Anasayfa » KUR’AN’A KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ VE AKP’NİN SAPTIRMALARI!

KUR’AN’A KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ VE AKP’NİN SAPTIRMALARI!

Yazar: yonetici
0 Yorum 172 Görüntüleyen

Hazreti Muhammed Aleyhisselam Kur’an ile neler yapmıştır?

 

 

1-     Önce Mekke’de insanlara Kur’an’ı okumaya ve ilahi kelamın mana ve maksadını öğretmeye başlamıştır…

 

 

2-     Sonra Medine’ye gitmiş ve Kur’an’a göre ilk İslam devletini kurmuş, kendisinden sonra gelen dört halife o devleti imparatorluk seviyesine taşımışlardır.

 

 

3-     Kur’an’ın ve Hazreti Muhammed’in öğretilerine dayanan müçtehit imamlar ve fakihler müspet ilimlerin metotlarını ortaya koymuşlardır…

 

 

4-     Hakka dayalı “İslam Medeniyeti” işte yukarıdaki bu temel esaslara ve güncel ihtiyaçlara dayanarak hazırlanmıştır.

 

 

Müslümanlar dilde, hukukta ve yönetimde Hakkın, doğruluğun, iyiliğin ve müspet ilmin kurallarını uygulamışlar; Avrupalılar da tabii ilimler ile sanayide bu metotları kısmen uygulayarak, bu günkü uygarlığı oluşturmuşlardır. Şimdi bizim kurmamız gereken “Adil Düzen”den önceki “İslam Medeniyeti” işte bu temel esaslara ve hazır kaynaklara dayanmıştır. Batı uygarlığı ise, İslam’ın bilim ve hukuk sisteminden yararlanmış, ancak materyalist ve maneviyatsız olduğu için barbarlaşmıştır. “Hakka dayalı yeni medeniyet, III. bin yıl barış ve adalet medeniyeti” de Kur’ani esaslara ve tarihi mirasa dayanacak, her din ve kökenden bütün insanlığa huzur ve hürriyet sağlayacaktır.

 

 

Kur’an nasıl bir kitaptır?

 

 

1. Kur’an-ı Kerim; Son peygamber Hz. Muhammed’e gönderilmiş olup O’nun en büyük mucizesidir.

 

 

2. Arapçanın en güzel lehçesiyle indirilmiş olup, hem ifadesi hem de içerdiği (manası) vahyin eseridir, bir bütündür ve kendisiyle ibadet ve hareket edilir.

 

 

3. Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan temiz ve salih insanlar ve Müslüman cemaatler tarafından asırlarca bu haliyle nakledilmiştir.

 

 

4. İnsanlar Kur’an’ı Kerim’in bir benzerini asla getirememiştir, getiremeyecektir. Mucizdir. Kur’an’ı Kerim’in üslubu, mümin insanları hayran, düşmanlarını ise aciz ve perişan bırakıvermiştir.

 

 

5. O iner inmez yazılmış, korunmuş, değişmeden bugüne ulaşmış ve kıyamete kadar da korunacak bir kitabı Kerim’dir. Bu husus Allah tarafından da güvenceye alınmış bir gerçektir. (ancak AKP’liler ve ılımlı İslamcı kesimler gibi Kur’an’ın manasını, ahkâmını ve ahlakını değiştirip dejenere etmeye yeltenenlere dikkat etmeli ve fırsat verilmemelidir.

 

 

6. Bütün insanlığa hitap eder, o yalnız bir millete, döneme, bölgeye has değildir.

 

 

7. İnsan hayatının bütününü kuşatan ve onlara en doğru yolu gösteren ilahi bir rehberdir.

 

 

8. Kuran, muhkem kuralları ve mesajı apaçık olan bir kitabı ilahidir. [Enam 114, Maide 15, Bakara 99, 118]

 

 

9. Tüm insanlık için kesin bir hüccettir. [Enam 57, 156-157]

 

 

10. Bir hidayet ve öğüt belgesidir. [Ali İmran 138]

 

 

11. Müminlerin dostu, sığınağı, velisidir. [Araf 3]

 

 

12. Hüküm kitabıdır; hikmet içeriklidir [Nisa 105]

 

 

13. Müjdeleyen ve korkutan ilahi bir tebliğdir. [Enam 51, Araf 2]

 

 

14. Selim akla, mantığa, bilimsel gerçekliğe asla aykırı düşmemektedir.

 

 

Böylesine muazzam, harika ve çağlar üstü olan kitaba gereği gibi sahip çıkmayı Yüce Rabbimizden temenni ve niyaz ediyoruz.[1] Ve tüm mü’minleri bu kutsal emanete sahip çıkmaya çağırıyoruz.

 

 

Salim Meriç’in şu değerlendirmeleri üzerinde mutlaka durulmalıdır:

 

 

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldikten sonra 59. Hükümet’in kuruluşu için 18 Mart 2003’de Hükümet Programı Hakkında TBMM Genel Kurulunda yaptığı Ak Parti Siyasal kimliğini “Muhafazakâr Demokrat” olarak tanımlamaktaydı. (Recep Tayyip Erdoğan, Yeni Siyasetimiz-Konuşmalar, Ankara 2004, s. 10-14.)

 

 

AKP’nin ekonomik alandaki belki de en büyük başarısı, kapitalizmin meşrulaşmasını sağlamaktır. AKP, kadrolarıyla ve misyonuyla, Türkiye’de 1980’lerden sonra kapitalizme karşı en önemli direniş noktalarından biri olan İslamcılığın sistem tarafından emilmesini ve eritilmesini sağlamıştır. AKP iktidarı, sadece kapitalizmi değil, neoliberal projeleri de kitlelere sunmuş ve “aklı başında her  Müslüman’ın bunları  savunması  gerektiğini”  söyleyerek, Müslümanların zulme ve sömürüye karşı direncini kırmıştır.

 

 

Böyle ılımlı, Muhafazakâr bir partinin iktidarda olması, yurt dışındaki İslami sermaye için de önemli bir kapı aralamaktadır. Her ne kadar “sermayenin renklere boyanmasını” doğru bulmayan dönemin devlet bakanı Ali Babacan iddiaları reddetse de, Middle East Quarterly dergisinde araştırmacı Michael Rubin’in yayımladığı bir makaleye göre:  “Türkiye’de İslami (kılıflı küresel sömürü)  sermayenin yayılışı, AKP ile bağlantılı bir şekilde artmış ve AKP İslamcı sermayenin merkezi halini almıştır.” (Michael Rubin, Green Money, Islamist Politics in Turkey, Middle East Quarterly, p. 13-23.http://www.aei.org/article/22013)

 

 

AKP Kur’ani kuralları saptırmaya, İslam’ı Protestanlaştırmaya çalışmaktaydı!

 

 

AK Parti Siyaset Akademisi Ders Notları, (Ömer Çaha, Ar-ge Başkanlığı, Çankaya/Ankara, Aralık-2009)da şunlar aktarılmıştır.

 

 

AKP’nin ülkemizdeki büyük çoğunluğu Müslüman olan toplumumuza biçtiği İslam modeli “Protestanlaştırılmış İslam” modelidir. Bu modelin meşruluğunu savunduğu en önemli husus ise AKP’nin Siyaset Akademisi Ders Notlarının 80’ninci sayfasında Kapitalizmin en önemli dinamik taşı olan Protestanlık şöyle anlatılmaktadır;

 

 

“Martin Luther, aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin geliştirmiş olduğu lüks yaşam tarzını da sert biçimde eleştirir ve Alman halkının bu kadar varlık içinde yüzen bir kuruma yardım etmemesini önerir. Luther, Hıristiyanlığın sade, yalın ve mütevazı bir yaşam biçimi olduğunu söylemiştir.” Peki, o yüzden mi Kapitalizm Protestanlığın etkisinde gelişti ve yaygınlaştı? AKP’nin Ders notlarında Luther’in Hıristiyanlığın sade, yalın ve mütevazı olduğu sözleri söylediğine dair hangi kaynakta yazdığı dipnot olarak belirtilmemişti. Notlarda Luther’e atfedilen bu sözler zaten Luther’in kendi düşünce ve Protestanlığın mantığına uymamaktadır. Çünkü Protestanlıkta sadelik ve mütevazılık yoktur, aksine Protestanlıkta “Kişinin ödevi dünya nimetlerinden faydalanmak ve zenginliğini olabildiğince artırmak ve servetini sınırsızca biriktirmektir.”

 

 

Kapitalistleşmeyi yaratan en önemli etki Protestan inancının değerleridir. Çünkü Protestanlık, kapitalizmi doğuracak rasyonalizme sahiptir. Diğer toplumlarda kapitalizmin ortaya çıkmamasının nedenlerinden birisi de, o toplumların kültürlerinde ya da dinlerinde “çok kazanmak için haksız ve ahlaksız yöntemlere başvurma” olmamasıdır. Avrupa’da zengin kentlerin çoğu XVI. yüzyılda  Protestanlığı kabul etmiş ve zengin zanaatkârlar çoğunlukla Protestanlar arasından çıkmıştır. (Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Ayraç Yayınevi, Ankara 1997, s. 32, 34, 40, 53, 71.) Bu yüzden Protestanlar için meslek sahibi olmak ve çok para kazanmak ilahi bir görev olarak algılanmaktadır.

 

 

AKP’nin Siyaset Akademisi Ders notlarının 89.ncu sayfasında “İslam’daki rasyonalizm ve bireycilik (dinin bireysel olarak yorumlanması  anlamında) Katolik hegemonyaya başkaldıran Protestan öncülere ilham kaynağı teşkil etmiştir. Nitekim Calvin “kendisini İsa’dan çok Muhammed’e yakın hissettiğini” İslam’ın bu özelliğinden dolayı ifade etmiştir.” denilerek

 

 

AKP’nin Siyaset Akademisi Ders notlarında resmen Protestanlık övülmekte ve örnek alınmaktadır.

 

 

AKP’nin Siyaset Akademisi Ders notlarının 86’ıncı sayfasında ise İslam’da reform yapılamadığı için modern dünya ile kriz içinde olduğu şöyle açıklanmaktadır; “Hıristiyanlık on altıncı yüzyıldan itibaren Protestanlık aracılığıyla modern toplumun bireycilik özelliğini kazanarak modern yaşama ayak uydururken, İslam bu konuda gerçekte kendi Rönesans ve Reformunu yapamadığı için modernleşme ile uyumu konusunda ciddi bir kriz içinde bulunmaktadır.”

 

 

Şimdi soruyoruz AKP’ye ve yandaşlarına:  İslam’ın modern olmak için reforma mı ihtiyacı vardı? Yoksa ılımlı ve Protestan İslam diye vahşi kapitalizm topluma benimsetilmeye mi çalışılmaktaydı?[2]

 

 

Milli Gazete yazarı Nureddin Yıldız bu başlık altında oldukça önemli tespitlerde bulunmuştu. Bazı ekleme ve düzeltmelerle okurlarımıza aktarmak istiyoruz.

 

 

·         Bütün hüküm ve haberlerine, bütün surelerine ve ayetlerine son harfine kadar hepsine tam bir iman, böyle bir imana uygun saygı, itibar ve itimat;

 

 

·         Emrettiği ve yasakladığı şeylere uyma, Onun kelamını ve ahkâmını en yüce kılma,

 

 

·         Ayetlerini okuma, anlamaya çalışma,

 

 

·         Üzerinde tefekkür ederek Kur’an eksenli düşünce olgunluğuna ulaşma,

 

 

·         Kur’an’ın adalet nizamını kurma, koruma ve Kur’an’ı bir sonraki nesle aktarma şuuruyla yaşama.

 

 

Kur’an’ın bize ulaşmasının tarihi seyri ve sırası:

 

 

Vahiy dönemi:

 

 

a) Mekke dönemi: Sorunlar ve zorluklar zirvede: İnen ayetler yüreklere yazılıyor. Kâğıt-kalem yok… İnanan sayısı 12 yılda 100 kişiyi bulmuyor. Dar’ul-Erkam ilk medrese oluyor. Özellikle iman ve ahlak esasları, temel insan hakları ve zulüm düzenine fikri başkaldırı ile ilgili ayetler geliyor.

 

 

b) Medine dönemi: Fiili cihada izin veriliyor. İbadet ve muamelatla (hukuk ve hayat şartlarıyla) ilgili hüküm ayetleri iniyor. İslam devletleşme sürecine giriyor.

 

 

Mekke’nin fethinden sonra: Kapılar aralanıyor. Rağbet artıyor. İmkânlar yine sınırlı. Ancak iman ve aşk zirveyi zorluyor. Kur’an sadece kutsal bir kitap değil; her şeyin kaynağı ve dayanağı yapılıyor.

 

 

Raşid halifeler dönemi: İmkânlar genişliyor… Kur’an-ı Kerim, devlet desteği görüyor. Yeni sorunların çözümü için Kur’an’a başvuruluyor. Nüshaları çoğaltılıp dağıtılıyor. Hassasiyet artarak devam ediyor.

 

 

Emeviler dönemi: Kur’an yine temel başvuru kaynağı konumunu koruyor. Şöhretin en keskin yolu, derin Kur’an ilminden geçiyor. Ehli Kur’an ilgi görüyor… Ancak saltanat dönemi bidatleri besliyor. Ömer bin Abdülaziz dönemi bir başka… Endülüs, kültüre farklılık getiriyor, Kur’an medeniyet motoru oluyor.

 

 

1. Abbasiler dönemi: Kur’an’a ilgi hala sürüyor. Ahmed bin Hanbel önderliğinde bir gurup sinsi fitnelere karşı ayakta duruyor. Felsefenin parmak işaretleri görülse de Kur’an’a ilgi artıyor. Bir önceki dönemin Kur’an’a teslimiyet anlayışında giderek yozlaşma, ayetleri keyfi ve zoraki yorumlama kapısı açılıyor.

 

 

2. Abbasiler dönemi: Felsefe İslam’a burnunu sokuyor. Müslümanlar Kur’an-ı en büyük görüyorlar ama felsefeye de yoğun ilgi duyuluyor. Tek tük çatlak sesler çıksa da, her şeye rağmen zahiri ilgi devam ediyor.

 

 

Abbasilerden sonra miladi 1900’e kadar olan dönem: Dış cephelerde yer yer fetihler var, ama Müslüman halkların eğitimi ihmal ediliyor. Kur’an’a iman olarak ilgi sürüyor. Ama hastalara ve ölülere okunması, ibret ve sohbet için araştırılması; yani hayatın amacından saptırılması başlıyor. Çürüme git gide artıyor. Cephelerde Kur’an için şehit düşenler arasında bile Onu okuyabilenler, okuyanlar içinde ise manasını bilenler çok azalıyor. Batı ve batılıya ait değerler etkili olmaya başlıyor, hatta hayranlığa dönüşüyor. Teknoloji geliştikçe pozisyon Kur’an’ın aleyhine işliyor. Bir matbaa sorunu bile yıllar sonra aşılıyor. İlmin merkezlerinden, Ezher’le oynanıyor.

 

 

1900’lü yıllar başladığında durum: Mezarlıklarda tek kitap Kur’an. Sözle ifadede iman tam… Anlama, uygulama ve yeni sorunlara Kur’ani çözümler arama ise bütünüyle bırakılıyor.

 

 

1900’den sonra 1950’lere kadar:

 

 

Arap dünyası:

 

 

İstilalar ve ekonomik sıkıntılar Kur’an-ı ikinci sınıf konular listesine itiyor. Mısır’da nispi bir hareket gözleniyor. Kuzey Afrika ülkelerinde alfabesi bile unutulmaya yüz tutuluyor. Kimi himmeti yüksek âlimlerin kişisel gayretleri takdir ve taraftar buluyor. Sesi güzel hafızlar Kur’an’dan daha muteber hale geliyor. Daha acısı, ekonomik, teknolojik, politik ve psikolojik perişanlığın vebalini Kur’an’a yüklemek isteyen ‘Müslümanlar’  çoğalıyor.

 

 

Türkiye ve diğer İslam coğrafyası:

 

 

Bizde durum daha vahim: Geri kalmışlığın bedeli Kur’an’a ödetilmek isteniyor. Müslümanları temsil durumunda olan âlimlerin neredeyse tamamı susturuluyor ve Kur’an sahipsiz bırakılıyor. Kur’an bir kenara itilmekle kalmıyor, bütün küfür cephesinin en büyük düşmanı haline geliyor. Atatürk’ün Kur’an’ı tercüme ve tefsir ettirme girişimi, dindar halk tarafından takdir edilemiyor, kötüye yorumlanıyor, Onun ölümünden sonraki yöneticiler ise uyduruk bir Kemalizm adına maalesef Kur’an’a ve İslam’a savaş açıyor… Alfabesi bile saldırı nedeni oluyor. Tarihinin en vahim günleri başlıyor. Kur’an ve tefsirleri suç aleti, ehl-i Kur’an suçlu ve tehlikeli sayılıyor. Mağaralarda, ormanlarda, merdiven altlarında bireysel gayretler görülüyor, ama milleti Kur’an ile eğitmeye yetmiyor. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserleri, Süleyman Efendinin Kur’an Kursu hizmetleri, Elazığ Palulu Şeyh Haydar Baba ve Üstat Sami Ramazanoğlu gibi şahsiyetlerin tasavvufi gayret ve himmetleri bir nesli kökten çürümekten kurtarıyor.

 

 

“Ve Elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an-ı terkedilmiş (lafzı okunup, anlamı ve ahkâmı önemsenmemiş bir kitap) olarak bıraktılar.” (Furkan: 30) ayetinin işareti yaşanıyor.

 

 

1950-2000 arası: Arap dünyasında da Türkiye’de de büyük bir himmet patlaması oluyor. Camiler, kurslar, evler yeniden Kur’an’a sarılma merkezlerine dönüşüyor. Kıt imkânlara rağmen büyük gayretler ortaya konuyor. Kitaplar, tefsirler, gazeteler, dergiler çıkıyor. Herkes çapına göre bir şeyler yapıyor… Yüz yılların açığı kapansın diye senelerce çalışılıyor.

 

 

Özellikle Milli Görüş hükümetleri ve belediyeleri sürecinde ve Erbakan Hoca’nın üstün gayret ve cesareti sayesinde:

 

 

·         Yüzlerce İmam Hatip Okulu ve binlerce Kur’an kursu açılıyor.

 

 

·         Yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat Fakülteleri artırılıyor.

 

 

·         İlahiyat ve İmam Hatip mezunları önemli ve etkili görevlere atanıyor.

 

 

·         Dindar ve dürüst kişiler siyaset ve ticaret hayatına atılıyor ve Müslümanlara yeniden özgüven kazandırılıyor.

 

 

·         Siyonist merkezler ve Masonik mahfiller, inançlı insanları Erbakan’ın güdümünden kurtarmak ve kendi sömürü saltanatlarını korumak amacıyla dindarları, tarikat ve cemaatleri sahiplenmek mecburiyetinde kalıyor; yani taviz vermek ve işbirliğine girişmek durumunda bırakılıyordu.

 

 

Ancak,

 

 

1- Müslümanlar arasında bile “Kur’an büyük, ama uygulanacak değil, okunacak kitap” kanaati yaygılık kazanıyor.

 

 

2- Kur’an eğitimi için, gerek devletin eliyle açılan ve gerekse sivil örgütlerce oluşturulan kurumlar, eğitim metotları ve fiziki imkânları açısından ‘köhne’ olmayı aşamıyor. Bilhassa çağı değiştirip düzeltecek prensip, psikoloji ve eğitim pedagojisi yok sayılıyor.

 

 

3- Kur’an ve Ondan doğan ilimler ayrı bir cephe, beşerin eliyle geliştirilen ilimler ve teknolojiler farklı bir cephe gibi fasit bir anlayış türüyor. Bu dönemin sonucunda sayıları on binleri bulan Kur’an hafızları baş tacı yapılırken, Kur’an’ın ayetlerini, hükümlerini ve hikmetlerini açıklayacak âlimler ve bunları hayata hâkim kılacak mücahitler dışlanıyor ve desteksiz bırakılıyor. “İman edenlerin, (artık) Allah’ın zikri ve Haktan inmiş olan (Kur’an’ın hükümleri) için, kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması (ve her konuda Kur’an’a başvurulması) zamanı (hala) gelmedi mi?” (Hadid: 16) ayetinin ikazına maalesef kulak verilmiyor.

 

 

2000’li yıllar: Kur’an vahiy günlerinden beri en zengin ve en rahat şekliyle Müslümanların elinde bulunuyor. Holdingleri, fabrikaları ve medya kurumları olan Müslümanlar çoğalıyor. Kur’an adına enstitüler, merkezler kuruluyor. Ama asırların biriktirdiği sorunlara gerekli ve yeterli çözümler üretilmiyor. Değişmeyen doğrular ve İslami kurallar esas alınarak, değişen şartlara ve ihtiyaçlara uygun hazırlanan “Adil Düzen ilmi projelerine” ve onları uygulayacak siyasi hareketlere destek yerine köstek olmak gibi akıl almaz bir çelişki yaşanıyor. Bu dönemin en bariz sorunları şunlar oluyor:

 

 

1- Teknoloji vakit kazandırması gerekirken genç kuşakların zamanını ve ahlakını heba ediyor. Bilhassa TV ve bilgisayar hayatı kolaylaştıracağına, çürütüp kokuşturuyor.

 

 

2- Devletin zorunlu tuttuğu eğitim; en verimli gençlik dönemini ezberci ve gereksiz bilgilerle öldürüyor.

 

 

3- A4 kargaşasında mesafe büyüyor. Gençler yarış atları gibi imtihana, diplomaya koşturuluyor. Kur’an,  yaz aylarına sıkıştırılıyor. Tatilini feda edebilen çocuklar Onu sadece okumayı öğrenebiliyor. ‘Her şey A4 için’ anlayışı ve amacı yerleşmiş bulunuyor. Hatta bu anlayışın öncülüğünü Müslümanlar elinde tutuyor.

 

 

4- Çağın getirdiği rehavet, günlük kullanılan dil olmayan ve bu açıdan zor gibi telakki edilen Kur’an için yeni bir zorluk getiriyor. Kur’an üzerine yoğunlaşma yolu kapatılıyor.

 

 

5- Bilhassa AB sürecinin getirdiği yeni anlayıştaki “Kendisine emredilemez” çocukların babaları ve anneleri, farkında olmadan Siyonist ve emperyalist dünya düzenine uyumlu ve ılımlı “demokrat köleler” yetiştiriyor.

 

 

Şimdi ve asıl gündemimiz: Kur’an-ı Fert ve toplum hayatımızın merkezine nasıl koyabiliriz ve bir sonraki nesli, Kur’an ile nasıl buluşturabiliriz? Sorusu üzerinde yoğunlaşmamız ve yeni bir dünyayı kurmamız gerekiyor.

 

 

Kur’anı; manası ve kısa tefsirli meali ile okumak farzdır!

 

 

Bizi, insanlığa son ilahi mesaj olan Kur’an-ı Kerime muhatap olma şerefine ulaştıran, Ondan sorumlu tutan Âlemlerin Rabbi ve din gününün sahibi olan Allah (c.c.), Kur’an ayetlerini anlaşılsın ve akıl sahipleri öğüt alsın ve hayatını Ona göre programlasın diye apaçık Arapça indirmiştir. Kur’an, ilk geldiği toplumun diliyle indirildiğinden diğer toplumların diline çevrilmesi bir ihtiyacın ve ilahi amacın gereğidir.

 

 

Bu yüzden daha Resulullah döneminde Kur’an’ın bazı bölümleri çeşitli dillere çevrilmiştir. Nitekim Resulullah’ın İslam’a davet mektuplarındaki ayetlerin de, gönderildiği ülkenin diline çevrilerek aktarıldığı bilinmektedir.

 

 

Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte Kur’an’ın tercümesi meselesi yeniden gündeme gelmiş, hatta bu çalışmalar hükümet desteğiyle ortaya çıktığından “yapılacak çevirilerin Kur’an’ın yerine geçirilmesi endişesiyle” pek çok Müslüman tarafından hoş görülmemiştir. Öyle ki kendisine bir meal hazırlaması teklif edilen Merhum Mehmet Akif’in, böyle bir işe alet olmaktan özenle kaçındığı söylenmektedir. O dönemlerde ilk meali hazırlayan Merhum Hasan Basri Çantay, Türkçe mealin gerekliliğini uzun uzun savunmuş, merhum Elmalılı Hamdi Yazır da “Hak Dini Kur’an Dili” adlı eserinin önsözünde, Türkçe meal ihtiyacına değinerek: “yukarıda anılan kaygıların yersizliğini ve Mealin kesinlikle aslın yerine geçemeyeceğini” ifade etmişlerdir.

 

 

Yetmişe yakın Türkçe mealin bulunduğu günümüzde artık gereklilik tartışmaları yerini; doğru, iyi ve güzel olanı arama çabalarına terk etmiştir. Haklı olarak yeni çalışmaların bu arayışı sürdürerek mevcut birikime daha iyi ve güzeliyle katkıda bulunması ve eskilerin hatalarına ve eksikliklerine düşmekten kaçınması beklenir.

 

 

Meal-çevirinin sınırları ve sorumlulukları:

 

 

Evet, Mustafa Hizmetli’nin dediği gibi; Çeviri, bir dildeki sözü, başka bir dile nakletmektir. Bu, harfi harfine olabileceği gibi, mananın nakli şeklinde de olabilir. Dil ile dünya görüşü arasındaki yakın ilgi dikkate alındığında, manayı aktarmak daha uygun düşmektedir. Kur’an, Arapça indirildiğine göre, Allah’ın mesajı o dilin kalıpları, söz sanatları, mecaz ve sembolleri kullanılarak anlatılmış demektir. Bu durumda Kur’an başka bir dile çevrilirken de aynı yöntemin izlenmesi, anlaşılabilmesi için mananın o toplumun dilinde ve Allah’ın rızasına ve İslam’ın maksadına uygun şekilde yeniden ifade edilmesi ve kurgulanması gerekir.

 

 

Nitekim yeni çevirilerin:

 

 

1) Türkçe söyleyişe ve halkın anlayış seviyesine uygun olmasına özen gösterilerek,

 

 

2) Ayetteki ifadenin değil, mananın aktarılması amaç edinilerek,

 

 

3) Yerine göre düz, yerine göre devrik cümle kullanılarak monotonluğa düşülmemeye dikkat edilerek,

 

 

4) Türkçeye çevrilemeyen ibare, kelime ve kavramlar aynen korunup, gerekli izahlar getirilerek,

 

 

5) anlamayı kolaylaştıran ve günümüz olayları ve sorunlarıyla bağdaştıran tefsirli (açıklamalı), parantezli çevirilere yer verilerek,

 

 

6) Çeviri yapılırken, özellikle Kur’an’ın bütünlüğü ve üstünlüğü gözetilerek yapılması oldukça önemlidir.

 

 

Kur’an mesajı evrensel ve çağlar üstü özelliktedir. Dolayısıyla her çağa hitap edebilecek, her toplumda yeniden çözümlenebilecek bir semantik yapıya sahiptir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerimi mucizevî beleğat zenginliğiyle başka bir dile aynen nakletmek mümkün değildir. Bu durumda emin ve ehil olan mütercimler, gücü ve imkânların nispetinde anlayabildiğini aktarmakla yetinmelidir. Sonuçta yapılacak her çeviri, kaçınılmaz olarak kendi çağının ve toplumunun birikimiyle sınırlı kalmak mecburiyetindedir. Ancak her topluma kendi dilinde ilahi mesajları iletmek ve Kur’an’dan nasiplendirmek de, ayrı bir görevdir ve gereklidir.

 

 

·         Rabbimizin meramını ve muradını anlamak ve ona uygun bir ahlakı ve hayat tarzını oluşturmak

 

 

·         İlahi mesajın anlamını ve amacını kavrayıp, “İlayı Kelimetullah – Allah kelamını ve ahkâmını en yüce kılmak”

 

 

·         Kulluk ve sorumluluklarımızı bilip kuşanmak, gayesiz ve gayretsiz başıboşluktan kurtulup olgunlaşmak

 

 

·         Her türlü sorunlarımızı, Kur’an’ın temel kuralları ve kavramları esas alınarak ve Hz. Peygamberin (SAV) sünnetine bakarak çözüme kavuşturmak isteyen ilim ve içtihat ehlinin haklılığını anlayıp onlara destek çıkmak

 

 

·         Cenabı Hakla manevi münasebet merbubiyetimizi (bağlılık vesilemizi) devamlı kılmak için mutlaka Arapça aslıyla birlikte, Kur’an-ı Kerimin meal ve manasını da dikkatle okumamız bir vecibedir. Bu, Allah’ımıza ve O’nun Kelamına ne denli önem verdiğimizin de bir gereği ve göstergesidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

[1] Milli Gazete / 14.12.2010

 

 

[2] Odatv / 28 02 2011

 

 

 MİLLİ ÇÖZÜM MAKALELERİ İÇİN TIKLAYINIZ…

 

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son