Anasayfa » MUSTAFA KEMAL VE MİLLİ GÖRÜŞ GERÇEĞİ

MUSTAFA KEMAL VE MİLLİ GÖRÜŞ GERÇEĞİ

Yazar: yonetici
0 Yorum 90 Görüntüleyen

 

MUSTAFA KEMAL VE MİLLİ GÖRÜŞ GERÇEĞİ

 

Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki en büyük başarısı, bizzat kumanda ettiği ve binlerce mekanize araç ve son sistem ağır silahla donatılan, İngiliz, Fransız ve Amerikalılarca destek çıkılan Yunan ordusunu yendiği SAKARYA Meydan Muharebesidir. Sakarya zaferi, kem talihimizi tersine çeviren tarihi bir dönüm noktası yerindedir. Ve tabi Sakarya zaferi denilince akla Mustafa Kemal gelmektedir, çünkü Atatürk’le Sakarya özdeşleşmiştir. Milli Haysiyet ve hassasiyetini yitirmiş ve Haçlı AB himayesine göz dikmiş demokrasi densizlerinin “VATAN, MİLLET SAKARYA” tekerlemesiyle Milli mücadeleyi küçümseyip alay konusu edindiği bir süreçte rahmetli Erbakan Hoca’nın çıkıp:

“Herhangi bir kimse:

Malazgirt’te inanışın şahlanışını yaşamadan; Kosava’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u feth etmeden; Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup, şanlı ordularıyla Avrupa’nın içine yürümeden; Seyyit Çavuş olup, 250 kiloluk mermiyi “ya Allah!” diyerek top namlusuna sürmeden; Bir insan, SAKARYA’NIN SİPERLERİNE GİRMEDEN; ve Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüşün ne olduğunu anlayamaz.”

Sözleri,

a.a.Hem Sakarya Meydan Muharebesinin tarihimizin en önemli zaferlerinden birisi olduğunu belirtmektedir.

b.      b.Bu şanlı mücadelenin, tamamen Milli ve şerefli olduğunu vurgulayıp övmektedir.

c. c.Ve tabii dolayısıyla, Sakarya zaferinin komutanı Mustafa Kemal Atatürk’ü de sahiplenip Milli Görüş’e dâhil etmektedir

Çünkü Erbakan Kurtuluş Savaşı’nı, Milletimizin bin yıllık mayasını oluşturan Milli Görüş’ün yeni bir şahlanışı olarak değerlendirmektedir.

Erbakan Hocamızın sıkça ve açıkça Atatürk’ten bahsetmemesi:

·         Atatürk’e mal edilen, ama aslında Milli Mücadelenin hedefleri ve Mustafa Kemal’in düşünceleriyle tamamen çelişen KEMALİZM uydurmasını kabulleniyor görünmek istemediği

·         Ve oldukça ucuzlayan ve uyuz kesimlerce sıkça başvurulan Atatürk istismarcılığına tenezzül etmediği içindir.

Erbakan Hoca’nın Sultan Alparslan örneği ile başlaması da boşuna değildir.

Sultan Alparslan Allah’ın rızasından ve halkların huzurundan başka bir şey düşünmeyen bir mücahit olarak katbekat üstün Bizans ordusunu hezimete uğrattığı Malazgirt zaferinden sonra;

1-     Romen Diojen’i bağışlıyor ve ağırlıyor.

2-     Maiyetiyle birlikte Bizans tahtına dönmesine yardımcı oluyor.

3-     Böylece kendisine minnet duygusuyla bağladığı Romen Diojen’in yerine başka birinin imparator olmasına fırsat vermiyor.

4-     Romen Diojen’in kızlarından birini kendi oğluna nikâhlayarak, onlarla akrabalık kuruyor ve barışı garantiye alıyor.

5-     Bizans’ın her yıl Selçuklulara 400 bin altın vergi vermelerini şart koşuyor.

6-     Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun resmen Selçuklulara bırakılmasını ve böylece tüm Anadolu kapılarının Müslüman Türklere açılmasını sağlıyor

7-     Romen Diojen’in sağ salim Kostantin’e (İstanbul’a) dönmesi için yanına kattığı bilge ve derviş kişilerden oluşan mücahit birliği vasıtasıyla, İslam’ın adalet, merhamet ve bereket sistemini Bizans’ın tahakkümündeki farklı, din ve kökenden insanlara tebliğ ediyordu.

Bütün bu gerçeklere rağmen:

1-     Hala Atatürk’ü kendilerinden gösterip istismar etmek ve sırtından geçinmek isteyen Siyonist Yahudi ve masonların düdüğünü çalan ve Mustafa Kemal’i dinsizlik ve dönmelikle suçlayan İslamcı densizler vardır. Bunlar İbranice “im shahar Atzmautenu” kitabının yazarı Yahudi Ben-Avi’nin (1961 Telaviv. Sh.213-223) teki asılsız ve kasıtlı uydurmalarını doğru saymakta, hatta iddialarına delil olarak sunmaktadır.

Bu densizlere sormak lazımdır:

Peki, Müslüman ve Hıristiyan birçok ülkedeki, kendi öz adamları olan, ama o topluma milli kahraman olarak tanıtılan devlet başkanı, başbakan ve bakanlarının Yahudi aslını özenle gizleyen Siyonistler, Mustafa Kemal’in kendilerinden olduğu yalanını niye uydurup açığa vurmuşlardı?

2-     Hala Milli Görüşçü geçinen ve bunca tahribatın taşeronu olan BOP eşbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı Erbakan’ın danışıklı devamı olarak gösteren dengesizlerin acaba şu soruya bir cevapları var mıdır?

Yahudi asıllı ve ittihatçı bir mason saydıkları Mustafa Kemal, Libya’yı, Siyonist destekli İtalyan işgalinden kurtarmak için bin türlü mihnet ve meşakkatle ta oralara gidip, Şeyh Sunisi’lerle birlikte göğüs göğse ve ölümüne savaşmıştı. Şimdi Müslüman Libya’yı barbar batılılara karşı savunan ve bu uğurda hayatını ve rahatını hiçe sayan Atatürk hain ve kâfir ise, peki bugün NATO ile beraber Libya’nın tamamen harap ve talan edilmesine ve 57 (elli yedi) bin insanın katledilmesine önayak olan Bay Recep T. Erdoğan hangi sıfata layıktı?

3-     Bu arada, hala Atatürk’ü imansız ve Kur’an’sız gösteren ve uydurdukları “İslamsız Kemalizm” safsatasıyla kendi dinsizliklerini yürütmeyi gayret eden ve bir başörtülü görünce kuyruk altına diken batırılmış gibi huysuzlanıp köpüren ve tamamını toplasan bir kasaba doldurmaya bile yetmeyen, ama cırtlak sesleriyle ortalığı velveleye verip aydınlanmacı geçinen bu bataklık ve karanlık kurbağalarına sesleniyoruz:

İzmir’de düzenlenen Atatürk’ün 73. ölüm yıldönümü törenlerine katılan başörtülü bir hanım vatandaşımıza:

“Buradan defolup gitmeni istiyorum. Sizin karşı devrimin gerici unsurları olduğunuzu biliyorum.” Diye sataşan ve saçmalayan bu seviyesiz, soğuk ve milletten kopuk tavrınızla Atatürk’e en büyük kötülüğü yapıyorsunuz, hatta anlaşılıyor ki bu kara kampanyayı kasıtlı olarak, yani Atatürk’ten nefret edilsin diye yürütüyorsunuz!

Oysa T.C. Devleti iman ve maneviyat temeli üzerine kurulmuş sağlam bir devlettir.

Bazıları:

“Bunca yiyicilere rağmen bu devlet yıkılmıyor, bu millet çökmüyor” diye hayret ediyorlar. Hiç hayret etmesinler, devletin temel taşı sağlamdır. Bu sağlamlığın kaynağı ise inançtır.

İsterseniz delillerini arz edeyim:

TBMM, 20 Ocak 1921 tarihinde “Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu” nu çıkarmıştır. Bu, Ankara’daki rejimin ilk anayasasıdır. Bu metnin 7’nci maddesinde TBMM’nin hakları ve vazifeleri sayılırken ilk başta “Ahkam-ı Şer’iyyenin tenfizi” ifadesi yer almaktadır. Bunun mânâsı TBMM Kur’an hükümlerinin yerine getirilmesiyle yükümlüdür, demektir. Bu da göstermektedir ki, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu ilk Meclis iman ve İslam üzerine kurulu bir Meclis konumundadır.

Ele aldığımız 7’nci maddenin son bölümünde denilmektedir ki:

“Kavânin ve nizâmat tanziminde muâmelât-ı nâsa efrak ve ihtiyâcât-ı zamana evfak ahkâm-ı fıkhıyye ve hukukiyye ile âdâb ve muâmelât esas ittihaz kılınır.” Bu cümlenin mânâsı şudur: Kanun ve tüzük yapılırken İslâm fıkhının hükümleri esas alınacaktır. (Resmi Gazete, 1-7 Şubat 1921)

TBMM, 29.10.1923’te “Teşkilât-ı Esasiyye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tâdiline (yani bazı maddelerin açıklanıp düzeltilmesine) Dair Kanun’u çıkartmıştır. Bu kanunun 2’nci maddesi şöyledir:

“Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm’dır. Resmi Lisanı Türkçe’dir” (Kanun No:364) 20.04.1924’te çıkarılan 491 numaralı Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 2’nci maddesi aynen şöyledir:

Madde:2- Türkiye devletinin dini, Din-i İslâm’dır; resmi dili Türkçe’dir; makarrı (başkenti) Ankara şehridir.”

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, devletimizin temeli inanç ve maneviyat üzerine atılmıştır.

Buna rağmen 1928’de, o günün dehşet havası Siyonist dış güçlerin kışkırtması ve yerli masonik işbirlikçilerin baskısı içinde “Teşilât-ı Esasiyye Kanunu”nda bir değişiklik yapılmış, 2’nci maddeden “devletin Dini, din-i İslâm’dır” ifadesi kaldırılmıştır. (Resmi Gazete:14.04.1928)

05.02.1937 tarihinde ve Mustafa Kemal’in şaibeli hastalığının yoğunlaştığı ve devlet işleriyle uğraşamadığı bir süreçte 3115 sayılı kanun ile anayasanın 2’nci maddesi bu defa şu şekilde değiştirilmiştir.

“Madde:2- Türkiye devleti Cumhuriyeti, milliyetçi, halkcı, devletci, lâik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçe’dir, makarrı Ankara şehridir.”

Biraz düşünürsek şu neticelere ulaşmış olacağız.

Cumhuriyet 1923’ten 1928’e kadar beş sene müddetle resmen İslâm devletidir.

1928’den 1937’ye kadar bu durum fiilen devam etmiştir. M. Kemal’in çok ağır hastalığı nedeniyle devlet işleriyle yakından ilgilenemediği ölümünden bir yıldan az zaman öncesi İsmet İnönü’yü güdümüne alan masonlar ve sabataist cunta tarafından anayasaya girmiştir. Dolayısıyla konulan o maddeler ne devletin, ne de milletin ilkeleri değildir. Bu maddeler, memleketi dikta rejimiyle idare eden CHP’nin ve arkasındaki masonik şebekenin 6 okundan ibarettir.

Aziz milletimiz 14 Mayıs 1950’deki seçimlerde CHP iktidarını alaşağı etmiştir.

Ancak 1961 Anayasası da bir darbe ve ihtilâl hükümetinin baskısıyla ve düzmece bir referandumla yürürlüğe girmiştir.

Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı 15 yıl sürmüştür. (1923-1938) Bunun 14 yıla yakın bir zamanında anayasada lâiklik ilkesi diye bir ilke mevcut değildir. Kimse M. Kemal’den ziyade Kemalistlik taslamasın.”[1]

Şimdi: “Mavi Marmara baskını ile eş zamanlı İskenderun’daki deniz üssüne saldıran PKK bu süreçte bir dizi eylem gerçekleştirdi. Daha sonra İsrail Türkiye ile özür ve tazminat konusunda görüşmelere başlayınca eylemsizlik kararı aldı, uzun süre eylem yapmadı.

PKK, sürecin seçimlere denk gelmesini bu amacını kamufle etmek için kullandıysa da eylemlerin İsrail ile müzakerelere endeksli bir seyir izlediğini uzmanlar gözlemleyebilmektedir. İsrail Türkiye ile müzakerelerinde muhataplarının tutumuna göre PKK’ya eylem yaptırarak mesajlarını vermek istemektedir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açıklamasına göre bu süreçte özür dileme konusunda Türkiye ile 4 kez anlaşmaya varıldığı halde İsrail her defasında caydı, verdiği sözünü yerine getirmedi… Palmer Komisyonunun Mavi Marmara raporunu açıklaması üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri koptu, PKK da eylemlerini yeniden başlattı, tırmandırarak devam ettiriyor!

PKK’nın bu son dönem eylemlerini Mavi Marmara baskını sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrine endekslediğini iyice hissettirmesi; AKP iktidarına, özellikle Başbakan Erdoğan’a yönelik geri adım attırma, caydırma, sindirme amaçlı yaptırım niteliği taşıdığını gizleme gereği duymadığını gösteriyor.

Nitekim malum bazı çevreler Başbakan Erdoğan’ın İsrail ile restleşmesinin faturasının oldukça ağır olacağı, terörün tırmanmasının bunun sadece bir örneği olduğu yolunda üstü kapalı tehdit etme, uyarma çabaları içerisine girdiler.

Kaldı ki İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına karşılık açıkça PKK’yı destekleyerek Türkiye’ye yönelik terörist saldırılar yapmakla tehdit etti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise İsrail bildiğimiz bir konuda bize şantaj yapmaya kalkışmasın diyerek PKK’yı zaten kullandığının bilindiğini açıkladı.

Bölücü terör örgütü PKK’nın bir Kürt kuruluşundan daha çok bir Yahudi kuruluşu olarak hareket etmesi öylesine ya da konjonktürel değildir. Çünkü PKK’yı kuran, yöneten, uluslar arası destek ve himaye sağlayan İsrail’dir. PKK İsrail desteği olmadan bir gün bile ayakta duramaz.

Daha önemlisi PKK, devlet içerisinde yuvalanan terör örgütü suçlaması ile yargılanmakta olan Ergenekon tarafından kuruldu ve on yıllardır işbirliği halinde eylemler gerçekleştirdiler. Herhangi bir iddia değil, PKK’nın MİT tarafından kurulduğu Ergenekon soruşturmasında yer alan bir husus olarak resmiyet kazanmış bir konudur.

Ergenekon’un, soruşturulup yargılanan kişilerin niteliğine bakıldığında devletin en temel kurum ve kuruluşları içerisinde yuvalanmış, yapılanmış bir suç örgütü olduğu, bu yüzden derin devlet diye söz edildiği yargı sürecine yansıyan yadsınamaz son derece ciddi bir durumdur.

Bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp teslim edilmesi sırasında sarf ettiği bilinen ben devletimin hizmetinde çalışmaya hazırım şeklindeki sözleri PKK’nın devletle arasında var olan kadim ilişkinin bir ifadesinden ve hatırlatılmasından başka bir şey değildir.

Açıkçası, bölücü terör örgütü PKK’yı kuran Ergenekon derin devleti, İsrail’in Türkiye içerisindeki uzantısı bir Siyonist yapılanmadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ergenekon Davasından etkilendiğini kim bilmez?

Ergenekon derin devleti ordu, MİT, emniyet, yargı, üniversiteler, medya, sivil toplum kuruluşları gibi ülkenin en temel kurum ve kuruluşları içerisinde yapılandığına, Cumhuriyet’in kurucu iradesi ve resmi ideolojisini temsil iddiasında bulunduğuna göre köklerinin çok daha derinlerde olduğu gerçekliği hiçbir şekilde yadsınıp göz ardı edilemez.

“Biz Türkiye İsrail savaşını Erbakan’ın başlatacağını zannetmiştik, ama nasip talebelerinin (AKP’nin) imiş”[2] diyerek:

A-    AKP iktidarını Erbakan’ın danışıklı devamı

B-    Recep T. Erdoğan gibi Siyonist Yahudi lobilerinden madalyalı ve Türkiye dâhil 27 İslam ülkesini parçalamayı planlayan BOP’un eşbaşkanı ve Erbakan’ın deyimiyle “işbirlikçi” bir adamı, “İsrail’le savaşıp İslam Âlemini kurtaracak bir dava kahramanı”

C-    Atatürk’ü ise Sabataist cuntanın ve Yahudi odakların bir elemanı

D-    Milli mücadeleyi ve Cumhuriyeti Dış güçlerin ve Dinsiz çevrelerin bir planı ve yutturmacası gibi gösteren bu zavallılara en güzel yanıtı yine rahmetli Erbakan Hocamız vermekteydi:

Çünkü kendisine doğum günü sorulduğunda, hep Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümüne mutlaka atıf yapardı. Hatta bu iki tarihi çatışmayı, espriyle karışık bir şekilde değerlendirerek, defalarca şu ifadeyi kullanmıştı: “Doğum günüm için Türkiye’nin her yerinde bu kadar merasime ne gerek var? Ama şunu ifade etmek isterim ki Cumhuriyet bayramında doğmak insanı memnun eden bir husustur. Cumhuriyetin kendisi de bir doğuştur. Onunla birlikte doğmuş olmak bir sevinç kaynağıdır. İnşallah beraberce doğduğumuz Cumhuriyetimizi lider ülke yapacağız, yeni bir dünya kuracağız ve bütün ülkelerin önüne geçireceğiz.”[3]

 

 

 


 

[1] Milli Gazete / Mevlüt Özcan / 29 10 2011

[2] El-Aziz Gazetesi / Sayı: 676 / Türkiye İsrail’i köşeye sıkıştırdıkça terörü arttıran PKK, Kürt için değil, Yahudi için savaşıyor. / 27 10 2011

[3] Milli Gazete / 29 10 2011 – Sh:9

 

 

 

 

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/subat-2012/mustafa-kemal-ve-milli-g

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi