Anasayfa » ZULÜM DÜNYASININ FOTOĞRAFI VE İKTİDARIN PERVASIZLIĞI

ZULÜM DÜNYASININ FOTOĞRAFI VE İKTİDARIN PERVASIZLIĞI

Yazar: yonetici
0 Yorum 133 Görüntüleyen

ZULÜM DÜNYASININ FOTOĞRAFI VE
İKTİDARIN PERVASIZLIĞI


 Olumlu bir tedavi için önce doğru bir tespit yapılması lazım gelir. Çünkü problemleri bilmeden çözüme yönelik projeler üretmek mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz dünyadaki çarpıklıklar ve haksızlıklar; mevcut global sömürü sisteminin iflas ettiğinin göstergesidir ve artık mutlaka değiştirilmesi gerekmektedir. Hiç kimse bugünkü dünya düzeninin adil temeller üzerine kurulduğunu iddia edemeyecektir. Çünkü dünyamızda yaklaşık 6,5 milyar insan hayat sürmektedir; ve bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne gelince, hiç de eşit olmadıkları çok açık ve acı bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

A- Ezilenlerin Durumu:

– Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, 2 milyardan fazla insan maalesef sefalet (açlık, hastalıklar, kötü beslenme) içerisinde yaşıyordu. Her gün 150,000 insan ölüyor. Bunların 40,000'ini çocuklar oluşturuyordu.

– Yaklaşık 800 milyon insan her gün aç yatıyor ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü beslenmeden dolayı hasta bulunuyordu. Ancak diğer yandan, 1,7 milyar insanın en az 15 kilo vermesi gerekiyordu!

– Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında hayat sürüyor, yani sürünüyordu.

– 1.5 milyar insan içilebilecek derecede temiz suya hasret çekiyordu!

– 2.4 milyar insan doğru düzgün bir sağlık kontrolüne sahip değil ve tedaviye ulaşamıyordu.

– Her gün ortalama 30,000 çocuk tamamen önlenebilir hastalıklardan dolayı ölüyordu.

– 1990'lı yıllarda toplam 13 milyon çocuk savaş ve anarşi gibi çatışmalarda arada kalarak can veriyordu. Bu rakam II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yapılan çatışmalarda ölen insan sayısından çok daha fazla bulunuyordu.

– Gelişmiş ülkelerde bile okul çağına gelmiş 160 milyon çocuk yanlış beslenmeden dolayı çelimsiz gözüküyordu.

– 840 milyon yetişkin çocuk okuma yazma bilmiyor. Bunların 538 milyonu ise kadınlardan oluşuyordu.

– 1990'lı yıllardan sonra 54 ülkenin kişi başına düşen milli gelirinde giderek azalma yaşanıyordu.

– Son on yılda, 21 ülkenin yaşam standartları ve okuma yazma açısından incelendiğinde daha geriye gittiği ortaya çıkıyordu.

– Örneğin Zimbabwe'de ortalama yaşam beklentisi 1970'li yılların başında 56 iken bu rakam 1990'lı yıllarda 33,1'e kadar düşüyordu. Bu rakamı İngiltere için kıyasladığımızda 72'den 78,2'ye ulaştığı anlaşılıyordu.

– Yaklaşık 110 milyon kara mayını 68 ülkede patlamamış olarak kurbanlarını bekliyordu.

– Dünyada tescilli yaklaşık 23 milyon insan öldürücü ve dermansız HIV/AIDS virüsü taşıyordu. Bunların       % 93'ten fazlası ise gelişmiş ülkelerde yaşıyordu.

B- Ezen (Siyonist ve emperyalist merkezlerin) Konumu:

Diğer yandan bugünkü global elitler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar Karun gibi zenginliğe sahip bulunmaktadır.

– Dünya toplam üretimi yaklaşık 31,5 trilyon dolar kadardır.

– Yalnız ABD, yılda 10 Trilyon Dolar mal ve hizmet tüketiyor durumdadır.

– Dünyanın ilk 10 zengininin toplam serveti 133 milyar dolar. Bu rakam, gelişmemiş ülkelerin (nüfusu yaklaşık 2.5 milyar!) toplam üretiminin yaklaşık 1.5 katına denk düşüyor!

– En fakir 20 ülkenin borçlarının tamamı 5.5 milyar ki bu bir Euro Disney (Avrupa’daki büyük bir eğlence parkı) inşa etmenin maliyetinden azdır!

– Yoksulların sosyal imkânlara tam olarak kavuşabilmesi için gereken kaynak 80 milyar dolardır ki bu dünyanın en zengin 7 insanının gelirini bile tutmamaktadır.

– Gelişmiş altı ülkenin köpek ve kedi mamaları için 9 günde harcadığı para 700 milyon dolardır.

– Günümüz dünyasında mutlu putlu bir azınlık:

*92 milyar doları ıvır-zıvır yiyecekler için,

*66 milyar doları kozmetik için

*Yaklaşık 1 trilyon doları da, 1995 rakamlarına göre(!) savunma için harcamaktadır.

Oysa bütün geri kalmış ülkelerin barınma karın doyurma ve sağlıklı içme suyuna kavuşma gibi acil sorunlarının çözümüne sadece 50 milyar dolar yeterli olacaktır.

C- Böyle Giderse Gelecek karanlık gözüküyordu!

– UNDP'nin araştırmasına göre, 2015 yılında eğer mevcut global düzen devam ederse günde 1 doların altında bir gelirle yaşayacak olanların sayısı dünya nüfusunun yarısını teşkil edecektir. Onun için başta enerji kullanımı olmak üzere birçok kaynağın bölüşümünün şimdiden adil kriterler üzerine yeniden yapılması gerekmektedir.

– ABD Enerji İdaresi'nin hazırladığı rapora göre, küresel enerji talebi 2025 yılına kadar yüzde 54 artacak, varil fiyatı ise nominal 51 dolar olacak. Petrol ve diğer enerji kaynaklarına olan talep genel olarak gelişmekte olan ülkelerden gelecektir.

– Bugün dünyada 2 milyar insan klasik enerji kaynakları ile (odun, tezek, çerçöp) ısınma ve yemek pişirme işini görmektedir.

– Diğer bir ifade ile dünya nüfusunun yüzde 40'ı modern enerji hizmetlerinden yoksun haldedir. Afrika'da bu rakam yüzde 80'e erişmektedir. (Afrika'nın toplam nüfusu yaklaşık 900 milyonu geçmektedir)

– 2 milyar insan kırsal kesim şartlarında sefalet çekmektedir. Elektrik ve elektriğin getirebileceği kolaylıklardan faydalanamıyor.

– Sadece 800 milyon nüfuslu gelişmiş ülkeler 2015’e umut ve güvenle bakabilmektedir.

– Fakir bölgelerdeki insanlar gelirlerinin zengin bölgelerde yaşayanlara göre çok daha fazlasını enerji için harcamak mecburiyetindedir.

– Fakir bölgelerdeki enerji kaynakları; zengin bölgelerdekine nazaran çevreyi daha çok kirletmektedir, çünkü önlem alınmamaktadır.

– Yoksul bölgelerdeki kadınlar zengin bölgelerdekine göre çok daha fazla ezilmekte ve dolasıyla yeni nesil eksik ve bakımsız yetişmektedir.

– Yoksul bölgelerde HIV-AIDS gibi hastalıklar çok daha hızlı yayılabilmektedir.

Halbuki, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, petrol ve maden yataklarının, verimli tarım ve orman alanlarının, insan gücü ve yetişmiş elemanların çok önemli bir kısmı bu sefalet çeken ülkelerde ve özellikle Müslüman Coğrafyadadır. Öyle ise, bu acı tablo sorumluluk sahibi insanların dirilmesi ve tüm mazlumlara öncülük etmesi insani ve vicdani bir görevdir.

Özellikle, tarihi misyonu ve medeniyet mirası, tabii ve stratejik coğrafyası, potansiyel imkânları ve talihli fırsatları bakımından, bu görev Türkiye'den, dolayısıyla üniversite gençliğinden beklenmektedir. Ve tabi; döneminde şımarık İngiltere'ye verdiği ültimatomla onları hizaya getiren Sultan Abdülhamit ve Atatürk'ün Kudüs'ün Yahudilerce işgali ve İsrail'in kurulma çalışmalarına karşı ortaya koyduğu siyasi cesaret ve ciddiyet gibi bir gayret ve dirayet gerekmektedir.

SULTAN ÂBDÜLHAMİD İngilizlere şu ültimatomu veriyordu!

Paris'te Voltaire'nin yazıları üzerine temellendirilmiş bir oyun sergilenmişti. İslam'a hakaretler içermekte ve Müslümanlarla alay edilmekteydi. Halife Sultan Abdülhamid bu olaydan haberdar olunca, Fransa devletinden, Paris'teki elçiliği vasıtasıyla bu oyunu hemen durdurmasını istemiş, aksi taktirde doğacak olan gelişmelerin sonuçlarına hazır olmalarını söylemiştir. Bunun üzerine Fransa bu oyunu hemen durdurmak mecburiyetini hissetmiştir..

“Bu olayın ardından aynı tiyatro grubu İngiltere'ye gitmiş ve oyunu orada sergilemek için hazırlıklara girişmiştir. Bu haberi alan Abdülhamid Han, İngiltere'yi; Fransa'yı uyardığı şekilde ikaz etmiştir. İngiltere; tiyatro biletlerinin çoktan satıldığını ve bu oyunu kaldırmanın kendi halkının özgürlüğüne bir müdahale olacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Hilafet Devleti şu cevabı vermiştir:”Fransa'da özgürlük vardır; ama onlar bu saygısız ve kışkırtıcı oyunu sergilemekten vazgeçmişlerdir. ”Buna cevap olarak İngiltere: ”Orası Fransa, burası İngiltere. Fransa'nın oyunu kaldırması oradaki özgürlüğün ne kadar sınırlı olduğunun göstergesidir” demiştir. Bu cevabı duyar duymaz Halife Abdülhamid İngiltere'ye şu ültimatomu göndermiştir. ”İngiltere’nin Hz. Peygamberimize ve Yüce Dinimize hakaret ettiğini bütün İslam Ümmetine bir bildiriyle haber verip Cihad-ul Ekber ilan edeceğim!” Böylelikle Abdülhamit işin ciddiyetini onlara göstermiştir. Bu ültimatomu duyan İngiltere bir anda özgürlük hakkında yaptığı açıklamaları unutmuş ve hemen oyunu durduruvermiştir…[1]Çünkü İngiltere ve Fransa, Hindistan ve Kuzey Afrika'daki Müslümanların, Halifenin fermanına ve İslam'ın hatırına ayağakalktıklarında, başlarına gelecekleri çok iyi bilmektedir.

Atatürk'ün Küresel Emperyalizmin İsrail'i Kurma Çabaları Karşısındaki Onurlu Tavrı dikkat çekiyordu!

Atatürk'ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeç ibretle okunması gerekir. Ortadoğu'da bütün bir bölgede çıbanbaşı olacak bir Yahudi Devleti'nin kurulma aşamasında olduğunu sezinledikten sonra, Mustafa Kemal: “Filistin'e el sürülemez. Türkler bölgedeki yabancı işgali kabul edemez. Hz. Muhammed'in ve kutsal değerlerin hürmetine İslam'ın mukaddes topraklarının Yahudilerin ve Hristiyanların nüfuzuna girmesine engel olacağız. Ordumuzun buna gücü yeter. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Arap kardeşlerimizden uzak kaldık ancak onların aralarındaki karışıklıkları kimse bizden iyi bilemez” diyen şahsiyettir.

Evet Mason localarını kapatan Mustafa Kemal ATATÜRK'ün kurulacak muhtemel İsrail devleti hakkındaki görüşleri, gerekirse mukaddes topraklar için savaşmayı içermektedir. Fakat ne yazık ki, İsrail devleti Haçlı Batı’nın desteği ile kuruluvermiştir ve bölge tam 62 yıldır kan, barut, gözyaşı ve katliam altında inlemektedir. (Ne hikmetse Atatürk bu sözünden 1 yıl sonra, şüpheli bir şekilde ölüyordu. Acaba Atatürk'ün; ”beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözü ne anlama geliyordu?)“Herhalde alemde bir hak olduğu gerçektir, gereklidir ve hak kuvvetin üstündedir” diyen Atatürk’ü yeniden keşfetmek gerekiyordu.

Artık, barış ve birlik çağrıları yapmakla veya BM ve NATO gibi çifte standartlı kurumlara umut bağlamakla, Emperyalist ve Siyonist odakların insafa gelmeyecekleri kesinleşmiştir. Çünkü batılı barbarlar, Haktan değil kuvvetten etkilenmektedir ve ancak zoru görünce hizaya gelmektedir. Bu nedenle: sadece haklı olmak yetmemekte, Hakkı savunacak ve mazlum halklara sahip çıkacak bir güç ve kuvvet de mutlaka gerekmektedir. Atatürk'ün kültürel yakınlığımız ve inanç bağımız olan halkların ezilmesini engellemek için kurduğu Sadabat ve Bağdat Paktları gibi; bugünde küresel bir köy haline gelen dünyadaki tüm ezilen halkların korunması için, tarihi misyonu gereği Ülkemizin önderliğinde yeni oluşumlar (D-8'ler gibi..) gerçekleştirilmelidir. Bu nedenle Türkiye'den başlamak üzere: a-Siyasi, b-Ekonomik, c-Askeri ve Teknolojik dinamikleri, Hakkın ve halkın hizmetinde değerlendirecek ve Milli şuurla hareket edecek; ”Milli Bağımsızlık ve Evrensel Barış” organizeleri mutlaka gerçekleştirilmelidir.

Bir Medeniyetin Hak mı, Batıl mı? Hayırlı mı, Zararlı mı? Olduğunu tespit için şu üç sorunun yanıtlanması gerekiyordu:

1-  Allah'a Nasıl İnanıyor?

Müslümanlar ve muvahhid insanlar: şeriki, neziri ve benzeri bulunmayan Tek Allah'a inanırken, Batılılar Teslis (üç ilah) inancına sahiptir. Bu nedenle, daha temelden ve fikren vahdete, muhabbete (Birlik ve sevgiye) yabancı kimselerdir.

2- İnsana Nasıl Bakıyor?

İslam inancında insan; mahlûkatın en şereflisi ve yeryüzünde Allah'ın halifesi iken, batılıların bozuk anlayışında insan: günahkâr ve suçlu olarak dünyaya gelmektedir. Daha doğuştan insanı kirli ve tehlikeli gören bir zihniyetten hayır ve huzur beklemek nafiledir.

3- Hayatı ve Tabiatı Nasıl Algılıyor?

Kur'an, Hayatı: bir eğitim, imtihan, olgunlaşma ve sonsuzluğa ulaşma fırsatı; Tabiat ve kainat ise, Yüce Yaratıcının kudret ve rahmet eserleri ve tecelli aynaları olarak gösterirken… Batılılar ise dünyayı; nefsani arzuları için bir çalışma ve çatışma alanı, tabiatı da kendi çıkarlarınca kullanıp harcayacakları bir savaş talanı olarak görmektedir. Kısaca, insanlık ya Ülkemizin kuracağı Hak ve Adalet kaynaklı yeni bir medeniyete erişecek, veya bu zulüm, zillet ve sefalet artarak sürüp gidecektir.

Bugünkü Batı Medeniyeti Artık Batıyordu!..

Dünyayı acımasız bir savaş ortamı olarak gören ve bu anlayış nedeniyle kuvveti hak sebebisayarak insanlığı maddeten ve manen ezipsömüren materyalist,darwinist ve Siyonistfelsefelerden beslenen bugünkü batı medeniyetidünyayı cehenneme çeviriyor ve son sürat yıkıma sürükleniyordu… İşte; Dünya Sağlık Teşkilatı'nın 10'uncu Dünya Psikiyatri Kongresi'nde sunulan rapora göre, inançsızlık ve ahlak zayıflığı sebebiyle:

*400 milyon kişi anksiyete (aşırı heyecana) bağlı sıkıntı içinde yaşıyordu!

*340 milyon ruhsal bozukluk içinde kıvranıyordu!

*250 milyon insan kişilik bozukluğu taşıyordu!.

*60 milyon insan geri zekalıydı!

*45 milyon insan şizofreni hastasıydı!..

*40 milyon epilepsi (sara) kıskacındaydı!…

*8 milyon beyin tramvası hastasıydı!..

*2 milyar sigara tiryakisi vardı!

*700 milyon alkolik, toplumun baş belasıydı!..

*40 milyon kişi uyuşturucudan dolayı ölüm döşeğinde inim inim kıvranıyordu!..

İnançsızlık ve ahlak zayıflığının sebep olduğu bozukluklar sadece bu kadar felaketle bitmiyordu… Milyarlarca insan çeşitli cinsel sapıklıkların hayvani tutkuları içinde debeleniyordu. Ve maalesef, aslını ve inancını yitirenler, hala Avrupa ve Amerika'da kurtuluş arıyordu!..

Siyonist yapılanmanın küçük bir örneği Dicle Üniversitesinde yaşanıyordu!

Fetullahçıların başlattığı 17 Aralık süreci Türkiye’yi karıştırıyordu. Cemaatle Hükümetin birbirlerine karşı ithamları ortalığı kasıp kavuruyordu. Cemaat uzlaşma sinyalleri verse de Başbakan geri adım atmayacağını kesin bir dille tekrarlıyordu. Olay yolsuzluk, hükümet devirme işini çoktan geçmiş bulunuyordu. Dicle Üniversitesi Rektörü Ayşegül Jale Saraç Hanım önce Başörtüsü ile makamına gidince Başörtülü ilk Rektör olarak Türkiye tarihine geçiyor, ardından Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten’in Dicle Üniversitesi ile ilgili iddiaları ortalığı iyice karıştırıyordu. Hatırlanacağı gibi Dicle Üniversitesinde yönetim değişimi süreci çok sancılı geçiyor, Rektörlük seçimlerinde Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem’in çeşitli entrikalarla saf dışı bırakılmasıyla Ayşegül Jale Saraç hanımefendi rektör olarak atanıyordu. Bu atamada bir önceki dönemde AKP milletvekili adayı olmasının payı bulunduğu konuşuluyordu. Oysa bayan rektör Cemaat mensubuydu, ama Başbakanı zor durumda bırakmak ve muhtemel soruşturmaları savuşturmak üzere birden başörtüsü takmak aklına geliyordu. Cemaatin özellikle Tıp Fakültesi üzerindeki hâkimiyeti Üniversite üzerinde hâkimiyet izlenimi oluşturuyordu. Cemaatin zaten üniversitenin yarısı olan Tıp Fakültesi üzerinden bir vizyonu bulunuyordu. Oluşturduğu bu vizyon ile algıya hitap etme noktasında yanına aldığı destekleri arttırarak devam ediyordu. Cemaatin Eleman yetiştirme merkezi bu alanın etkisini anlamış olacak ki, aslında küçük başarıları çok büyük gibi göstererek olağanüstü bir pozisyon kazanıyordu. Oysa Öğrenci sayısı 100 binin üzerine çıkarılması gerekirken 26 bin gibi Diyarbakır’ı taşıyamayan rakamlarda kalınıyordu. Üniversitenin acil cerrahi binası 5 yılda bitirilemiyor, diğer inşaatlar hakeza aynı şekilde sürüncemeye bırakılıyordu. Üniversite yönetimi halktan kopuk bir şekilde kendi çalıp, kendisi oynuyordu. Diyarbakır AKP milletvekili Cuma İçten’in açıklamaları korkunç yolsuzluk ve haksız kadrolaşma iddialarını barındırıyordu. Ama Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın Üniversite yönetimini savunur açıklamaları herhalde Fetullahçılık damarından kaynaklanıyordu. AKP MKYK’sı içinden iki değişik kişiden iki farklı bilgi yansıyor, biri Rektörü savunurken, biri yerden yere vuruyordu.

Fetullah Gülen’in yerine bu sefer AKP’li Emrullah İşler Kardinal Leonardo Sandri ile görüşüyordu!

Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler, Vatikan'da Doğu Dünyası Katolik Kiliseler Bakanı Kardinal Leonardo Sandri ile görüşmeye gidiyordu. Katolik dünyasının gözünü çevirdiği Papa 23. Ioannes (Jean) ile Papa 2. Ioannes Paulus'un (Jean Paul) azizlik mertebesine yükseltileceği törende Türkiye'yi temsil edecek olan Recep Erdoğan’ın vekili Emrullah İşler, bir gün önce gittiği Vatikan'da temaslarda bulunuyor, İşler'in Sandri ile görüşmesi yaklaşık 50 dakika sürüyordu. İşler'e Vatikan'daki temasında Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Kenan Gürsoy eşlik ediyordu.

Bu arada AYM Başkanı Haşim Kılıç 52. Kuruluş Yıldönümü konuşmasında Sn. Erdoğan’ı ve iktidarı sert bir dille eleştiriyordu:

“Demokratik değerleri, hukukun üstünlüğünü ve hukuk devleti anlayışının gereklerini tekrar tekrar konuşmak zorundayız. İnsanlar, onurlu bir hayat yaşayabilmek için, hukuk güvenliğinin egemen olduğu bir devletin varlığına her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Evrensel değerlerin ağırlıklı olarak uygulandığı, tüm eylem ve işlemlerin yargı denetimine tabi tutulduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet, hukuk devleti olarak tanımlanmıştır. Hukuk devletinin en belirgin diğer bir özelliği ise, tasarruflarının öngörülebilir, ulaşılabilir açık ve şeffaf olmasıdır. Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır. Bu nedenle kamu gücünü kullananlar da vatandaşlar gibi hukuksal ilkelerle kuşatılmıştır. Bir ülkeyi hukuk güvenliği testinden geçirebilmek için öncelikle yazılı hukuk kurallarının, daha sonra da bunu uygulayan hâkim, savcı, adli personel ve adli kolluğun ne durumda olduğunun tespiti gerekir. Sisteme dahil unsurlar ahenk içinde birbirini engellemeden adalete ulaşmaya hizmet ediyorsa sorun yok demektir. Haklı bir neden olmaksızın, kamu yararı gözetilmeden, siyasal amaçları gerçekleştirmek düşüncesiyle yazılı hukuk kurallarında çok sık aralıklarla yapılan değişikliklerin, toplumda hukuk güvenliğini sağlayabileceğinden bahsedilemez.

Kamu gücünü etkili bir şekilde kullanan yargı, siyasi ve ideolojik yapılanmaların hedefinde her zaman “ele geçirilmesi gereken bir kale” olarak görülmüş, ele geçirenler de kendi vesayet sistemini dayatmanın çabasına düşmüştür. Kaleyi ele geçiremeyenler ise, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu söyleyip durmuşlardır. Kaleyi işgal edenler de yargıyı, siyasi düşüncelerine ve ideolojilerine lojistik destek sağlamak için ya da rakiplerinden intikam alma aracı olarak kullanmışlardır. Altını çizerek ifade ediyorum. Bu anlayış ve işgalden kurtulmadıkça bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşması hayaldir. Yargı üzerinde oluşan ya da oluşacak siyasi, ideolojik, dini, ırki ve mezhebi tüm vesayetçi anlayışlar, başta yargı mensupları olmak üzere herkes tarafından şiddetle reddedilmelidir.

Daha önceki yıllarda yaptığım konuşmaların bir bölümünde aynen şunları dile getirmiştim: Yargı, milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır. Son dönemde yargı, bu konuyla ilgili olarak “paralel devlet” ya da “çete” diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve çok ağır bir suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir. Bugün itibariyle bırakınız ceza davalarını, en basit alacak davasına ilişkin kararlar bile tartışmaya açılmış ve yargıya olan güven ağır yara almıştır. Başta yargı ve yürütme organları olmak üzere herkes bu iddialarla ilgili bilgi, belge ve delilleri zaman geçirmeden ortaya koymak zorundadır. Gerek yargıda, gerekse yürütme organı içinde var olduğu iddia edilen bu kişilerin başka illere tayin edilerek ya da yerlerini değiştirerek sorunu çözmenin anlamsızlığı açıktır. Söz konusu iddiaların yargı kurumlarında psikolojik travma yarattığı, delil, bilgi ve belgeye dayanmayan ihbar mektuplarının hüküm icra ettiği, hâkim ve savcılar arasında önemli ayrışma ve bölünmelere sebep olduğu hepimizin saklayamayacağı gerçeklerdir. Bu ayrışma ve bölünmenin hukuk devletinin, hukuk güvenliğinin ve adaletin sonunu getireceğini yargıda yaşadığımız olaylar açıkça göstermektedir.

Anayasa Mahkemesince verilen kararların, toplumda yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları üzerinde, bazı değerlendirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Kurumların özeleştirilerini yapabilme cesaretini göstermeleri gerektiğine inanıyoruz. Bunu yapamadığımız takdirde kurumların kendilerini geliştirmesi ve yenilemesi mümkün olmayacaktır. Mahkemelerin geçmişte verdiği kararlar sonucunda toplumda yaşanan sarsıntıların, demokratik hayata ve hukuk devleti anlayışına olan olumsuz etkilerinin bilançosunu çıkarmak zorundayız. Hemen her toplumda sorunların temel kaynağı yasama, yürütme ve yargı organlarının sebep oldukları hak ihlalleridir. Bu ihlallerin sonuçları ve toplumsal karşılığı önemsenmelidir. Bireylerin, her türlü endişe ve korkudan arındırılmış güvenli bir alanda hayat sürmeleri, en temel anayasal haklarıdır.

Anayasa Mahkemesi, yakın zamanda bir internet sitesine erişimin yasaklanması kararına karşı yapılan şikâyet başvurusu hakkında verdiği kararında, “tüketilmesi gereken başvuru yolları” gözetilmediği için yoğun eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse Anayasa Mahkemesi defalarca verdiği kararlarında “kanun yollarının tüketilmesi” koşulunun mutlak olmadığını ifade etmişlerdir. Uzun yargılama, uzun tutukluluk ya da şikâyete konu hakkın yeterli ve etkili hukuk yolları ile korunup korunmadığı yönünde yapılan değerlendirmeler ise bunun istisnalarını teşkil etmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin uzun yargılama ve uzun tutukluluk şikâyetlerine ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihatları doğrultusunda kanun yolları tüketilmeden verdiği ihlal kararlarına karşı hiçbir eleştiri yapılmamasına rağmen, bir internet sitesine erişimin yasaklanması kararına yönelik verdiği ihlal kararının siyasal kaygılarla ölçüsüz bir şekilde eleştirilmesi dikkat çekicidir.

Değerli Konuklar, Hukuk devletinde mahkemeler, emir ve talimatla çalışmadığı gibi, dostluk ve düşmanlık duyguları ile de yönlendirilemez. Mahkemeler verdikleri kararların sonuçlarının doğurduğu üzüntü ve sevinçlerle de ilgilenmez. Bu duyguları gayet doğal kabul eder. Ancak, verilen kararlardan hukuk dışı sonuçlar çıkararak, mahkeme mensuplarını itibarsızlaştırma gayretleri iyi niyetle izah edilemez. İnternet sitesine idari kararla getirilen yasağın daha ilk dakikasında siteye başka yollardan ulaşılmak suretiyle etkisiz ve sonuçsuz bırakılabilmesi gösterilen orantısız tepkiyle örtüşmüyor.

Amacımız sorun üretmek değil, sorun çözmek olmalıdır. Bir eylemin, işlemin veya yasama tasarrufunun, siyasi bir belge olan anayasaya göre, denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan Anayasa Mahkemesi kararının siyasi sonuçlar doğurması doğal bir zorunluluktur. Bu sonuçlara bakarak Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir. Mahkeme mensuplarımız, verdiği kararlarından siyasi ya da sosyal bir rant elde etme iddialarını onurlarına yapılmış bir saldırı olarak kabul ederler. Anayasa Mahkemesi, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği öncesinde, yargı ile yürütme organı arasında yaşanan gerilimlerin, ülkemize verdiği ekonomik, siyasi ve sosyal zararların bilincindedir. Bu sebeple yeni gerilimler yaşatacak meydan okuma çağrılarını cevapsız bırakmaya kararlıyız.

Kin ve nefret söyleminin, korkuyla buluştuğu böyle bir noktada, insanlarımızı iç dünyalarına hapsedilmiş inançlar ve beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakıyoruz. Oysa, çoğulcu ve katılımcı demokratik sistem, “farklılıkların sesli yaşaması” gerektiği çağrısını yapıyor. Yüzyıllardır biriktirdiğimiz köklü kültür yapımız ve oluşan inanç dünyamız, demokrasinin tam da bu çağrısıyla örtüştüğünü söylüyor. Sahip olduğumuz bu sevgi ve hoşgörü kültürünün lojistik desteğine ihtiyacımız vardır.

Kâinatın özü insan, insanın özü ise eşdeğeri bulunmayan onurudur. Hukukun ve dinlerin koruma altına aldığı yegâne değer budur. Mahkememizin 52. kuruluş yıldönümünde size verebileceğimiz söz, bu değerin korunması konusunda mensuplarımızın kararlı iradelerinin devam edeceğidir.” diyen Haşim Kılıç Cumhurbaşkanı adayı olabileceği sinyallerini veriyor, malum merkezlere sıcak mesajlar gönderiyor; “Gücün ve seçkin çevrelerin etkisiyle gömlek değiştirenlere” yaptıkları döneklikleri hatırlatarak, kendi tavrına mazeret kazandırmaya çalışıyordu. İşin gerçeği Erdoğan iktidarı temelinden sarsılıyor, Recep bey’in Köşk’e çıkması durumunda kimlerin o koltuğa oturacağı konusunda en az beş ayrı grup yarışıyor ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası AKP’nin dağılıp parçalanacağı bekleniyordu. Velhasıl işbirlikçi horozlar makam-menfaat hırsıyla, kıyasıya birbirini gagalarken, asıl Siyonist Soroslar ülkeyi yağmalıyor ve beyinleri narkozlanmış molozlar kendi takımına mazeret ve keramet uydurmakla uğraşıyordu. Bu arada 1982 Temmuz ayında kurulan Marmara Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden alınan Recep Tayyip Erdoğan’ın diploma tarihi 1981 yılını gösteriyordu. Henüz kurulmayan bir üniversiteden nasıl diploma alındığı ve hele CHP’li Mason takımından Aydın Ayaydın’ın Erdoğan için niye “dört yıl hocalığını yaptım!” diye sahip çıkıldığı soruları kafaları iyice karıştırıyordu!? Sn. Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığını çok istiyormuş gibi davranıp, ama asıl korkusunun Başbakanlıktan sonra AKP’nin dağılması ve sonunda başının çok ağrıtılacağı hususu da dikkatlerden kaçmıyordu!

“Adil Düzen”de yasama, yürütme ve yargılama’ya bir de denetleme-yönetme katılacaktır.

YASAMA: insanların nasıl yaşayacaklarına ve nasıl çalışacaklarına dair kanunlar hazırlayacaktır, kamunun yapacağı işlerle kamunun paylarını ortaya koyacaktır. Kişilerin davranışlarına ait kurallar koyacak, kurallara uymayanlara uygulanacak cezaları saptayacaktır. Yasamanın dört özelliği vardır. 1) Kişilere uygulanacak özel yasalar çıkarılmaz, yasalara aynı şartlarda olan herkes eşitlik içinde uymak zorundadır. 2- Yasalar gelecek zamanlar için konur ve yerine başka kanun getirinceye kadar yürürlükte kalır. 3- Yasalar kuralları ifade eder, yorumlayanlar ise uygulayıcılardır. Yani yürütenler (hükümetler) yasaları kendileri yorumlayacaktır. Hata ederlerse bunları düzeltme mercii yargıdır. Yasama (Meclis) yoruma (yani hükümetin icraatlarına) müdahaleye kalkışmayıp, ihtilaf konularını yargıya bırakacaktır. 4- Yürütme (hükümet) yasalar içinde özgür bırakılır. Yanlış yaptığı zaman yargı tarafından uyarılır ve cezalandırılır. Uygularken herkes yasalara bağlıdır. Kendi yorumuna göre uygulama hakkıdır, resmi ideoloji veya vesayet sistemi olmayacaktır.

YÜRÜTME: 1- Yasaların yüklediği görev ve yetkileri, milletin doğrudan ve dolaylı verdiği temsil gücüyle, toplumda huzur, güven ve refahı sağlamaya çalışacak, hükümetin yanlışlık ve haksızlıkları ise yargıya taşınacaktır. 2- Uygulamada çıkan nizalar geçici olarak işin sorumlularınca çözüme kavuşturulmalıdır. Her uygulayıcı o işin sorumlusuna uymak veya oradan ayrılmak zorundadır. 3- Uygulamada doğan zararlar yüksek mahkemeler ve hakemler tarafından karara bağlanarak karşılanır. Haklarda gadr vardır diye uygulamanın durdurulması ve işlerin aksatılması yanlıştır.

YARGILAMA: Yargılama dört esasa dayanır. 1- Her yargılamanın mutlaka davacı ve davalı diye iki tarafı olacaktır. İki tarafı olmayan dava açılamayacaktır. Uzlaşma yolu tercih edilirse hakemleri bu taraflar seçecek, başhakemi ise hakemler belirleyip uyacaktır. 2- Dava geçmişteki bir olayla ilgili olmalıdır. Gelecekte yaşanacak bir olay hakkında dava açılamayacaktır. Bu nedenle Ergenekon ve Balyoz davaları hukuka aykırıdır. Çünkü ihtimal endişesi veya ihtiyat düşüncesiyle, henüz oluşmamış bir suçun yargılanıp cezalandırılması haksızlıktır. Geçmişte de her olay için de ayrı dava açılır. Emsal kararlar söz konusu değildir. 3- Kararlar sadece davalı ve davacı için bağlayıcıdır. Üçüncü şahıslar hakkında bu karar örnek sayılamayacaktır ve yalnız karar kısmı bağlayıcıdır. Gerekçeler ve açıklamalar bağlayıcı değildir. 4- Yargı kararları, üst mahkemeye taşınır, tüm hukuk yolları sonucu kesinlik kazanır.

YÖNETME: Yönetmenin de temel ilkeleri vardır. 1- Yargı kararlarına herkes kendi isteği ile uyacaktır: borçlu ise karşılayacak, suçlu ise kendi ayağı ile gelip icrasını sağlayacaktır. Bugün uygulanan, kişileri yakalama, tutuklama, gözaltına alma işlemleri birçok mağduriyetlere yol açmaktadır. 2- Hukuk düzeninde suça teşvik yolları tıkanır ve sadece suç işleyenler cezaya çarptırılır.

 


[1] Bu yazı Ar-Ya'ya (3. baskı 4 Nisan 1994) kitabından çeviridir

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

konya-konferans-10-aralik-pazar