Anasayfa » KIBRIS TÜRKİYE'NİN TAYVANI'MI YAPILIYOR?_

KIBRIS TÜRKİYE'NİN TAYVANI'MI YAPILIYOR?_

Yazar: yonetici
0 Yorum 166 Görüntüleyen
KIBRIS TÜRKİYE'NİN TAYVANI'MI YAPILIYOR?

Teodor Herzl İsrail'in Kıbrıs Planı

Derin tarihe meraklı olanlar bilirler… Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı sürecinde Yahudilerin göç dalgasında kalburüstü olanların durağı İstanbul'du. Diğer Yahudilerin yeni ikametleri ise Kıbrıs'tı. Geçici bir süre Kıbrıs'ın Filistin'e bakan güneyine yerleşen Yahudiler daha sonra Filistin topraklarına geçerek İsrail'in kurulmasında önemli rol oynadı. Eğer Filistin topraklarına sahip olma hayalleri gerçekleşmeseydi, belki de İsrail, Kıbrıs'ta kurulacaktı… Malum; Kıbrıs siyonizmin Büyük İsrail öngörüsü olan Arz-ı Mev'ud sınırları içerisinde bulunuyor.

 

Tarihi biraz daha yoklayalım… II. Dünya Savaşı sonunda İngiltere Avrupa'dan Yahudileri zorla gemilere bindirerek Kıbrıs'taki toplama kamplarına yolladı. 1946-1948 yılları arasında Kıbrıs'a göç ettirilen Yahudilerin sayısı 52 bini buluyordu. İsrail kurulunca bunlar topluca karşı yakaya göç ettirildiler. Avrupa'dan getirilip Kıbrıs'a yerleştirilen bu Yahudiler, burada savaşmak üzere eğitilmeye başlandı. Çoğu Filistinlilerle savaşmak için kurulan silahlı Siyonist örgüt Haganah'a katıldı.. 19. yüzyılın sonlarında İngiltere Başbakanı olan Benjamin D'Israeli de çok sayıda Romanyalı Yahudi'yi Kıbrıs'a götürmüştü…

İşte bir başka yönüyle İsrail'in gölgesindeki Kıbrıs gerçeği: Kıbrıs, Siyonizmin teorisyeni Teodor Herzl'in de gündemindeydi. Herlz, Kıbrıs ile ilgili düşüncelerini siyonizmin büyük finansörü Lord Rothschild'e 1902 Temmuz'unda şöyle anlatıyordu:

“Kıbrıs'ı düzene sokmalıyız ve bir gün İsrail'in üzerine gitmeliyiz ve kuvvetle almalıyız. Kıbrıs'tan Müslümanlar gider, Rumlar iyi bir fiyata topraklarını satar, Atina'ya veya Girit'e göç eder. Filistin, Yahudiler için çok küçük, bu nedenle Filistin'e yakın bir yer sağlamamız gerekiyor. Filistin'e Kıbrıs ve El Arish de dahil edilmelidir”[1]

Bu bilgiler ışığında şimdi gelelim daha yakın gelişmelere. ABD'de Kıbrıs sorununun ‘çözümü' için görevlendirilen ve hep Rumlardan yana olan isimlerin birçoğunun Yahudi lobilerine bağlı olmaları da dikkat çekici. Başkan Ronald Reagan'ın 3 yıl Kıbrıs özel sorumlusu olan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Haas, ABD'nin Kıbrıs Özel Koordinatörü Nelson Ledsky, Başkan Carter'ın Kıbrıs konusundaki özel temsilcisi Clark Clifford, George Harris, CIA Ortadoğu Masası Şefi Ellen Laipson ve  Rechard Hollbroke, Amerikalı Yahudiler arasında ilk akla gelenler…

Şimdi puzzle'ın parçalarını yerleştirelim. Kıbrıs, Arz-ı Mev'ud'un yani Büyük İsrail'in bir parçası. Avrupa'dan göç ettirilen Yahudiler açısından ikinci bir vatan.

Siyonizmin en önemli ismi Teodor Herzl'e göre Kıbrıs ‘düzene sokulması' gereken bir ada. Müslümanlar göç ettirilecek, Rumlar'dan ise toprakları satın alınacak.

Mossad ajanları Güney Kıbrıs'ı merkez edinmiş, ENOSİS hayali kurumsallaşmış, EOKA kurulmuş, Kıbrıs'ta müslümanlara karşı katliam başlatılmış, göçe zorlanmış… Herzl'in ‘düzene sokma' olayı yani! Başka? Washington da Kıbrıs'la hep Yahudi kökenli temsilci ve sorumlularıyla ilgilenmiş. Onlar da Rumlar'dan yana tavır almış.

Daha başka? Nihayet AB'ye göre Kıbrıs şimdi Rumların. İşgalci Türk  askeri elbet bir gün Ada'dan çekilecek. Biz hep Rumlara kızmışız ama galiba Kıbrıs'ta herşey İsrail'in gölgesinde gerçekleşmiş… Son nokta: ABD ve İsrail ile stratejik müttefiklik ilişkileri geliştiren AKP iktidarı Türkiye'nin yarım asırlık Kıbrıs milli davasını acaba neden yok etti? ‘Çözüm çözümsüzlükten iyidir' diyen Başbakan Erdoğan'ın çözümü, İsrail'in çözümü olabilir mi?…[2]

Kıbrıs, Türkiye'nin  Tayvan'ı (mı) olacak!?

ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'den başlıyor. İsrail'in yanı başında olması, Suveyş Kanalı'na 200 kilometre yakın olması, Türk limanlarını bloke etme özelliği nedeniyle vazgeçilemez bir yer. Ada'nın bölünmesi ABD planları için elverişli bir ortam hazırlayacak.

Doğu Akdeniz Kıbrıs Rum Kesimi'nin üyeliği ile Avrupa Birliği'nin çıkarlarına ayarlı hale getirildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Rumlarla birleşerek AB içinde yer alması Avrupa'yı bu bölgede daha da ayrıcalıklı hale getirecek. Doğu Akdeniz'deki nüfuz mücadelesinin hem Kıbrıs meselesi üzerinde, hem Suriye ve Lübnan konusunda tahminlerİn çok ötesinde etkileri var. Bazılarının bunu anlaması mümkün görünmüyor ama 21. Yüzyıla dönük hesapların çarpıştığı en önemli alanlardan biri Doğu Akdeniz. Çok yakında Doğu Karadeniz de benzer bir rol üstlenecek. KKTC'nin kaderi de, dünyanın sayılı enerji kavşaklarından biri haline gelen bölgedeki güç mücadelesi ışığında belirleniyor.

 Bunu ABD'nin Kıbrıs politikalarını izleyerek ölçebiliriz. Ya da Kıbrıs'a yönelik ABD ile AB politikaları arasındaki restleşmeyi. Görünürde iki taraf da aynı şeyleri istiyor gibi. Oysa gerçekte birbirleriyle çarpışıyorlar. Kıbrıs'ta olduğu gibi. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'ın Washington'a davet edilmesi çok önemli. Bundan önce KKTC'ye ekonomik destek, yatırım kanallarının açılması ve havayolu iletişimi gibi kolaylıklar tanıyan ABD, Kuzey'le Güney arasındaki ayrışmayı derinleştiriyor. Talat Washington'da Condoleezza Rice'la görüşecek. ABD, KKTC için üç maddelik bir plan belirledi: Ekonomik yardım, doğrudan uçuş ve diplomatik diyaloğun canlandırılması. Bu çerçevede Lefkoşa Büyükelçisi'nin Talat'la düzenli görüşmesi kararlaştırıldı. Peki Amerika bunları neden yapıyor?…Gelişmeler bugün işimize yarıyor…

Washington'ın Avrupa'daki Kuvvet Komutanlığı'na bağlı stratejik planlama dairesi, Akdeniz'in Avrupa Birliği kontrolüne geçtiğini, bu bölgede Washington'ın siyasi ve stratejik varlığını güçlendirme bakımından da Kıbrıs'ın önemli olduğunu düşünüyor. “Birleşik Kıbrıs”ın AB'nin en büyük diş politika projesi olan Doğu Akdeniz'de varolma, dolayısıyla Ortadoğu'da varolma stratejisi için hayati önemi var. Kuzey Afrika'dan Suveyş'e, Cibuti'den Hazar'a kadar bütün bölgeye yayılan ABD için de, yeni Ortadoğu projesinin merkezinde yine Kıbrıs var. Kıbrıs'ı Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika'daki enerji havzalarına olan yakınlığı, Bakü-Ceyhan gibi enerji koridorlarının güvenliği açısından taşıdığı önem ve Ortadoğu'ya dönük konumu nedeniyle, stratejik önemde gören Washington, KKTC üzerinden Akdeniz'de jeopolitik konumunu güçlendirmeye çalışıyor. KKTC'de askeri üs istiyor, bölgeye asker yerleştirmek istiyor. Kıbrıs'ın en yüksek tepesi olan Toroodos dağında 50 yıldan bu yana, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslar'ı izleyen, elektronik ve radyo sinyallerini tarayan, askeri, ticari ve diplomatik iletişime müdahale eden bir Amerikan üssü var. Lefkoşa'da ABD Büyükelçiliği'ne yakın bir başka üs, Arap dünyasını izleyip ABD'ye aktarıyor… ABD için Kıbrıs, Basra Körfezi ve Kuzey Afrika kadar önemli. Ortadoğu için bir deniz feneri ve uluslararası diplomasinin test alanı. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz'den başlıyor. İsrail'in yanı başında olması, Suveyş Kanalı'na 200 kilometre yakın olması, Türk limanlarını bloke etme özelliği nedeniyle vazgeçilemez bir yer. Kıbrıs Akdeniz merkezli en büyük dinleme üssü olacak, üslere binlerce ABD askeri yerleştirilecek. Kıbrıs'ın ABD ve İngiltere'nin çıkarları için bir “manda ülkesi” haline getirileceği, doğuya ve güneye yönelen yeni NATO için kuzeydeki Geçitkale Havaalanı'nda NATO üssü kurulacağı ifade ediliyor.

Ada'nın bölünmesi ABD planları için elverişli bir ortam hazırlayacak. ABD, KKTC'nin tanınmasına yol açmasa da fiilen tanınmış gibi ayakta kalmasını sağlayacak. Tıpkı Tayvan gibi… Kuzey ekonomik açıdan desteklenecek, bir turizm ve ileri teknoloji merkezi yapılacak. Ancak aynı zamanda bir “garnizon ülke”ye de dönüştürülecek. Talat'ın ziyaretiyle KKTC tanınmış gibi gösterilip ABD'nin Akdeniz'deki Tayvan'ı yapılacak. Zenginlik, teknoloji, turizm, askeri üsler, ABD deniz piyadeleri, dünyayı dinleyen Echelon sistemi… İşte size yeni KKTC…[3] 

Kıbrıs Düğümü

Kıbrıs meselesi Türk siyasetinde, tutanın elini yakacak bir 'ateş topu' haline geldi. Avrupa Birliği ile imzalanacak ek protokol nedeniyle çok kritik bir öneme sahip olan KKTC ile ilgili olarak herkes topu birbirine atmaya çalışıyor. Suçlamalar, ilginç diyaloglar ve tüm siyasi hesaplar şimdi Kıbrıs üzerine kuruluyor. Kıbrıs Ankara'nın en önemli gündem maddesi oldu.

Gazi Orduevi'nde önceki akşam verilen Kıbrıs resepsiyonuna askerlerin komuta kademesi neredeyse tam kadro katıldı. Geniş kapsamlı ve üst düzey katılım özellikle yurtdışına verilen bir mesaj olarak algılandı. Resepsiyon süresince başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Genelkurmay İkinci Başkan Orgeneral İlker Başbuğ ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'la konuştuk. Sohbetlerden çıkardığımız izlenimlere göre genel havayı aktaralım: Askerler, Hükümet'in AB konusundaki çalışmalarda elini zayıflatmak istemiyorlar. AB'ye, Türkiye'de çatışma varmış gibi bir hava vermekten ve koz sunmaktan kaçınıyorlar. Milli bir mesele olarak baktıkları KKTC ile ilgili gelişmeleri çok yakından takip ediyorlar. Hükümetle yakın ve koordineli çalışıyorlar. Sürecin Türkiye'nin AB üyeliğine zarar vermemesi için büyük bir özen gösteriyorlar. Ancak AB'den somut adımlar ve garantiler almadan Kıbrıs'ta taviz verilmesini önlemeye çalışıyorlar.

Çok ilginç diyalog…

Resepsiyonda gerçekten çok, ama çok ilginç bir diyalog yaşandı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve eski bakanlardan, ANAP'lı Bülent Akarcalı'yla sohbet ediyoruz. Akarcalı, sözü aldı. 'Bugün Kıbrıs'ı tartışmak anlamsız. Kuş yuvadan çoktan uçtu. Hatayı 1995'te Çiller'le Karayalçın yaptı' diyerek söze başladı ve uzun uzun süreci anlattı. Orgeneral Başbuğ da dikkatle dinledi. Başbuğ, en sonunda Akarcalı'ya, 'Bülent Bey daha sonra sizin partiniz iktidara geldi. Hükümette iken bu sorunları neden çözmediniz? Çözüm için fırsatlarınız vardı' dedi. Org. Başbuğ, bu cümleyi, üstüne basa basa iki kez tekrarladı. Buradaki sitem sadece Akarcalı'ya değildi kuşkusuz.

Hükümet de Çiller ve Karayalçın'ı suçladı

Kıbrıs'la ilgili tartışma son günlerde alevlenmeye başladı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül iki gün önce Londra'da 'Hükümetimiz eleştiriliyor. Ancak Kıbrıs konusunda asıl Çiller ve Karayalçın sorumludur. 1995'de Türkiye Gümrük Birliği'ne girerken Rumların tanınmayacağı yönünde bir şerh bile koymadılar' demişti. O dönemdeki yanlışlara ilişkin Gül'ün haklı olduğu konular var. Gümrük Birliği yeterince müzakere edilmedi, sonraları zaten çok konuşuldu. Ancak 10 yıl öncesinden bahsediyoruz ve o tarihte Kıbrıs AB'ye tam üye değildi…

Çiller ve Karayalçın ne diyor?

Bütün bunlar üzerine dün telefonla Karayalçın ve Çiller'i aradım.

Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne giriş kararının alındığı 6 Mart 1995 tarihindeki Brüksel'de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısı sırasında Başbakan Çiller, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Karayalçın'dı. Söz şimdi Karayalçın'da:

'O toplantının gündeminde Kıbrıs yoktu. Kıbrıs'la ilgili herhangi bir karar da alınmadı. AB bağlamında Kıbrıs'la ilglii tek sözcüğün geçtiği karar Helsinki 1999 zirvesidir. Türkiye orada aday oldu. Kıbrıs'la ilgili koşul o toplantıda getirildi. O dönemde Ecevit Başbakan, Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli Başbakan Yardımcısı'dır. 1995'te böyle bir konu gündemde bile değildi. Herhangi bir tartışma da yapılmamıştır.'

'Uyarılarımı da yaptım'

Karayalçın buna rağmen kendisinin Kıbrıs'la ilgili tüm uyarılarını yaptığını anlatarak, şöyle konuştu:

'2 Şubat 1995 Londra'da beş dışişleri bakanı İngiltere Dışışleri Bakanlığı'nda çok önemli bir toplantı yaptı. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Türkiye… Türkiye adına ben katıldım ve dedim ki, Kıbrıs söylentileri devam ediyor. Kıbrıs konusunun gündeme taşındığını duyuyoruz, 'Kıbrıs ve Gümrük Birliği konusu ilişkilendirilemez' dedim. Birincisi, iki kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayanan bir çözüm olmadan Kıbrıs AB'ye giremez. İkincisi, Türkiye AB'ye girmeden Kıbrıs giremez. Türkiye AB üyesi olmadığı için veto yetkisi yoktu ama böyle bir gelişme olursa, 'Türkiye KKTC ile bütünleşir' dedik ve bomba etkisi yarattı. 6 Mart'ta bu konuşmayı tekrar ettim. Devlet kayıtlarımızda var. Ek protokol imzalansa bile Rumları tanıma anlamına gelmez. İmzalasın ama Meclis'e getirmesin. Bu bir karar uluslararası anlaşma değil.'

Çiller: Bu bir yalandır altında ezilirler

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller de bu konuyla ilgili sorularımızı yanıtlarken, kendisini suçlayanlara büyük tepki gösterdi. Gümrük Birliği metninin çok iyi bir şekilde okunması gerektiğini söyleyen Çiller, şunları söyledi:

'Bunun en güzel cevabı yazılı dökümantasyondadır. Gümrük Birliği'nin tüm maddelerine bakılsın. Bunun dışında Türkiye'yi bağlayan hiçbir anlaşma, hiçbir metin yoktur. Bırakın metni, sözlü olarak da ayrıca bütün bunlar bir akşam yemeğinde muhataplarımıza teker teker benim ve Karayalçın tarafından Kıbrıs'la ilgili en ufak bir bağ olmayacağı teyid edilmiştir. Bizden sonraki hükümetler bir takım sorumlulukları önceki hükümetlere atmak için Kıbrıs'ı gündeme getirdiler. Gerçekle en ufak bir ilgisi yoktur. Bunun dışında bir metin varsa onu çıkarsınlar ortaya. Aksi takdirde bu bir yalandır. Bu yalanın altında ezilirler. Bu kadar ağır konuşuyorum.'

Herkesin hesabı Kıbrıs üzerine

Kıbrıs, Türk siyasetinin geleceğini belirleyecek bir konuma geldi. Muhalefet, Hükümet'e 'Kıbrıs'ı sattılar' diyebilmek için pusuda bekliyor. Hükümet, özellikle Londra üzerinden yürüttüğü müzakereler sonucunda Rumlar'ı tanımadan ve havaalanı ve limanlarını Rumlara açmadan ek protokolü imzalamanın formülleri üzerinde çalışıyor. Son dönemde Türkiye'yi istemeyen bazı AB ülkelerinin Ankara üzerinde 'Önce yapacağınız deklarasyonu görelim' baskıları artarken, Dışişleri kaynaklarının 'Biz deklarasyonu kimse ile müzakere etmedik. Tek taraflı yapacağımız bu deklerasyonu kimse ile paylaşma niyetimiz yok' şeklinde tavırları da oldukça dikkat çekici. Acaba Ankara, AB'nin blöfünü gördüğü ve baskıya direnirse karlı çıkacağını hesapladığı için mi sert bir tavır izliyor, yoksa Hükümet iç siyasetin baskısını taşıyamayacağını düşündüğü için mi bilinmez. Ama, Ankara kulislerinde, Kıbrıs protokolü AB'nin tatile gireceği 1 Ağustos'tan önce imzalanamazsa Türkiye'nin başının 3 Ekim öncesi çok ağrıyabileceği konuşuluyor…[4]    

Tanıma-Tanımama Oyunu

Erdoğan ve ekibi, “Müzakerelerin başlamasının pürüzlere takılmaktan daha önemli olduğuna” karar vermiş. Pürüzden kastedilen de Kıbrıs protokolü. Nasılsa yayınlanacak deklarasyonla imzanın Rumları tanıma olmadığı duyurulacak. Hele bırakın Blair''i, Papadopulos bile, “imzanın tanıma anlamına gelmeyeceğini” açıkladıktan sonra bizimkileri tutabilene aşkolsun. İmza “kuzu kuzu atılacak”, deklarasyonda, “karşı tarafı kışkırtıcı ifadeler” olmayacak. Böylece Müzakere Çerçeve Belgesi''ne(MÇB) daha ağır şartların konması önlenip, 3 Ekim garantiye alınacakmış!..

Hani Annan Planı kabul edilince, Kıbrıs şart olmaktan çıkacak, KKTC''ye izolasyonlar kalkacak vs''ydi. Bu kadar yalandan sonra hala bizimkilerin bir adım önde gitmesinin sebebi “saflık” olamayacağına göre, Kıbrıs''ın “çakıl taşı” gibi görülmesidir. Hele siz protokolü imzalayın, MÇB''nde zaten var olan ama görmezden geldiğiniz ağır şartların daha nasıl gözümüze sokulacağına, hatta imtiyazlı ortaklık ifadesinin bile açıkça yazılabileceğine kendinizi hazırlayın. Acaba Blair, Papadopulos''a niçin, “AB''den umudunu kesmiş ve AB dışına çıkmış bir Türkiye, AB içinde kalan bir Türkiye''den, sizin için daha tehlikelidir. Türkiye AB dışında kalırsa, Ada tümüyle bölünür. İşi zorlaştırmayın” demiş olabilir ki?

Tanımamış Gibi Yapacağız

Kıbrıs gibi milli bir dava son üç yılda nasıl önce “Çözümsüzlük çözüm değildir” sloganlarına hapsedildiyse şimdi de, “tanıma-tanımama” oyunu oynanıyor.

AB, bizden Rum kesimini resmen tanımamızı değil, “ilişkileri normalleştirmemizi” istiyor. Bunun birinci anlamı, Rumlarla da diğer 24 ülke gibi siyasi ve ekonomik ilişki kurmamız, ikinci ve daha önemlisi, Rumların Kıbrıs''ın bütününün temsilcisi olduğu iddiasını kabul etmemizdir. İşte bunların içini doldurup, gerçekleştirecek olan da sözkonusu protokoldür. Maalesef tanıma-tanımama tartışmaları arasında meselenin esasını teşkil eden bu hususlar gözden kaçırılmaya çalışılıyor.

Çünkü tüm dikkatler, “Rum kesimini tanımıyoruz”da odaklanıyor, ama Protokolün imzalanmasıyla, Rumlar Ada''nın tek temsilcisi ve sahibi kılınıyor.

Buradaki farkı iki örnekle izah etmeye çalışayım; Ermenistan''ı tanıyoruz ama diplomatik ilişkimiz yok, yıllardır da ambargo uyguluyoruz. AB Genel Sekreteri Murat Sungar ise Tayvan örneğini veriyor ve “Biz Tayvan''ı resmen tanımıyoruz ama ticaretimiz, hatta orada bir Ticari Temsilciliğimiz var. Yani diplomatik ilişkimiz yok ama ticaret yapıyoruz.” diyor. İyi de Protokol, Ada''da ikinci bir devlet olan Rum kesimi ile değil, AB''nin tanıdığı şekliyle “Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerimizin normalleştirilmesini” öngörüyor. Kaldı ki, Türkiye, Rum kesimini Kasım 2004''te Gümrük Birliğine resmen de dahil etti ama yeterli görülmedi. Demek ki, mesele Sungar''ın dediği gibi değil.

Böyle olunca da Protokol, Annan Planı''na “evet” ten sonra KKTC için ikinci ve öldürücü hançer niteliği taşıyor. Çünkü güya tanımayacağız ama KKTC dahil, Kıbrıs''la her tür ilişkide, Rumlar tek yetkili sayılacağından, fiilen ve hukuken bağımsız bir devlet olan KKTC''nin tasfiye süreci başlayacak. İş burada bitmeyecek; askerimizin ve yerleşiklerin Ada''dan çıkması, Garanti Antlaşması''nın geçersizliği tartışmaları başlayacak. Bugün güçlü ve haklı olduğu halde böylesine köşeye sıkıştırılan Türkiye, tüm inisiyatifi Rumlara ve AB''ye kaptırdıktan sonra acaba bu dayatmalara nasıl direnecek?

Erdoğan ve ekibinin belirlediği son “Rum''u sıkıştırma taktiğine” göre, “Şayet AB müzakereler başladıktan sonra Rumları resmen tanımamızı isterse, o zaman masadan kalkılacak” mış. Kıbrıs gittikten sonra Badehu Harab-ül Basra…Kaldı ki, Türkiye''yi böylesine boğazından yakalamışlarken, elden kaçırmamak, “Türk''ün Anadolu''ya hapsi” projesini tamamlamak için siyasi-ekonomik tüm silahlarla saldırmayacaklarını mı sanıyorsunuz? Bugüne kadar uygulanan “taktiklerin” neye yaradığını isterseniz bir de 3 gün önce Yunan Ethnos Gazetesi''nde yayınlanan “Papadopulos Doğru Yolda” başlıklı yazıdan okuyalım. Rumların, uluslararası toplumun “kara koyunu”na dönüşeceği, Papadopulos''un “AB zirvesinde tokalaşacak bir garson dahi bulamayacağından” söz eden felaket tellallarının inadına, Annan Planı''na verilen güçlü ''Hayır''ın kazançlarının elde edilmeye başlandığı vurgulanıyor. Bu kararlılığın ise misillemeye yol açmanın aksine, saygıyla karşılandığı ve Annan Planı''na itirazların anlayış görmesini sağladığı anlatılıyor. Türkiye''nin de Protokolü imzalamak ve diplomatik efelikleri bırakmak zorunda kalacağı da öne sürülerek, Karamanlis''e şu tavsiyede bulunuluyor:

“Temenni taktiği ve yatıştırma girişimleri, her zaman istenilen neticeyi getirmiyor. Tam aksine, ''elde'' sayılırsan seni ne düşmanların ne de ''dostlar''ın ciddiye alır.”

Siz de, “Milletim ne diyor, ülkemin ve milletimin çıkarları ne?” diye sormak yerine, jestlerinize, ''dostlarınızın” sözüne güvenmeye, “karşı tarafı tahrik etmeyecek” üslup aramaya devam edin. Tabii ciddiye alınmak gibi bir derdiniz bile yoksa!..

Bir ülkenin kaderi sözkonusu ama bizimkiler sadece aferin peşinde!..Sahi bu arada duygularıyla değil, aklıyla hareket ettiğini söyleyip, sonun başlangıcı olan Annan Planı''nı destekleyenler nerde?[5]

 Bu Manıkla Dünyanın sonu nedir acaba?

Yaşar Yakış'ın Kıbrıs Gazetesi'nde çıkan röportajında Türk limanlarının Rum gemilerine açılabileceğiyle ilgili söyledikleri hükümetin görüşü mü? Yakış, sıradan birisi değil. Abdullah Gül hükümetinin Dışişleri Bakanı. Halen TBMM Uyum Komisyonu Başkanı. AKP dış politikasının belirlenmesinde pay sahibi şahsiyetlerden biri. Emekli büyükelçi olması, dışişleri bürokrasisine yakınlığı gibi faktörler Yakış'ın söylediklerine önem vermemizi gerektiriyor.

O zaman nasıl bir sonuca varmak lazım? Çünkü bir tarafta Başbakan Erdoğan ve Bakan Gül var ve onlar hâl⠑limanların ve havaalanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması mümkün değil' kabilinden laflar edip duruyorlar. Yaşar Yakış ise limanların açılmasının dünyanın sonu olmayacağını belirtiyor. Aslında hiç bir şey dünyanın sonu değil. Bir gazetenin manşet yaptığı gibi, dedelerimizin katil olduğuna dair İstanbul'da bir konferans düzenlediler; ama dünya hâlâ dönüyor ve dönmeye devam edecek. Hatta Türklük kavramı ortadan kalsa ve Anadolu toprakları Türklerin elinden alınsa bile dünyanın sonu olmayacak, taa ki Cenabı Allah dünyanın sonuna karar verinceye kadar.

İşin gerçeğine gelince, insanın aklına pek çok soru geliyor. Acaba Yaşar Yakış AKP içerisinde seslendirilen bazı görüşleri kamuoyuyla paylaşma görevini mi üstlenmiş durumda? Bu tür açıklamalar kamuoyu hazırlama çabası mı? Çünkü bu Ek Protokol konusunda son günlerde AB tarafından birbiri ardına talepler geldiği anlaşılıyor. Rum basınına göre Avrupa Parlamentosu'nda Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Elmar Brok Ankara'yı uyarmış ve ‘Türkiye hoşuna gitmeyen her konuyu sürecin sonuna bırakamaz, Protokol'ü bir an evvel onaylayın ve bize gönderin' demiş.

Ayrıca Olli Rehn de kendisiyle yapılan bir röportajda Türkiye'nin 3 Ekim belgesi uyarınca ağır sorumluluklar altına girdiğini; bu sorumlulukları yerine getirmesini yakından takip edeceklerini ve Türkiye'nin kaytarma eğilimine girdiğini gördükleri anda da süreci durduracaklarını belirtiyor. Bu arada Protokol'e özel atıflarda bulunmadan edemiyordu aynı röportajda…

Kısacası iş döndü dolaştı ve Ek Protokol'e geldi, her ne kadar bizimkiler yapılan baskıları kamuoyundan gizlemeye çalışsalar da. Bu noktada milletvekillerine bir kaç hususu hatırlatmak lazım. Öncelikle bu Protokol sıradan, basit ve teknik bir belge değil. Hiç bir şekilde masum bir belge de değil. Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve adanın tamamını temsilen Rumları tanımasını sağlamaya yönelik girişimlerden bir tanesi. Ayrıca belge Gümrük Birliğine ek protokol hiç değil. Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı Ankara Anlaşması'nı bugünkü şartlara uyarlayan ve AB'nin on yeni ülkesine genişleten bir Protokol. Adı Protokol olmasına rağmen bir uluslararası anlaşma niteliğinde. Ankara Anlaşması ne kadar hukuki kıymeti haiz ise bu Protokol de aynı oranda kıymetli bir uluslararası hukuk belgesi. Bu belge onaylanarak yürürlüğe girdiği zaman Rumlar Ankara Anlaşması'na taraf olmuş olacaklar ve Ankara Anlaşması'ndan kaynaklanan yükümlülüklerimizi Rumlara da uygulamak zorunda kalacağız. Limanlar ve havaalanları bulardan sadece bir kaçı. Protokol KKTC ekonomisini tarümar edecektir. Zaten bıçak sırtında duran KKTC ile Türkiye arasında doğrudan ticaret yapılması bu Protokol'den sonra mümkün olamayacaktır. Çünkü Kıbrıs adasının tümüyle yapılacak dış ticaretin Rumlar üzerinden yapılması gerekecektir. Üstelik KKTC ve Kıbrıs'tan vazgeçsek bile Rumlara karşı Protokol'ün yükümlülüklerini yerine getirmeye devam edeceğiz.

Eğer AB sürecinden çıksak veya vazgeçsek bile Protokol'ün yükümlülüklerinden kurtuluş yok. Her halükarda bir uluslararası anlaşma olan bu Protokol'ün gereklerini yerine getirmeye devam edeceğiz, taa ki bunun yerine AB ile yeni anlaşma imzalayıp, söz konusu Protokol'ü hükümsüz hale getirene dek… Milletvekillerine duyurulur.[6]



[1] Şükrü Sina Gürel, Siyonist Plan ve Kıbrıs, Türk Yıllığı-1979

[2] Milli Gazete /  20 – Ekim – 2005 / Kulis Ankara

[3] Yeni  Şafak / 19.10.2005 / İbrahim Karagül

[4] İsmail Küçükkaya-Ankara

[5] Yeniçağ / 30-Temmuz-2005 / Sadi Somuncuoğlu

[6]  Milli Gazete / Hasan Ünal

BENZER İÇERİKLER

Size daha iyi hizmet sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. KABUL ET Detaylı Bilgi

acilis-duyuru-son