katıldığı ve birlikte çalıştığı çevre içinde, her konuda o dönemi yönetenlerle beraber ve aynı görüşte olursa, olumlu ve orijinal fikirler ve projeler ortaya koymazsa, aynı çevre ve dönemin adamı olmaktan çıkamaz, yeni ve yön verici icat ve icraatlarda bulunamaz!..” 1918 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 67)

“Şu veya bu biçimde, birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz; çünkü bunun hiçbir değeri ve önemi yoktur. Eğer şunun, bunun güler yüz göstermesinden kuvvet almaya, övüp önemsemesiyle cesaret kazanmaya tenezzül ederseniz, şimdiki halinizi bilmem, fakat geleceğiniz mutlaka çürük olur.” 1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)

“(Ben kutsal bir kişi değilim, bu nedenle) Benim “Apotr”larım (havarilerim ve halifelerim) yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet ederse ve kimler bu ülkeye ve millete hizmet liyakatini ve kudretini gösterirse işte “Apotr” (havari ve kahraman) onlardır.” 1923 (Nutuk II, s. 794)

“İnsanlar daima yüksek, temiz ve kutsal amaçlara yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, aklını ve bütün insanî duygularını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük özveride bulunurlarsa, o kadar yükselirler ve bu hareket şekli kesinlikle net ve açık olur. Çünkü alnı açık, beyni açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından yönetilen toplumlar ancak bu sayede olumlu ve onurlu hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, hedeflerini ve girişimlerini gizli tutanlar, gizli yollar uygulamaya kalkışanlar ise kesinlikle utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın dışında hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu er geç acı ve sancılı bitecektir!..” 1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80-81)

Evet, hiçbir kişinin ve hiçbir tarihin, bir insanı kendi sözlerinden daha güzel anlatması imkânsızdır!

Atatürk’ün Yüce Dinimize içten bağlılığı ve Hz. Peygamber Efendimize derin Saygısı!

Atatürk elbette inançlı ve ahlâklı bir insandı. Şahsi hayatında bazı hataları olsa ve ibadetlerini noksan bıraksa da, Onun inançsız ve İslam’la alâkasız biri gibi gösterilmesi, açık bir iftiradır. Ve hele, Mustafa Kemal’i; bütün mahlûkatın, tabiatın ve şu mükemmel kâinatın, kendiliğinden ve tesadüfen oluştuğuna inanacak… Ve bu tür safsata ve saptırmaları gerçek gibi sunan Darwinizmi savunacak kadar bilinçsiz ve beyinsiz olduğuna toplumu inandırmaya çalışan kesimler, tam bir sahtekârdır. Basit bir kurşun kalemin, sıradan bir saatin, ucuz bir elektronik aletin bile, öyle kendi kendine ve kör tesadüfler neticesinde meydana geldiğini iddia edenlere “deli” gözüyle bakılırken… Muhteşem bir fabrikadan daha mükemmel olan şu insan bedeninin ve beyninin… Harika yaratılış eserleri ve Yüce Rabbimizin rahmet ve sanat ayetleri olan tüm canlı çeşitlerinin… Şu muazzam ve muntazam Göklerin, Güneş Sisteminin ve Galaksilerin, bunların hepsinin öyle kendiliğinden, tesadüfen, birtakım şuursuz ve ruhsuz tabii gelişmeler ve değişmeler neticesinde ortaya çıktığını söylemek, akıl ve mantığa aykırıdır… Ve Mustafa Kemal’i böyle inançsız biri saymak Ona yapılacak en büyük haksızlıktır.

Atatürk’ün çok değer verdiği hafızı Yaşar Okur’un aktardığına göre:

Evet, Atatürk, dinine ve mü’minlere saygılıydı. Özellikle Ramazan’da ve Dini bayramlarda gerek şahsına, gerek makamına, gerekse dindar toplumun duyarlılıklarına yakışır biçimde davranırdı. Atatürk, sohbet ortamında ve sofralarında, önemli bir konuyu ele alır, derinlemesine tartışır ve yanında bulunanların da mutlaka fikirlerini sorardı. Dine karşı olan hassasiyeti herkesçe bilinir, o konular konuşulacağı zamanlar asla sofrasında alkollü içecek bulundurmazdı…

“Gerek Kur’an, gerek mevlit okunurken çok mütehassıs olduğu ve etkilendiği aktarılmıştır. Hatta Muzıka heyetinde bulunan hafızlardan Ramazanlarda camilerde mukabele okuyanlara bir ay izin çıkarır, o din görevlilerinin Ramazan içinde yapılan fasıllarda bulunmalarında asla ısrarcı olmazlardı.”

“Ramazanların Atatürk için büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne sokulmazdı. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı… Beni yanına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. O anlarda huşû içinde olur, gözlerini bir noktaya denk getirip öylece dalıp dururlardı… Ayrıca Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerin ruhuna Kur’an-ı Kerim okunmasını özellikle emir buyururlardı…” (Atatürk Osmanlı Mekteplerinde eğitim aldığından ve uzun zaman Suriye’de (Şam ve Filistin’de), ayrıca Libya’nın çeşitli vilayetlerinde kaldığından Arapçaya da vakıf bir insan olarak Kur’an ayetlerinin manasını da anlardı.)

Hafız Yaşar Okur, uzun yıllar sonra, Atatürk’ün kendisiyle birlikte yol aldığı bu uygulamayla ilgili ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) ile ilgili anılarında şunları da açıklamışlardı:

Büyük Atatürk, birçok vesilelerle: “Camilerimizdeki mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanıdır. Bu nedenle gerçek ve örnek Din adamlarının yetiştirilmesi lazımdır!..” buyurmuşlardı. Bunu, dini davranışlarına daima düstur yapmışlardır. O, camileri ibadet için olduğu kadar, düşünüp araştırmak, danışmak ve dayanışmak için de birer mukaddes yer olarak telakki eder ve böyle olması için çalışırdı.

Peygamberimiz Efendimizden de büyük bir takdirle bahseder ve hep hürmetle anarlardı. O devirler için hep: “Hazreti Peygamber’in zaman-ı saadetlerinde…” diye saygı kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı ve çok iyi bir Başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlarlardı. Velhasıl, Atatürk’ün bütün kutsallarımıza ve Ramazanlara karşı derin ilgisi ve saygısı vardı. Ayrıca herkesin inancına hürmetli davranırdı ve maneviyata bağlı bir insandı…”[2]

Abdülhalik Renda çok deneyimli bir politikacıydı. Dört kez Maliye, bir kez Milli Savunma Bakanlığı ve TBMM Başkanlığı yapmıştı. (10 Kasım 1938 tarihinde yaşamını yitiren Atatürk’ten boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına ise bir gün süreyle vekâlet etmiş insandı.) Ramazan ayıydı. Akşamdı, Bakanlar Kurulu Çankaya’da akşam yemeğinde toplanmıştı. Abdülhalik Renda da sofradaydı. Atatürk’ün bir ara sesi yankılandı:

– Aranızda oruç tutanlar var. Gelin, bunu tam bir iftar yapalım!

Ertesi akşam dediği gibi yapıldı. İftar topu patlamadan, Bakanlar kendilerini mükemmel bir iftar sofrasında bulmuşlardı. Yaşananlardan Abdülhalik Bey de çok hoşlanmıştı. O anısını şöyle aktarmıştı:

“… Ortada içkiden eser yoktu. Ananenin tatlılığını, bir zevkten feragatin hazzını herkes birden duymuş ve tatmıştı.”

Münir Hayri Egeli; yazar, sinemacı ve heykeltıraştı. Sinema eğitimini Atatürk’ün isteği üzerine Almanya ve Rusya’da almıştı. Akşam sofralarına çağrılan bir şahıstı. Atatürk öldükten sonra; 21 Temmuz 1948 günü çalıştığı gazetedeki köşesinde şunları yazacaktı:

“Büyük adam, maalesef, anlaşılamadan öldü. Hâlâ da onu anlamak istemeyen nadanlar veya anlamak iktidarında olamayanlar vardır. Fakat daha ziyade bir taraftan devrim yobazları, diğer taraftan aşırı softalar tarafından ona ait güzel hatıraların ve Türk milletinin şahsına olan bağlılığının sökülmesinde birtakım kasıtlar aranarak hücumlar yapılmaktadır. Türk milletinin Atatürk’e ve onun halis ideallerine bağlılıklarını sarsmak, gerektiği zaman etrafında toplanabilecek bir varlığı yıkmak da tam manası ile bir düşman arzusu ve tavrıdır. Her vakit ve her vesile ile tekrarladık, şimdi bir kere daha söyleyelim: ‘Biz, Atatürk’ü ifratkâr (haddini aşan) duygular ile insanüstü bir mahlûk sayanların hatalı düşündüğüne inananlardanız. Çünkü bizzat kendisi, böyle telakki edilmekten hiç hoşlanmazdı. Buna mukabil ‘insan olmaktan, ‘beşeri’ sayılmaktan’ büyük haz duyar, kendisine böyle hitap edenlerden memnun kalırdı. Atatürk, ‘İnsanlık idealinin’ hizmetinde olmaktan zevk alırdı. Fakat onu bu milletin fikri birliğinin sembolü olmaktan çıkarmak, bu millete, Atatürk’e itimatsızlık aşılamak, düpedüz düşman hesabına hizmetkârlıktır. Zaten düşman ajanlarının bu gayeye çalıştıklarını görmek de pek güç sanılmamalıdır. Nihayet, işi en basit tarafı ile ele alsak, bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş, binaenaleyh kendisini bizzat müdafaa etmek imkânından mahrum olan bir şahsiyete, böyle alttan alta ve tezvir (kara çalma) yolları ile hücum etmenin ahlâk ve insanlık bakımından ne kadar aşağılık olduğunu da bilmek lazımdır.”[3]

Asla unutulmasın ki!..

Atatürk de nihayet bir insandı… Yetiştiği zor şartlar, yaşadığı sıkıntı ve sarsıntılar… Ülkesi, devleti ve Milleti için çırpındığı arayışlar sırasında birtakım yanlış ve yararsız akımlara kapılma ihtimali doğaldır… Bunların bir kısmından zamanla uzaklaşmış, belki bir kısmının da farkına varamamıştır. Elbette bazı kanaat ve kararlarında yanılgıları da olacaktır. Hatta bunların bazısından, ileriki dönemlerde vazgeçtiği anlaşılmaktadır… Evet, Atatürk’ün hem yanlış yaptıkları, hem yapmak isteyip de yapamadıkları, hatta birtakım yaptıklarından pişmanlık duydukları konular ve durumlar vardır… Ancak O, her şeye rağmen bu cennet ülkeyi, bu Devleti ve Cumhuriyeti bize emanet bırakan seçkin insandır. Ona vefasızlık, en azından saygısızlık ve arsızlıktır.

Bu arada, Mustafa Kemal Atatürk’e, olumlu, uyumlu ve sorumlu bir bakış açısıyla yaklaşmamızı sağlayan, tutarlı ve duyarlı tavırlarından dolayı Aziz Erbakan Hocamıza; şükranlarımızı sunmamız da bir vefa icabıdır. Evet, hem “Dinsiz”lerin, hem “Dinci”lerin, yani dini dünyaya alet edenlerin Atatürk’le ilgili haksız ve alâkasız saplantılarından; ayrı ve yararlı bir kanaate ulaşmamızda… İnkârcı takımının da, istismarcı münafıkların da tarihi gerçekleri çarpıttığı konusunda gözlerimizin açılmasında Erbakan Hocamızın üzerimizde büyük emeği ve etkisi vardır.

“SADAT”çıların Atatürk Karşıtlığı ve Ucuz Kahramanlığı!

Bazı muhalif siyasetçilerin; ‘Paramiliter yapı’ ve ‘Terörist yetiştiren kurum’ olmakla suçladığı SADAT, kendisine “İslam ülkelerini süper güç haline getirme” hedefini koyduğunu söyleyen bir savaş şirketi olarak tanınmıştı. Türkiye’de seçim güvenliğine dair endişelerin de odağında yer alan SADAT, neyi amaçlamıştı? Ve kimlerden oluşmaktaydı? Erdoğan iktidarının SADAT’la ne tür ilişkileri vardı? Ve SADAT kendisi hakkındaki iddiaları nasıl yanıtlamaktaydı?

SADAT’ı ne amaçla kurmuşlardı?

SADAT, 28 Şubat döneminde kadrosuzluk nedeniyle emekli edilen Adnan Tanrıverdi ve benzer şekilde “irticai faaliyetleri” nedeniyle emekli edilen bazı askerler tarafından 2012 yılında yapılandırılmıştı. Bir yıl sonra ise Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği (ASSAM) yine aynı ekip tarafından faaliyete geçirilmiş durumdaydı. Her iki kuruluşun temeli 2000 yılında kurulan Adaleti Savunanlar Derneği’ne (ASDER) dayanmaktaydı. Amaçları aynı olan iki kuruluşun organik olarak da birbiriyle bağlantılı oldukları saptanmıştı. ASSAM, amacını “İslam ülkelerinin bir süper güç olarak dünya siyaset sahnesine çıkmasını sağlamak” olarak tanımlamıştı. SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi de ASSAM’ın sitesinde yayımladığı bir yazısında, “ASSAM stratejiler oluşturan ve dünya kamuoyuna sunarak alternatif yöntemler üreten bir Yumuşak Güçtür” iddiasındaydı. Tanrıverdi, SADAT’ı ise, “Hiçbir silahlı gücü olmamış ama İslam ülkelerinde var olan Silahlı Kuvvetler ve Polis Teşkilatlarına ellerindeki Sert Gücü etkin kullanmalarını sağlayacak reorganizasyon, danışmanlık, eğitim ve donatım hizmetleri sunan bir Yumuşak Güç olarak faaliyetlerini yürütmektedir” ifadelerini kullanmakta ve açıkça Din istismarcılığı yapmaktaydı.

Yani Adnan Tanrıverdi liderliğindeki ASSAM, güya İslam ülkelerini süper güç yapma amacına ilişkin “ideolojik” altyapıyı hazırlarken; SADAT ise, bu ülkelere verdiği eğitimlerle askeri ayağını oluşturma çabasındaydı. SADAT misyonunu, “İslam ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmak ve İslam dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yeri almasına yardımcı olmak” olarak belirlemiş durumundaydı. SADAT’ın internet sitesinde yer alan bilgiler de bununla aynı doğrultudaydı. Bu arada SADAT’a iş başvurularında İngilizcenin yanı sıra Arapça dili şartı da koşulmaktaydı. Acaba SADAT, gerçekten Erbakan Hocamızın da arzuladığı, aklın ve vicdanın da gerekli saydığı “İslam Birleşmiş Milletleri Teşkilatı ve İslam Savunma Paktı…” gibi tarihi projeleri mi savunmaktaydı? Yoksa İslam dünyasını, dolaylı şekilde ABD ve İsrail güdümüne sokacak ve Dinimizi bir aldatıcı kılıf olarak kullanacak gizli ve kirli hesapların taşeronluğunu mu yapmaktaydı?

SADAT’ın personeli kimlerden oluşmaktaydı?

Şirketin sitesinde verdiği bilgilere göre, SADAT Savunma’da; Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yaptıktan sonra emekli olmuş general, üstsubay ve subaylar ile astsubay, çavuştan başçavuşa kadar çeşitli rütbelerde personel çalıştırılmaktaydı. Bunlar arasında Harp Akademileri’nde eğitim görmüş, Genelkurmay karargâhında ve tugay, tümen, kolordu ile ordu komutanlıklarında görev yapmış emekli askerler ile askeri ataşelik ve NATO karargâhlarında görev yapmış kişiler yer almaktaydı. Böylece TSK’nın en kritik birimlerinde çalışmış emekli askerlerin bilgilerini kullanan SADAT, yabancı ülkelere eğitim ve danışmanlık hizmeti sunmaktaydı. Askeri alanda İslam ülkelerine eğitim verdiğini söyleyen SADAT’ın en tartışmalı faaliyeti “Gayri Nizami Harp Eğitimi” iddiasıydı. Kurumun sitesinde de buna ilişkin “SADAT Savunma hizmet verilen ülkelerin topyekûn savunma organizasyonu ihtiyacı olarak ortaya çıkacak Gayri Nizami Harp teşkilatlanması ve bu teşkilatın unsurlarının pusu, baskın, yol kapaması, tahrip, sabotaj ve kurtarma-kaçırma harekâtı ile bu harekâta karşı koyma faaliyetlerinin eğitimini verir” bilgisi yer almaktaydı. Şirketin özel harekât ve istihbarat eğitimi verdiği de ortaya çıkmıştı.

SADAT’ın AKP iktidarıyla alâkası!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın SADAT yöneticileriyle “alâkasının olmadığını” belirtmesine karşın 2012’de kurulan SADAT, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iktidarla yakın bir görüntü sunmaktaydı. SADAT’ın kurucusu olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanlığını yapmıştı. Tanrıverdi aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi atanmıştı. Yine SADAT’ın kurucularından Gürcan Onat’ın askeri öğrenci alımlarına ilişkin komisyonlarda iki yıl boyunca görev yaptığı ortaya çıkmıştı.

SADAT hakkındaki iddialar şunlardı:

SADAT hakkında bugüne kadar pek çok iddia ortaya atılmıştı. Türkiye’de özel ve gizli eğitim kampları kurdukları, El Nusra’ya yardım tırları adı altında silah yolladıkları iddiaları vardı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Konya ve Tokat’ta silahlı eğitim kampları iddiasıyla ilgili yürüttüğü soruşturmada, “delil bulunmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı almıştı. Haklarındaki iddialara ilişkin DW Türkçe’nin sorularını SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi ise “Silahlı gücümüz yok” şeklinde yanıtlamıştı. Kuruluşundan bu yana 25 ülke için askeri projeler ürettiklerini söyleyen Tanrıverdi, bu 25 ülkeyi Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle Türkî Cumhuriyetler olarak aktarmıştı. Yaklaşık 20 kadrolu personelinin olduğunu ifade eden Tanrıverdi, ülkelere yönelik proje yapma döneminde emekli askerlerden de hizmet aldıklarını vurgulamıştı.

Peki, SADAT, Birleşmiş Milletler’in (BM) silah ambargosu uyguladığı Libya’da herhangi bir çalışma yapmış mıydı?

Şirket 2013 yılında Libya Ordusu ile askeri spor tesisi ve zırhlı araç bakım-onarım merkezi kurmak için iki adet İyi Niyet Protokolü imzalamıştı. Ancak Ağustos 2013’te eski Tümgeneral Halife Hafter’in başlattığı isyan sonrasında, bu anlaşmalar uygulanamamıştı. O tarihten beri SADAT’ın Libya’da Hafter’e karşı savaşan güçlere destek verdiği iddiaları konuşulup yazılmıştı. Tanrıverdi, 2013 tarihli projelerine ilişkin, “BM ambargosunu delmeyecek şekilde projeler yaptık. Fakat o dönem teknik ve mali teklif sunma aşamasına yaklaşmışken Libya karıştı. 2020 yılında BM Güvenlik Konseyi Libya Yaptırımları Masası bize yazı yolladı ve uyardı. Biz de Libya’da herhangi bir faaliyetimizin olmadığını, ambargonun bilincinde olduğumuzu aktardık” itirafında bulunmuşlardı.

Yani SADAT, kardeş ve Müslüman ülke Libya’nın ABD, AB ve NATO tarafından saldırılıp tahrip edilmesine daha önce karşı çıktığı halde sonradan çark edip Haçlı işgalcilere destek veren Erdoğan’a karşı çıkmamışlar, ama ABD’nin ambargo kararına uymuşlardı.

Seçim güvenliğiyle ilgili SADAT kuşkuları!

Hatırlayınız; SADAT’ın kapısına giden CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Önünde bulunduğumuz SADAT bir paramiliter kuruluştur. Düne kadar Erdoğan’ın danışmanlığını yapıyordu bunlar. Hedefleri arasında gayrı nizami harp eğitimi de var. Dikkatini çekmek isterim kamuoyunun; yani sabotaj, baskın, pusu kurma, tahrip, suikast ve tehdit. Aynı zamanda terörist yetiştiren bir kuruluş” tespitini yapmışlardı. 2023 seçimlerine de işaret eden Kılıçdaroğlu, “SADAT gibi kuruluşlar, kim olursa olsun seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliğini sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT’tır ve Saray’dır” uyarısında bulunmuşlardı. Kılıçdaroğlu’nun iddialarını Tanrıverdi, “Seçim güvenliğini tehdit edecek iddiası doğru değil. İç siyasetin bir unsuru değiliz” şeklinde yanıtlamıştı. Tanrıverdi, “Emekli askerlerin TSK’dan edindikleri bilgilerle yabancı ülkelere proje yapılmasıyla devlet sırları taşınmış olmuyor mu?” sorusunu ise: “Devlet sırları ayrı, askerlik bilgileri ayrıdır. Biz askerlik mesleğiyle ilgili stratejik danışmanlık yapıyoruz. TSK’nın gizli bilgilerini transfer etmek söz konusu değil” şeklinde yuvarlak cevaplarla geçiştirmeye çalışmıştı. Tanrıverdi, ülkelere yönelik projeleri tamamladıktan sonra Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve MİT’e raporladıklarını ve onay aldıklarını da aktarmıştı.

Erdoğan’ın ve devletin bu şirketle ilişkisi hangi boyutlardaydı?

Erdoğan’ın, “SADAT yöneticileriyle alâkamız yok” açıklaması sorulunca, Adnan Tanrıverdi’nin 2016 Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na atanmasının ardından SADAT’tan istifa ettiğini kaydeden Melih Tanrıverdi, “2020 Nisan’ına kadar o görevi yaptı. Görev icabı oradaydı. Bunun SADAT ile ilgisi yoktu. Adnan Paşa, devlet adamıdır” diye konuşması şaşırtıcıydı. SADAT’ın iş takipçiliği yapmadığını savunan Melih Tanrıverdi, ticari faaliyetleri gereği Savunma Sanayii Başkanlığı’na gittiklerini açıklamıştı. Tanrıverdi, “Bazı ülkelerin Türkiye’den talep ettiği ekipman, teçhizat ve mühimmat ihtiyaçları oluyor. Bunları SSB’ye iletmişizdir. Aselsan, MKE ve Roketsan’ın ürünlerine talep oluyor. Biz de bu ülkelerin taleplerini Türk Savunma Sanayisine faydası olsun diye irtibatlandırıyoruz” diyen Tanrıverdi, “Bundan komisyon alıyor musunuz?” sorusunu, “Komisyon aldığımız konular da oluyor, almadığımız konular da oluyor” şeklinde yanıtlamıştı.

SADAT Başkanı ayrıca:

“Hiçbir devlet kurumunun ‘Şu işi siz yapın’ demediğini” savunarak, “Biz devletin yurt dışındaki çıkarlarını sağlayacak bir şirketiz. Devlet bizi desteklemiyor. Falan ülke, ‘sizinle çalışalım ama bize devletinizden referans getirin’ diyor. Biz de Milli Savunma Bakanlığı ve Savunma Sanayii Başkanlığı’na yazıyoruz. Onlar ‘siz özel şirketsiniz, size böyle bir referans veremeyiz’ diyorlar. Oysa devlet bize referans olmalı. Devlet bizi denetlemeli” şeklinde yakınmıştı!? “Peki, SADAT Türkiye’den herhangi bir kuruma hizmet verdi mi?” sorusunu ise: “Hayır, hiçbir kuruma danışmanlık eğitimi vermedik” diye cevaplamıştı.

SADAT, Devlete rapor hazırlamış mıydı?

Tanrıverdi’nin açıklamalarından zaman zaman SADAT’ın ticari bir şirket olmasına karşın, devletin çeşitli kurumlarına belli aralıklarla raporlar gönderdiği anlaşılmaktaydı. Melih Tanrıverdi, Adnan Tanrıverdi’nin başdanışman olarak görev yaparken 2016’dan itibaren askeri okulların Milli Savunma Bakanlığı’na, Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını önerdiğini ve kabul gördüğünü aktarmıştı. Tanrıverdi, “terörün kaynağında bitirilme politikası” olarak özetlenecek yeni terörle mücadele konsepti ile Suriye’ye yönelik sınır ötesi harekât planlarını da Adnan Tanrıverdi’nin önerdiği iddiasındaydı.

Suriye iç savaşına müdahil olmuşlar mıydı?

Melih Tanrıverdi, bu sorulara “hayır” yanıtını vererek iddiaları yalanlamıştı. Ancak Tanrıverdi, “SADAT olarak 2012 yılında Türkiye’nin, oradaki sınır bölgesinde güvenlik tedbirleri alması gerektiği, sınır ötesi harekât yapması gerektiği ve göçü durdurması yönünde devletin tüm birimlerine rapor gönderdik” ifadesini kullanmıştı. O dönem “ÖSO’nun da bizden eğitim talebi geldi” diyen Tanrıverdi, “Talep zamanı bunları kapsamlı şekilde raporlaştırdık, ‘konuyu yapabilir miyiz’ diye devletin ilgili kurumlarına sorduk. Ancak bir yanıt alamadık. Daha sonra da bu tür mahzurlu konulara girmemeyi tercih ettik. Yalnızca ülkelerin silahlı kuvvetlerine hizmet vermeyi uygun bulduk. Daha sonra TSK, ÖSO’ya eğit-donat kapsamında eğitim verdi” itirafında bulunmuşlardı.

Daha önceden, 15 Temmuz’dan haberleri var mıydı?

SADAT’ın 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasında da görev aldığı, şirkete ait keskin nişancıların Boğaziçi Köprüsü’nde bulunduğu iddiası sıkça gündeme taşınmıştı. O tarihte çalışanlarının sadece 4-5 olduğunu iddia eden Tanrıverdi’nin: “15 Temmuz’u televizyondan öğrendim. Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla biz de meydanlara indik. Daha önceden planlı programlı, proje dâhilinde yürüdüğümüz iddiası doğru değildir. ASDER üyelerinin sahaya çıkışı da bireyseldir. O gece tankları durduran arkadaşlarımız vardır. Onlardan biri de emekli bir albaydı” sözleri pek çok çelişkiyi ve karanlık ilişkiyi içerisinde barındırmaktaydı.[4]

Adnan Tanrıverdi Hilmi Özkök’e “TSK’da çeteler var!” diye mektup yazarken, Fetullahçıları hatırlatmamış mıydı?

Bazı gazetelerde SADAT kurucusunun Ergenekon ve Balyoz operasyonlarından önce dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e gönderdiği mektup yayınlanmıştı. Buna göre, 10 yıl önce emekli edilen Adnan Tanrıverdi, emekliliğine 3 ay kalan Hilmi Özkök’e 2006 yılında “Ergenekon – Balyoz” operasyonları ortada yokken mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: “Ülkemizde garip şeyler oluyor. Sap samana karışmış durumda. Milletin refahı ve devletin bekası için güvenli ortamın sağlanması ile görevli Silahlı Kuvvetlerimiz’in mensupları ve emeklileri; huzura, güvene ve istikrara darbe indirmek üzere teşkil edildiği anlaşılan çeteler oluşturuyorlar!”

Hayret, SADAT’ın kurucusu olan ve o günlerde Adaleti Savunanlar Derneği’nin (ASDER) başkanı Tanrıverdi, “TSK içinde oluşumlardan haberdar” olduğunu söylüyor, ama Hilmi Özkök “Sen nereden biliyorsun?” diye sormuyorlardı!..

O mektupta şunlar aktarılmıştı:

“… Sayın Genelkurmay Başkanım… Disiplinsizler (TSK’dan) atıldığına göre, çeteleri kuranlar disiplinliler mi oluyor? Silahlı Kuvvetlerin tepesindekiler siyaset yapar da genç kadrolar yapmaz mı? Genç kadrolarda çeteleşme olur da onların komutanlarında ve üst kadrolarında çeteleşme olmaz mı?”

Daha ortada Ergenekon’un savcısı Zekeriya Öz yoktu ama Fetullahçı polis-asker-yargı çalışmaya başlamıştı ve Adnan Tanrıverdi de konudan haberdardı!?

Adnan Tanrıverdi’nin, dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ten talebi de enteresandı!

“Emekliliğinize birkaç ay kaldı. Son bir kez daha düşünün, milli irade ile çekişme içinde olacak değil, uyum içinde çalışacak bir komuta kademesi oluşumuna yardımcı olunuz. Bugün gelinen noktadan memnun olduğunuzu düşünemiyorum. Görevi huzur içinde teslim edebileceğinizi de düşünmüyorum. Çünkü emekliliğimin üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen TSK’nın gidişat üzerindeki menfi rolünden ben rahatsızım.”

Bu mektup 5 Haziran 2006’da yazılmıştı. Ergenekon’un temelini oluşturan Ümraniye’deki el bombaları ne zaman ortaya çıktı? 12 Haziran 2007… Yani ASDER Başkanı Tanrıverdi operasyondan bir yıl önce her şeyin farkındaydı ve Özkök’ü uyarmışlardı… İyi de Sn. Erdoğan’a niye bu tehlikeli gelişmeleri anlatmamıştı?

Yoksa 15 Temmuz Kalkışması ve bastırılması olaylarında, toplum tarafından özenle gizlenen “danışıklı dövüşler ve anlaşmalı dönüşler mi” tezgâhlanmıştı?

Sonra operasyonlar, davalar başladı. Peki, Adnan Tanrıverdi ne yazdı? Neler açıkladı?

Evet, “SADAT gibi kuruluşlar, demokratik bir ülkede dernek adı altında örgütlenip çalışamazdı. Gayri nizami harp, sabotaj, terör gibi konularda insanları alıp eğitmek bir derneğin işi olamazdı. Eğer bunu bir dernek üstlenmişse ve bu bağlamda iktidardan da destek alıyorsa, Türkiye sağlıklı bir demokratik sistem oluşturamazdı. Ve hele böyle bir derneğin başkanı yıllarca Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanlığını yapamazdı. Oysa devletin TSK’sı vardı, Emniyeti vardı, MİT’i vardı, bunları bir tarafa bırakıp, gayri nizami harp konusunda, sabotaj, suikast nasıl düzenlenir gibi konularda insanları eğiten bir derneğin başkanlığını yapan eski generali, başdanışmanlığınıza atayamazsınız!.. Evet, Saray’ın talimatıyla yasadışı işlemlere kalkışanlar, aynı talimatla yurt içinde de bu işleri yapacaklardı. Aslında iki taraf da yasa dışı ve karanlık işlere bulaşmışlardı. Geçmişte suikastlarla ortalığın karıştırılacağı duyumları alınmış ve önemli siyasilerce gündeme taşınmıştı. Bu konuda kamuoyunun dikkatini çekmek lazımdı; yaklaşan seçimler vardı, seçim güvenliği konusunda kuşkular vardı. Demokratik bir ülkede seçim güvenliği elbette ki emniyet güçleri, valisi, kaymakamı, sandık kurulu yöneticileri, siyasi partilerin temsilcileri görevlerini yasal çerçevede yaptıkları bir ortamda alınırdı. Eğer siz bu yasal ortamı yok etmek ve daha farklı bir ortamda seçime gitmek istiyorsanız, o zaman ciddi sorunlar ortaya çıkacaktı” şeklindeki itham ve iddiaları yanıtlamak ve toplumu rahatlandırmak yerine, muhaliflere sataşıp duranların acı ve alçaltıcı sonları yaklaşmıştı!..

Bir zamanlar “Dinci-gerici” diye kıyasıya eleştirdiği Erdoğan iktidarını, şimdi “Millici ve ABD’yi engelleyici!..” diye alkışlayıp arka çıkan… Süleyman Demirel’in “Kamu çıkarlarını koruduğunu” savunan… Ve özellikle Devlet Bahçeli’ye “Yoldaş” diye iltifatlar yağdıran Doğu Perinçek’in, SADAT yapılanmasıyla ilgili uyarı ve iddiaların ise oldukça “abartılı” olduğunu açıklaması ise, aslında kendi ayarını ve amacını ortaya koymaktaydı. Oysa daha önce aynı Perinçek bu SADAT için: “Kontrgerilla Yuvası” “CIA’nın Maşası…” gibi sıfatlar kullanmıştı. Şimdi sormak lazımdı; Doğu Perinçek o gün mü yalancı ve iftiracıydı, yoksa bugün mü iktidara yalakalık ve yağcılık yapmaktaydı?!.. Cumhur İttifakı’nın ve AKP-MHP iktidarının en başındaki insanların muhalefet liderlerine yönelik; “Memur Kemal palavracısı…” “Açıkla, sen adam mısın?..” “Zillet ittifakının illet ortakları!..” “Altılı masanın ayarsız takımı!..” gibi, değil yaşı yetmiş beşi aşmış bir siyaset erbabına, sokak kabadayılarına bile yakışmayan argo sataşmaları ise, aslında Türkiye’mizin kimlere kaldığının ve tıkandığının fotoğrafıydı!..

 

 

 


[1] ( huseyinakin@milligazete.com.tr – 31 Mayıs 2022)

[2] (Atatürk’le Onbeş Yıl – Dini Hatıralar – Yaşar Okur)

[3] (Münir Hayri Egeli, Millet Gazetesi, 22 Temmuz 1948)

[4] (20 Mayıs 2022 – Duvar)

https://www.millicozum.com/mc/duyurular/ataturku-yeniden-anlamak-ve-sadati-tersinden-tanimak

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi