Anasayfa » LAİKLİK VE ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISI

LAİKLİK VE ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISI

Yazar: yonetici
0 Yorum 81 Görüntüleyen

LAİKLİK VE ATATÜRK’ÜN
BAKIŞ AÇISI

  Dünya üzerindeki yüzlerce devlet
içerisinde “Laiklik” ilkesini anayasasına yazan iki ülke vardır, Fransa ve
Türkiye.

Bunlardan Fransa, Laikliğin tarifini ve uygulanış biçimini de belirlemiş,
din ve vicdan özgürlüğüne garanti getirmiştir. Laikliğin, din düşmanlığı
şeklinde uygulandığı, gerçek tanımının yapılmadığı ve hele çağdaş ve demokratik
devlet modelinin vazgeçilmez şartı sayıldığı tek ülke ise, maalesef Türkiyedir.

Karanlık kafalı devrim yobazları, bazı çağdışı uygulamalarına
dokunulmazlık ve tartışılmazlık kılıfı geçirmek için de Laikliğin bugünkü
tatbikatını “Atatürk’ün eseri ve demokrasinin vazgeçilmezi” şeklinde göstermeğe
ve Atatürkçülükle, bu yanlış laiklik anlayışını özdeşleştirmeye gayret
etmektedir.

Hâlbuki Laiklik ilkesini ve hele bugünkü tatbikat ilkelliğini Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasına koyan Atatürk değil İsmet Paşa olduğu gerçeği, kasıtlı
olarak milletten gizlenmektedir.

Atatürkün 3 ciltlik “Nutuk” kitabını baştan sona okuyunuz. Tek bir yerde
“Laiklik” kelimesine rastlayamazsınız.

Özel mektuplarını, söylevlerini, değişik konulardaki görüşlerini derleyen
bütün yayınları karıştırınız. Atatürk’ün laiklikle ilgili hiçbir beyanını
bulamazsınız. Bulamazsınız çünkü yoktur…

“Laikliği” Recep Pekerle anlaşarak 1936 yılında CHP programına sokan,
Atatürkün sirozun pençesine düştüğü 1937lerin sonunda, Anayasaya yazdıran İsmet
İnönüdür. Kendi can derdine düştüğü o dönemlerde Atatürk, bu tür
düzenbazlıkların farkına varacak veya karşı koyacak durumda değildir.

Her hususta batıyı örnek alan taklitçilerin Laiklik konusunda böylesine
garip ve acayip bir uygulamayı tercih etmeleri, bunların gerçek ayarını
göstermesi bakımından anlamlı ve önemlidir.

Bunların mantığına göre Anayasalarına Laiklik ilkesini koymayan Amerika,
Almanya, Hollanda, İngiltere, İsviçre gibi ülkelerin gayrı demokratik ve çağ
dışı sayılması gerekir. Oysa ABD Anayasası Allaha şükür ederek başlamaktadır.

Medeni hukukunu kopya ettiğimiz İsviçre anayasasının ilk bölümünü dua ve
teşekkür ifadeleri kapsamaktadır. Hayranı ve kurbanı oldukları İsrail
anayasasının maddeleri ise Tevrat hükümlerinden oluşmaktadır.

Ne kadar acı ve alçaltıcı bir durumdur ki, Türkiye’de Lozan Antlaşmasıyla
azınlıklara verilen hak ve hürriyetlerden, bu ülkedeki Müslümanlar maalesef
mahrum bırakılmıştır. Ve tabi her toplum layık olduğu idareyi bulmaktadır.

Yıllar önce Ankaradaki Hacı Bayramı Veli Türbesi yakınındaki köhne
çayhanede oturan, o civarın meşhur divanelerinden birisi, Kuran okuyarak
türbeyi ziyarete gelenlerden para koparanları göstererek “Bunların Hacı Bayramı
Veli Hazretlerine ne sevgileri ne de saygıları yoktur. Bunlar Hacı Bayramın
hatırasını sağıp sömürüp duruyorlar” demişti.

Aynen bunun gibi, Laikliliği laçkalaştıran ve demokrasiyi despotlaştıran
pek çok yobaz ve hokkabaz da yıllardır Atatürk’ü istismar ede ede, sömüre
sömüre geçinip gidiyorlar…

Ne yapsınlar, geçim dünyası…

İslam Dini Diriliş Dinamiği ve Stratejik Güç Birliği Disiplinidir:

Bütün mazlumlar dünyası ve özellikle Ortadoğu ve ülkemiz için İSLAM;
Sadece manevi ve ahlaki disiplin sağlayan bir din değil, aynı zamanda bir
diriliş ve direniş dinamiğidir. Ve hele ülkemizin her yönden kıskaca alındığı,
kolunun ve kanadının kırılmaya çalışıldığı böylesine kritik bir süreçte,
İslamiyet’in milletimiz ve geleceğimiz açısından, hayati derecede gerekli ve
stratejik bir önem taşıdığını fark edemeyen bazı askeri ve siyasi yetkililerin…
Marazlı sivil örgüt ve Sendika temsilcilerinin; İmam-Hatip ve başörtüsü
konusunda ve YÖK kanununda sergiledikleri sorumsuz ve seviyesiz tavırların,
sadece dinimize değil, aynı zamanda devletimize karşı da bu suikast anlamı
taşıdığını kabul etmemiz gerekir.

AKP’nin zevahiri kurtarmaya ve teşkilat ve tabanını rahatlatmaya yönelik
samimiyetsiz girişimleri de… Buna karşın AKP’ye mazeret kazandırmak hatırına,
ordumuzu din düşmanı göstermeye yarayacak Genel Kurmay demeçleri de; bırakın
tarihi ve vicdani sorumluluk bilincinden… Hatta dünyanın gidişatını ve
ülkemizin çıkarlarını düşünüp değerlendirecek asgari bir şuur ve kavrama
yeteneğinden de, maalesef mahrum olduklarını göstermektedir.

Tony Blair’in, Türkiye’ye gelip “AB’den tarih alabilmemiz için, ABD’nin
isteklerine boyun eğmemiz, Afganistan ve Irak’a asker göndermemiz gerekir”
yolunda tembih ve tekliflerde bulunması…

Komünizmin yıkılışından sonra, İslam’ı düşman seçen NATO’nun bu yeni
statüsüne resmiyet kazandıracak zirve toplantısının İstanbul’a taşınması ve
İslam âlemine yönelik BOP projesi çerçevesindeki kuşatma hareketinde
Türkiye’nin taşeron olarak kullanılması…

Ve Genel Kurmay’ın İstanbul’daki zirvede, NATO’nun Afganistan ve Irak’a
birer tugay asker göndermemizi istemesi olasılığına karşı daha şimdiden
hazırlıklara başlaması; açıkça ortaya koymuştur ki mutlaka potansiyel değer ve
dinamiklerini devreye sokup kabuğunu kırması ve lider konumuna çıkması gereken
Türkiye’mizin, bu körlenmiş beyinler ve köleleşmiş bireylerle, artık yoluna
devam edemeyeceği kesindir.

Ne demokrasi, ne bürokrasi… Ne Avrupa Birliği, ne çağdaşlaşma
seferberliği… Bunların hiçbirisi, ne ülkemizin güvenliğinden ne de milletimizin
geleceğinden daha önemli değildir.

Bir zenci düşünürün: “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde, onların
İncilleri ve kiliseleri, bizim ise arazilerimiz ve madenlerimiz vardı… Şimdi
ise onların çiftlikleri ve maden atölyeleri vardır. Bizim elimizde ise sadece
İncillerimiz kalmıştır.” Dediği gibi.

Batılılarda; Bize laiklik ve demokrasi verip, karşılığında hürriyetimizi,
haysiyetimizi, ülkemizi ve geleceğimizi elimizden almaya çalışmaktadır. Ve bu
yolda çok önemli ve tehli mesafeler almışlardır.

Artık solcu-sağcı, dinci-devrimci gibi farklılıkları bırakıp… Ülkücü,
Milli görüşçü, Atatürk’cü… Gibi ayrılıkları aşıp ve barışıp, yeni ve Adil bir
Medeniyet merkezi olacak Türkiye’yi bu badireden kurtarmamız lazımdır. Yoksa
batacak gemi ile birlikte hepimizin boğulması kaçınılmazdır.

·   Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin hız kazanması,

·   Her tarafta kiliselerin açılması,

·   AB’nin Kürtleri, Lazları, Çerkezleri de azınlık
sayması,

·   AB’nin 2001 ilerleme raporunda Alevi vatandaşlarımızın
“Müslüman azınlık” diye tanıtılması,

·   “Dinler arası diyalog” ve “Layt ılımlı İslam”
safsatalarıyla beyinlerin bulandırılması çalışmalarını yürüten dış güçlerle,

İmam-Hatiplere ve başörtülülere savaş açan içimizdeki işbirlikçilerinin,
aynı karanlık merkezlerin kiralık memurları olduğu açıktır.

İşte bunun için diyoruz ki; Kuvay-ı Milliye’nin, yeni kurtuluş mücadelesi
mutlaka lazımdır ve inşallah zafer müjdesi yakındır..

Mustafa Kemal Atatürk’ün;

“Durumumuzu düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün
işlerimizi onların arzusu istikametinde yapmak ve her hususta onların peşine
takılmak gerektiği gibi yanlış ve hayırsız fikirler ileri sürülmektedir.
Halbuki, böyle sadece yabancıların öğütleri ve projeleri ile yükselebilmek
mümkün değildir. Mali (ekonomik) bağımsızlık olmadan, siyasi ve milli
bağımsızlık göstermeliktir.” (1922)

“Biz “gidişatımızı ve toplum hayatımızı yabancıların tavsiye ve
takdirlerine uydurmak gerektiği” görüşünü bir zillet ve zafiyet kabul
ediyoruz.”

“Avrupa’nın en ileri devletleri, Osmanlı Türklerinin gerilemesi ve
çökmesi sayesinde ortaya çıkmış ve güç kazanmışlardır. Batılılar bugünde; kendi
kârlarını Türkiye’nin zararından ve hatta yıkılmasında aramaktadır. Ve
Türkiye’yi yıkma konusunda, kendi aralarındaki çekişmeleri bırakıp, ittifak
kurmuşlardır.

Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bazı bahanelerle müesseselerimize,
mekteplerimize, ticaret ve sanayimize sızmışlardır.

Unutmayınız ki, himaye altına giren bir ülke gerçek hâkimiyetini
kaybetmiş sayılır. Bağımsızlık ve egemenlik bir bütündür. Siyasi, iktisadi ve
içtimai her yönden bağımsız olmayan bir devletin geleceği karanlıktır.”[1]

Şeklindeki kesin ve keskin uyarılarını göz ardı eden sahte
Atatürkçülerin, AB’ye ve ABD’ye teslimiyet yolundaki gayretleri de, tam bir
karakter hamlığı ve kabiliyet noksanlığıdır.

İstanbul’u 3’e bölme planı yapılıyor:

Yeniden Misak-ı Milli Dergisinin Konya Şubesinde düzenlenen, Türkiyede
Misyonerlik Faaliyetleri konulu konferansta konuşan Türk Ortodoks Patrikhanesi
Basın ve Halkla ilişkiler Sorumlusu Sevgi Erenerol, açılması gündeme gelen
Heybeliada Ruhban Okulunda militan yetiştirilip, Anadoluya yayılacağını duyurdu.
Erenerol, “Yunanistanda bir papaz okulu var, isteseler oradan öğrenci
yetiştirip getirebilirler. Ama bunların amacı papaz yetiştirmek değil. Burası
onların Osmanlıdan beri harp okullarıydı, orada militan yetiştiriyorlardı. Bu
şekilde okulu tekrar faaliyete geçirip, Anadolunun her tarafına bu
yetiştirdikleri papazları göndermeyi düşünüyorlar. Bu şartlar altında, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin buna izin vermesi, intihar olur. Ne yazık ki son
günlerde, Avrupa Birliğinin ilerleme raporlarında, Amerikadaki din
ilişkileriyle ilgili hazırlanan raporlarda devamlı ruhban okulu konu ediliyor.
Resmen bir dayatma başladı ve giderek bastırılıyor. AKP ise, bu baskılardan
kurtulması için maalesef okulu açmaya sıcak bakıyorlar” tespitinde
bulundu.

Fener Rum Patriği Bortholomeosun Türkiyenin başına sorun olmaya
başladığını savunan Erenerol, “Bu adam sadece dine ihanet etmiyor.
Ortodoksların hepsini satıyor ve aynı şekilde Türkiyeye de çok büyük bir sorun
olmaya başlıyor. Şu ana kadar kimse bu papaza sen ne yapıyorsun, niye ortalığı
karıştırıyorsun diye sormuyor. Son olarak emrivaki ile yurt dışından 6 tane
metropolit getirdi. Onun görüşeceği en yüksek devlet memuru Fatih Kaymakamıdır.
Bırakın Fatih Kaymakamını, İstanbul Valisini bile takmıyor. O direkt olarak ya
başbakanla ya Dışişleriyle görüşüyor. O da mecbur olduğu için, sorunlarını
birine açması gerektiği için böyle davranıyor. Yoksa görüştüğü ya Bush oluyor
ya Schröder ya da Blair” Çünkü kendisini ekümenik başkan sanıyor..

Erenerol, İstanbulun bir Amerikan çetesi tarafından 3e bölünmek istendiği
iddiasında bulundu. Tansu Çillerin başbakanlığı döneminde, bu olayın basına da
yansıdığını hatırlatan Erenerol, şunları söyledi: “Amerikanın başındaki
çetenin bütün istediği, İstanbulun 3e bölünmesi. Bir zamanlar 50 milyar dolar
teklif etmişlerdi. İstanbul eğer 3e bölünürse, daha rahat idare edilir ve
Türkiye’nin parçalanması kolay hale gelir düşüncesindeler” diye konuştu.

Son yıllarda yabancı dil öğrenilmesi için herkesin İngilizceye
yönlendirildiğini belirten Erenerol, şunları söyledi: “Sadece okullarda
değil, mecliste bile milletvekillerine dersler veriliyor. Amaç, Türk insanının
bilgili olması, yabancı dil konuşması değil. Yarın öbür gün efendiler
emrettiğinde, biz köleler, onların direktiflerini yerine getirirken konuştuklarını
anlayalım diye bunlar yapılıyor. 100–150 kelimelik İngilizce öğrenmek için
mecbur ediliyoruz. Din de aynı şekilde yozlaştırılıyor. Onların bir tek dini
var, bütün insanlığı bu Siyonist dinine ve mason tarikatına sokmak için
uğraşılıyor..

Sevgi Erenerol, konferansta Trabzondaki Pontus faaliyetlerine de değindi.
Yunanistanın organize ettiği ekipler tarafından yıllarca Pontus faaliyetleri
yapıldığını, bunun önüne ise sadece Jandarma Komutanlığı ekiplerinin geçmeye
çalıştığını söyledi. Erenerol gibi bir Ortodoks Hıristiyan vatandaşımız bile,
“Trabzondaki Pontus faaliyetlerinin, Yunanistanın özellikle organize
ettiğini, Yorgo Andiaris adlı Yunan yazarın bir yıl içerisinde 47 kez Trabzona
gelip gittiğini…   Birçok çocuğumuzu kendi ülkesine götürüp devşirdiğini
ve bütün bu sinsi girişimlere sadece Jandarma’nın duyarlılık gösterdiğini”
söylerken, acaba devlet ve hükümet yetkilileri, başörtüsü takanların ve Kur’an
okuyanların laik takipçileri niye susuyor?

Bir ABD şirketinin, Kars’ta, “Kars Osmanlı Bölgesi Koruma Planı” adı
altında bir takım restorasyon hareketlerine ilişkin planından bahsediliyor.
Amaçları da şu: Kars’ı, “Kafkasya bölgesinin çok kültürlü, çok etnik gruplu”
geleceğin bir örneği haline getireceklermiş. Bu fonun Cizvit papazlarıyla,
Dünya Bankasıyla, sahipleri Yahudi olan bir takım inşaat şirketleriyle
ilgisinin olduğunu da yazmıştım. Bu organizasyonun Türkiye ayağında ise,
destekçiler olarak Britishe Concil, Goethe Enstitüsü, Soros’un açık toplum Ens.
AB’ye bağlı bir fon ve Rotary kulübü var.

Şimdi ve yeniden ve en radikal biçimde İstanbul üstüne oynuyorlar.
Kuşadası, “Galata Limanları” ve TÜPRAŞ’ı deve eden İsrailli Ofer ailesinin
Kuzey Irak’ta Kürdistan Yatırım Bankası’nı  kurduğunu biliyor muydunuz?
Kürdistan ve İsrail’in, BOP’un güneydoğu ayağı olduğunu? Erdemir’in, Türk
Telekom’un, limanların ele geçirilmesi Türkiye’nin bağımsız bir dış ve ekonomik
politika yürütmesini imkansız kılıyor. Ofer’ler bununla da kalmıyor, kumarhane
de işletiyorlar. Ofer’in Selanik’teki kumarhanesi Monte Carlo’dakileri geçmiş
vaziyette. Bunun kara para aklama demek anlamına geldiğini de bilirsiniz.

Star Grubuna ait yayın kuruluşlarını alan Can West’in de bir İsrail
kuruluşu olduğunu biliyorsunuzdur. Ayrıca militan bir tavrı var Can West’in.
Bundan kendi akrabaları sayılacak Reuters bile şikâyetçi. Reuters, kendi
haberlerini saptırıp Arap ve Filistin karşıtı ve İsrail yanlısı yayın
yaptığından bahsediyor Can West’in. Nerede mi? Kanada’da, Yeni Zelanda’da,
Avustralya’da, İrlanda’da… Ulusal radyo ve tv’lerde yabancı payının 25’i
geçmemesine dair yasalarımız var ama Can West buna aldırmıyor, bu yasanın
değişeceğinden emin.

13 Aralık salı günü gazetelerde şöyle bir haber çıktı:

“AB Kültür Başkenti Projesi ile Bizans’ı ihya ediyorlar.”

Bizimkiler AB’ye adaylık başvurusu yapmak üzere Brüksel’e gitmiş bile.
Belediye bütçesinden de kaynak gidecek, Avrupa fonlarından da yararlanacaklar.
Tamir edilecek eserlerin hepsi Doğu Roma ve Bizans eserleri. Listede 10 eser
var. Bunlardan 8’i 1985’te zaten, Unesco Dünya mirası listesine alınmış.
Dikkat ediyor musunuz “miras” meselesi burda da karşımıza çıktı. İstanbul’daki
tarihi eserler neden dünyaya kalmış miraslar olsun? Biz Balkanlarda, Arap
ülkelerinde, Afrika’da kalmış eserlerimiz üzerinde herhangi bir hak iddia
ediyor muyuz? Onlar, ayrıca, neden dünya mirası değiller? Kültürel miras, dünya
mirası, küresel miras… Yani biz vatanımızı kazanırken, hem de anlaşmalarla
değil, şehitler vererek kazanırken, üstlerinde ve altlarındaki zenginlikleri
bunlardan tecrit edici anlaşmalar mı yaptık? “Biz toprakları alıyoruz ama
üzerindeki tarihi eserlerle altındaki madenler bizim değildir” diye bir şerh mi
düştük?

Şimdi, Süheyl Ünver’in (büyük sanat tarihçimizdir) İstanbul Risaleleri
kitabından bir alıntı yapacağım:
“Fatih İstanbul’u alıp da alayla Ayasofya önüne geldiği zaman, derinden derine
bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi. Sakalları uzamış,
hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Keşiş huzura çıkarken korku içindeydi,
teskin ettiler.”

“Niçin hapsedildin?” diye sordular. Keşiş, remil attığını ve kuşatma
esnasında Kostantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp
alamayacağını bildirmek için remil atmasını söylediğini, Remil’de İstanbul’un
Türkler’in eline geçeceğini söylemesi üzerine de Kostantin’in kızarak onu zindana
attığını hikaye etti.”

“Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına
dair remil atmasını ve doğruyu söylerse ödüllendirileceğini bildirdi. Keşiş
remil attı ve şöyle dedi:

“İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak, lâkin öyle bir
zaman gelecek ki emlak ve arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul Türk malı
olmaktan çıkacak.”

Büyük üzüntü duyan Fatih, bunun üzerine ellerini kaldırarak “İstanbul’da
edindiğim yerleri ecnebilere satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar” diye
beddua etti.”

Ben İstanbul’un elimizden çıkması lafına değil, (Allah muhafaza buyursun)
emlak ve arazilerimizin ecnebilere satılması işine dikkat çekmek istiyorum.

Çekin ellerinizi şehirlerimizden[2]

Anayasaya Laikliğin, Türkçe Tanımı Yazılsın..

“Laiklik”in doğum yeri kabul edilen Fransa’da; başörtüsü sorunuyla ilgili
tartışmalar üzerine; “Laikliği araştırma” komisyonu kurulduğu TV. Haberlerinde
dinlemişsinizdir.

Yani Fransa bile, Laikliğin ne olduğu konusunda hala net bir tanım
yapabilmiş değildir.

Zaten Dünyanın hiçbir ülkesinde laiklik kavramının kesin ve açık bir
tarifi yapılamadığı gibi; adil bir tatbiki de gösterilememiştir.

Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını
yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir.

Çünkü kötü niyetli ve bozuk tiyniyetli bir kesim, İslam düşmanlığı
yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlâk kalmasını istemiştir. AKP’li Meclis
Başkanı Bülent Arınç’ın bu yoldaki teklifleri ise tamamen istismara ve gündem
saptırmaya yöneliktir. Çünkü anayasayı bile değiştirecek bir çoğunluk ellerinde
olmasına rağmen, hiçbir konuda ciddi cesaretli ve samimi bir tavır
göstermemişlerdir.

Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması
ise, yerindedir.

Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin
aynı mesafede kalması ise, güzeldir.

Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü
ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabiî ki gereklidir.

Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları
sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.

Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve
hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve
mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.

Ancak;

Laiklik; Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun
ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir
çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve
adetlerini hiç hesaba katmama, esas almama” şeklinde ifade edilmek isteniyorsa,
bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır Üstelik doğal ve
sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı
tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını
şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka
onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek
bulanamayacaktır.

 Ve bu açıdan, hâlihazır anayasamız da… Diyanet teşkilatı kurumu,
kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını
kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır?

Hâlbuki hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba
katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir
anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir.

Böyle yanlış ve tutarsız bir uyarlama ve uygulama:

·   Önce, Devlet-Millet barışını bozacak

·   Din-Devlet zıtlaşmasını ve çatışmasını doğuracak

·   Ülkede huzur ve güven ortamını sarsacak

·   Ekonomiden eğitime, yatırımdan üretime, sanattan
kültüre, her yönlü kalkınmayı ve hayırda yarışmayı ortadan kaldıracak

·   Ve nihayet o ülkeyi, dış güçlerin yarı sömürge sahası,
hükümetleri ise, uzaktan kumandalı kuklası durumuna sokacaktır…

Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise, maalesef, Türkiye’dir. Nİsan 2004’teki
Milli Egemenlik ve Siyaset Sempozyumu sırasında Recep T. Erdoğan’ın “Batıda bir
söz vardır: parayı veren akıbetine hâkim olur” ifadeleri; Türkiye’nin, IMF’nin
verdiği borç paralarla nasıl esir alındığının, bir nevi dolaylı itirafı
gibidir.

Laiklik bahanesiyle, başörtüsüne, İmam-Hatip lisesine sataşanların… Ve
gelişmeleri Kur’ani bakış açısıyla değerlendiren ve doğruyu söyleyenlere savaş
açanların, özellikle AKP iktidarı döneminde mantar gibi ve izinsiz olarak
çoğalan kiliselere ve masum bir din tebliği yerine, Türkiye’yi
sömürgeleştirmeyi amaçlayan misyonerlik faaliyetlerine niye ses çıkarmadıkları
üzerinde dikkatle düşünmelidir.

Zaten AKP bu gibi sorunları çözmenin değil, istismar etmenin peşindedir.
Ve yine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Denktaş’ın “Annan Planıyla
bağımsızlığımız elden gidiyor” sözlerine karşı “Hangi egemenlikten
bahsediyorsun… Bir kasa portakal satamıyorsun… Ülkende futbol maçları
yapamıyorsun” şeklindeki sömürge valisi tipi talihsiz tepkisi de bu AKP
hükümetinin ve faizci-IMF’ci ve AB’ci zihniyetin, Laiklik ve demokrasi
demagojileriyle ülkemizi ve geleceğimizi hangi karanlık neticelere sürüklemek
istediklerinin taze bir göstergesidir.

Öyle ise; acilen ve kesinlikle:

·   Evrensel hukuk kurallarına

·   Temel ve genel insan haklarına

·   Toplumumuzun tabii yapısına ve tarihi mirasına

·   Halkımızın inanç ve ahlak esaslarına

Uygun olarak, “Laiklik”in tanımı, ilgili ve ilmi otoritelerce mutlaka
yapılmalı ve bu Türkçe tarifi anayasamıza yazılmalıdır.

Ki, her önüne gelen, Laikliği keyfince yorumlamayıp yozlaştırmasın… Bu
laiklik, İslam düşmanlığı şeklinde uygulanmasın…

Savcılarımız ve hâkimlerimiz de, hangi temel yasalara ve hangi genel
esaslara dayanarak karar vereceği konusunda sıkıntı ve şaşkınlık yaşamasın…

Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Atatürk Tevhidi Tedrisat Kanununu, o
dönemde Türkiye’de yaygınlaşan ve kendi dilleriyle eğitim yapıp Hıristiyan
kültürünü aşılayan yabancı okulların tahribatından gençliğimizi kurtarmak ve
Milli Eğitim programıyla neslimizi koruma altına almayı amaçlamıştı.

Ama ondan sonra gelenler, Atatürk’ün çıkardığı bu yasayı, tam aksine
Milli ve Manevi eğitim veren İmam-Hatiplere karşı kullanmaya başladılar.

Batı’nın berbat oyunu:

Batı dünyası, Türkiye’yi yani Müslümanları yok etmek için önceleri
Avrupa’da Haçlı Orduları kurmuş ve Müslümanlara saldırmıştır. Bu saldırılarda
başarılı olamayınca; ardından-bin yıldır-sinsi ve siyasi planlar üretip
uygulamaktadır. Türkiye’deki son “Meslek Liseleri ve YÖK Sorunu” da bu saldırıların
bir parçasıdır.

Batı dünyasının Türkiye’de oynadığı ana oyunlar şunlardır:

1. “Halk sanayisi”ni oluşturarak sanayileşmede büyük adımlar atmış olanTürkiye’de,
bu gelişmeyi sabote etmek için Batı dünyasının uygulamakta olduğu taktiklerden
biri “özelleştirme”dir. Bu sayede ülkemizdeki sanayileşmenin hızı kesilmek
istenmektedir. Özelleştirme bahanesiyle sanayimiz sömürü sermayesinin eline
geçmektedir.

2. Batı’nın bir diğer taktiği ise on yılda bir çıkardığı “ekonomik
krizler”dir. Böylece yerli sanayimiz ve ülkemiz batarken, Siyonist ve
emperyalist merkezler korkunç vurgunlar elde etmektedir.

3. Bir üçüncüsü; “Avrupa (Gümrük) Birliği”dir. Böylece Türkiye AB’nin
eyaleti haline getirilecektir.

4. Dördüncüsü “IMF Politikaları”dır. Milletin kazancı IMF faizlerine
bile yetmemektedir.

5. Batı’nın son oyun ve taktiklerinden biri de “Meslek Liseleri Siyaseti”dir.

Bir ülkede esas nüfus “Meslek Liseleri”nden yetişir. Bunlar çalışarak
üretim yaparlar ve kalkınma böyle gerçekleşir. Bunlar kendi yüksek okullarına
giderek mesleklerinde ihtisas kazanırlar. Bunun yanında fakülteler vardır.
Fakültelerin yüksek okullardan farkı, meslekler arası düzenlemeleri de
yapabilmeleridir. Yani “doktor” olan kimse yalnız sağlıkla ilgili bilgilere
sahip olmaz; sağlığın yanında hukuka, tekniğe, siyasete ait bilgilere de malik
olur. Böylece meslekler arası koordinasyon sağlanır. Bunun için genel kültüre
ihtiyaç vardır. Bundan dolayı yüksek okullara meslekten gelenler alınır,
fakültelere ise düz liselerden öğrenci alınır.

Batı’nın oynadığı oyun sayesinde ülkemizde gerçekleşen en önemli
olumsuzluk,yüksek okulları da fakülte yaparak “meslek liseleri”nin
önünün kapatılmış olmasıdır. Böylece yüksek okullara darbe vurulmakla herkes
fakülteye gitmeye başladı ve bunun sonucunda ülkemizdeki sanayileşme
hareketi felce uğradı.

Batı’nın oynadığı başka bir oyun da şudur: Üniversiteleri yüksek
okullar seviyesine indirdi. Böylece sanayileşmedeki gelişme tamamen durdu.

6. Batı’nın oynadığı başka bir oyun; “İmam-Hatip Okulları” birer
meslek okulu olmadığı halde, onları meslek okulu içine soktu(rdu). Hiçbir
üretim yapmayan bu okullar masraftan başka bir işe yaramaz olsun istedi. Oysa
buralarda okuyanlar hem “İslam uygarlığı”nı hem “Batı uygarlığı”nı öğrenen
kimseler olarak, çağın üstünde bir varlık göstermeye başladılar. Bu da
Türkiye’nin kısa zamanda muasır medeniyetin fevkine (üstüne) çıkma çabasını
getirdi. Bu Atatürk’ün de hedefiydi…

İşte bu gelişmeye tahammülü olmayan ve bundan endişelenen Batı
dünyası ve içimizdeki piyonları, bu okulları çökertmek için bunları “meslek
okulları” içine soktu(rdu). Böylece, önce sadece memlekete yük, işe yaramaz,
insanları dinden de soğutan bir kadrolaşma durumuna sokmak, sonrada tamamen yok
etmek istedi.

İşin en korkunç yönü şudur. “İmam-Hatip Okulları”nı kapatabilirler veya
önünü kesebilirler. Bunu böyle yapmıyorlar. Olmadığı halde “İmam-Hatip Okulu”nu
da meslek okulu hâline getirdiler. Şimdi de onu bahane ederek bütün meslek
okullarının önünü tıkadılar. Türkiye’nin en önemli serveti olan ve milyonlarca
genç nüfustan oluşan öğrencilerini işsiz, güçsüz, kalitesiz öğrenci yığınına
çevirdiler.

Meclis’ten geçen kanun da yine Batılıların hazırladığı bir
oyundur. Ne “İmam-Hatip Okulları”nın, ne “meslek okulları”nın, ne de “düz
liseler”in bir işine yaramayacaktır.

Düz lisede “matematik” haftada on saat görülüyor, İmam-Hatip Okulunda
haftada iki saat görülüyor. Birinin puanı kırk, diğerinin on ama yine
İmam-Hatip Okullu onu geçiyor. Bu ne biçim düz lisedir? Bu ne kadar yetersiz ve
kalitesiz bir eğitimle neslimizin beyninin körletildiğinin, en açık
göstergesidir. Varın siz hesap edin. Üst seviyedeki bir bürokrat, aslında
övünülmesi gereken bu başarıyı örnek göstererek İmam-Hatip Okullarını daha
fazla ezmeyi öneriyor gibidir. Bu bürokrat acaba bu lâik okulların perişan
hâlini niye görmüyor. Bu memlekete şimdiye kadar hizmet eden ve bundan sonra da
hizmet edecek olan bu gençlerin bu şekilde okullarının önünü kesmek, Mustafa
Kemal’in dediği gibi “gaflet ve dalâlet” değil midir?

“Meslek Okulları Sorunu” “İmam-Hatipliler Sorunu” değildir;
İmam-Hatiplileri bahane ederek ülkenin gelişmesini, sanayileşmesini ve
kalkınmasını önlemektir. Ve daha da beteri, devletle milletin, ordumuzla
halkımızın arasına kin ve düşmanlık tohumları ekmektedir.

Batı dünyasının bu oyununa karşı, kurtuluş nedir?

Bunu ancak Millî Görüş ve Adil Düzen düşüncesiyle çözebilirsiniz.
Yeryüzünde yaşayan en büyük “bir bilen adam” olan Millî Görüş Lideri Prof.
Dr. Necmettin Erbakan’dan sorup öğrenebilirsiniz. Böylece hem devleti hem de
kendinizi kurtarabilirsiniz.”[3]

Sormazsanız, Allah diyor ki; “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi
nefislerine zulmettiler.”[4]

Yarım Atatürkçülük rejimden, yarım Lâiklik dinden eder

 Din ve diyanetten bahsetmek, tabu değildir. Bilindiği gibi
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, din hizmetleri, devlete verilmiştir. Bu
maksatla Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Vakıflar Genel
Müdürlüğü kurulmuştur.

Böyle olduğu için dini hizmetlerin, yeterli olup olmadığını, yeterli
değilse, yeterli hâle getirilmesi konusunu tartışmak, eleştirmek, denetlemek
bütün vatandaşlar için bir haktır ve bir vazifedir.

Bu ve buna benzer konular halkımız arasında, Sivil toplum kuruluşlarında,
TBMMde hükûmette ve Millî Güvenlik Kurulu’nda tartışılabilir ve
tartışılmalıdır.

Ama, ne gariptir ki şu yaşadığımız dönemde, bu konuları konuşmak giderek
ürkülecek, korkulacak, yanından değil uzağından geçilecek bir hale
getirilmiştir.

Gerçek Atatürkçülük, gerçek lâiklik bu değildir. Atatürkün din ve
diyânete ne derece önem verdiğine dair görüş ve sözlerinden birkaç çarpıcı
örnek verelim:

–”Milletimiz din ve dil gibi iki kuvvetli fâzilete mâliktir. Bu
fâziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve
alamaz.”

–”Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesaviyen öğrenmeye
mecburuz, her fert dînini, diyânetini, imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır. Orası da mekteptir.

–”Camilerin kutsal minberleri halkın rûhani, ahlakî gıdalarına en
yüksek, en verimli kaynaklardır.”

Atatürkün dine bakış açısı böyle olduğu halde, mesela, “Açık Öğretim
Fakültesi İlâhiyat bölümünü bitirenlerin diplomalarının arkasına (Sadece
Diyanet İşleri Teşkilâtı’nda, din hizmetlerinde çalışanlar için
geçerlidir” “Başka amaçlarla kullanılamaz ibaresi” yazılmasına
ne buyurulur?

Görülüyor ki, maalesef günümüzde kutsal din hizmetlerine bugünkü yarım
lâiklerin yaklaşımları, Atatürkün yaklaşımı gibi olmayıp bu görevlerin
onuruyla, şerefiyle mütenasip değildir. Bu davranış ve muamele, ne insan
hakları prensipleriyle ne de Anayasanın kanun karşısında kişi eşitliği hükmüyle
bağdaşabilir. Ayrıca Atatürkün başörtüsü konusundaki, görüşleri de bu yarım
laiklik anlayışıyla bağdaşmaz. Eğer devrim kanunlarının icaplarına uygun
düşseydi, Atatürk başörtüsü konusunda da bir kanun çıkarır bir yasak koyardı.
Ama ne o kanunlarda ve hatta ne de TBMMnin içtüzüğünde, başörtüsünü yasaklayan
bir hüküm getirilmiş değildir. Getirilmiş olsaydı, topyekün milletin analarına
ve bacılarına karşı saygısızlık edilmiş olurdu. Atatürk bu saygıyı
göstermiştir. Zira bu millet İstiklâl Harbi’nde erkeğiyle ve başörtülü
kadınlarıyla cansiperane cephelerde ve cephe gerilerinde tabi kıyafetleriyle
vuruşmuş ve birlikte kan dökmüş ve can vermiştir.

Ne demiştik, yarım lâiklik dinden, yarım Atatürkçülük rejimden eder.

Rejimimizin temeli de “Kayıtsız Şartsız Egemenliğin
Milletimize” ait olması şartına bağlıdır. Atatürkün egemenlik
anlayışı egemenliğin, başka devletlerle kısmen de olsa, paylaşılmasına asla
müsaade etmez. Yani egemenlik kesinlikle tecezzi ettirilemez.

Yarım lâikler ve yarım Atatürkçüler bu prensibin de dışına çıkarak
şehidlerin hakkı olan, şehid kanlarıyla kurtarılmış bulunan egemenliğimizin
AB’ye devri için hazırlıklara başlamış bulunuyorlar. Üstelik Atatürke
iftira ederek, eğer Atatürk sağ olsaydı, o dahi ABye egemenliğimizi devretmeye
razı olurdu diye tevil yollarına kaçıyorlar. Bu konuda da onun
demeçlerinden birkaç çarpıcı örnek verelim:

“Bu devletin istinad ettiği esaslar, İstiklali tam ve bilakaydu-şart
hakimiyeti milliyeden ibarettir. “Millet o hakimiyetten zerresini
feda etmeyecektir.”

“Türkiye devletinin bağımsızlığı kutsaldır. O sonsuza kadar koruma
ve güvenlik altında olmalıdır.”

“Milli egemenlik ve onun güvenliğinin kefili olan, bugünkü şekil ve
nitelik içindeki yönetimimiz, yalnız gelecek mutluluğumuzu değil, onurumuzu,
namusumuzu ve bütün mânevi unsurlarımızı sağlayacaktır.”

Bütün bunları niçin yazıyorum? Çünkü şu kritik dönemde toplumsal barışı
sağlamak bizim için en hayati bir görev haline gelmiştir de onun için. Eğer bir
konsensüs sağlanarak ilk etapta devlet-millet kaynaşması sağlanırsa önce din
eğitimi tabu olmaktan çıkarılacak ve halkımızın ve bilhassa gençliğimizin ihtiyacını
karşılayacak seviyede dinî ve ahlakî eğitimi sağlanacak, tıpkı bataklıkların
kurutulup sivrisineklerin kökünün kurutulduğu gibi bütün hırsızlıklar,
kapkaçlar, yolsuzluklar, hortumculuklar ortadan kalkacak. Bir taşla sayısız kuş
vurulacak, ayrıca bu konsensüsle başörtüsü meselesi çözülecek, toplumsal bir
barış ortamı doğacaktır.

Tam bağımsızlık ilkesine döneceğimiz için hiçbir maddi ve manevi faydası
bulunmayan ABye üye olmaktan vazgeçeceğiz ülkemizin kendi gücüyle kalkınması
için hamle üstüne hamle yaparak, Japonya benzeri dev bir ekonomik güce
erişeceğiz, önümüzde yeni yeni ufuklar açılacaktır.

Ayrıca dinimizin, milli ve manevi değerlerimizin birleştirici,
barıştırıcı, kaynaştırıcı sıcak potasında, bütünleşeceğimiz için bize ayrıca
dışarıdan empoze edilen etnik ayrımcılık ve mezhepçilik gibi zehirli nifak
tohumlarının millî mücadele yıllarında olduğu gibi yeşermesine imkan
kalmayacaktır.[5]

İslâm ve kimliğimiz

Son günlerde “kimlik” konusunun gündeme getirilmesi ve bu konuda bir
damla suda fırtına kopartılması üzerinde durulması gereken ibret verici ve
hatta dehşete düşürücü bir olaydır. Bu tartışmalar, milli ve manevi değerleri
zaafa uğratılan ve kendi ölçüleri aşındırılmış bir milletin duçar olabileceği
bir hali sergilemekte ve bir felaketi haber vermektedir.

Biz dünya tarihine yön vermiş bir milletin torunlar değil miyiz? Dünyanın
merkezi konumunda olan bu coğrafyada dünyanın en büyük adil devletini kurmadık
mı? Hem daha Amerika keşfedilmeden önce. Avrupa daha Ortaçağın karanlığında
yaşarken biz farklı dilleri konuşan, farklı inançlara mensup olan ve değişik
kültürel değerleri bulunan toplumları birlikte ve barış içinde bir arada
yaşamalarına ortam hazırlamadık mı? Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde her
toplum kendi dini yaşar, kendi dilini konuşur, kendi kültürel değerlerine sahip
çıkardı. Her toplumun kendi inancına göre yaşama hakkı Devletin koruması
altındaydı. Bu coğrafyada Osmanlı Devletinin Sırplara sağladığı din ve inanç
özgürlüğünü, hâlâ vatandaşlarına sağlayamayan bir çok ülkeye rastlanmaktadır.
Münferit hadiseler hariç siz, Osmanlıların Sırpların inancına, giyim ve
kuşamına karıştığını hiçbir tarihi kaynakta rastladınız mı?

Biz büyük bir milletiz

Kimlik sorununu yaşayan ve tarihi ile barışık olmayanlara acımaktan başka
elimizde bir şey gelmediği için üzgünüz. Onlara şu gerçeği hatırlatmamız
gerekir. Biz büyük bir milletiz. Engin bir tarihi müktesebata sahibiz. Millet
olarak bizi büyüten dinimiz, inanç sistemiz, milli ve manevi değerlerimizdir.
Bu milletin fertleri olarak bizim bir kimlik sorunumuz yoktur.

Milletlerin serveti sadece doğal kaynakları, iktisadi gücü ve sahip
olduğu üretim potansiyeli değildir. Elbet bu kaynak ve değerler güçlü bir
millet için gereklidir. Fakat yeterli değildir. Milletlerin esas gücü ve
serveti sahip olduğu milli ve manevi değerlerdir. Ortak inancı, ortak görüşü ve
kültürel değerlerdir. Milli Görüş dediğimiz ortak ilkeler ve değerler milletimizin
kimliğini biçimlendirmiştir. Bu değerlerle biz yer yüzünde “farklılıkta birlik”
ilkesini geliştirdik. Farklı inanç ve dili konuşan toplumların bir arada
yaşamasına ortam hazırladık. Baskı ve sömürü olmadan barış ve dayanışma içinde
nasıl yaşanacağını bütün cihana gösterdik.

İslâm, Müslümanların kimliğini belirler

Her insanın inancı, düşüncesini, düşüncesi davranışlarını belirler. Biz
bir insanın kimliğini, söylem ve eylemleriyle ölçer ve anlarız. Kimlikli insan
inandığı gibi düşünen, düşündüğü gibi konuşan ve konuştuklarını da uygulayan
insandır. Kimlik sorunu yaşayan insan da inandığı gibi düşünmeyen, düşündüğü
gibi konuşmayan ve konuştuğu ile davranışları farklı olan insandır. Böyle
insanlar kimlik bunalımı yaşayan insanlardır. Bunların özü ile sözü aynı
değildir. Çift kişiliğe sahiptirler. Farklı yerlerde farklı kimliklere
bürünürler. Göründükleri gibi değillerdir. Oldukları gibi görünmezler.

İnsana karşı işlenmiş en büyük suç, insanın inanç ve düşünce
özgürlüğünden mahrum bırakılmasıdır. Çünkü bu temel haklardan mahrum olan
insanın kişiliği gelişmez. Düşünce ve inanç özgürlüğünün olmadığı ortamlarda
insanlar çift kişiliklidir. Böyle kişiler üretken olamazlar. Çevreleriyle uyum
içinde yaşayamazlar. Kendilerine güvenmezler. Güven vermezler.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü insana inandığı gibi düşünme, düşündüğü
gibi konuşma, konuştuğu gibi de yaşama hak ve özgürlüğünü verdiği ölçüde anlam
ifade eder. Çünkü insan ancak böyle bir ortamda kişiliğini ve kimliğini
geliştirir. Özüyle sözü biri birini tamamlar. Milletler fertlerden oluşurlar.
Toplumların milli kimliğini toplumu oluşturan bireylerin sahip olduğu ortak
inancı, değer ölçüleri ve kültürel değerleri biçimlendirir ve belirler.

Müslümanların düşünce ve davranışlarını İslâm inancı ve dünya görüşü belirler.
Bu durum diğer insanlar için de geçerlidir. Bir Alman’ın düşüncesini ve
davranışlarını sahip olduğu Hıristiyanlık inancı belirlediği gibi bir
İbrani’nin de elbet düşünce ve davranışını sahip olduğu Musevilik inancı
belirleyecektir. Doğal olanı da budur. Tersi fıtri değildir.

Millet olarak kimlik sorunumuz yoktur

Türk milleti olarak kimlik sorunumuz yoktur. İslâm ortak kimliğimizi
belirlemektedir. “Türk Milleti” belli bir ırkı ve belli bir dili konuşanları
ifade etmez. Bu kavram, ırkı bir kavram değildir. Bu kavram inanç, düşünce,
söylem ve eylem birliğini ifade eden, ortak tarihe ve ortak dünya görüşüne,
milli ve manevi değerlere sahip olan insanların birliğini ve kimliğini ifade
eder. Balkanlarda kendilerini “Türk” kabul eden, Boşnaklar, Pomaklar ve
Arnavutlar Türkçe konuşmayı bilmedikleri halde sahip oldukları dünya görüşü ve
değer ölçülerini ifade etmek için bu kavramı kullanmaktadırlar.

Meşhur Amerikalı Düşünür Thorstein Veblen’in ifadesiyle Batılılar Sanayi
Devrimini Ortaçağ Avrupa’sının dünya görüşü ve değer ölçülerine dayanan bir
sosyal yapıyla gerçekleştirdiler. Bu yapı hoşgörüsüz ırkçı bir yapıydı.
Sömürgeci güçler kendi ülkelerinde ırkçılığı güçlü milli devletler kurmak için
kullandılar. Sömürgeler de ise ırkçılığı “böl, yönet ve sömür” ilkelerini
uygulamak için kullanarak yeryüzünü ve İslâm coğrafyasını bölerek sömürdüler.
Müslümanlar ırkçılığın her çeşidine karşıdırlar. Henüz Batılıların çözemediği
ırkçılık sorununu biz çoktan aştık. Bizim için aynı inancı, aynı değer
ölçülerini, milli ve manevi değerleri paylaşanlar kardeştir.

Tarihi ile milli ve manevi değerleriyle kavgalı olanların kimlik sorunu
yaşamaları normaldir. Çünkü yıllardır zorla ve hile ile Milletimize empoze
ettikleri bütün değerleri iflas etti. Şimdi ülkemizde yapay gündemlerle milli
birliğimizi bozmak için çalışan mihraklar ile organik ilişkileri ortaya çıktı.
Biz, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı ortak tavır sergilemek için ülkemizde
yaşayan her vatandaşımızla dayanışma yollarını arıyoruz. Emperyalizme ve
sömürgeciliğe alet olanların adı Ahmet olmuş, Hüseyin olmuş, Hans veya George
olmuş ne fark eder? Ezen ve sömürenlerin hizmetkarı Türk olmuş, Kürt olmuş, Laz
veya Çerkez olmuş ne fark eder. Zalim zalimdir. Bizim zalimlerden başka kimse
ile sorunumuz yoktur. Zalimler zulümlerinden vazgeçmedikçe biz onlarla dost
olamayız, onların hilelerine alet edilemeyiz.[6]

Medeniyet ve milli şuur…

Ülkemiz, çok hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecinde, akıl almaz bir hızla
yol almaktadır. Manâ ve muhteva olarak bu transformasyon olayı; iç siyasi dinamiklerin
etkisi ve “adaletle hüküm süren iyi bir politikanın” olağanüstü güç ve
performansı ile oluşan bir kalkınma-gelişme ve zenginleşme, ‘refahın tabana
yayılması hareketi’ değil; tam aksine, hızlı bir yoksullaşma, uluslararası
sermaye tasallutu, emperyalist güçler ve kan emici vahşi kapitalizmin ‘sinsi
işgali yönünde’ gerçekleşmektedir.

Yaşanan hadise ve çıplak gerçek budur. Fakat, öyle sanal bir ortam
oluşturulmuştur ki; sanki, sahtekârlıkta uzman bir ressam tarafından özenle
hazırlanan gösterişli, parlak ve hoş bir tablo “haliniz budur” diyerek halka
gösterilmekte, yaşanan somut gerçek ve bariz hakikat her nedense
gizlenmektedir. Kimden? Elbetteki milletten.

Bilindiği üzere, gizlilik melânettir. Şer ve şeytan üçgeninde yer alan ve
kirli emellerin tatmini uğruna dünyaya hükmetmeye çalışan bütün cemiyetler de
gizlidir. Bunların hiçbiri, gerçek yüzlerini göstermezler. Oysa, demokratik
hukuk devletlerinde “hükümetlerin” şiarı açıklık, saydamlık ve mutlak
şeffaflıktır.
Demokrasi ve bilim “açıklık ve dürüstlüğü” zorunlu kılar. Ancak; “malum ve
mutat tek dişi kalmış canavar” bu sanal ortamda son kozuna soyunmuş ve asırlık
senaryo gereği küresel aktörlerini ortaya salmıştır. Şimdi Türkiye, “kaldırım
taşları üstünde vahşi köpek saldırısına uğrayan” derviş çaresizliği içinde
görünmektedir. Dostlar üzgün ve müteessir, düşmanlar bayram sevinci içindeler.

Peki, nedir bu dostları üzen ve düşmanı sevindiren? Daha ne olsun Bu
vahim “örtülü” süreçte, milli değer ve manevi mukaddeslerimiz süratle erozyona
uğratılmakta, yozlaşma artmakta ve bütün boyutları ile Türkiye, Türk halkının
elinden bir yerlere doğru kaydırılmaktadır. Bu kertede, muasır medeniyetin
doğal gereği olan insan hakları, eşitlik, hak, adalet ve hukukun üstünlüğü
teraneleri, “haksızlığın önlenmesi, bilimin ve bilincin gelişmesi, insanca
yaşamın onur, erdem, güven, huzur ve istikrar boyutunda ikame edilerek hayata
geçirilmesi” yerine; içimizdeki hain bölücülerin ve dışardan ülkeyi bölmeye
çalışanların işine yarayacak frekansta “argümanlar” üretilmekte, kullanılmakta
ve inadına sular bulandırılmaktadır.

Bu inanılmaz biçimde vahim bir çelişkidir. Bir yanda yıllardır özenle
gizlenmeye çabalanan gerçek; yokluk, yoksulluk, yolsuzluk, yozlaşma ve
çürümüşlük. Var gücü ile bu hali geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışan bir
takım “medeniyet, ilke, onur, erdem ve milli şuur yoksunu” unsurlar…
Primitif, pagan, ateist, dönme, devşirme, milliyetleri mutasyona uğramış
potansiyel haymatloslar. Ve, bu mazarrat marifetiyle yürütülen “iyi
kurgulanmış” bir süreç. Bu süreçte, bazı din tüccarları ve siyaset simsarları
da rol almakta ve yapılan yolsuzluk, sahtekârlık, yalan-talan ve suistimaller
yoluyla ülkenin dört bir yanında hüdai nabit (türedi) zenginler,
yasa-takip-kontrol, kayıt ve kapsam dışı servetler yükselmektedir.

Üstelik, son yıllarda bu iş, “medya-mafya-bürokrat ve politikacı”
bağlamında bir ittifaka dönüşmüş olmakla; Adeta önü alınamaz kronik bir hale
gelmiş bulunmaktadır. Yaşanan erozyon, yozlaşma, peşkeş, yoksulluk, takiyye ve
yolsuzluğun nedeni budur.

Süreç, tabiri caiz ise tam bir gaflet, dalâlet ve bu halet içinde milli
şuur, gurur ve Türklüğün onur, erdem ve bilincinin kırılarak yok edilmesine
matuftur. Şu haliyle apaçık bir tuzaktır. Kaldı ki, işin içinde Türkiye’de bile
“Türk”üm demeyi onursuzluk derecesine çekmek isteyen art niyet sahiplerinin
bulunduğu görünmekte ve hayretle gözlenmektedir. El an, Türkiye bu tuzağa
düşmüş, daha da doğrusu düşürülmüştür. Lâkin, tuzağa düşürenler yanında,
“düşmüş gibi görünenler” ile “içine düşülen tuzağın” keyfini çıkarıp, yukarda
değindiğimiz biçimde çarkın içinde yer alarak “lehine yontanlar da” vardır.
Elbette kaybedenler çoğunlukta… Kim bunlar. Namuslu ve dürüst halk. Günden
güne (bu yüzden) daha da yoksullaşan, ezilen, üzülen ve ıstırabını şimdiye dek
sineye çeken çilekeş insanımız. Sade ve sıradan Türk vatandaşı.

Oysa, diğer tarafta suni gündemler ve sanal alemlerde gününü gün edenler
var. Çelişkiler diz boyu. Bir tarafta cehalet, gerçek sefalet, zenginler ve
fakirler arasında oluşturulan insanlık dışı devasa uçurum. Diğer tarafta, her
türlü pislik ve yolsuzluktan nemalanarak sivrilen servet ve hakimiyet. Hani
adalet?
Öyle anlaşılıyor ki, mesele suyu bulandırmak ve bulanık suda balık avlamayı,
her ne pahasına olursa olsun sürdürebilmektir. İş bununla kalsa iyi. Dahası
var. Ortada hiç olmayan bir sorunu illâ da ısıtıp-ısıtıp ortaya sürmek de neyin
nesi? Avrupa Birliği istedi diye, “Türkiye’de Kürt sorunu var; alt kimlik, üst
kimlik problemi; anayasal vatandaşlık” gibi saçma sapan söz ve söylemleri kim
üretiyor? Devlet ciddiyeti ile hiç bağdaşmayacak biçimde bunlara kim, neden
kulak asıyor. Ağzında sakız ediyor. Prim veriyor. Kimin haddine düşmüş, “şu an
ülkede bir kimlik sorunu var” demek. Kim diyorsa külliyen yalan. Geçiniz
bunları. Olsa olsa, ülkede bir otorite boşluğu, hak, hukuk ve adalet noksanlığı
var. Değil mi ki; devleti devlet yapan ana unsur adalet, eşitlik, faziletle
hareket, ehliyet ve liyakatle hakimiyettir. Var olan bütün sorunların sebebi,
yok olan adalettir. Getirin adaleti, hakim kılın hukuku. Görün bakalım ne olacak.
Mesele medeniyet ve milli şuur noksanlığıdır.

Ecdadımız, (Osmanlı) her dinden, dilden ve her ırktan  milleti altı
yüz küsur yıl bir arada tutmasını bilmiştir. Buradaki tek bilgelik, marifet ve
maharet; din veya inanç değildir. Alt veya üst kimlik (sorunu) ise hiç
değildir. Sadece ve yalnızca adalettir. Objektif hukuktur. İnsana insanca
davranmaktır.[7]

 



[1] Bak:
ATO. Vatanseverin el Kitabı:2 / Dünden Bugüne Kapitülâsyonlar. Sh.127–130

[2] Milli
Gazete / 16 12 2005 / Afet Ilgaz

[3] Milli
Gazete Reşad N. Erol 22.05.20004

[4] Nahl:
118

[5] Milli
Gazete / 24 03 2005 / S. Arif Emre

[6] Milli
Gazete / 16 12 2005 / Prof. Dr. Arif Ersoy

[7] Milli
Gazete / 16 12 2005 / Mustafa Nevruz Sınacı


BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi