Anasayfa » MİLLİ BİRLİK VE DİRLİK BOZULURSA?!

MİLLİ BİRLİK VE DİRLİK BOZULURSA?!

Yazar: yonetici
0 Yorum 169 Görüntüleyen

Peşinen vurgulayalım ki “millet devlet için değil, devlet millet için lazımdır.”

Yani millet (ve fert) asıldır, devlet hizmetkârdır; millet amaç, devlet araçtır! Bizim için “kutsal devlet” yerine “sosyal devlet” esastır. Bizim tercihimiz “gardiyan devlet” değil “garson devlet” anlayışıdır. Ancak, milletin ve onu oluşturan fertlerin huzur ve refahını sağlamak, her türlü hürriyet ve haklarını korumak için de; kuvvetli, adil ve güvenilir bir devlet düzenine ve disiplinine ihtiyaç vardır.

Bu konuyu: “Yumurta mı tavuk yapmak için lazım, yoksa tavuk mu yumurta yapmak için lazım?” mecrasına sokmak yanlıştır ve yararsızdır.

Devlet vücudumuz, millet ise ruhumuz konumundadır ve her ikisi de birbirleri için kaçınılmaz ihtiyaçtır.

Bugün AKP iktidarıyla ve tabi Haçlı Batının (ABD ve AB’nin) kararı ve kışkırtmasıyla ve güya toplumu oluşturan fertlerin ve etnisitenin demokratik talepleri ve bireylerin özgürlükleri adına, devletin gücü daraltılmaya ve millet dağıtılmaya, böylece milli birlik ve dirlik parçalanmaya çalışılmaktadır.

Türkiye’de devlet (daha doğrusu devlete hâkim olan rejim ve ideoloji) uzun yıllar, Kürt kardeşlerimizi horlayan, yok sayan ve dış güçlerce kışkırtılmaya yol açan, yanlışlık ve haksızlıkları maalesef yapmıştır. Ama bu talihsiz tavır Rahmetli Erbakan Hocamızın siyaset sahnesine çıkışıyla birlikte, törpülenmeye ve giderek terk edilmeye mecbur kalmıştır. Ve hele son 20 yıldır, Kürtlere yönelik yasaklama ve yok sayma gibi yaralayıcı yaklaşımlar tamamen bırakılmıştır.

Buna rağmen PKK-BDP ve diğer sözde sivil Kürt dernekleri ve dış destekleyicileri, hak ve özgürlük talebi diye, ülkemizin ve milletimizin resmen ve ismen olmasa da, fikren ve fiilen parçalanmasını sağlayacak “demokratik dalavereler” peşinde koşmakta, daha doğrusu malum güçlerce kışkırtılmaktadır.

Bu nedenle değerli Bekir Gürdoğan’ın:

“Siyonizm Güneydoğu’muzu koparmak amentüsüyle yoluna devam etmektedir. Kürt kökenli vatandaşımızı kullanarak bir takım oyunları oynamaktadır. Ne yazık ki, bu bir vakıadır. Ancak biz bu meseleyi çözeceksek sadece Kürt kardeşimizi işbirlikçilikle suçlayarak yapamayız bunu. Zaten 30 yıldır çözemeyişimizin sebebi de bu ya.” Saptamaları doğru, ama

“İslami vakıflar, dernekler, cemaat ve tarikatlar bölgeyi o kadar boş bırakmıştır ki, oluşan bu koca boşluğu Siyonizm kendi hedefi mucibince doldurmuştur. Burada suç Siyonizm’in değil, boşluğu bırakanlarındır.” Yaklaşımı yarım ve yanlıştır.

Çünkü Güneydoğu’da İslami gayret ve girişimleri ürkütüp bölgeden sürdürmek ve meydanı PKK’ya devretmek için 28 Şubat sürecini tezgâhlayanlar da aynı Siyonist ve emperyalist odaklardır.

Ve Sn. Gürdoğan’ın

“Ama ne ilginçtir ki, Türk milliyetçiliği ağır basan insanımız Kürt kökenli insanımızı bir kalemde siliveriyor. Sanki Türk milliyetçiliğinin Kürt milliyetçiliğinden bir farkı varmış gibi. Ama ne ilginç ki, MHP’ye gösterdiğimiz toleransı, aslında aynı mantalitede yürüyen BDP’ye göstermiyoruz. İkisi de bu ülkenin genlerine, inancımıza, kültürümüze aykırı olduğu halde.

Dini hassasiyeti olan bir insanımız devlete başkaldırdığı gerekçesiyle Kürt kardeşine sırtını dönüyor ve dahası onu dış güçlerin oyununa gelmekle eleştiriyor. Merak ettiğimden soruyorum. Devlet kutsal mıdır peki? Yani devlet hiç yanlış yapmaz mı? Eğer yapmıyorsa, dini hassasiyeti olan insanımız neden devletin başörtüsü ile ilgili yasağına karşı durdu, neden Erbakan Hoca 40 yılını sistemin yanlışlarını düzeltmeye adadı?”[1]

Tespitlerinde de, maalesef kışkırtıcı ve doğrularla yanlışları karıştırıcı bir tarzın sakatlığı vardır. BDP ve PKK’nın cinayet ve hıyanetlerine karşı çıkan herkesi MHP’ye toleranslı olmakla suçlamak ve sanki AKP ve CHP’nin farkı varmış gibi bir hava oluşturmak bizzat devletimize, ülke bütünlüğümüze, milli birlik ve dirliğimize kasteden bir terör şebekesine mazeret ve meşruiyet kazandırmaktadır. Evet, “Devlet kutsal bir amaç” değil, ama “Bağımsızlık ve bekamız için kaçınılmaz bir araçtır.” Biz Milli Görüşçüler nazarında devlet, tabi ki, “mukaddes mesele” değil, ama “lazım müessese”dir, yani, mutlaka tesis ve teşkil edilmesi gereken bir kurum konumundadır. Bu nedenle kurulması ve korunması hayati önem taşıyan devletin; gereksiz, önemsiz ve geçersiz olduğunu savunmak ta başka bir safsata ve sapkınlıktır. Üstelik devlet kavramı ile rejim ve ideolojileri karıştırmak ise, ayrı bir saflıktır. Rahmetli Erbakan Hocamız, kesinlikle devletle değil, bozuk zihniyet ve batıl ideolojilerle uğraşmıştır.

Hz. Peygamberimizin Devlet Esası ve Medine Anayasası:

Sahih-i Buhari’de Hz. Peygamber’in (sav) Medine’ye hicretten hemen sonra Müslümanların nüfusunun sayılmasını emrettiği kayıtlıdır. Aynı kaynağa göre, 1500 isimlik bir liste hazırlanmıştır. Söz konusu sayıma kadınlar ve çocuklar katılmamıştır.

Mekke’den İki yüz ailenin hicret ettiğini varsayarsak, Muhacirlerin toplam sayısının yaklaşık beş yüz civarında olduğu anlaşılır. Bu listeye Medineli Müslümanlar da alınmıştır. Dolayısıyla, toplam 1500 rakamı bu olayın, Müslümanların sayısının çok arttığı sonraki dönemlerden ziyade ilk dönemlere ait olduğunu ortaya koymaktadır. Meselâ, Veda Haccında kırk bin kişi hacca katılmıştır. (Bu konudaki bazı rivayetler çok abartılıdır.) Bin beş yüz kişi ile yüz kırk bin kişi arasında elbette ki büyük bir fark vardır.

Nüfus sayımının yanı sıra, muhtemelen Hicret’in ilk yılında meydana gelmiş olan diğer bir olayla karşılaşıyoruz. Hem umulmadık, hem de şaşırtıcı nitelikteki bu hadise, devlet anayasası hazırlanmasıydı. Bir anayasaya neden gerek görülmüştü?

Kureyşlilerin zulmü yüzünden Mekke Müslümanları Medine’ye hicret etmek zorunda kalmış ve daha sonra Peygamber (sav) de onlara katılmıştı. Kureyşliler düşmanlıklarından vazgeçselerdi, Müslümanlar kısa sürede can ve mal kayıplarını, yurtlarından sürgünde bulunmalarını unutabilirler, Medine’de yeni bir hayata başlayabilirlerdi. Fakat Mekke Kureyşlileri onları rahat bırakmadı. Zulüm saltanatını yıkmaktan korktukları Hz. Peygamberi (sav) ellerinden kaçırdıklarını görünce çılgına dönen Mekke müşrikleri Medine vatandaşlarına bir mektup yazarak, onların topraklarına sığınan düşmanlarının ya kovulmasını ya öldürülmesini, aksi takdirde Kureyşlilerin “gerekeni yapacakları” konusunda uyarmışlardı.

Medineli Müslümanların bu isteklerin hiçbirisini kabul edemeyeceği açıktı. Cahil veya acemi bir yönetici, son satırı “gerekenin yapılmasını” konu alan ültimatomu görmezden gelebilirdi, fakat Peygamber (sav) sonraki kuşaklara da bir örnek teşkil etmek ve kendisinden sonra gelecek yöneticilere böyle bir durumda güçlü bir düşman karşısında nasıl hareket edileceği ve millî menfaatlerini korumak için ne yapılacağı hususunda rehberlik etmek zorundaydı. Peygamber (sav) bu nedenle bazı tedbirler aldı. İlk tedbir yeni bir beldeye elleri boş halde gelen fakir mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamaktı. Böyle bir durumda sorunlar ve zorluklar çok fazladır. Modern dünyamız bile, bu kadar geniş kaynaklarına rağmen mültecilerin bütün problemlerini çözmekten aciz kalmaktadır.

Medine’ye hicret edenlerin sayısı başlangıçta, muhtemelen birkaç yüz kadardı, fakat o zamanki kaynaklar çok sınırlıydı. Medine gibi küçük bir kasabada birkaç yüz kişiye kalıcı barınaklar ve geçim imkânları bulmak hiçbir şekilde kolay sanılmamalıydı. Bu, günümüzde bir milyon kişiye iskân sağlamaya denk bir olaydı. Fakat Peygamber (sav), nübüvvet feraseti ve siyasî basiretiyle meseleyi hemen çözüme ulaştırmıştı. Medine’nin nispeten zengin olan kişileri ile Mekkeli Muhacirlerin (aile reisi) temsilcilerini bir araya topladı.

Hz. Peygamber (sav) Ensar’a (yani Medineli İslam yardımcılarına) seslenerek; Mekkeli Muhacirlerin onların iman kardeşleri olduğunu, onların İslam uğruna yurtlarını-yuvalarını terk ettiklerini hatırlattı. Bu nedenle, onlara yardım etmek Medineli Müslümanların, imani ve insani sorumluluklarıydı. Peygamber (sav) her Medineli Muhacir ailenin Mekkeli Muhacirlerden bir aileye kucak açmasını teklif buyurmuşlardı. Bu “kardeşlik fikri”, ev sahiplerinin cömertliğiyle hayat sürmek ve başkasının sırtından geçinmek isteyen parazitleri teşvik için değil; öz-saygıya ve dayanışmaya sahip bir aileyi genişletmek amaçlıydı.

Peygamber (sav); iki kişilik bir ailenin bundan böyle iki kişiyi daha içine alacağını, her ikisi de çalışacağı için gelirin de iki katına çıkacağını ve yaşam standardının aynı düzeyde kalacağını hatırlatmıştı. Hiç kimse diğerinin sırtında bir yük olmayacaktı. Herkes bu teklifi memnuniyetle karşılamıştı. İşbirliği ve kardeşlik ilkesi, kendi başlarının çaresine bakabilecek birkaç yüz ailenin problemini kısa zamanda çözmeye yaramıştı. Bu problemin çözülmesinden sonra, zenginlerle fakirler arasındaki ayrım ortadan kalktı. Hem Muhacirler, hem de onların Medine’deki ev sahipleri tek cemaat halinde kaynaştı. Bir mülteci ile o beldenin insanı arasındaki farklılık artık ayrılık ve bölünme meydana getirici olmaktan çıkmıştı.

Bu ciddi problemi halleden Peygamber (sav) diğer bir problemi ele aldı. Hicretinden önce Medine’de devlet ve düzen disiplini bulunmamakta, halk kabile taassubu ve güçlülerin tasallutu altında yaşamaktaydı. Yaklaşık otuz kabile vardı ve her kabile kendi başına buyruk ve bağımsız davranırdı. Bu ise sürekli sürtüşmelerine yol açmaktaydı. Medineli Ensar’ın iki ana kabileden, yani Evs ve Hazrec’in aralarında yüz yirmi yıldır süren bir iç savaş vardı. Böyle bir durumda ortak bir yönetime sahip olamayacakları açıktı. Medine’de, bu Arapların yanı sıra başka topluluklar da yaşamaktaydı. Bunların en önemlisi Yahudi kabileleriydi. Sayıları birkaç bin dolayında olan Yahudiler nüfusun yaklaşık yarısını teşkil ediyorlardı. Kesin kuvvetleri bilinmeyen az sayıda da Hıristiyan da vardı. Bir görüşe göre sayıları on beş, diğer bir görüşe göre ise elliydi; fakat hepsi Evs kabilesine mensup insanlardı.

Bir Devlet İhtiyacı

Böylesine başıboş bir toplulukta devlet kurabilmek imkânsız sanılmaktaydı. Fakat devlete gerçek anlamda ihtiyaç vardı. Bir kardeşlik bağı tesis ederek mültecilerin problemini çözdükten sonra, Hz. Peygamber (sav) Medine’deki Müslüman ve Yahudi gruplarının hepsine temsilciler yolladı. Sahih-i Buharî’de, bir sahabi olan Enes’e dayanılarak, toplantının onun babasının evinde yapıldığı anlatılır. Hazır bulunanların arasında Yahudilerin ve Arapların temsilcileri vardı. Arap temsilciler Muhacirleri olduğu kadar Müslüman ve gayrimüslim Evs ve Hazrec kabilelerini de temsil konumundaydı. Hz. Peygamber (sav) bu topluluğa şu şekilde seslendi:

“Siz, şu anda, birbirinden tamamen bağımsız muhtelif kabilelere bölünmüş durumdasınız ve bunun sonucunda da herhangi biriniz dışarıdan bir düşmanın saldırısına maruz kaldığında diğerleriniz tarafsız kalmakta ve o kabile de işgalcilerin hücumuna dayanmak zorunda kalmaktadır. Bu ise yenilgiye ve teker teker bütün kabilelerin imhasına yol açmaktadır. Oysa hepiniz birleşip tek bir yönetim kurmanız ve düşmanınız karşısında Medine’nin bütün kabilelerinin ortak savuna gücünü oluşturmanız daha iyi olmaz mı? O halde, işte size; düşman karşısında güvenlik sağlayacak ve imzalayanların hepsinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak bir anlaşma öneriyorum; bu hepimizin ortak çıkarları icabıdır.”

Teklif son derece akılcı ve barışçıydı. Bütün veya en azından çoğu kabileler bu teklifi onaylamıştı. “Çoğu” kelimesini bilerek kullandım, çünkü Evsli dört kabile başlangıçta buna yanaşmamıştı.

Medine halkının temsilcilerini toplamanın başka hedefleri de vardı. Medine Anayasası olarak bilinen anayasada, herkesin katıldığı başka bir madde daha bulunmaktaydı. Çoğu meselelerde kabileler eski özerkliklerini korumaktaydı, fakat birkaç hususta yetkiler merkezi bir yönetime bırakılmıştı. Merkezî hususlardan birisi de savunmaydı. Savaş ve barışın bölünmez olduğu açıklanmıştı. Kabileler bundan böyle tek başına savaş açamayacak veya barış yapamayacaklardı. Savunma kolektif bir sorumluluğa dönüşmüş bulunmaktaydı. Bu, dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı bir sigorta niteliği taşımaktaydı.

Yargı konusunda, kabile sistemi büyük ölçüde aynen kalmıştı. Bununla birlikte, farklı kabilelere mensup tarafların ihtilafı halinde, davanın merkeze havale edilmesi kararlaştırılmıştı. Tabir caizse “temyiz” mahkemesi ortaktı ve bu yeni site devletinin fiili yöneticisi Hz. Muhammed Aleyhisselamdı. Anlaşmaya din hürriyeti konusunda da bir madde katılmıştı. Yahudiler kendi dinlerini, Müslümanlar da kendilerininkini uygulayacaktı. Ve din tabirinin içine hukuk, adalet vs. gibi kurumlar da alınmıştı.

Bu vesika, hepsi de gelecek nesiller için muhafaza edilmiş olan elli iki maddeden oluşmaktaydı. Bunun, İslam Devletinin ilk yazılı Anayasası olduğu açıktı.

Hz. Peygamber Efendimizin, öyle dayatarak değil, ama diplomatik bir siyasetle “Kendisinin, Medine’deki farklı din ve kökenlere bağlı kabileler arasındaki ihtilafların çözümünde son karar makamı” olarak kabulünü sağlaması ve Medine site devletini çok başlılıktan tek başlılığa kavuşturması olayından alınacak tarihi dersler vardır. Bunların en önemlisi ise, herhangi bir devletin ve hareketin ancak tek bir merkezden yönetilmesi, birlik ve dirliğin sağlanıp korunması için bir tek idareye-hükümete yetki verilmesi gereğinin ortaya konulmasıdır. Atalarımızın: “Bir vücuda iki baş divanelik; bir kadına iki yoldaş kepazeliktir” sözleri oldukça anlamlıdır.

Hatta Hz. Peygamber Efendimizin bu birlik ve dirliği bozmaya yeltenen ve saldırgan Mekke müşrikleriyle gizli işbirliğine ve hıyanete yönelen Beni Kureyza Yahudilerinden, suça ve savaşa iştirak eden 700 (yedi yüz) kadar kişinin öldürülmesine izin vermesi, “vücudu kurtarmak için kangrenleşen uzuvları kesmek gerektiği” anlamındadır.

Osmanlılarda bir dönem “Devletin düzeni ve disiplini yıkılmasın, milletin birliği ve dirliği dağılmasın, fitne ve fesat çıkaranlara fırsat tanınmasın diye:

“Fitne, katletmekten daha şiddetli ve tehlikelidir” (Bakara: 191) gibi ayetlerin işaret ve icazetine dayanılarak, kardeş katline bile izin verilmesi de işte bu maksatladır.

Haçlı ülkelerin ve yerli fesatçı ve fırsatçı çevrelerin sürekli kışkırtmaları ve Osmanlıyı içten yıkma çabaları karşısında Sultan 1. Murad’ın “ikilik çıkaran ve isyana kalkışan veliahtların gerekirse öldürülmesi” yolundaki vasiyeti ve Sultan Fatih’in bunu kural haline getirmesi, kuru bir saltanat sevdasıyla değil, devletin bekası ve milli huzurun sağlanması için alınmış acı kararlardır. Örneğin, Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşını kaybetmesi üzerine yaşanan fetret dönemindeki saltanat kavgalarında on binlerce seçkin ve yetkin insan birbirini kırmıştır. Bu nedenle “Binlerce kişinin telef olmasından ve devletin dağılmasındansa, bir kişinin bertaraf edilmesi evladır” kanaatiyle dönemin en önemli âlimleri de bu uygulamayı, çok özel şartlar ve ihtiyaçlar çerçevesinde caiz bulmuşlardır. Osman Gazinin Şeyh Edebali, Orhan Gazi’nin Dursun Fakih, 1. Murad’ın Molla Fenari, Sultan Fatih’in Molla Gürani ve Akşemsettin Hazretleri, Kanuni’nin Ebu Suud Efendi ve Yavuz Selim’in Zembilli Ali Efendi gibi asil ve adil ulemaya danıştıkları, hatta pek çok padişah fermanının bu yüksek cesaret ehli âlimlerce geri alındığı da unutulmamalıdır. Ve tabi her tarihi karar ve olay ancak kendi döneminin şartları ve ihtiyaçları kapsamında ele alınmalıdır. Sultan Orhan’la kardeşi Alâeddin’in tarihi uzlaşmalarını şair şöyle özetleyip anlatmaktadır.

“Bir bedende, bir tek baş

Bir sapanda, tek bir taş

Bir avret’e, bir koca

Bir devlete, bir sultan

Bir göze, yeter bir kaş”

Muhsin Bozkurt Hocamızın dediği gibi: Şu çelişki, açık bir art niyet, belki de hıyanet gösterisidir:

Hem küreselleşme, globalleşmeden yani hem bütün dünyayı birleştirmekten bahsedenler, sonra da kalkıp Türkiye’yi teşkil eden fert ve kavmiyetlerin baş kaldırmasını, bütünden âdeta kopmasını, Kürdistan kurulmasını istemektedir.

Bu istekle binilen dal kesilmektedir, dağınıklık ve perişanlıktan çıkıp, aynı inanç ve amaç etrafında birleşerek, tarihi bir terkip / sentez ve milli bir birlik oluşturarak yepyeni bir kimlikle geleceğe yürüyen bir toplum; şimdi dağıtılıp parçalanmak istenmektedir.

İyi düşünmek, nerelere çekilmek istendiğimizin bilinç ve şuurunda olarak silkinip, bir an evvel kendimize gelmemiz gerekir. Çünkü her millet; aynîlikleri olan her halk; binlerce bireyden meydana gelir. Bu fertlerin azımsanamayacak sayılara varan büyük bir kısmı yabancı menşeli olabilir. Çünkü her millet birçok farklı kavimlerden meydana gelmektedir.

Ama yeni oluşumlar; farklı adlanış, değişik ve ilave sıfat ve meziyetler kazanarak, yepyeni bir hüviyet ve kimlikle içinde yer aldığı milletle özdeşleşir. Artık ayrı bir atmosferde, bambaşka bir âlemde yaşamaya ve kaynaşmaya karar vermişlerdir.

Giderek; hayatına daha da yenilikler katılacak, içinde yer aldığı toplumun bir üyesi olarak, artık yeni ülkenin ferdi, yeni mahallin yeni bir bireyi olarak bilinecek ve baş tacı edilecektir. Geldiği yeri unutmasa da bundan böyle yeni makamında ileriye doğru gelişecek yolculuğuna devam edecektir. Artık o tek başına bir şey değil; katıldığı, parçası olduğu milletin aslî / asıl unsuru olarak çok şeydir. Belki / belli ki her şeydir.

Artık hayatiyeti burada, bu yeni oluşta bu yeni millet arasında bu yeni ülke-devlet içindedir. Geldiği yerde kalan uzantıları, orada varlığını sürdürürken -eski hâlini unutmasa da- o artık burada yeni şekli, yeni rûhu ve yeni biçimiyle geleceğe doğru emîn adımlar atmaya devam edecektir.

İşte millet böyledir. Aslî unsura katılıp onunla bir ve beraber olarak devam eden, varlıklarını sürdüren insanlardan müteşekkildir.

Milletin oluşu, tıpkı dilin oluşması gibidir. Çünkü her dil, her lisan, binlerce sayısız kelimelerden meydana gelir. Bu kelimelerin azımsanamayacak sayılara varan büyük bir kısmı yabancı kaynaklı olabilir.

Bununla beraber artık hariçten gelen yeni kelimeler; farklı söylenişler, değişik ve ilavelerle yeni anlamlar kazanarak yepyeni bir hüviyet ve kimlikle o dilin öğeleri ve üyeleri haline gelmişlerdir. Artık ayrı bir atmosferde, bambaşka bir lügat ve sözlükte yer alarak varlığını sürdürecektir.

İşte ferdin; varlığını millet içinde görmeyip; devlet çatısı altında bilmeyip, yalnızlık ve tek başına ayrı / farklı oluşta görenler; milleti farklılıklar topluluğu sanıp, millete terkip değil de, (mozaik) gözüyle bakanlar; hem ferdi / bireyi hem de milleti çözülüşün eşiğine getirmişlerdir.

“Atalarımız, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelinceye kadar, nice topluluklarla bir araya gelmiş, evlenip akrabalıklar tesis etmiştir. Yani hiçbirimiz safkan olduğunu iddia edemeyecektir. Ve zaten Milletimizin gücü de, güzelliği de buradan gelmektedir. Alt kimlikmiş, üst kimlikmiş, bunların hepsi kasıtlı ve kışkırtıcı söylemlerdir.

Şimdi, Ordu’da herkes er olsa veya herkes komutanlığa soyunsa işler yürümeyecektir. Resmî bir dairede, herkes memur olsa, hiç âmir olmasa veya herkes orada müdür olsa, işler görülmeyecektir.

Kâinatta her şey bir tekâmül, bir gelişme içindedir. Herkes ve her şey, keyfiyetine göre bir yerde ve bir hâldedir. Ki buna adalet denir. Yani herkes ve her şey lâyık olduğu yerdedir. Ederi kadar değer alır ve kabiliyeti nispetinde önemlidir.

Bu bakımdan, kâinatta eşitlik değil, adalet geçerlidir. Eşitlik; haksız ve liyakatsizler karşısında; haklı ve liyakatli olanlara zulüm demektir. Çünkü herkes, sâdece adâlet karşısında eşittir. Yani erkek ve kadın, fakir ve zengin ancak, kanun karşısında eşittir.

Kavimler de böyledir. Tarih sürecinde birbirleriyle yoğrula yoğrula, karışa karışa, oluşa oluşa, bir yere gelmeleri, bir mevki elde etmeleri, yani bir şahsiyet edinip bir kimliğe bürünmeleri, imtihanın cilvesi ve ilahi adaletin gereğidir.

Böylece kavimler, maddeten ve manen kaynaşıp gelişerek, kutsal bir din, ortak bir dil ve kültür etrafında, aynı vatanda, sevinç ve tasada kader birliği etmekte, aynı ad ve sanla, millet olarak tarih sahnesinde yer edinmektedir.

Bu, iradî değil tabiî bir sürecin neticesidir. Ortaya çıkış artık bir karışım değil, bir oluşum sürecidir, terkiptir ve sentezdir. Bölünemez, parçalanamaz bir bileşimdir. Yani mozaik değildir.

Aksi, yok oluşa gidiştir. Ayrılanın intiharı sayılır, çünkü bu, kendini berhava ediş; sürüden ayrılış; kurda kuşa yem oluş demektir.

Elbette arı dil olmadığı gibi, arı millet de gösterilemeyecektir. Ayniyetlerin etrafında kenetleniş, millet şuuruna eriş geçerlidir. İnsanların şahsiyetini, dolayısıyla milletlerin şahsiyet ve kimliklerini, maddeleri değil maddelerine de çeki düzen veren manaları belirlemektedir.

Bu, doğuştan ziyade oluş birliğidir. İşte biz, bu oluşa sahip çıkıyor, onun korunmasını istiyoruz. Geleceğimizi de, bunun dağılmamasında görüyor, mutlu hedeflere bu ruhla ulaşacağımıza inanıyoruz. Bunu “Millî Birlik” olarak niteliyor ve savunuyoruz.

Kimsenin kanına, kemiğine bakmıyoruz. Kimsenin derisini, rengini mesele etmiyoruz. Kimsenin geçmişini kurcalamıyor, kimsenin mazisini sorgulamıyoruz.

Şu an, üstünde yaşadığımız vatan bir olduğu için, bugün konuştuğumuz ortak bir dilimiz bulunduğu için, umumiyetle aynı inanç, amaç ve ihtiyaç potasında eridiğimiz için, milliyetimiz bir diyoruz.

Bu nedenle ey Türkler ve Kürtler!

Ve ey başka köken ve kültürden farklı kimlikler!

Siz, terörü söndürseniz, belli kesimlerin istediklerini yerine getirseniz, terör tekrar başlamayacak mı sanıyorsunuz? Daha doğrusu, başlatılmayacak mı zannediyorsunuz?

Çünkü hedef Kürtler veya bunlara eklenecek şu veya bu etnik kesimler olduğuna inanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Terör; bunların sorunlarını halletmek için çıkarılmış değildir. Asıl hedef Türkiye’nin bölünmesi, milli birlik, dirlik ve düzenin bitirilmesidir.

Bunu niçin anlamak istemiyoruz? Evet, hakikî hedef bütün ülkemiz, milletimiz ve devletimizdir. Ama göstermelik hedef ise bugün Kürt kardeşlerimiz, yarın Laz, Çerkez, Gürcü gibi diğer kardeşlerimizidir.

 


[1] 22 Haziran 2012, Milli Gazete

 

KAYNAK:

http://www.millicozum.com/mc/ekim-2012/milli-birlik-ve-dirlik-bo

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi