Anasayfa » ATATÜRK GERÇEĞİNİ, NİÇİN VE NASIL ARAŞTIRMAYA BAŞLADIK?

ATATÜRK GERÇEĞİNİ, NİÇİN VE NASIL ARAŞTIRMAYA BAŞLADIK?

Yazar: yonetici
0 Yorum 216 Görüntüleyen

ATATÜRK GERÇEĞİNİ, NİÇİN VE NASIL ARAŞTIRMAYA BAŞLADIK?

Ahmet Akgül Hocamızdan dinlemiştik:

Aile çevremiz ve büyüklerimiz (Elazığ Alişam’lı âlim Ömer Efendi ve Mürşidi Kamil Bekir Efendi ki; bu şahsiyetlerin her ikisi de Harputlu meşhur Beyzade Hz.lerinin halifeleriydi) gibi zatların, civardaki genel kanaatinin aksine, Mustafa Kemal’e hüsnü zan ve hürmet duymalarına ve Onun kaderi ilahinin yönlendirmesiyle Milli Mücadeleyi başarıp Cumhuriyeti kurduğuna inanmalarına rağmen daha sonraki ilk gençlik yıllarımızdaki fikri yapımız: “Atatürk’ü kâfir sayan ve Onu Deccali Süfyan olarak tanımlayan” ortamlarda şekillenmeye başladı. Bu kesimlerde “Atatürk’e düşmanlık, imanın şartı gibi” algılanırdı. Eski öğretmen okulu yıllarımız ise, gelenek ve taklit sonucu oluşan, imani, İslami, tarihi ve siyasi her türlü düşünceyi sorgulama ve araştırıp tartışma fırsatı sağlamıştı. Devamlı okuma, öğrendiklerim üzerinde kafa yorma, her konudaki bilginin kökenine ve gerçeğine ulaşmaya çalışma merakı ve çabası, bir Üniversiteyi bitirme arzularımı bile köreltip, bunu gereksiz ve yetersiz bulma noktasına taşımıştı. Medrese tarzı Kur’an-ı Kerim’i, temel dini kaideleri ve genel ilmihâl bilgilerini küçük yaştan itibaren öğrenmiş olmamız, Osmanlıca eserleri okuyup yazma imkânımız; sürekli araştırma yapmamız da bize önemli bir kolaylıktı. Mustafa Kemal’le ilgili, böylesine karmaşık ve pek çok yönleri karanlık ham bilgi yığınlarını ve ithama dayalı basmakalıp yargıları, bir vicdan ölçeğine göre hikmet süzgecinden geçirme, bu konuda doğru ve doyurucu bir kanaate erişme gayemiz ve gayretimiz ise otuz yaşından sonraydı. Buna da özellikle Erbakan Hocamızın tavrı ve 12 Eylül askeri savcılarının iddiaları yol açmıştı.

Bir bilim adamına ve gerçekleri araştıranlara yakışan: a) Bir konuda lehte ve aleyhte yazılan her bilgiye ulaşmak, b) Bunları akli ve nakli terazilerde tartıp genel bir tarama yapmak, c) İlmi ve vicdani kanaatine göre vardığı sonuçları her tarafta tartışmak ve olgunlaştırmak, d) Nihayet kendisinde oluşan “doğru yargıları”, asla kınanma ve dışlanma korkusuna kapılmadan savunmak ve sahip çıkmaktır.

1970’lerden itibaren fikren ve fiilen, Erbakan Hocamızın başlattığı Milli Görüş hareketine ilgi göstermeye ve destek vermeye çalışmıştık. Ardından öğretmenlikten ayrılıp davanın gençlik yapılanmasında görev almış, artık Hocamızın konferans, seminer ve mitinglerini kaçırmamaya uğraşmış, biz de bu yöndeki sohbet, seminer ve konferanslarımızı yoğunlaştırmıştık. Gençlerimizin bozuk ve Batıl düşünce akımlarına kapılmaması, Milli ve manevi değerlerle eğitilip donatılması ve sağ-sol gibi yıkıcı ve yozlaştırıcı kamplaşmaların ve kapışmaların dışında tutulması için çabalayıp çırpınırken 12 Eylül 1980 askeri darbesi yaşanmıştı.

Daha önce 12 Mart askeri müdahalesiyle Milli Nizam Partisi (MNP) kapatılmış, yerine kurulan Milli Selamet Partisi (MSP) de 12 Eylül darbesiyle kapatılmıştı. Erbakan Hoca ile 33 arkadaşı “Partiyi paravan olarak kullanıp ülkeye şeriat düzeni getirmeye çalışmak” iddiasıyla askeri mahkemelerde yargılanmaya başlanmıştı. Ankara Mamak’taki askeri kışla içinde özel hazırlanan binalarda görülen ve 4.5 yıldan fazla süren ve yaklaşık 1 yıl kadarı hapiste geçirilen; bazen haftada iki defa, bazen ayda üç dört defa devam eden bu mahkemelerin, bir iki tanesi hariç, hemen hemen tamamına katılmıştık. Hak bir dava uğruna ve tamamen haksız ve dayanaksız itham ve iddialarla yargılanan Hocamızı ve arkadaşlarını, böyle bir süreçte yalnız bırakmak, inancımıza da vicdanımıza da aykırıydı. Elbette hukuki ve resmi bir yardımımız dokunamazdı, ama hiç değilse, mahkeme salonunu her defasında doldurmak üzere davamızın ve Aziz Hocamızın sahipsiz olmadığını göstermek ve psikolojik bir moral desteği verebilmek gayretiyle ve 800 km’lik mesafeden ve kar-kış demeden her hafta yetişmek suretiyle, böyle bir hizmeti lütfeden Cenab-ı Hakk’ın inayeti bu çileli yolculukları bize kolaylaştırmıştı.

Erbakan Hocamızın kendisiyle ve Milli Selamet Partisi’nin faaliyetleriyle ilgili suçlamaların önemli bir kısmını ise: “Atatürk ilkelerine ve özellikle Laikliğe aykırı hedef ve girişimleri, Atatürk’ün şahsına yönelik hakaret içerikli söylemleri…” iddiaları oluşturmaktaydı. Oysa Erbakan Hocamızın özel sohbetlerinde ve parti içi eğitim seminerlerinde bile, imaen dahi olsa, Atatürk aleyhine ve Onun hatırasını rencide edecek şekilde, hiçbir sataşmasına ve tavrına asla şahit olmamıştık. Ancak çeşitli sebep ve hedeflerle Milli Selamet Partisi’ne katılan ve sempati duyan, farklı tarikat, cemaat ve oluşumlar arasında, Atatürk karşıtlığı oldukça yaygındı. Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi’ndeki bazı Milletvekili ve hatiplerin de, hem ucuz kahramanlık taslamak hem de kalabalıklardan daha çok alkış toplamak amacıyla, Atatürk aleyhinde gereksiz, hatta edepsiz ifadeler kullandıklarına da rastlanmaktaydı. Zaten o dönemde ve maalesef halen de bazı solcular ve sağcılar devrim simsarlığı adına, Atatürk’ü tabulaştırmak; bazı İslamcı gruplar da din istismarı hesabına Atatürk’ü kâfir sayıp sataşmak için fırsat kollamaktaydı.

İşte 12 Eylül 1980 askeri mahkemelerinde -yaklaşık 40 yıl öncesinde- bu asılsız itham ve istismarlar karşısında, Atatürk gerçeğini araştırmak, hem din istismarcılarının hem de devrim simsarlarının yanlışlarını ve yanılgılarını ortaya koymak gerektiği konusunda bir kanaate varmıştık.

Bu yöndeki yoğun çabalarımızın sonuçlarını ve hiçbir kesimin kınama ve dışlamasından ve aleyhimize karalama kampanyası başlatmalarından korkmadan, vardığımız kanaatleri ve cesur yorumlarımızı, 10 yıl sonra, 1990’ların başında -yaklaşık 30 yıl öncesi- yazmaya ve kitaplaştırmaya başladık. Her konuda olduğu gibi, taklitçi takıntılarına ve asılsız saplantılarına aykırı gerçekleri kabullenmekte zorlanan ve bilinçaltlarında biriken kirli fikirlerin çatlayıp sökülmesine dayanamayan hem “dinciler” hem “devrimciler” ve özellikle AKP’liler de, önünde sonunda bizim çizgimize yanaşmaktan başka çare bulamamışlardı.

12 Eylül’ün Gerekçeleri ve Gizlenen Gerçekleri

Sağ sol çatışmalarının ve kamplaşmaların ülkemizi parçalama noktasına taşıması, hükümetlerin millî ve yeterli tedbirler alamaması, Millî Görüş dışındaki partilerin duyarlı ve tutarlı tavırlar takınmaması son çare olarak bir askeri müdahaleye mecbur bırakmıştı. 12 Eylül 1980’deki askerî müdahale ile, Türkiye, çok partili döneme girildikten sonra, üçüncü sefer “ihtilal”le yüz-yüze kalmıştı. Askerlerin, bu müdahaleleri de sürekli sağcı-liberal iktidarlar döneminde gerçekleştirmeleri dikkatlerden kaçmamıştı. Zaten solcuların çok partili dönemde demokratik yöntemlerle iktidar oldukları ise, Türkiye’de görülmez olmuştu. Fakat bu seferki askerî ihtilâl sağ-sol demeden her siyasal kuruluşa “militaris” tırpanını vurmuştu. Bu harekette, en çok da dinî akımlara ve siyasal görüntülü kurumlara dikkat çekilmesi, Atatürk devrimlerinin özellikle gündeme getirilmesi bir tesadüf sanılmasındı. Haliyle Milli Selamet Partisi’ni dönemin sıkıyönetim mahkemelerinde mahkûm edebilmek için de birtakım verilere ve dinsel akımlarla ilgili bilgi ve raporlara ihtiyaç vardı.

Kenan Evren ve diğer dört arkadaşı, teşekkül ettirilen Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği kanalıyla, dinsel hayat ve akımlar hakkında önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve Millî Eğitim Bakanlığı’na birer rapor hazırlatmıştı.

Diyanet İşleri Başkanlığı “hizmete özel” konumda Şubat 1981’de bibliyografik 50 sayfa tutan “Türkiye’de din eğitimi ve öğretimi hakkında” bir rapor “MGK Genel Sekreterliği”ne yollamıştı.

Diyanet’in hazırladığı “rapor”dan birtakım alıntılar yapmakla, 12 Eylülcü Generallerle ne gibi bir hedef ve yöntem saptamasına gidildiğine tanık olalım:

“Ülkemizde din ve din eğitimi konusu ortaya atıldığı zaman olumlu-olumsuz yönlerden üzerinde en çok söz edilen konu, “Atatürk’ün din görüşü” ile “Atatürk İnkilâpları”dır. Bir kısım çevreler, her nedense büyük önder Atatürk’ü ve O’nun ilkelerini dine ve din öğretimine karşı imiş gibi göstermeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Esefle belirtmek gerekir ki bu propagandalarında bir dereceye kadar başarılı da olmuşlardır. Bu propagandalar, bir taraftan ülkemizde din eğitim ve öğretiminin uzun yıllar kendi kaderine terkedilmesine, diğer taraftan bir kısım çevrelerde Atatürk’ün dine ve din eğitimine karşı imiş gibi tanınmasına sebep olmuştur. Gerçek hiç de böyle değildir. Atatürk, ne devrimler perdesi arkasına gizlenerek din düşmanlığı yapanların ve ne de O’nu dinsiz veya en azından dine karşı görenlerin anladığı gibi bir düşünceye sahip değildi. O halde, Türkiye’de din ve din eğitimi konusunda çözüm getirirken öncelikle T.C. Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün dinî kişiliğini, din eğitim ve öğretimine karşı tutumunu tespit etmek gerekir.” (sh: 4-5)

“Din ve vicdan hürriyetinin kullanılması için gerekli şartlar hazırlanmadıktan sonra, kâğıt üzerinde birtakım haklar tanımanın hiçbir değer taşımayacağı aşikârdır.”

“Ülkemizin 12 Eylül öncesi ortama itilmesinde öğrenim çağındaki gençlerimizin dinî ve manevî duygulardan yoksun bırakılmış olmalarının rolü büyüktür. Kendi millî ve manevî değerlerinden yoksun kalan gençlerimiz, yabancı ideoloji ve kültürlerin tesir alanına girmişlerdir. Gençlerimizi içine düştükleri bu bunalımlı ortamdan kurtarmanın tek çaresi, onları millî manevî kültür ve ahlak değerleriyle donatmaktır. Nitekim 12 Eylül sonrasında gençlerimizi Millî Kültür değerleriyle donatmak amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı’ndan geniş kapsamlı çalışmalara girişilmiş, çeşitli komisyonlar oluşturulmuştur. Bu komisyonlar arasında, din eğitiminin problemlerini tespit etmek ve bu problemlere çözümler getirmek üzere, bir Din Eğitim Komisyonu Çalışma Grubu da oluşturulmuştur. Başkanlığımızdan bir yetkilinin de katıldığı bu komisyon, Temel Eğitim ve Ortaöğretimdeki Din Bilgisi derslerinin lüzumunu, önemini, uygulamada görülen aksaklıkları objektif bir şekilde tespit edilmiştir.” (sh: 19)

“Yurttaşlarımızın din konusunda sömürü aracı olarak kullanılmasını engellemenin tek çaresi, onları din konusunda bilgili kılmaktır. Devletin kontrolünde verilecek Din Bilgisi’nden, devlet ve millet hayatı bakımından hiçbir zararlı sonuç çıkmayacağı kanaatindeyiz. Aksine ülke ve millet bütünlüğü lehine büyük faydalar sağlanacaktır.” (sh: 26)

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı rapor; “Toplumumuzu ve millî geleceğimizi kendilerine emanet edeceğimiz gençlerimizin, Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda, millî, manevî ve ahlâkî değerlere kavuşturulması” (sh:45) gerektiğini vurgulamaktaydı.

Bunun yanında da Millî Eğitim Bakanlığı’nın raporuna da göz atmak lazımdı.

Bakanlık Makamı’nın 15/12/80 tarih ve 55 sayılı emirleriyle teşekkül eden çalışma grubunda şu üyeler yer almıştır: Başkan: M. Necati Öztürk. Üyeler: Ömer Okutan, Atıf Özmen, Kenan Okan ve Fevzi Demirkol. Bu grubun hazırladığı rapor, 113 sayfa tutarında “bibliyografik” bir görünüm arz etmekte olup, 6 Şubat 1981 tarihini taşımaktaydı. “Hizmete Özel” konumunda hazırlanan raporda, “din eğitimi” sorunu üzerinde yoğunlaşılmıştı. Raporu hazırlayıp, MGK Genel Sekreterliği’ne sunanların temel kanısı şu cümlelerde toplanmıştı:

“12 Eylül 1980’le başlayan Türk Millî Eğitimi’nin, din ve ahlâk eğitimi açısından bir daha yozlaştırılmasına meydan vermemek üzere geçmişin tecrübelerinden yararlanarak yeniden Atatürkçü çizgiye döndürülmesi, en akılcı bir davranış olacaktır… Bu bakımdan, yukarıdan beri yapılan açıklamaların ışığı altında, bugün din, manevî değerlere bağlı toplumlar için olduğu gibi Türk toplumu için de vazgeçilemeyeceği anlaşılan sosyal bir kurumdur. Dolayısıyla Din Öğretimi de toplumun genel ihtiyacı olarak görülmüştür. Çok partili dönemde, geniş ve genellikle plansız yöndeki dinî gelişmeler ve bunun hemen her siyasi kuruluş tarafından istismar edilebilmesi halkın bu konudaki eğiliminin gerçek bir ifadesi olmaktadır. Bu itibarla devletin, din öğretimi hizmetini, halkın bu konudaki eğilimini ve ihtiyacını göz önünde tutarak planlı ve ilmî bir yöntemle düzenlemesi gerekmektedir.” (sh: 35)

Bu raporla, devletçe düzenlenecek kurumlarla dinî eğitim ve öğretimin kontrol altına alınması teklifi sunulmaktaydı… Bu iki rapor doğrultusunda, bir de Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği bünyesinde bir çalışma yapılmıştı. Toplantı tutanağının tarihi 16 Şubat 1981 olup, toplam 150 sayfa tutmaktaydı. Raporu daktilo eden “stenograf”ların imzası ile düzenlenmiş durumdaydı. Toplantının ilk oturumu 14.00’te başlayıp ikinci oturum ile 19:40’da son bulmaktaydı. Albay İlhan Doğan’ın başkanlığında başlayan “Türkiye’de Din Eğitimi” toplantısı, üyelerden Yarbay Turhan Bedirhan, Faik Türkmen, Doç. Dr. Neda Armaner, Doç. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Hüseyin Atay, Doç. Dr. Beyza Bilgin, Kemal Güran ve Ömer Okutan’dan oluşmaktaydı.

Başkan Doğan, oturumu şöyle açmıştır:

“-Önce arkadaşlarımı tanıtayım. Muttalip Özdemir albayım beraber çalıştığımız, fakat bu konu ile ilgili olarak özel görevli olmadığı için masanın biraz öbür ucuna doğru oturdu. Asıl proje subayımız bu konu ile ilgili Turhan Bedirhan yarbayım; birçoğunuz kendisini tanıyor, zannederim. Daha önce birçok kişi ile temasta bulundu bu konuda. Hoş geldiniz… Birbirini tanımayan varsa diye müsaade ederseniz, ben sağdan itibaren sıra ile Hüseyin Atay: İlahiyat Fakültesi Dekanı, Beyza Bilgin Hanım: İlahiyat Fakültesi’nden, Kemal Güran Bey: Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, Ömer Okutan Bey: Millî Eğitim Bakanlığı’ndan, Bahriye Üçok Hanım: İlahiyat Fakültesi’nin eski mensubu, zannederim şu anda görevli değiller, emekliler ve Neda Armaner Hanım yine İlahiyat Fakültesi’nden ve yıllarca Harp Okulları’nda öğretmenlik yapmış hocamız Faik Türkmen Bey… Efendim, toplantının müteakip bölümlerinde ben yöneticilik görevini ihtiyaç hissedip de söz almam gerekirse, bu durumlar istisna olmak üzere, arkadaşım Yarbay Turhan Bedirhan’a bırakmak istiyorum. Bu konuda hazırlıkları yapan bir kişidir. Müzakere yönetimimizi de kendisi açıklayacaktır, sözü kendisine bırakıyorum.”

Yarbay Turhan Bedirhan: Sayın konuklarımız, Türkiye’de Din Eğitimi konusunu sınırlı zaman ve kapsam içinde görüşmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Teşriflerinizden dolayı teşekkür eder, saygılarımı sunarım; hoş geldiniz. Her zaman istismar edilmiş ve istismara daima açık bulunan din eğitimi konusunu yıkıcı, bölücü faaliyetlere ve politik çıkarlara alet edilmeden Devlet kontrolünde ve halkımızı tatmin edecek bir ölçüde çözümlenmesi hayatî bir önem arz etmektedir. Bu bakımdan tarafınızdan ayrı ayrı ortaya konacak değerli görüşlerden ve toplantının sonunda belirecek fikir gruplarından konunun çözümünde azamî derecede faydalanılacaktır. Toplantımız dağıtılan gündeme göre yürütülecektir…” (sh: 1-2)

Bu doğrultuda, üyeler, bilhassa ilk iki rapor da dikkate alınarak konuşmuş ve Milli Güvenlik Konseyi’ne Türkiye’de din eğitim ve öğretimine olduğu kadar, laiklik esasına da bir açıklık getirilmeye çalışılmıştı… Bunun sonucunda, 12 Eylül’den önceki siyasal partilerin dine, haliyle İslam’a bakış açıları kadar, dini istismar etmeleri doğrultusunda alınacak tedbirlere de yer ayrılmıştı. Bu ve benzeri rapor ve istihbarat imkânları ile dinî sorunlara el uzatan, ve MGK’ni meşrulaştırmaya çalışan beş generalin başı olarak, anarşi ve terörden uzaklaşmayı hedefleyen konuşmaları ile Orgeneral Kenan Evren, ayetler okumakta, hadisler hatırlatmakta, halkın dinî duygularına hitap etmeyi uygun bulmaktaydı. Böylece Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, hazırlattığı “12 Eylül öncesi ve sonrası” adlı kitapta (TTK basımevi/Ankara/1981) MSP ve onun lideri hakkındaki hükmünü yaymış ve Sıkıyönetim Savcılarına malzeme vermiş olmaktaydı.

Dış Güçlerin ve Masonik Çevrelerin Erbakan Endişeleri!

Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’nin hazırlatıp bastırarak halka yaydığı ve gelirini “Atatürk Kültür Merkezi Fonu”na bıraktığı “12 Eylül öncesi ve sonrası” adlı kitap, baştan sona kadar MSP’yi ve onun Genel Başkanı Erbakan’ı hedef almaktaydı… Bunu, kitabı irdeleyerek anlamak çok kolaydı. Nitekim, beş generalin eğilimlerini tam olarak aksettiren bu kitabın, bir yerinde şu satırlar yer almıştı:

“Karanlık ve sinsi güçler ülkenin her tarafında büyük bir umursamazlık içinde eylemlerini sürdürme gayreti içindeydiler. Bunun bir örneğini de 1978’in 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde yaşamıştık. Ankara’daki törenler sırasında bir kısım öğrenciler millî bayramımız aleyhinde ve bütün ilgililerin gözleri önünde gösteri yapabilme cesaretini gösterdiler. Aynı gün İstanbul’da da bu tür olaylar cereyan ediyor. Antakya’da ise bazı gafiller 19 Mayıs spor gösterilerini yapan kız öğrencilerin elbiselerini yırtacak kadar ileri gidiyorlardı. Bu arada bir partinin Genel Başkanı da tören kıyafetlerini protesto ediyor ve Anıtkabir’de yapılan törene gitmeyerek Atatürk’e karşı olan saygısızlığını bir kere daha tekrarlıyordu.” (sh: 47)

Anlaşılıyor ki, bütün korku ve endişeler; “Atatürk’ün laik Türkiye’sine yönelik tehdit nasıl giderilirdi?” sorusunda saklıydı… Hâlbuki Orgeneral Evren’in Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını kararlaştıran hükümet kararnamesinde Demirel ve Türkeş’in yanında MSP lideri Erbakan’ın da imzası vardı… Ama Orgeneral Evren, Askerî Harp Sanayiini kurup, Türkiye’nin Batı’ya olan bağımsızlığına son vermek isteyen MSP lideri Erbakan’ın “bağımsız ve sanayileşmiş büyük Türkiye” hedefinden habersiz olamazdı. Evren Paşa, “Silah Arkadaşlarım” diye ulusal bayramlarda bildiriler yayınlarken, aynı şekilde, MSP lideri Erbakan’ın şu sözlerinden de tedirginlik duyuyorlardı:

“…14 Ekim büyük bir patlama günü olacaktır. Milletimiz 50 yıl sonra da olsa bugün AP ve CHP’yi alet olarak kullanan Siyonizm’in kendisine yaptığı yedi zulmü artık apaçık görmektedir… O gün Batılıların tasfiyesi istikametinde büyük bir adım atılmış olacaktır… Milletimiz, zulüm yapan Batılıları yıllarca denedi ve gördü ki, ıspanaktan yağ çıkmaz… AP ve CHP bitli turistler için Aspendos ve Keferanos’a yol yaparlar, milletimizin köyünün yolunu yapmazlar…” (14 Eylül 1979)

Aynı şekilde, seçim sonrasında MSP lideri Erbakan’ın şu sözlerine de, yine dikkatler çekilmiş ve bazı odaklara sinyal yakılmıştı:

“…Seçim kampanyası süresi içinde MSP’ye çalışanlar sevap kazanmıştır. Çünkü yolları Hak yoludur. Diğer Batıl partiler hesabına çalışanlar günah işlemiştir. Çünkü yolları Batıldır.” (sh: 103)

Ve ardından ülkenin sorunlarını “100 günde” çözeceğini ileri süren, AP Genel Başkanı Demirel, MSP’nin dışarıdan desteği ile Başbakanlık koltuğuna taşınmıştı… Amma ülkede anarşi ve terör daha da artmıştı… “Devletin bekası ve millî birliğin sağlanması” için Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanı aracılığı ile, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile birlikte Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı’nın imzalarını taşıyan “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Görüşü” başlığı altında “Tüm Anayasal kuruluşlar ve siyasal partilerin bir kere daha uyarılması” maksadıyla Cumhurbaşkanı’na 27 Aralık 1979’da bir mektup sunmuşlardı. İktidar kadar muhalefet de bu mektup üzerinde tartışmış, kimse sahip çıkmamıştı. Ama, MGK’nin kitabında, o zamanki duruma siyasal bir yorum yapılmış ve alenen MSP ve Erbakan “itham” edilmeye çalışılmıştı:

“Bu mektupla ilgili tartışmalar sürdürülürken, aynı tarihlerde şeriat düzeni davetçisi bir partinin üst kademe yöneticilerinden biri, Almanya’nın Stuttgart kentindeki bir toplantıda “Atatürk’ün Türkiye’yi Siyonist ve Hristiyan hegemonyasına teslim ettiğini” söyleyebilecek kadar küstahlaşabiliyordu. Ayrıca, Cumhuriyet’e karşı düşmanlıklarını “Biz iktidara gelirsek, şeriatla hükmederiz.” şeklindeki sözleriyle açıkça ortaya koymak cür’etini gösterebiliyordu.” (sh: 139)

Bu değerlendirmelere, dış basın ve Batılı haber ajansları da katılıp, “askeri ihtilâl”in yakınlığına işaret ediyorlardı:

“…Türk askerî liderlerinin sivil kuruluşlara uyarıda bulunması, bu kanlı iç sürtüşmelerle ve ciddi ekonomik sorunlarla dolu NATO ülkesindeki politik hayata bir askerî müdahale daha olabileceği ihtimalini akla getiriyor… İslami ayaklanmaya karşı Türk Milleti’nin artık tahammülünün kalmadığını belirten Komutanlar, bununla tutucu MSP’yi ve bir tür faşizm yanlısı MHP’yi kastediyorlar.” (Wall Street Journal)

“…Türkiye, kesinlikle komşularıyla karşılaştırılamaz. İlk önce Türkiye laik bir Anayasası olan tek İslam ülkesidir. Yönetim sistemi demokratiktir.” (Redio France İnter)

“…Türk Ordusu ikinci dünya savaşından bu yana politikacılara üçüncü ikazını yaptı. Bu durumun bu şekilde yürümeyeceğini belirten ordu, ikaz mektubunda ülkenin sadece iç işlerinin değil, demokratik sistemin de zedelenmekte olduğunu hatırlattı.” (Stuttgart Zeitung)

İktidar partisinin istediği “100 gün”lük müddet bitiyor, ama sorunlar artarak Türkiye açmaza giriyordu. Bir de Cumhurbaşkanı seçimi, Türkiye’yi “başsız”lığa mahkûm ediyordu… Ama Erbakan, beyanatları ile “Türkiye, Müslüman ülkelerin başı olabilir.” mesajını veriyordu… İşte tam bu günlerde Regaip Kandili münasebetiyle TV’den “mevlid” nakli yapılırken, cemaat içinden bir grup, duada Atatürk’ün adı geçince, birden “yuh” çekiyordu. Bu durum, MGK’nce bir “sapıklık örneği” kabul edilip, iktidar ve muhalefet çevrelerince de bir “saygısızlık” ve “nefret” konusu yapılıyordu.

12 Eylül generalleri, olayı yorumlarken, iktidar ve ana muhalefetin de desteğini, ihtilâle zemin ve malzeme olarak ele alıyorlardı:

“İstanbul Fatih Camiinde Regaip Kandili münasebetiyle televizyondan da naklen yayınlanan Mevlüd sırasında bir grup kendini bilmez yobaz, Atatürk’e alçakça dil uzattılar. 1980 Türkiye’sinde bu tüyler ürpertici, nefret verici saygısızlık, aynı zamanda nankörlüğün ve ihanetin de ta kendisiydi… Tüm Türk milletince nefret ve lanetle karşılanan ve kutsal bir çatı altında meydana gelen bu olay, laiklik konusunda yıllardır sürdürülen tavizkâr tutumların ortaya çıkardığı bir başka sapıklığın uzantısıydı. Aslında bu sapıkların Türklükle ve gerçek Müslümanlıkla en ufak ilgilerinin olmadığı açıktı. Bunlar, kolları Parlamentoya kadar uzanan ve dini politikaya alet etmek isteyen zihniyetin zavallı uşaklarıydı.”

Bu olay karşısında Başbakan (Demirel) şunları açıklamıştı:

“…Böyle bir şeyi, Atatürk’e bir saygısızlık varsa, bunu nefretle karşılarım… Bir tertiple karşı karşıya kalınmıştır. Bu programları kötülemek için bir takım kötü maksatlı kişiler, bu çeşit programları halkın gözünde kötü göstermek için bir tahrike başvurmuşlardır. Tahrik yapanların da onları oraya sokanların da yanlarına bırakmayız.”

Ana muhalefet Partisi Genel Başkanı (Ecevit) ise yaptığı basın toplantısında şunları hatırlatmıştı:

“…Bu durum bazı kimselerin Atatürk’e dil uzatma cür’etini göstermelerine yol açmıştır… Atatürk’e saygısızlık, ne milliyetçilikle ne de dindarlıkla bağdaşır. Atatürk ilkelerinde birleşmek, milletçe, devletçe, güçlü olmamızın başta gelen koşuludur. Laiklik konusunda yıllardır verilen sorumsuzca ödünlerin birikimi, ülkemizde ciddî bir sorun boyutuna varmıştır.”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ise olayı nefretle karşıladıklarını belirterek şunları vurgulamıştı:

“…Özgürlükçü demokratik ortamdan faydalanarak Anayasamızın laiklik ilkesini yok etmeyi amaçlayanların gayretleri yüce milletimizin önünde ezilmeye mahkûmdur. Ulu Ata’nın ilke ve devrimlerinin inançlı bekçileri Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, en büyük komutanından en genç erine kadar O’na uzanacak dili koparmayan eli kırmaya kararlıdır.” (12 Eylül; öncesi ve sonrası, sh: 165-166)

Fakat terör ve anarşi durmuyordu… Siviller de askerler de bir şey yapamıyordu. Giderek talebe, polis, asker, öğretim üyesi, mebus ve yazarlardan sonra, bir eski “Başbakan” da öldürülüyordu… Günlük ölüm tabloları, 20-30’lu rakamları gösteriyordu. Ve ülke giderek, 12 Eylül’e yaklaşıyordu.

12 Eylül’e gerekçe: “İrticanın kuvvet gösterisi”

Bazı gazeteler Erbakan’la hiçbir ilgisi bulunmayan, bazı kasıtlı ve kışkırtıcı kesimlerin bütün sorumluluğunu Milli Görüş’ün sırtına yıkmaya çalışmaktaydı: “Siyasilerin yıllarca oy hesabı ve iktidar olma hırsı uğruna Atatürk ilkelerinden verdikleri tavizler sonucu yaratılan ortamdan istifade eden şeriat düzeni savunucuları, 6 Eylül 1980’de yeni bir irticaî harekete giriştiler. Parlamentoya kadar girebilmiş bu akımın temsilcileri Sakarya ve Bursa’dan sonra laik Devlet düzenimize karşı bir güç gösterisini Konya ilimizde de sahneye koydular.” “Kudûs’ü Kurtarma günü” adı altında düzenlenen mitingi, kent caddelerinde yaptıkları bir yürüyüşle başlattılar. Topluluğun önünde, üzerinde Arapça yazılar bulunan yeşil bir bayrak açılmıştı. Başlarında yeşil ve beyaz takke, boyunlarında tesbihler ve sırtlarında çeşitli renklerde cübbeler bulunan kişiler, yol boyunca “Şeriat gelecek vahşet bitecek” şeklinde bağırdılar. Bu arada ellerinde yeşil bayraklar da bulunan ve yüzlerini sadece gözleri açıkta bırakacak şekilde saran bir grup gencin taşıdıkları pankartlarda yeşil zemin üzerine siyah renkte “Kur’an ve gerilla tipi” otomatik silah resimleri bulunmaktaydı. Din Devlet ile ilgili çeşitli sloganlar atılıyordu: “Ya şeriat ya Ölüm!”, “Laiklik Dinsizliktir”, “İslam Ümmeti Şeriat Devleti”, “Anayasa Kur’an” gibi.

“Bir meydanda toplanan gruplar (içine yerleştirilen marjinal bir ekip), İstiklâl Marşı’nın söyleneceği anons edilince “Düzene İsyan”, “Şeriat Haktır, inanmayan alçaktır.” şeklinde yeniden bağırmaya başladılar. Bu arada topluluğun bir bölümü oldukları yere oturdular ve “Ezan sesi istiyoruz, bu marşı söylemeyiz.” diye bağırdılar. Mitingde konuşan MSP Genel Başkanı Necmeddin Erbakan, topluluğa hitaben şunları söylüyordu:

“Türkiye’nin kurtuluş ve güçlenmesi Batı kulüple değil, Millî Görüş’tedir… Sultan Fatih’in inancındadır. Müslümanların mukaddes şehri, Kudüs’e yapılan tecavüz karşısında, Kudüs’ü mutlaka kurtarmanın inanç ve azmini de yaşıyoruz.”

Erbakan’ın konuşması sırasında bu partiye mensup gençler sık sık “Vur de vuralım, öl de ölelim.” biçiminde sloganlar attılar. Dinin istismarı ve politikaya alet edilmesi sadece ülkemizde değil, işçi vatandaşlarımızın yoğun olarak bulunduğu bazı yabancı ülkelerde de yaygınlaştırıldı. Yurt dışında yürütülen irticaî faaliyetler o kadar ileri gitti ki, bir kısım yabancı basında “Türkiye’de de İran’a benzer bir İslam Devrimi gerçekleşebilir mi?” şeklinde yorumlar bile yapılabildi. Yurt dışında ve içinde yeterince gerekli ortamı oluşturduklarını düşünen bu gafiller, çalışmalarını kitle gösterilerine ve şiddet olaylarına dönüştürdüler. Bu amaçla, birtakım dernekler kurdular, eğitim kamplarında yetiştirilen dernek mensupları, silahlı şiddet eylemlerine giriştiler. Din uğrunda ölmenin ve öldürmenin mübah sayılacağını anlatan “Şehadet Yarışı” gibi kitap, dergi ve broşürler yayınladılar. Bu yayınlarda yer alan sözlerden bazıları şöyleydi:

“…Senin üzerinde oynanan oyunları artık durdurmalısın. Maskelerini parçalayıp suratlarına çarpmalısın. İslam’da saf saf olmalı, Türkiye’de dinsiz laik rejimi yıkmalısın…”

“Bunlarla da yetinmediler. Teokratik devlet düzenini gerçekleştirme yolundaki fikirlerini, bantlara doldurarak yurt dışında ve içinde vatandaşların dinî duygularını istismar ederek propaganda aracı olarak sattılar. Gelirini de menfur emel için kullandılar. Almanya’nın Bonn ve Münih kentlerinde “Büyük Cihad Yürüyüşü” adı altında mitingler düzenlediler. Bu mitinglerde, “Müslüman Türkiye-Tek Yol İslam”, “Bugün İran-Yarın Türkiye” şeklinde pankartlar taşıdılar… Anayasamızda, Atatürk ilkelerine ve devrimlerine böylesine ihanet edilirken, Anayasal kuruluşlar yasaların kendilerine verdiği yetkiyi neden kullanmıyorlar ve neden sessiz kalıyordu? Millet, bu suskunluğun derin ıstırabı içindeydi. Gerçek Atatürkçüler, bu gidişi gözleri yaşlı ve acı bir burukluk içinde seyrediyorlardı…” (12 Eylül, öncesi ve sonrası, sh: 187-188)

Bunları ana destek yaparak, ülke yönetimine el koyan Kenan Evren başkanlığındaki “Millî Güvenlik Konseyi”, 12 Eylül askerî ihtilâlinden beş ay sonra, “Kudûs’ü Kurtarma Mitingi”nin yapıldığı Konya’ya gidiyor ve orada halka hitap ederken, itham ettiği MSP’lilerin aksine, yine kendileri İslam Dini’ni istismar edip, laikliğin anlamını ve önemini şöyle açıklıyordu:

“…Aziz vatandaşlarım, daima ileriye bakarsak adımlarımız ileriye doğru gider. Geriye bakarsak adımlarımız geri geri gider. 1300 sene, 1400 sene evvelki kaidelerle artık bu zamanın milletleri idare edilemez. Onun için dinin devlet işlerinden ayrılmasını Atatürk koymuş ve herkesi dininde serbest bırakmış, ibadetinde serbest bırakmış, din adamının muhterem olduğunu söylemiş. Hakikaten öyledir, ama din işleri devlet işleriyle karışırsa o zaman bu asırda, bu medeniyet asrında, bu ilim arasında, bu milleti idare edemeyiz. Biz din adamlarına daima hürmetkârız ve onlardan dinî bilgiler alırız. Ama o muhterem din adamlarımızdan da rica ediyoruz, devlet idaresine karışmasınlar. Bizim dinimiz düşmanlığı değil, kardeşliği emreder. Kötülüğü değil, iyiliği ön planda tutar. Bu asırda cihad olmaz. O devirler geride kaldı. Ehli Salip seferleri çok geride kaldı. Bu devirde Ehli Salip seferleri mi ilan edelim? Onun için birbirimizi seveceğiz, birbirimize düşman gibi değil, kardeş gibi bakacağız. Bizim dinimizin emri de budur. Daima kardeşliği ön planda tutar.” (a.g.e., sh: 276-277)

20 Şubat 1981 tarihli 49 sayfalık “savcılık iddianamesi” ile, 34 MSP’li hakkında, Sıkıyönetim Askerî Savcısı Hv. Hâkim Albay Nureddin Soyer tarafından dava açılmıştı…

Fakat MSP’lilerin içerideki çilesi sürsün isteniyordu ki mahkeme önüne ise 23 Nisan 1981 Perşembe günü çıkabiliyorlardı…[1]

 

İşte savcının “iddianamesi”…

      

                        T.C.

                   SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞI

                 ASKERİ SAVCILIĞI

                             ANKARA

                                                     20/02/1981

EVRAK NO: 1980/7048

EASA NO: 1980/7048

KARAR NO: 1981/

      

İDDİANAME

    

SUÇ: Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal-ekonomik siyasi ve hukuki temel nizamlarına topyekûn dini inançlara uydurmak amacıyla cemiyet kurmak, sevk ve idare etmek. Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi temel nizamlarından birini dini inançlara uydurmak amacıyla propaganda yapmak.

6187 Sayılı Kanun’a aykırı davranmak.

171 Sayılı Kanun’a aykırı davranmak.

Cürüm işlemeye alenen tahrik etmek.

SANIKLAR: 1- NECMETTİN ERBAKAN: Mehmet Sabri oğlu 1926’da Kamer’den doğma İstanbul Fatih nüfusuna kayıtlı, Ankara Aşağı Ayrancı Güven Sok. No. 28/2’de oturur.

      

MSP ve Erbakan Aleyhine Hazırlanan İddianamenin Girişi:

Devletimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün daha Sivas kongresi bitiminde, gönlünde ve kafasında biçimlenip açıklığa kavuşturduğu yeni devlet şekli “Cumhuriyet” ve çağdaş, modern toplum ile böyle bir toplumun doğal unsurları olan devrimler, büyük zafer sonrasında adım adım gerçekleşmiş, temel nizamlar olarak 1924 ve 1961 Anayasalarımız ve her alanda çıkarılmış yasalarımızla güvenceye kavuşturulmuş vaziyettedir. Devletin temel siyasi nizamı, Cumhuriyet olarak kabul ve ilan edildikten ve siyasi teşkilatlanma bu yönde gerçekleştirildikten sonra 1961 Anayasamızın 1’inci maddesinde de değişmezliği ve vazgeçilmezliği kural olarak gösterilmiştir. Atatürk ilke ve inkılapları sosyal nizamı belirlenmiş ve modern Türk toplumunu yaratarak, çağdaş batı toplumları arasına katmıştır. Yeni Türk alfabe ve harflerinin uygulaması, giyim kuşamla ilgili uygulamalar, eğitim düzeni ve evlenme ile uygulanan Atatürk ilkelerinin belirlediği doğrultuda Anayasal ve yasal dayanaklara kavuşturularak, Türk Devleti’nin temel sosyal nizamını teşkil etmişlerdir. Keza yeni yaratılan modern Türk toplumunun günlük yaşamı içerisinde temel yer tutan hukuki kurallar bütünü ile servet edinme, çalışma, mal ve hizmet üretme ile işveren ve işçi arasındaki ilişkileri en geniş biçimde düzenleyen ve kaynağını yine ulu önder Atatürk’ün işaret ettiği ilkelerde bulan kurallar bütünü, Anayasamız ve ona dayalı yasalarda yer alarak Devletin temel hukuki ve iktisadi nizamını meydana getirmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemlerde “şeriat devleti” uygulamasının toplum üzerindeki olumsuz etkilerini, gelişmeyi önleyen sonuçlarını gören Atatürk, “laiklik” ilkesini de işaret etmiş ve bu ilke, temel kural olarak, devletimizin en önemli niteliğini belirlemiştir.

Genel olarak, devletin din işlerine, dinin devlet işlerine karışmaması ve devletin, dinler ve din mensupları arasında fark gözetmeyip, tarafsız kalması diye tanımlanan laiklik ilkesi, yüzyıllar boyu, din kurallarını yaşamının bir kesiminde gören halkımızı yadırgamaya itmemiş, tam tersine çok büyük çoğunlukla halkımız, bu ilkeye inanmış ve sımsıkı sarılmıştır. Ancak azınlıkta da olsa toplumumuzun bazı kesimleri ve çok sayıda olmayan vatandaşlarımız Türk toplum yaşamını çok uzun yıllar boyu etkisi altında bulunduran şeriat devletinin etki ve izlerinden kendilerini kurtaramamışlar; İslami esasların yani şeriatın, devlet nizamı olarak yeniden ihyası özlemini duymuşlardır. Bu özlemle, zaman zaman taassubun doruğuna kadar varan ve halkımızı büyük acılara, onarımı zor zararlara iten eylemler ortaya çıkmıştır.

Herkese, her şeye ve her konuya şeriatın hâkim olmasını dileyen, temel insan hak ve hürriyetlerinin en önemlilerinden olan vicdan ve din hürriyetini yok sayan taassup, Kubilay’ı şehit eder, Devletimizin kurucusu Atatürk’e el ve dil uzatır, çeşitli tarikatlar yoluyla ve zaman zaman mezhep kışkırtıcılığı da yaparak Devleti ele geçirmeye çalışırken, sık sık halkımızın haklı tepkisi ve Devletin sağlam yumruğuyla karşılaşmış, hep gerilemek zorunda kalmıştır. Ne var ki; Devletin siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik temel nizamlarını laiklik ilkesine aykırı olarak dini esaslara uyduracak şekilde değiştirmek ve bir şeriat devleti kurmak istem ve özlemlerini, yine belli kesimlerde ve belli kişilerde tükenmemiş, bu amaç doğrultusundaki çalışma ve örgütlenmeler, tertipler değişik yol ve şekillerde süregelmiştir. Bu amaç yönünden düşünen bazı kişiler, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’nun çoğulcu demokrasi ilkesinden ve hükümlerinden yararlanarak, bir siyasi parti halinde teşkilatlanmayı ve bu yoldan yürüyerek siyasi iktidarı ele geçirip, tedricen Devletin temel nizamlarını, amaçları doğrultusunda değiştirmek ve sonuçta şeriat devletini kurmayı uygun bulmuşlardır. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Milli Nizam Partisi’nin bu yolla ve amaçla kurulduğu anlaşılmıştır.

Milli Nizam Partisi’nin kapatılması için, Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan davanın iddianamesinde yer alan, Anayasa mahkemesinin kapatmaya ilişkin kararında gösterilen ve adı geçen parti içerisinde yönetici olarak görev almış bazı kişilerin konuşmaları da bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Bu cümleden olarak: Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Abbas’ın 12.11.1970 günü Kocaeli’de, partinin ana gayesinin milliyetçi ve mukaddesatçı olduğunu, maarif sistemini değiştirip Milli bir üniversite kuracaklarını, Diyanet İşlerine bütçeden bir buçuk milyon lira ayrılırken, beş milyon liraya açılan bale mektebinde huysuz yetiştirildiğini, 6.12.1970 günü Altındağ’da maarif diye açılan okullara gönderilen çocukların kirlenerek döndüklerini; parti yöneticilerinden Fehmi Cumalıoğlu’nun 29.06.1970 günü Urfa’da, bugünkü maarifin dinimizi mukaddesatımızı, maarif şuurumuzu tahrip eden sistemini değiştirip Milli bir program tatbik edeceklerini söylemiş olmaları, fiili beraberliğin amacının ne olduğunu, niçin siyasi parti halinde teşkilatlandığını ortaya koymaktadır.

Elbette ülkemizde o tarihlerde, şeriat devleti hedefi doğrultusunda faaliyet gösteren kişiler yalnızca Necmettin Erbakan ve arkadaşları sanılmamalıdır. Belirlenemeyen birtakım fiili beraberlikler ve müstakil kişiler, gerek legal kuruluşlarda, gerekse illegal olarak amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmuşlar ve çabalar harcamışlardır. Fakat siyasi partilere dayanan çoğulcu demokrasinin zorunlu ihtiyacı olan en geniş kapsamlı teşkilatlanma olanağı ve yasalarla sağlanan kolaylıklar sebebiyle hiçbirisi, siyasi partinin kitleler üzerinde kurabileceği nüfuz ve etkiyi sağlamak gücüne ulaşamamışlardır. Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasından sonra, şeriat devleti amacına yönelik faaliyetleri için Necmettin Erbakan ve arkadaşları hakkında yürürlüğe giren af yasası nedeniyle takibat yapılamamıştır. Necmettin Erbakan ve arkadaşları Milli Nizam Partisi’nin bir siyasi teşkilatlanma kuruluşu olarak sağladığı kolaylıklarla geniş yığınları etkilemeyi başarmışlardır. Temel din ve vicdan özgürlüğünü en geniş sınırlar içerisinde kullanma olanağına sahip halkımız içerisinden pek çok kişi partinin örgütlü çalışmalarının ve propagandalarının etkisiyle dini duygularını İslam kurallarının hayatın her sahasına hakim olacağı şeriat devleti özlemine dönüştürmüş ve bu yolda önemlice bir potansiyel oluşturmuşlardır…”.

İşte bütün bunları bizzat yaşamış, Erbakan’ın şahsında İslam’a ve İslami oluşumlara yönelik haksızlık ve yanlışlıklara şahitlik yapmış birisi olarak; Mustafa Kemal’i hem devrim yobazlarının, hem de din bezirgânlarının istismarından kurtarmak, topluma Atatürk’ü gerçekçi ve gerekli yönleriyle tanıtmak amacıyla, çok ciddi ve geniş çerçeveli araştırmalar sonucu “BİZİM ATATÜRK” kitabını hazırladık. Farklı ve aykırı kesimlerde yoğun ilgiyle ve takdirle karşılanan ve önemli bir boşluğu dolduran bu kitabımız defalarca yeniden basılıp dağıtıldı ve “Atatürk’ün İslam’la ve Kur’ani kurallarla değil, din istismarıyla ve yozlaşıp koflaşmış bazı kurumlarla uğraştığı!” konusunda yazılan onlarca kitaba kaynaklık yaptı.

 

 


[1] Bak: MSP Davası ve 12 Eylül Sadık Albayrak. Araştırmacı yy. Mapsan 1990

https://www.millicozum.com/mc/mayis-2018/ataturk-gercegini-nicin-ve-nasil-arastirmaya-basladik

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son