Anasayfa » TÜRKİYE SİYONİST TERTİPLERİ NASIL BOZABİLİRDİ?

TÜRKİYE SİYONİST TERTİPLERİ NASIL BOZABİLİRDİ?

Yazar: yonetici
0 Yorum 96 Görüntüleyen

TÜRKİYE SİYONİST TERTİPLERİ NASIL BOZABİLİRDİ ?

 

 

Bunları Başbakana kim hatırlatacaktı?

Daha önce, Sn. Recep T. Erdoğan’ın “1 milyar dolar” serveti olduğunu açıklayan ve tartışmalara yol açan… Ve geçenlerde İngiliz CFR’si Chatham House’nin şeref konuğu olarak, Sn. Abdullah Gül’le birlikte Londra’da ağırlanan ve Patrikhane’ye özel alakası ve inancıyla tanınan işadamı Rahmi Koç, hastalığı nedeniyle Başbakanı evinde ziyaret edip onurlandırmıştı. AKP’nin 9 yıllık iktidarında en çok kâr eden ve büyüyen holdinglerin başında KOÇ grubu vardı. İlginçtir; Mısır’ın Rahmi Koç’u olarak tanınan ve İsrail’e yakınlığı ile öne çıkan Necip Savires de, Arap Baharı yaşayan ülkelere laiklik ihracına kalkışan Sn. Recep T. Erdoğan’ı hararetle savunmaktaydı.

Bir zamanlar “Şu boyalı basın yazarları ve holding patronları, beni övseler, kendimden bile şüphe ederim” anlamında sözler sarf eden Recep Erdoğan’a hatırlatmak lazımdı:

Değil sadece Türkiye’deki malum Masonik medya, tüm dünyadaki Siyonist odaklar şimdi sizi hararetle alkışlamaktaydı!?

Türkiye yol ayrımındaydı

Washington Ankara hattında yine hareketli günler vardı. Bir benzeri de Irak’ın işgali öncesi, Türk siyaseti yeniden dizayn edilip, yeni partiler kurulurken yaşanmıştı. Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik ve siyasi krizlerinden birini yaşarken, ABD’de dünyaya yön veren think-tank kuruluşlarının en önemli maddesi Türkiye olmaktaydı. Böylesine hareketli günlerin ardından Türkiye’de AK Parti’nin yaklaşık 10 yıldır süren tek parti iktidarının adımları atılırken, Büyük Ortadoğu Projesi satrancının ilk hamleleri Irak ve Afganistan’da yapıldı.

Geçen on yılın ardından Washington-Ankara-Londra hattında yine büyük bir hareketlilik başlamıştı. ABD dış politikasını belirleyen CFR, CSIS gibi düşünce kuruluşlarının bugünlerdeki bir numaralı gündem maddesi yine Türkiye odaklıydı. Büyük Ortadoğu Projesi fikrinin oluşmasında önemli rolü olan CSIS’te geçtiğimiz günlerde yapılan toplantının konusu “Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği” başlığını taşımaktaydı. Aynı zamanda CFR üyesi olan The Century Vakfı’ndan Morton Abramowitz ve New York Times yazarı Thomas Friedman’ın konuşmacı olduğu toplantıda ortaya çıkan ortak görüş, “Arap baharı sonrasında Türkiye’nin ABD için hayati önem kazanmasıydı”!? 

 

On yıl önce yaptığı konuşmalarda AK Parti’ye övgüler düzen Abramowitz, Başbakan Erdoğan’ın eleştirdiği Alman vakıflarından Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin İstanbul’da düzenlenen “Türkiye’nin Dış Siyasetini Çözmek” konulu konferansına da katılmıştı. Gazetecilere yaptığı açıklamada Başbakan Erdoğan’ı bu sefer baskıcı olmakla eleştiren Morton Abramowitz, Başbakan’ın hastalığına da değinerek, “Erdoğan’ın hastalığı hakkında basın çok sessiz, belki başbakan ile görüşen Joe Biden, bize onun nasıl olduğunu söyleyebilir. ABD’de olsa bu konunun çok üstüne giderlerdi. Türk basını oldukça saygılı” açıklaması kafa karıştırıcıydı.

ABD için iki öncelikli konunun Suriye ve İran olduğunu vurgulayan Abramowitz, “Bölgede yarın neyin patlak vereceğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Türkiye-ABD ilişkileri açısından bakılınca, önümüzde alınacak çok önemli kararlar, aşılacak zor zamanlar var” diyerek, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahaleyi değerlendirdiğini açıklamıştı.

ABD’li düşünce kuruluşları Türkiye ve Ortadoğu üzerine toplantı üzerine toplantı yaparken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 18 Kasım 2011 günü Çankaya Köşkü’nde CFR olarak bilinen Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) heyetini ağırlamıştı. ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ve Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley’in de bulunduğu heyetin ziyaretinde nelerin konuşulduğuna dair bir açıklama yapılmamıştı.

ABD merkezli CFR’nin “kız kardeşi” olarak bilinen Londra merkezli Chatham House’nın gündeminde de Türkiye ve Arap baharı vardı. Geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanı Gül’e Kraliçe’nin elinden “Yılın Devlet Adamı” ödülü verdiren Chatham House’un 26 Kasım’da İstanbul’da düzenlediği “Yuvarlak Masa Toplantısı”nın konuğu da yine Sn. Abdullah Gül olmaktaydı. Ortadoğu’daki gelişmelerin tartışıldığı toplantıda konuşan Gül’ün, “Önceleri Arap baharını kaçınılmaz görüyordum, bugün artık geri dönülmez olarak görüyorum. Çok basit bir ifadeyle, dünyanın bu bölgesinde tarihin normalleşmesini yaşıyoruz” sözü son derece anlamlıydı. Chatham House Direktörü Fadi Hakura’nın, “Türkiye Chatham House için öncelik olmaya başladı” cümlesi, şeytanın niyetini ortaya koymaktaydı.

Sadece düşünce kuruluşlarındaki toplantılar değil, Türkiye’ye son bir yıl içinde yapılan ziyaretler de önümüzdeki günlerde yaşanacak önemli gelişmelerin ipuçlarıydı. Obama tarafından Savunma Bakanlığı’na getirilen eski CIA Başkanı Panetta, CIA’nın şimdiki patronu Çuvalcı General Petraeus, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD’nin tüm istihbarat kuruluşlarının başındaki isim olan Ulusal İstihbarat Teşkilatı Başkanı James Clapper, Obama’nın İran uzmanı “Brifing Heyeti”, Senato Dış ilişkiler Komitesi üyeleri ve son olarak ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ardı ardına Türkiye’ye gelip, temaslarda bulunmuşlardı.

ABD Savunma Bakanı Panetta, bir ay içinde iki kere Ankara’daydı. Bu arada Obama ile birkaç kez uluslararası toplantıda bir araya gelen Başbakan Erdoğan’ın sadece bu yıl içinde ABD Başkanı ile 13 kez telefonda konuştuğunu da unutmayalım. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın, “Türkiye-ABD ilişkilerinde bahar havası yaşanıyor. Tarihin hiçbir döneminde ABD başkanı ve başkan yardımcısı aynı dönemde Türkiye’yi ziyaret etmemiştir” açıklaması da, ziyaretlerin asıl amacını yansıtmaktaydı.

Muhalefet partisi CHP’nin ABD temasları da anlamlıydı. Mart 2011’de ABD’ye milletvekillerini gönderen CHP, önümüzdeki günlerde de Washington’u bir heyetle ziyaret etmeye hazırlanmaktaydı. Kısaca, İktidarı da, Ana Muhalefeti de ABD ile temastaydı.[1]

Siyonist Yahudi Biden Ankara’daydı!

”Siz ABD’ye muhtaçsınız, ancak ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı yok. Kredi ihtiyacınızın da olduğunu biliyorum. Kıbrıs sorununu çözün, istenenleri yerine getirin, size yardımcı olalım. Aksi takdirde hiçbir yere varamazsınız”

Bu sözleri, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin en deneyimli üyelerinden Joe Biden kullanmıştı. Ekim 1999’da komiteyi ziyaret eden dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in adeta yakasına yapışıp, tehdit edercesine bu sözleri söyleyen Biden, o dönem büyük tepki almış, medyamızda “Densiz Senatör” manşetleri atılmıştı.

Senato çatısı altında Ecevit’in şahsında Türkiye’ye hakaretler yağdıran Joe Biden, bu sefer Obama’nın başkan yardımcısı sıfatıyla Türkiye’ye gelip Cumhurbaşkanı Gül’le Ankara’da, istirahatta olan Başbakan Erdoğan’la ise İstanbul’daki evinde buluşmuşlardı.

Joe Biden’ın nasıl biri olduğuna dair bu hafta medyada birçok yazı ve haber yayınlandı. Aslında Biden tam bir “Türkiye Düşmanı” olarak tanınmıştı. ABD’nin en deneyimli Yahudi senatörlerinden olup 31 yaşında Delaware eyaletinden senatör olarak seçilen Biden, bu görevi 1973 yılından bu yana kesintisiz sürdüren bir insandı. 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Türkiye’ye silah ambargosu kararının alınmasını sağlayan 4 isimden biriydi ve siyasi kariyeri boyunca Türkiye karşıtı kararların hepsinin altında onun imzası vardı. Ermeni tasarılarının tümüne destek çıkmıştı.

“Türkiye düşmanı” Biden’ı asıl anlatan cümle ise, bir İsrail televizyonuna verdiği röportajda sarf ettiği şu itiraflardı: “Ben bir Siyonist’im. Siyonist olmak için illa Yahudi olmak gerekmiyor”. Genç yaşta ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olan, bu görevi üç dönem yürüten Biden, Yahudi lobisinin Henry Kissinger’den sonra ABD’deki en güçlü isimlerinin başındaydı. ABD dış politikasını şekillendiren en önemli kuruluşlardan CFR üyesi olan Joe Biden, 1988 yılında Türkiye’nin Filistin davasına desteği nedeniyle, “Türkiye’nin etrafını ateş çemberine çeviririz” tehdidinden sakınmamıştı. Biden’ın seçim öncesi televizyonda yaptığı, “ABD Senatosu’nda benden daha fazla İsrail dostu bir başka senatör yoktur” açıklaması hâlâ hafızalarda. İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırmaya hakkının bulunduğunu açıklayan Biden’ın, İsrail’in İran’ı vurmasına itiraz etmeyeceklerini söylemesi de, Ortadoğu’ya hangi pencereden baktığını ortaya koymaktaydı.

Yahudi Toledano Türkiye’ye tehditler savurmaktaydı!

Toladeno; Tel Aviv Üniversitesinde görev yapan, Osmanlı tarihi üzerine uzman İsrailli profesördü. İsrail hükümetlerine Türkiye üzerine danışmanlık yapıyordu. İstanbul’da yapılan Arap Baharı konulu bir toplantı için Fetullahçıların Abant platformuna katılıyordu. Milliyet gazetesinden Aslı Aydınbaş’ın 5 Aralık 2011 tarihli sayısında kendisiyle bir röportajı yayınlanıyordu.

Türkiye İsrail ilişkileri, Arap baharı sonrası yaşanan süreci, İsrail’in PKK ilişkisi ve Ermeni soykırım meselesi üzerinde önemli bilgiler veriyor ve Türkiye’ye gözdağı vermekten kaçınmıyordu. Türkiye’nin bölgedeki etkisi artık iyice azalmış. Arap Baharı Türkiye’nin lehine değil aleyhinedir diyordu. Türkiye’nin: “Arap baharında çok hatası oldu. Gerçi hatadan hızlı döndü. Bir kere bölgeyle ilgili iddia ettiği kadar bilgisi yok. Ticari ilişkiler ve stratejik eğilim var. Ama Türkiye’nin anlamadığı, popülarite ya da Arap sokağının size rock yıldızı olarak alkışlaması bölgedeki stratejik değerinizi yükseltmiyor. Bölgede yegâne Arap olmayan iki ülke, Türkiye ve İran, Orta Doğu’da liderlik yapamaz. Arap dünyasının lideri Mısır’dır ve Mısır olmaya devam edecek. Türkiye’nin yapması gereken Mısır’la çalışmak.” Bu değerlendirmede Türkiye’nin bölgedeki rolünü belirlemiş olması bakımından ilginç. Arap-Amerikan baharı sürecinde Türkiye sadece bir figüran konumunda. Israrla üzerinde durduğumuz; İsrail’in sessiz kalması, işlerin onların istediği yönden seyretmesidir. Hatta daha ileri bir adım atıyor: “Mübarek’in gidişiyle İsrail’in bir dost kaybettiğine şüphe yok. Ancak Mısır’la iyi ilişkilerimiz sürüyor ve Türkiye istemese de sürecek. Çünkü dost olmak iki ülkenin de çıkarına. Mısır, Türkiye’ye uyup İsrail’e sırtını dönemez.” Burada kendilerinden hem ne kadar emin, hem de tehditte bulundukları ortada.

“Arap-Amerikan Baharı sürecinde Türkiye, bölgede etkili olmaya çalışacak ama olamayacak. Çünkü İsrail ile ilişkileri yüzünden. Bir de İsrail’in Kürtler ile ilişiklileri oldukça iyi. Mossad Ajanları kuzey Irak’ta uzun süre faaliyet göstermişlerdir. Amerika onlara durun deyince durmuşlardır. “Genelde İsrail’de Kürtlere yönelik sempati var” diyor. Öcalan’ın yakalanması da Mossad ajanlarının istihbaratı sayesinde olmuştur. Şöyle bir tehditten de kaçınmıyor. Eğer Türkiye İsrail ilişkileri düzelmez ise o zaman Kürtler’in ne yapacağı belli olmaz, diyor. Şunu ifade etmekten de kaçınmıyor: “Ancak bu bölgenin yeniden Osmanlı kontrolüne girmek istediğini sanmayın. Ayrıca oralardaki istikrarsızlıklar da kolaylıkla Türkiye’ye ithal edilebilir…” Bundan daha açık bir tehdit olabilir mi. Yani Arap Baharı gibi bir ayaklanma da Türkiye’de çıkarılabilir” demeye getiriyordu.[2]

İzmirli Yahudiler, 100 yıllık hayallerine AKP’yle kavuşmuşlardı!

Hükümetin Ağustos ayında çıkardığı kanun hükmünde kararname ile azınlık vakıflarının mallarının iadesinin önünü açmasının ardından, İzmir Musevi Cemaati’nin tüzel kişilik talebine de olumlu cevap alınmıştı. Museviler 100 yıllık vakıf hayallerine Vakıflar Meclisi’nin aldığı kararla kavuşurken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Azınlıklarımızın taleplerini karşılamak görevimiz” açıklamasını yapmıştı.

İzmir Musevi Cemaati’nin Tüzel Kişilik talebine olumlu yanıt veren Vakıflar Meclisi,’İzmir Musevi Cemaati Vakfı’ adıyla tescilini yapmıştı. Musevi Cemaati’nin 100 yıllık hayaline kavuşmasını sağlayan bu tescille birlikte 22 taşınmaz mal varlığının da vakıf adına kaydedilmesinin önü açılmıştı. Aralarında İzmir Havra Sokak’ta bulunan Şalom, Giveret, Elgazi, Bikurholim, Beth İsrael ve Roşarr sinagoglarının yanı sıra kullanılmayan 12 sinagog ile 4 dükkânın bulunduğu taşınmazlar bürokratik işlemlerin tamamlanmasının ardından İzmir Musevi Cemaati Vakfı’na aktarılacaktı.

Musevilerin 100 yıldan beri peşinde koştuğu hayalin gerçekleşmesini sağlayan bu kararın ardından Vakıflar Meclisi’nin cemaat vakıfları temsilcisi Laki Vingas, “Musevi Cemaati’nin cumhuriyet tarihi boyunca tüzel kişiliğinin bulunmadığını” vurgulamıştı. Vingas, “Bu tarihi kararla birlikte Musevi cemaatinin hukuksal kimliğini yarattık ve taşınmazların tescilinin yolunu açtık. Çünkü günümüze kadar oradaki mülkler, ibadethaneler ya hahambaşılığa ya da cemaat adına kayıtlıydı. Bir disiplinsizlik vardı. Biz kararımızla bütün bunları vakıf çerçevesi içine alıyoruz” sözleri anlamlıydı.

Bülent Arınç’ın Yahudi yağcılığı

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kararın ardından resmi twitter hesabı üzerinde yaptığı değerlendirmede; İzmir Musevi Cemaati’nin tüzel kişiliği bulunmadığı için mal varlığının da bulunmadığını hatırlatmıştı. İçinde sinagog ve dükkânların da bulunduğu 22 mal varlığının bu yolla vakıf statüsüne kavuşturulduğunu belirten Arınç, ”Yüz yıllardır birlikte yaşadığımız ve artık birbirimizin bir parçası haline geldiğimiz azınlıklarımızın taleplerini karşılamak görevimizdir” sözleri, bunların ayarının aynasıydı.

Sabah gazetelere bakarken dikkatini çeken önemli bir haberi paylaşmak istediğini belirten Arınç, twitter’dan şunları yazmıştı:

”Biliyorsunuz son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğümüz tarihi nitelikte işler yapıyor. Hem kendi tarihi eserlerimizi yeniden ayağa kaldırıyor hem de vakıflarımızı kuruluş amaçlarına uygun olarak ihya ediyoruz. Bununla birlikte ülkemizde yaşayan azınlık cemaatlerine ait vakıflar ile de yakından ilgileniyoruz. Hak ve adalet ölçüleri içerisinde azınlık cemaatlerimizin sorun ve taleplerine de yaklaşıyoruz. Ülkemize vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi tüm farklılıklarına rağmen bizim asli unsurumuz olarak görüyoruz..”

Peki, Bay Bülent Arınç, Sultan Fatih’in vakfiyesi ve İstanbul’un İslamlaşma simgesi olan Ayasofya’ya niye sahip çıkılmazdı? Yoksa Siyonist patronlarınızın gözünden düşmekten mi korkulmaktaydı?

Tek çare, Milli Görüş’e ve Erbakan’ın projelerine dönüş yapmaktı!

“28 Şubat etkileri bakımından 12 Eylül’le mukayese edilemez. 12 Mart muhtırasına, 27 Mayıs askeri darbesine de benzemez. Bir şeyle mukayese edeceksek, tarihi bir olayla karşılaştıracaksak eğer, sonuçları itibariyle 31 Mart’a benzetebiliriz. Bu uygulama yüz yılın projesiydi. 1909 yılında Sultan Abdulhamid’in yolunu kestiler, İslam Birliği uygulamasına son verdiler; koca Cihan devletini kendi yörüngesinden koparıp Batı’nın uydusu haline getirdiler. 28 Şubat’ta aynı zihniyet yine hortladı. Bu defa modern dönemin İslam birliğini tesis etmekte olan başbakan Erbakan’ı etkisiz hale getirerek bir kez daha bu milletin yolunu kestiler; halkımızın cebinden parasını aldılar, istikametini değiştirdiler. Tam da yörüngesine oturmakta olan güzelim ülkeyi, yüz yıl önce olduğu gibi bu defa da gene kendisine ait olan yerden koparıp AB kapısına yönelttiler. Kim ne derse desin, kimin, niyeti ne olursa olsun, bu işte birçok şahsiyet kullanıldı, uğruna varımızı yoğumuzu feda edeceğimiz değerler heba edildi. Asıl hedef İslam Birliği’nin yüz yıl ertelenmesidir. Bunu da içimizdekilere yaptırdılar ya!”

“Yolu kesilen kadro yüz yılın hatta bin yılın projesiyle meşgulken “Durmak Yok Yola Devam” diyen kadro üç ay sonrasını kestiremiyor. AB’ye girişimiz hızlansın diye AB bakanlığı kurulduktan üç ay sonra birliğin çatırdamaya başlamasını acaba hangi vizyonla izah edecekler?

Askeri müdahalelerin her dönemde bir şeyleri alıp götürdüğü muhakkak… Götürülenlerin geri alınmasının yolu yeni oluşumların siyasal ömürlerini uzatmakla sağlanamaz. 28 Şubat’ın alternatifi 3 Kasım olamaz. Hele 18 Nisan asla… 28 Şubat’ın alternatifi 27 Şubat’tır.”[3]

Yani yeniden Milli Görüşe ve Erbakan çizgisine dönmek şarttır, kaçınılmazdır. Ve hiçbir güç, bu kutlu değişime engel olamayacaktır.

 


 

[1] 12 Aralık 2011 Milli Gazete

[2] Ali Haydar Haksal

[3] Sadrettin Karaduman / Milli Gazete

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/subat-2012/turkiye-siyonist-tertipl

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi