Anasayfa » TÜRKİYE İÇİN EN ÖNCELİKLİ TEHDİT; AKP HÜKÜMETİDİR!

TÜRKİYE İÇİN EN ÖNCELİKLİ TEHDİT; AKP HÜKÜMETİDİR!

Yazar: yonetici
0 Yorum 71 Görüntüleyen

TÜRKİYE İÇİN EN ÖNCELİKLİ TEHDİT; AKP HÜKÜMETİDİR!

 

 

Etrafımızda bölge ve dünya dengelerini değiştirecek III. Dünya Savaşı hazırlıkları sürerken, AKP’lilerin siyasi ihtirasları ve şahsi hesapları uğruna, stratejik kurumlarımızı hırpalayacak, milli birlik ve dirliğimizi yıpratacak çekişmelerle vakit geçirmeleri, Türkiye için en tehlikeli ve öncelikli tehdit haline gelmiştir. İkinci önemli ve kıdemli tehdit ise; Yüce Dinimizi ve halkımızın İslam’a yönelmesini bir türlü içine sindiremeyen, kin kusmak için fırsat gözleyen ve bu zehirli zihniyetlerine “ulusalcılık” kılıfı geçiren kesimlerdir.

6 Şubat 2012 tarihli Aydınlık gazetesi Cumhurbaşkanının Diyanet İşleri Başkanına yaptığı ziyareti “Laikliğin katledilmesi” gibi göstermekten çekinmemişti. Bu karanlık kafalı ve İslam düşmanı taife, Diyanet İşleri Başkanlığının, Genelkurmay Başkanlığı ile birlikte aynı gün Atatürk tarafından kurulduğunu bile gizleyerek, halkımızı aldatacağını zannetmekteydi. Tarihi gerçekleri çarpıtarak ve Mustafa Kemali de “din karşıtı” diye tanıtarak, aslında AKP’ye masumiyet ve meşruiyet kazandırdıklarının bile farkında değillerdi. Asla öyle olmamasına rağmen, haydi diyelim Atatürk sizin söylediğiniz gibiydi. E şimdi öyledir diye bu milletin dininden vazgeçeceğini sanmak ne büyük bir gaflet ve dalaletti!..

Yahudi Kissinger’in Kehanetleri ve Arz-ı Mev’ud hedefleri!

Derin gırtlak (Deep Throat) sıfatıyla da anılan Kissinger artık şunları söylüyordu: “Ortadoğu’da savaş tamtamları çalıyor. Bunu duymayan şüphesiz sağırdır…” Demek ki, Ortadoğu’nun savaş bölgesi olduğunu Siyonistler saklamıyordu. Bizdeki 28 Şubatçılardan Çetin Doğan gibi konuşan Kissinger: “İsrail mümkün olduğunca daha çok masum insan katletmeli ve Ortadoğu’nun yeni hâkimi olmalı ve en az yarısını işgal edip sahip çıkmalı” diyordu. Yani Kissinger İsrail’in bekasını temin etmek için daha fazla Müslümanın katledilmesini ve Arap ülkelerinin işgal edilmesini istiyordu.

Yahudi Kissinger, ABD’nin İsrail’e hizmet için 7 Ortadoğu ülkesinin ve petrol alanlarının işgal edilmesini savunuyordu. Daily Escape gazetesine konuşan Kissinger, Pentagon’a: “Ortadoğu’da stratejik ve ekonomik nedenlerle 7 ülkede işleri ele almaya mecbur olduklarını söylüyor ve ‘işler istediğimiz gibi giderse Ortadoğu’nun yarısı İsrail’in olur’ diyordu.

Kissinger’e göre: “İsrail’in üzerine düşen, bütün gücüyle ve Allah ne verdi ise mümkün mertebe en büyük sayıda Müslüman öldürerek Ortadoğu’nun yarısına hâkim olmaktır. İran’a vurulacak darbe, Küresel düzeni kurmak, Arz-ı Mev’ud’a kavuşmak, çoğulcu dünya sisteminin tabutuna son çiviyi çakmak için son fırsattır.”

İşte Siyonizmin derin gırtlağı böyle konuşuyor ve elbette tehlikeli şeyler söylüyordu. Kalbindekini kusuyor, Siyonist mahfillere tercümanlık ediyordu. Evet, Kissinger, İran’a takmış durumdaydı, ancak Ortadoğu’yu Arz-ı Mev’ud’a göre taksim etmek üzere işgalini teklif ettiği 7 ülke arasında Türkiye’de bulunuyordu![1]

Ülke ve bölge dengelerini değiştiren her olay, çok önceden planlanmış bir projenin neticesiydi!

Dünyamız artık küreselleşmiş, yani kocaman bir köy haline gelmiş vaziyettedir. Görüntülü iletişim araçları ve internet bağlantılarıyla sadece devletler, şirketler ve örgütler değil, çok uzaktaki fertler bile kolaylıkla birbirine ulaşmakta, anlaşmakta ve ortak projelerini geliştirip yürütebilmektedir. Bu son sistem teknolojik imkânlar, insanlığa önemli fırsatlar sunduğu gibi, büyük tehdit ve tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Rotary ve Lions benzeri Masonik organizeler ve küresel merkezlerin güdümündeki sivil örgütlenmeler vasıtasıyla farklı din, düşünce ve kavimden bütün insan topluluklarını kontrol eden ve çeşitli kesimleri, ele geçirdiği reisleri, liderleri, şeyhleri üzerinden yönlendiren SİYONİST odaklar, CIA, MOSSAD, CFR ve Bilderberg gibi etkin kuruluşlarla HÜKÜMETLERİ, MUHALEFETİ VE ülkelerdeki medyaya, yargı sistemine, polise ve silahlı kuvvetlere de tesir edip tetiklemektedir.

Yani ülke ve bölge politikalarını etkileyecek, halkların eğilim ve tercihlerini değiştirip dönüştürecek ölçekteki kurumlar arası sertleşme ve restleşmelerin, öyle basit rekabet ve bahanelerle meydana geldiğini düşünmek ve küresel güçlerin bölgesel ve evrensel projelerini ve stratejilerini göz ardı etmek, sonunda bilmeden onlara figüranlık etmekten başka sonuç vermeyecektir.

Bir anda Türkiye gündemine oturan “Özel savcının, MİT yetkililerini ifadeye çağırması, İstanbul Emniyetinden üst düzey polis müdürlerinin açığa alınması, hükümetin “acilen ve kişiye özel” kanuni düzenlemelere kalkışması” krizinin de iç içe geçmiş en az dört nedeni birden düşünülüp değerlendirilmelidir:

1- Görünen ve resmen sorumlu gösterilen sebepler, hukuki ve siyasi muhatap kabul edilen kişiler

2- “Gizli gerekçe” olarak öne sürülen, cemaatle hükümetin imtiyaz ve iktidar çekişmeleri

3- Devlet bünyesindeki eski ve yeni DERİN mahfillerin nüfuz mücadelesi

4- ABD’nin ve özellikle Yahudi Lobilerinin, bölgesel ve küresel hedeflerine yarayacak ve istemedikleri kurum ve oluşumları yıpratacak girişim ve yönlendirmeleri.

Şimdi milyonlarca insanın ölümüne yol açan ve nice ülkelerin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanan II. Dünya Savaşının çıkışını bir Sırp Prensinin öldürülmesine bağlamak, nedenli sığ ve kısır bir değerlendirme ise, ülkemizdeki bu son krizi de: “Polisin topladığı MİT-KCK ilişkileriyle ilgili bilgi ve bulguları suç delili sayan hırslı ve heyecanlı bir savcının işgüzarlığı” olarak algılamak ve yorumlamak konuyu o denli basite indirgemektir.

Kökenleri, kültürleri, tarihi birikimleri, dinleri ve mezhepleri birbirinden oldukça farklı milyarlarca insanın:

·         Meşrubat olarak ne içeceğine

·         Hamburger ve cips olarak ne yiyeceğine

·         Ayakkabıdan pantolona, mayosundan kabanına erkek-kadın herkesin ne giyeceğine

·         Hangi hastalığın hangi ilaçlarla tedavi edileceğine

·         Hangi şarkıların dinlenip, hangi filmlerin izleneceğine

·         Hangi markaların reklâm edilip hangi firmaların iflas edeceğine karar veren 13 (on üç) Yahudi ailesini, yani Siyonizm gerçeğini ve bunların güdümündeki ABD ve AB’nin kuruluş ve işleyiş biçimini bilmeden, Türkiyemizdeki ve bölgemizdeki gelişme ve çekişmelerin perde arkasındaki gerçek nedenlerini fark etmemiz ve milli siyaset ve stratejiler üretmemiz hayaldir.

Çok daha kesin ve keskin bir ifade ile, Erbakan’ı ve hakikat davasını tanımadan ve Kur’an dürbünüyle olaylara bakmadan, doğru tespit ve teşhis konulamayacağı gibi, doğru tedavi yöntemleri uygulamak ta mümkün değildir.

Bazılarının “Canım her konuya Kur’an’ın gözüyle bakmak ve her soruna İslami çözüm aramak, ille de gerekli ve yeterli mi?” dediğini duyar gibiyim. Evet, kesinlikle öyledir. İnsanlık ve hele Müslümanlar, ya Kur’an’ın sözünü dinleyecek veya zalim küffarın kahrını ve zilletini çekecektir. Ya Allah’a iman, itimat ve itaat edip “inanan insanlara en şiddetli ve tehlikeli düşman olarak Siyonist Yahudileri bilecek” (Maide: 82) veya böylesine sefalet ve rezalet içinde sürünecektir.

Kur’an-ı Kerimi ölçü ve örnek almadan; ne sağcılık ne solculuk, ne Türkçülük ne Kürtçülük, ne İslamcılık ne ulusalcılık asla yüzümüzü güldüremeyecek ve huzura erdiremeyecektir.

Bakınız 300 milyonluk ABD’deki Yahudi nüfusunun sadece 3 milyon olduğu söylenir, yani yüzde birdir. Ancak Amerikan tarihinde ve günümüzdeki Devlet Başkanı, Bakan, Vali ve BELEDİYE Başkanı, CIA ve FBI Başkanı, Kuvvet Komutanı ve Genelkurmay Başkanı, IMF ve Federal Reserve (Amerikan Merkez Bankası) Başkanı, en büyük ve uluslar arası bin (1000) büyük holdingin sahibi ve başkanı, büyük medya patronları, yüksek yargı ve bürokratik makamları işgal eden Yahudi ve Yahudi dönmesi kişilerin diğer ABD vatandaşlarının en az yüz katı olduğu görülecektir.

Şimdi nüfusun yüzde birini teşkil eden bir milletin, ülke yönetiminde, üst düzey mevkilerde, şirket ve holdinglerde diğerlerinin tam yüz misli oranda etkin ve yetkin bulunuyorsa, bunu sadece tesadüfle veya Yahudilerin üstün yetenek ve gayretiyle izah etmek safdilliktir. İşin gerçeği, nice yüzyıllar boyu süregelen ve din olarak Kabalist düşüncelerle şekillenen bir Siyonist Yahudi organizesi, ABD’nin fikri ve fiili DERİN DEVLETİDİR.

Özellikle Demokrat Parti liderlerinin dillendirdiği: “Türkiye’yi Küçük Amerika yapma” heves ve hedefleri, bazılarının zannettiği gibi “ülkemizi kalkındırma ve demokrasiyi yaygınlaştırma” gayesi değil, “Aynen ABD gibi Türkiye’yi de Yahudilerin yönettiği bir ülke haline getirme” gayretidir ve maalesef büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.

Yahudiler olağanüstü kabiliyet ve meziyetlere sahip olduklarından değil, ama inanç haline getirdikleri şeytani emelleri uğrunda; sürekli, sistemli, organizeli, disiplinli ve her türlü esbaba riayetli biçimde ve nesilden nesile geçen gizli ve kirli öğretiler sayesinde, binlerce yıl sonra bile olsa dünyaya hâkimiyet hedefine, resmen değil ama fikren ve fiilen erişmişlerdir. Ancak bu onların yenilmez ve asla baş edilmez oldukları anlamına gelmemektedir. Bu birkaç bin sene içerisinde, mesela Türkler ve özellikle de İslamiyet’le birlikte en az beş tane dünya çapında imparatorluk kurabilmiştir ve işte Anadolu Selçuklu ve Osmanlı varisi Türkiye Cumhuriyeti bin yıldır devam etmektedir. Ama Yahudilerin 4 bin sene sonra ancak kurabildikleri İsrail’dir, onunda akıbeti bellidir.

Türkiye’deki kurumlar ve oluşumlar arası çekişmeler neyin alametidir?

“İçeride ve dışarıda oldukça karmaşık bir gündem ile karşı karşıyayız. Gerçeklere ulaşıp bunları size aynen aktarmak bizim esas görevimizdir.

“Türk Silahlı Kuvvetleri, dış güçlerin baskısı ile Suriye’ye müdahale eder mi?”

Soruyu yönelttiğim komutan dostum, Genelkurmay Başkanlığının internet sitesini adres gösterdi, orada yazılanlar aynen şöyleydi:

“Türk Silahlı Kuvvetlerinde Eğitim Görmüş Ve Halen Eğitim ve Öğretimleri Devam Eden Misafir Askeri Personel Bilgileri: Dost ve müttefik 15 ülkede (Afganistan, Arnavutluk, Bangladeş, Bosna Hersek, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya, Moğolistan, Romanya, Tunus, Türkmenistan, Ukrayna, Ürdün ve Suriye), 19 Türkçe dershanesi kurulmuş, bugüne kadar 3.677 personelin Türkçe kursu görmesi sağlanmıştır.”

Dostumuz Komutan, “dost ve müttefik” in ve “Suriye’nin” altını çizdi, “Bu ibare burada durdukça anlayan anlıyor” dedi. (Acaba, “Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de eğitildiklerine mi”, yoksa “TSK’nın mevcut Suriye yönetimini desteklediğine mi” dikkat çekmişti. M.Ç.) Komutan’ı yakalamışken Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in 6-9 Şubat tarihlerinde ilk yurtdışı gezisi olarak Azerbaycan’a gitmesinin ne manaya geldiğini de sorduk. Komutanımız yine Genelkurmay’ın sitesini adres gösterdi.

Tarihi: 30 Ocak 2012, Pazartesi

“Jandarma Genel Komutanlığının İcra Ettiği ve Planladığı Önemli Faaliyetler: Madde 9- Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Moğolistan arasında, Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı kurulmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu kapsamda, 08 Haziran 2011 tarihinde, Ankara’da ilgili kolluk teşkilatlarının komutanları arasında, Niyet Beyanı imzalanmıştır. Zirve Toplantısı ve İmza Töreni’nin Haziran 2012 ayında Azerbaycan’da yapılması plânlanmıştır.”

Komutanın yorumu: “Siyasilerin dediğine bakın da, devletin neler yaptığını daha iyi anlayın.”

Komutan bu belgedeki şu maddelerin de altını çizdi:

“Madde 6- Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında imzalanan “Bilgi Paylaşımı ve Kullanımına İlişkin Esaslar”a yönelik yapılan protokolle, suç ve suçlularla daha etkin mücadele etmek amacıyla, Jandarma birliklerine cep telefonu ile Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) üzerinden sorgulama imkânı kazandırılmıştır. Bu kapsamda, özel donanımlı cep telefonları tedarik edilerek karakol seviyesine kadar dağıtılmış, adlî birimlerce verilen yakalama kararları anlık olarak sorgulanmaya başlanmıştır.”

Komutan yorumu: “Yargı ağına girmek çok önemliydi.” (Acaba bu başarılabilmiş miydi, MİT’in kirli dosyalarının deşifre edilmesi bunun ilk işareti miydi? M.Ç.)

“Madde 7- 156 Jandarma İmdat hattını arayarak Jandarma birimlerinden yardım isteyen vatandaşlara en kısa sürede ulaşılabilmesi amacıyla, mobil telefonlar için arayan abonenin konumu, sabit aboneler için ise adres bilgilerinin ilgili servis sağlayıcılarından alınarak harita üzerinde gösterilebilmesi yeteneğinin birliklere kazandırılması maksadıyla, Acil Çağrı Konum Belirleme Yazılımı İl Jandarma Komutanlıklarında kullanılmaya başlanmıştır.”

Komutanın yorumu: “Emniyet bu işlere nedense çok bozuluyor.”!? (CIA ve MOSSAD kontrolü dışında milli girişim ve gelişmeler kimleri ve niye rahatsız etmekteydi? M.Ç.) 

“Madde 8- Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde Jandarma Kara Havacılık sınıfının teşkil edilmesi kapsamında, ilk defa 2012 yılında, Jandarma Kara Havacılık Sınıfına mensup subaylar Kara Harp Okulundan mezun olacaktır.”

Komutanın yorumu: “Artık Jandarmanın da pilotları olacak.”[2]

Hedef, Türkiye’yi Sudan haline getirmekti!

“Anlaşılan, kılıçlar çekilmiş vaziyette. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve kurum yöneticilerinin ifadeye çağrılması, yaşanan restleşmeler, devlet içinde savaş haline dönüşmüşe benziyor. İçeride görünen bu çatışmanın İsrail’e, hatta ABD’ye kadar uzanan boyutları olduğu tahmin ediliyor. İç siyasette bir takım hesaplaşmaların olduğu da söyleniyor. Bugüne kadar AK Parti’nin aleni destekçisi görünen bir kesimin kurumlara hâkim olma isteğinden tutun da 2014 yılı köşk senaryolarına kadar, karma karışık hedeflerin de işi bu raddeye getirdiği gelen rivayetler arasında.

28 Şubat sonrası siyasetin dizayn edilmesinde heyecan uyandıran ana neden burada da sahne dekoru olmaya devam ediyor. Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Türkiye’ye teslim edilmesi nasıl ki DSP’yi iktidara taşıdıysa, aynı hassas konu ekseninde ortaya çıkarılacak olumsuz bir davranışın da mevcut iktidarın oylarını aşağı çekeceğinin hesap edilmiş olabileceği varsayılmakta. Uzun zamandır dış politika odaklı seyreden Türkiye siyaseti birden bire iç politika eksenine kaydı.

Bütün bu olup bitenlere ve de çevremizde yaşanan gelişmelere baktığımızda bu nazik durumun dile getirilmemiş başka vahim boyutlarının da olabileceği akıllara gelmektedir.

1999 yılında Sudan’da da bizdekine benzer gelişmeler yaşanmıştı. Cumhurbaşkanı Ömer Beşir ile dönemin Milli Meclis başkanı ve iktidardaki Parti’nin lideri olan Hasan Turabi arasında çıkan görüş ayrılığı devam edince işler kontrolden çıkmıştı. Anlaşmazlık, Güney Sudan’da Albay John Grang liderliğinde devam etmekte olan ayrılıkçı terörün ne şekilde çözüleceği konusundaydı. Hasan Turabi açıkça masaya oturmaktan yanaydı. İki tarafın mutabakatıyla önce silahlar susturulacak, ardından beş yıllık bir geçiş dönemi uygulanacaktı. Bu süre zarfında devlet, halkla bütünleşme programlarını devreye sokacaktı. Dönemin sonunda ise bölgede halk oylaması yapılacak; bölge insanının vereceği karara saygı duyulacaktı. Turabi’nin beş yıl içerisinde bölge halkının birlikte yaşamaya ikna edileceğine inancı tamdı.

Aynı zamanda eski bir General olan Cumhurbaşkanı Ömer Beşir ise tek seçeneğin askeri çözümde olduğunu söyleyip askeri operasyonların artarak devam etmesinden yanaydı. Turabi ve Beşir’in anlaşamaması kurumlar arasındaki gerginliği iyice artırdı ve Ömer Beşir’in Milli Meclisi feshetmesiyle sonuçlandı. İşler iyice çığırından çıktı. Ülke ekonomisi çökmenin eşiğine dayandı. Ardından terörist liderle resmi görüşmeler başlatıldı. Adamlarına hükümette bakanlık ve devlette kadrolar sağlandı. Bunların hiç biri yetmedi ve başka tavizler istenmeye başlandı.

– 2005 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de Afrikalı 20 devlet ve hükümet başkanı huzurunda ve dönemin ABD dışişleri bakanı Colin Powel’in nezaretinde ateşkes imzalandı.

– Ateşkes anlaşması; bölgeye özerk yönetim, 6 yıl sonra bağımsızlık referandumu ve bu süre içinde terörist lidere Cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi şartları dayatmaktaydı.

– John Grang Sudan Cumhurbaşkanı birinci yardımcılığına getirildi; Grang yeni görevinde bir ayını doldurmadan geçirdiği helikopter kazasında hayatını kaybetti. Bu defa aynı göreve Grang’ın yardımcısı Salva Kiir atandı. İç ve dış taleplerin ardı arkası kesilmedi, giderek arttı.

– 9 Ocak 2011 de yapılan halk oylamasında bölünme kararı çıktı. 9 Temmuz 2011’de Güney Sudan Parlamento Başkanı James Wani Lagga bağımsızlık beyannamesini okudu ve Sudan resmen ikiye parçalandı.

Türkiye; Sudan, ABD ve Mısırla birlikte yeni devleti ilk tanıyan ülkelerden oldu. “Yaklaşık 2,506 milyon km2’lik yüzölçümü ile Dünyanın en büyük 10. ülkesi, olan Sudan” tanımı eski Ansiklopedi kitaplarında kaldı.

Ömer Beşir’in eski lideri Turabi ile bağlarını koparması, ülkeyi tek başına yönetmeye kalkması, dediğim dedik havasına kapılması önce ülkeyi parçalamış, arkasından siyasetten tasfiye olma noktasına taşımıştır.

Türkiye gelecekte kendisini “Bölgesel” ve “Küresel” güç konumuna getirecek kadrolara muhtaçtır. Ülke üzerinde hasbelkader söz sahibi olanlar yanlış adım atmasın başka ihsan istemez.[3]

Evet, AKP kurmayları, kendi şahsi hesapları uğruna ülkeyi oldukça tehlikeli bir sürece sokmuşlardır.

Hükümetin ve yetkililerin yanıtını vermekten kaçındıkları soru: MİT hala CIA’nın kontrolünde mi?

Eski CIA Ajanı Philip Agea, “CIA günlerim” kitabında:

“CIA, uzun yıllardır MİT ile yoğun işbirliği içinde çalışmaktadır. Bu örgütün, eğitimini ve donanımını CIA sağlamaktadır. CIA’nın MİT yardımıyla Türkiye’deki görevi, doğu bloğu ülkelerinin ve onların etki sahasındaki bölge devletlerinin misyon ve operasyonlarını kontrol edip Amerikan’ın etkinliğini korumaktır.”

Ve yine Adnan Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih’in hazırladığı “gizli” raporunda:

“Amerikalılar, bütün istihbaratımıza (MİT teşkilatına) hâkim durumdadırlar. Para verip teşkilatlarımıza nüfuz ediyorlar. Milli Emniyetin bütün dosyaları da CIA’nın kontrolü altındadır.”

Ve yine MİT adına ve CIA irtibatlı çalışan Ülkücü İşçiler Derneği eski yöneticisi D.Ç., dönemindeki kanlı sağ-sol çatışmalarındaki CIA rolünü anlatmaktadır.”[4]

Ayrıca, Amerika ve CIA, kendi güdümündeki radikal şeriatçı EL-KAİDE bahanesiyle istemediği ülke yönetimlerine saldırıp yıkıyor, Fetullahvari Ilımlı İslamcılar eliyle de yeni sistemlerini oluşturuyordu.

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin oğlu olan ve Bölgesel Kürt Yönetiminin Washington temsilciliğini yapan ve CIA bağlantıları sıkça konuşulan Kubad Talabani’nin:

“Kandil’deki 3 bin PKK’lı sökülüp atılsa ve etkisiz bırakılsa bile, Türkiye’deki bir milyon PKK’lı ile bu savaş devam edecektir.”[5] sözleri, PKK’nın da, CIA güdümünde olduğunun diğer bir kanıtıydı. Peki, hem MİT hem PKK, CIA güdümünde ise MİT-KCK irtibatı normal sayılmaz mıydı? 

 


 

[1] Mustafa Özcan / Milli Gazete

[2] Ahmet Takan / 12 Şubat 2012 / Yeniçağ

[3] Sadrettin Karaduman / Milli Gazete

[4] Bak: Emin Pazarcı – 15.02.2012 – Takvim

[5] 15 Şubat 2012 – internethaber

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/nisan-2012/turkiye-icin-en-oncelikl

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi