VELİAHT VAHDEDDİN’LE MUSTAFA KEMAL’İN
ALMANYA SEYAHATİ
Tarihi hadiseleri ve şahsiyetleri, konjonktürel (güncel ve gerekli bazı durumlara göre alınan veya konuşulan geçici ve tedbir niyetli tepkiler) sözleriyle değil, onların temel karakterleri ve genel hedefleri doğrultusunda yorumlamak lüzumuna inanmaktayız. Bu nedenle, Mustafa Kemal’le Sultan Vahdeddin irtibatlarında, birbirlerine karşı özel ve gizli bir itimat ve itibarın sezildiği kanaatini taşımaktayız. Mustafa Kemal’in görünüşte: “İşgalci güçlere direnen bölge halkını yatıştırmak!?” ama gerçekte, “Anadolu Kurtuluş Harekâtı’nı başlatmak” görevi ve gayesiyle Samsun’a, hem de çok etkin ve genel yetkili askeri müfettiş olarak yollanması sırasında ve sonrasında, Sultan Vahdeddin’e gönderdiği telgraflarda gayet hürmetkâr ve itaatkâr bir tavır takınması… Ama Cumhuriyet’in kurulmasından, Padişahlık ve Hilafetin ilgasından sonra, NUTUK’ta da geçtiği gibi, Sultan Vahdeddin aleyhinde bazı ifadeler kullanması, şartların ve ihtiyaçların gerekli kıldığı bir tavrı yansıtmaktadır. Artık çürümüş ve çökmüş olan Padişahlık ve Hilafet makamını istismar ve suistimal ederek, Cumhuriyet’e ve devlete karşı girişilecek gaflet ve hıyanet tertiplerini boşa çıkarmak amaçlıdır. Yani daha önce Sultan Vahdeddin’e hürmet ve itaat sözleri samimi, ama sonraki ifadeleri SİYASİ ve STRATEJİK hesaplıdır. Aksi halde Mustafa Kemal’i, “yağcılık, fırsatçılık ve fesatlıkla” suçlamak olur ki, bu hem tarihi gerçeklere, hem onun karakterine aykırıdır.
Atatürk’ün Filistin duyarlılığı ve Siyonist İsrail’in canavarlığı!
Atatürk; (Ülkeyi savunmak ve anarşist isyanları bastırmak gibi) “Haklı nedenlere dayanmayan savaş, cinayetle aynıdır!” diyen insandı. Bu duyarlılık ve ufku açıklıkla, Filistin topraklarında, uyduruk gerekçeler ve şeytani hedeflerle bir İSRAİL devleti kurulmasına, samimiyet ve cesaretle karşı çıkmış ve etkili olmuşlardı. Bu ciddi ve gerçekçi girişimleri sonucu 1937’de kurulması planlanan İsrail, 11 yıl gecikmeli olarak, 1948’e kadar beklemek zorunda kalmıştı. Hatta bu yüzden, meşhur ABD’li Siyonist sermaye baronu DAVID ROCKEFELLER (1915-2017), hatıralarında Kurtuluş Savaşı’mızı da içine katarak, Atatürk için: “İsrail’in kuruluşunu çeyrek asır (25 yıl) aksatan düşmanımız!?” diyerek kinlerini kusmuşlardı…
Bugün, Siyonist İsrail’in bütün Gazze’yi işgal hazırlıklarını boşa çıkarmak üzere, HAMAS’ın haklı çıkışından sonraki 2 ay içerisinde, 9 bini çocuk, 5 bini kadın tam 20 bin masum Müslüman katledilmiş, bütün Gazze harabeye çevrilmiş durumdaydı. Ayrıca 50 bin yaralı ve sakat vardı, enkaz altında ise 10 binlerce cenaze bulunmaktaydı. İşte Atatürk, bu acı sonuçları ta o dönemde sezmiş durumdaydı.
Cani İsrail’in Organ Hırsızlığı ve Şeytani Arsızlığı!
Siyonist organ mafyasının öncelikli pazarı ABD oluyordu. ABD’de birçok üst düzey siyasetçi, haham, akademisyen ve iş adamı tarafından bu organ mafyası yönetiliyordu. Bu organ mafyası, 1948 yılından beri çalışıyordu ve yüzlerce Filistinli çocuğun iç organları çalınıp satılmaya devam ediyordu. İsrail, dünyadaki en büyük “insan derisi bankasına” sahip bulunuyordu. Estetik ameliyatlarda özellikle bebek, erişkin, çocuk ve gençlerin vücut derileri kullanılıyordu.
İsrail halkının, hem organ hem de deri bağışı konusunda oldukça düşük orana sahip olmasına rağmen, dünyanın en büyük deri bankasına nasıl sahip olduğu üzerinde durmak gerekiyordu. Sadece Filistinlilerden değil, ülkelerinden kaçmak zorunda bırakılan göçmenlerin çalınan ve kaçırılan çocuklarının vücutlarından da ailelerinin izni olmadan deri, kornea, kemik ve kalp kapakçıkları kesilip alınıyor ve satılıyordu.
İsrail güçleri, Gazze’nin kuzeyindeki Şifa ve Endonezya Hastanelerinde düzinelerce cesede el koymuştu. Şifa Hastanesi’nin avlusunda kazılmış olan bir toplu mezardaki cesetlere de el koyduğu biliniyordu. Koklea (iç kulağın işitsel kısmı) ve korneaların (gözün renkli kısmının önünü kaplayan saat camı benzeri saydam tabaka) yanı sıra karaciğer, böbrek ve kalp gibi diğer hayati organlar da dahil olmak üzere toplanıyordu. İsrail, ölen Filistinlilerin cesetlerini “düşman savaşçı mezarları” olarak adlandırdığı, kapalı askeri bölgeler gibi belirli yerlerde hazırladığı ve defin işlemlerinin gizlice yapıldığı, özel toplu mezarlara gömüyordu. Yani Siyonist Yahudiler, katlettikleri Filistinlilerin vücutlarını, iç organlarını ve deri parçalarını, canavarca kesip pazarlıyordu!.. Ve Atatürk, bütün bunları öngördüğü için İsrail’in kuruluşuna karşı çıkıyordu…
Gelelim Mustafa Kemal ve Sultan Vahdeddin irtibatına:
Türk‐Alman ilişkilerinin tarihi çok eskilere dayanır. 18. yüzyılda Prusya döneminden başlayan ilişkiler 19. yüzyılda özellikle askeri alanda gelişerek 20. yüzyılda I. Dünya Savaşı’nda ittifak boyutlarına ulaşmıştır. Bu büyük savaşta tarihsel kaderi birlikte paylaşan iki ülke, büyük bir dayanışma içine girerek varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Daha önce iki kez Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in bu ziyaretlerine, savaş sırasında Osmanlı Padişahı Sultan Reşad’ın yaşlılığı ve rahatsızlığı dolayısıyla karşılık verilememiş ve bu eksiklik Veliaht Vahdeddin Efendi’nin ziyaretiyle giderilmeye çalışılmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın da yaver olarak Veliaht Vahdeddin Efendi’nin maiyetinde bulunduğu bu ziyaret, resmi düzeydeki nezaket amacının çok ötesinde bir anlam taşımıştır. Savaşın gidişatı ve ittifakın geleceği üzerinde büyük hesapların gözden geçirildiği bu ziyaret, iki ülkenin geleceği açısından da önemli sayılmaktaydı. Yine de ziyaretin, savaşın sonlarının yaklaştığı bir süreçte gerçekleşmiş olması dolayısıyla, savaşın sonuçları açısından fazlaca bir etkisi olmamıştır. Ancak bu ziyaretin, Mustafa Kemal Paşa’nın savaş sonrası dönemdeki planları ve stratejisi açısından oldukça öğretici sonuçlar verdiğini söylemek yerinde olacaktır.
20. yüzyılda Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte yeni hesaplar içine giren (Mason İttihatçıların güdümündeki) Osmanlı Devleti, ilk aşamada İtilaf Cephesinden aradığı desteği bulamaması üzerine yeniden Almanya’ya yönelmek zorunda kalmıştır. Bu aşamada yaklaşık çeyrek asırdır ekonomik ve askeri zeminde gelişen Türk‐Alman ilişkileri için ittifak zemini zaten mevcut durumdaydı. Bu süreç, Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm’in Osmanlı Devleti’ne daha önce yaptığı ziyaretlerle (21 Ekim 1889 ve 5 Ekim 1898) olgunlaştırılmıştı. Almanya’nın da aynı şekilde daha çok stratejik açıdan Osmanlı Devleti’ne ihtiyaç duymasıyla birlikte gerçekleşen Türk‐Alman ittifakı, 2 Ağustos 1914’te yapılan gizli antlaşmayla kuvveden fiile geçirilmiş olmaktaydı. Savaş boyunca tüm cephelerde görülen iş birliğinin, savaşın gidişatını, dolayısıyla her iki ülkenin geleceğini de yakından etkilemesi doğaldı. Savaşın sonlarına doğru, giderek Osmanlı Devleti ve Almanya’nın aleyhine doğru gelişen savaşın seyri yeni arayışları gündeme getirmiş ve her iki ülke son aşamaya kadar bu alandaki imkânlarını optimal bir şekilde kullanmaya çalışmışlardır.
…
MAKALENİN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ..